Necip Fazıl
03-04-2009, 02:04
BAZI ÖNEMLİ TERİMLER..:: 1 ::..
Nakşbendî büyüklerinin büyük hakikatları anlatmakta kullandıkları bazı terimler vardır ki, onların yoluna girenlerin bu terimleri iyi bilmeleri ve gereğince amel etmeleri lâzımdır.
Bu en büyük tarikat Maveraünnehir beldelerinde zuhur edip bu beldelerin büyükleri de umumiyetle farsca konuşup yazmaları sebebiyle bu terimler farscadır. Biz bunları tercemeleriyle beraber elimizden geldiği kadar açık ifadelerle anlatmaya çalışacağız. Bu yüksek manâlı kelimeler onbir kelime olup Hâce Abdülhâlık Gucduvâni hazretlerine aiddir. Bu kelimeler, bu yüce tarikata girenlere her zaman yol gösterecek kelimelerdir.
1-VUKÛF-İ ZEMÂNÎ:
Sâlik, üzerinden geçen zamanı bilmelidir. Hem nasıl bir zamanda bulunduğunu, hem içinde bulunduğu vakti iyi bilmeli, değerlendirip değerlendiremediğini araştırmalı, kendini sık sık yoklamalıdır.
İçinde yaşadığı zaman içinde kendi durumu nedir? Huzurda mıdır? Huzur içinde midir? Şükür mü etmektedir, yoksa kendi helakine sebeb olacak bir gaflet içinde midir?
Sâlik, bütün varlığıyla asıl maksuduna yönelmediği bir zamanın üzerinden geçmesine razı olmamalı, Allah'dan gafil olarak bir nefes yaşamamaya dikkat etmeli, bütün gücüyle her an manevi uyanıklık halinde yaşamaya gayret etmelidir. Buna sahv hali denir.
Bilmelidir ki, her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah onu kuşatmıştır. Sâlik, Allah'ın her an gördüğünü hesaba katmadan hiçbir amel işleyemez. Çünkü,
"Allah gözlerin hain bakışlarını ve sadırların gizlemekte olduğu her şeyi bilir." (Gâfir suresi/19)
"Ne yerde ne gökte zerre mikdarı hiçbir şey Rabbmdan uzak ve gizli kalamaz." (Yunus suresi/61 )
"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." (Zümer suresi/63)
Bunun için sâlik her gece ve her gündüz işlediği amellerini birer birer muhasebe etmeli, iyi amelleri kendine müyesser kılan Allah'a şükredip daha iyilerini ziyadesiyle beraber temenni etmeli, çirkinleri için tevbe ve istiğfar edip pişman olarak Allah'a dönmeli, şayed uyanamazsa bir gün muhakkak uyanacağını bilmelidir.
Vukûf-i zemânî teriminden anlayacağımızın özeti şudur:
Sâlik yakinen bilmelidir ki Cenab-ı Hak O'nun yanında hâzırdır ve dâima onu görmektedir. Kulluk haddini aşmamalı, kendi kulluğunu bilip günahlara karşı her an uyanık bulunmalı, mabuduna ulaşıncaya kadar bu halini bırakmamalıdır. Bu, sâliki yakîne erdirir.
2- VUKÛF-İ ADEDÎ:
Sâlik zikrini yaparken mürşidinin verdiği sayıya riayet etmelidir. Bu, sayıya riayetle beraber, hafî zikrin verilen mikdar yapılmasından ibarettir.
Yoksa kendi başına bir sayı değildir. Bu, gönlü vesvese ve tefrikadan korumak içindir.
Büyüklerimizden bazıları demişlerdir ki: Vukûf-i adedî zikirde şart değildir. Burada esas olan kalbin zikredilenle beraber olmasıdır. Huzur halinde bulunmasıdır ki zikrin faydası ve neticesi görülsün. Bu da, Nefy yaparken beşerî varlığın yok olması, İsbat yaparken de ilâhî cezbe eserlerinin doğmasıdır. Nefy hali, güneş doğarken yıldızların kaybolmasına, İsbat hali de gecenin güneş doğarken kaybolmasına benzer.
3- VUKÛF-İ KALBÎ:
Zâkir zikrederken kalbinin zikredilenden haberi olmasıdır. Zikrederken devamlı murakabe halinde olmalı, bu halini kaybetmemeğe çalışmalıdır. Sâdât-ı kiram hazaratı vukûf-i kalbînin zikirde şart olduğunu söylerler. Zâkir zikir anında kalbine hakim ve sahib olmalı, oraya Allah'dan başka birinin girmesine izin vermemelidir.
Kalb, sol memenin altında bir et parçasıdır. Ona kalb denmesinin sebebi, fikirlerin, düşüncelerin ve niyetlerin değişmesi itibariyle çekip çeviren, değiştiren kuvvetin mahalli olmasıdır. Ona sahib olmak demek onun ne halde bulunduğunu her an gözetmek demektir: Zikirle meşgul mü, değil mi? Kişi kalbini her an kontrol etmeli, kalbinde gaflete açık bir kapı bulundurmamalıdır. Hazret-i Hâce Muhammed Bahâeddin Nakşbend kuddise sirruh bilhassa vukûf-i kalbî üzerinde durur ve ona dikkat ederlerdi.
4- HUŞ DER-DEM:
Akıl sahibine gerektir ki alıp verdiği hiçbir nefesde gaflet etmemelidir. Her an Allah ile olmanın şuuruna ancak böyle erebilir. Ancak, nefeslerini gaflet içinde alıp vermekten muhafaza eden bir kimsenin kalbi Allah ile huzur halinde olabilir. Nefes alıp verirken kalbin Allah ile huzurda olması demek, nefesleri Allah'a itaatle ihya etmek, Allah'a ibadetle onlara hayat kazandırarak Allah'a uluştırmaktır. Kalb, Allah ile huzurda iken girip çıkan her nefes canlandırılmış ve Allah'a gönderilmiştir. Gafletle alınıp verilen her bir nefes de öldürülmüş ve Allah'a ulaşmamıştır.
Huş der-dem, yani her nefes uyanık olmak, her nefesine sahib olmak, zâkirin zikir esnasında Allah'dan gafil olmaması demektir. Çünkü zikirden maksad zikrettiğinin mânâsını düşünerek zikredilene ulaşmaktır. Mânâsını düşünürse tecellisine mazhar olur. Bu da ancak nefeslerini gafletle alıp vermekten kurtulmakla olur.
Nefesleri gafletten kurtarmak kalbi huzura erdirir. Huzura eren ise Hak Teâlâ hazretlerinin tecelliyatını her an müşahede eder. Onun tecelliyatı ise mahlûkatın nefesleri sayısıncadır. Nefeslerini gafletten kurtaran kimse artık her an Allah ile beraberdir. Her an O'nun tecellilerini görür.
Gafletten kurtulup her nefes uyanık olmak çok zordur. Bunun için her gaflet hali geldiği zaman derhal istiğfar etmek gerekir. İyi ameller işlemeğe gayret ederek o gafletin bıraktığı izleri temizlemeğe gayret etmelidir.
5-NAZAR BER-KADEM:
Sâlik yolda yürürken ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir ki gözü etrafa takılmasın. Çünkü ayaklarının ucuna bakarak yürümezse gözü etrafa takılır, bu ise kalbi perdeler. Kalbdeki perdelerin çoğu birtakım resimler, suretlerdir ki bakmak yoluyla kalbde yerleşir. Bunun için sâlik yolda yürürken gözü şurada burada gezerse zikirden perdelenir. Çünkü mübtedî zâkirin kalbi bir yere takılırsa kalbini meşgul eder, derhal tefrikaya, vesveseye tutulur. Çünkü kalbini muhafaza edecek kadar kuvvet kazanmamıştır. Vesvese ve tefrikaya karşı zayıf bir haldedir. Bu sebeble gafillerin yüzlerine- bak-mamalıdır.
Sufiyye büyüklerine göre gafillerin yüzüne bakmak büyük zararlara yol açar. Çünkü temizlenmiş kalbler cilalanmış aynalar gibidir. Eğer gafillerin yüzlerine bakılırsa onların katı kalblerinin kasveti, kötü huyları, bozuk fikirleri aynen sâlikin kalbine akseder. Bu ise sâlik için son derece tehlikelidir.
Sâlik, güzellerin yüzlerine de bakmamalıdır. Çünkü fitneye tutulur. Hadis-i şerifde, "Bakmak şeytanın oklarından bir oktur" buyurulmuştur. Kime bu ok isabet ederse Allah yolunda fitneye düşmüş olur. Bu sebeble sâlik bu oktan kurtulmak için gözleri yerde, yani ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir.
Nazar-ber-kadem sözü, aynı zamanda himmet yüceliğini anlatır. Şöyle ki: Hak yolunun yolcusu olan kâmil insan Allah'dan başkasına nazar etmez. Çünkü mâsivâdan ilgisini kesme yolundadır. Nasıl sür'atle koşan bir kimse sadece ayaklarına bakarsa sâlik de yarı yoldan dönmemek için zahiren ve bâtınen Hakk'a yönelmiş olmalıdır.
Ayrıca tevazu ehli olan kimseler ayaklarının ucuna bakarak yürürler. Kibirli cahiller de dimdik ve böbürlenerek yürürler.
Yürüyüşün bu şekli, aynı zamanda Peygamber Efendimizin de yürüyüş şeklidir ki, O, yürürken sağa sola bakmaz, ayaklarının ucuna bakarak ve sanki yokuştan iniyormuş gibi hızlı yürürlerdi. Rasûl-i Ekrem'e tâbi olan sâlikde aynı şekilde yürümelidir.
6- SEFER DER-VATAN
Halk arasında, sefer denilince bir beldeden bir beldeye gitmek anlaşılır. Vatan, insanın ikamet ettiği ev yahud memlekettir. Bu terim, sâlikin seferinin yaratıklardan kurtulup Hakk'a gitmek demek olduğunu ifade eder. Hazret-i İbrahim Halilullah demiştir ki: "Ben rabbıma gidiyorum." (Sâffât suresi/99).
Sâlik, içinde bulunduğu manevi hali kâfî görmeyip daha güzel, daha fazla iyi amellerle dolu bir hale sefer etmelidir. Yahud bir makamdan bir yüksek makama yükselmeğe gayret etmelidir.
Ebu Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki: "Sâlik, hevâ ve hevesini terkedip Allah'a ibadet ve taata dönmelidir. "Sefer der-vatan" sözünden murad, bir memleketten bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç aleminde Allah'a dönüş yapmasıdır. Sâlikler, bir kâmil mürşidi buldukları zaman onun her emrini yerine getirmek için zahirî yolculukları bırakır ve onun kapısına bağlanırlar. Bâtınî yolculuklarına başlarlar. Bunlara da ancak bundan sonra mürid denilebilir."
Şeyh Hakim Tirmizî hazretleri, sâliki zahiri yolculuktan men'der ve buyururdu ki: "Bütün hayır ve bereketlerin anahtarları mürid olduğun yerde sabretmendedir. Mürid denilecek hale gelinceye kadar o kapıda sabredeceksin. Sen o hale gelince bereket zahir olur. Artık sen Allah'a doğru sefer etmeğe başlamışsın demektir. Zahirde sefer etmişsin veya etmemişsin farketmez."
Sonra unutulmamalıdır ki, meşâyıh-ı kiram hazarâtı sâlikleri zahirî seferden menetmişlerdir. Çünkü meşakkati çoktur. Mihnetlidir. Yolculuk halinde Allah'ın rızasına muhalif iş tutma ihtimali çoktur. Sefer, farzları ve sünnetleri terketmeğe her zaman müsaittir. Bu ise sâliklerin kalblerini tefrika ve vesvese ile harab eder. Kemale eren mürşidler ise bu meşakkatlerin tesiri altında kalmayıp Allah'dan gafil bulunmayacakları için yolculuk yapabilirler. Aksine bu yolculukları onların daha fazla terakki etmelerine sebeb olur. Dereceleri yükselir. Hem yolculuğun mihnet ve meşakketlerine tahammül ederler, hem de gittikleri yerlerde irşadda bulunurlar. Salih selefimiz, gönüllerinin, bir yeri vatan edinmeye meyledip insanlarla ülfetleri ilerlediği zaman, kendilerine onlardan gelen adetleri bırakıp rahatlarını terketmek, onların aşırı ülfetlerinden kurtulmak için yolculuk ederler ki, kendileri için mâsivâdan sıyrılma hali tahakkuk edip yüksek makamlara ulaşsınlar.
Nakşbendî büyüklerinin büyük hakikatları anlatmakta kullandıkları bazı terimler vardır ki, onların yoluna girenlerin bu terimleri iyi bilmeleri ve gereğince amel etmeleri lâzımdır.
Bu en büyük tarikat Maveraünnehir beldelerinde zuhur edip bu beldelerin büyükleri de umumiyetle farsca konuşup yazmaları sebebiyle bu terimler farscadır. Biz bunları tercemeleriyle beraber elimizden geldiği kadar açık ifadelerle anlatmaya çalışacağız. Bu yüksek manâlı kelimeler onbir kelime olup Hâce Abdülhâlık Gucduvâni hazretlerine aiddir. Bu kelimeler, bu yüce tarikata girenlere her zaman yol gösterecek kelimelerdir.
1-VUKÛF-İ ZEMÂNÎ:
Sâlik, üzerinden geçen zamanı bilmelidir. Hem nasıl bir zamanda bulunduğunu, hem içinde bulunduğu vakti iyi bilmeli, değerlendirip değerlendiremediğini araştırmalı, kendini sık sık yoklamalıdır.
İçinde yaşadığı zaman içinde kendi durumu nedir? Huzurda mıdır? Huzur içinde midir? Şükür mü etmektedir, yoksa kendi helakine sebeb olacak bir gaflet içinde midir?
Sâlik, bütün varlığıyla asıl maksuduna yönelmediği bir zamanın üzerinden geçmesine razı olmamalı, Allah'dan gafil olarak bir nefes yaşamamaya dikkat etmeli, bütün gücüyle her an manevi uyanıklık halinde yaşamaya gayret etmelidir. Buna sahv hali denir.
Bilmelidir ki, her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah onu kuşatmıştır. Sâlik, Allah'ın her an gördüğünü hesaba katmadan hiçbir amel işleyemez. Çünkü,
"Allah gözlerin hain bakışlarını ve sadırların gizlemekte olduğu her şeyi bilir." (Gâfir suresi/19)
"Ne yerde ne gökte zerre mikdarı hiçbir şey Rabbmdan uzak ve gizli kalamaz." (Yunus suresi/61 )
"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." (Zümer suresi/63)
Bunun için sâlik her gece ve her gündüz işlediği amellerini birer birer muhasebe etmeli, iyi amelleri kendine müyesser kılan Allah'a şükredip daha iyilerini ziyadesiyle beraber temenni etmeli, çirkinleri için tevbe ve istiğfar edip pişman olarak Allah'a dönmeli, şayed uyanamazsa bir gün muhakkak uyanacağını bilmelidir.
Vukûf-i zemânî teriminden anlayacağımızın özeti şudur:
Sâlik yakinen bilmelidir ki Cenab-ı Hak O'nun yanında hâzırdır ve dâima onu görmektedir. Kulluk haddini aşmamalı, kendi kulluğunu bilip günahlara karşı her an uyanık bulunmalı, mabuduna ulaşıncaya kadar bu halini bırakmamalıdır. Bu, sâliki yakîne erdirir.
2- VUKÛF-İ ADEDÎ:
Sâlik zikrini yaparken mürşidinin verdiği sayıya riayet etmelidir. Bu, sayıya riayetle beraber, hafî zikrin verilen mikdar yapılmasından ibarettir.
Yoksa kendi başına bir sayı değildir. Bu, gönlü vesvese ve tefrikadan korumak içindir.
Büyüklerimizden bazıları demişlerdir ki: Vukûf-i adedî zikirde şart değildir. Burada esas olan kalbin zikredilenle beraber olmasıdır. Huzur halinde bulunmasıdır ki zikrin faydası ve neticesi görülsün. Bu da, Nefy yaparken beşerî varlığın yok olması, İsbat yaparken de ilâhî cezbe eserlerinin doğmasıdır. Nefy hali, güneş doğarken yıldızların kaybolmasına, İsbat hali de gecenin güneş doğarken kaybolmasına benzer.
3- VUKÛF-İ KALBÎ:
Zâkir zikrederken kalbinin zikredilenden haberi olmasıdır. Zikrederken devamlı murakabe halinde olmalı, bu halini kaybetmemeğe çalışmalıdır. Sâdât-ı kiram hazaratı vukûf-i kalbînin zikirde şart olduğunu söylerler. Zâkir zikir anında kalbine hakim ve sahib olmalı, oraya Allah'dan başka birinin girmesine izin vermemelidir.
Kalb, sol memenin altında bir et parçasıdır. Ona kalb denmesinin sebebi, fikirlerin, düşüncelerin ve niyetlerin değişmesi itibariyle çekip çeviren, değiştiren kuvvetin mahalli olmasıdır. Ona sahib olmak demek onun ne halde bulunduğunu her an gözetmek demektir: Zikirle meşgul mü, değil mi? Kişi kalbini her an kontrol etmeli, kalbinde gaflete açık bir kapı bulundurmamalıdır. Hazret-i Hâce Muhammed Bahâeddin Nakşbend kuddise sirruh bilhassa vukûf-i kalbî üzerinde durur ve ona dikkat ederlerdi.
4- HUŞ DER-DEM:
Akıl sahibine gerektir ki alıp verdiği hiçbir nefesde gaflet etmemelidir. Her an Allah ile olmanın şuuruna ancak böyle erebilir. Ancak, nefeslerini gaflet içinde alıp vermekten muhafaza eden bir kimsenin kalbi Allah ile huzur halinde olabilir. Nefes alıp verirken kalbin Allah ile huzurda olması demek, nefesleri Allah'a itaatle ihya etmek, Allah'a ibadetle onlara hayat kazandırarak Allah'a uluştırmaktır. Kalb, Allah ile huzurda iken girip çıkan her nefes canlandırılmış ve Allah'a gönderilmiştir. Gafletle alınıp verilen her bir nefes de öldürülmüş ve Allah'a ulaşmamıştır.
Huş der-dem, yani her nefes uyanık olmak, her nefesine sahib olmak, zâkirin zikir esnasında Allah'dan gafil olmaması demektir. Çünkü zikirden maksad zikrettiğinin mânâsını düşünerek zikredilene ulaşmaktır. Mânâsını düşünürse tecellisine mazhar olur. Bu da ancak nefeslerini gafletle alıp vermekten kurtulmakla olur.
Nefesleri gafletten kurtarmak kalbi huzura erdirir. Huzura eren ise Hak Teâlâ hazretlerinin tecelliyatını her an müşahede eder. Onun tecelliyatı ise mahlûkatın nefesleri sayısıncadır. Nefeslerini gafletten kurtaran kimse artık her an Allah ile beraberdir. Her an O'nun tecellilerini görür.
Gafletten kurtulup her nefes uyanık olmak çok zordur. Bunun için her gaflet hali geldiği zaman derhal istiğfar etmek gerekir. İyi ameller işlemeğe gayret ederek o gafletin bıraktığı izleri temizlemeğe gayret etmelidir.
5-NAZAR BER-KADEM:
Sâlik yolda yürürken ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir ki gözü etrafa takılmasın. Çünkü ayaklarının ucuna bakarak yürümezse gözü etrafa takılır, bu ise kalbi perdeler. Kalbdeki perdelerin çoğu birtakım resimler, suretlerdir ki bakmak yoluyla kalbde yerleşir. Bunun için sâlik yolda yürürken gözü şurada burada gezerse zikirden perdelenir. Çünkü mübtedî zâkirin kalbi bir yere takılırsa kalbini meşgul eder, derhal tefrikaya, vesveseye tutulur. Çünkü kalbini muhafaza edecek kadar kuvvet kazanmamıştır. Vesvese ve tefrikaya karşı zayıf bir haldedir. Bu sebeble gafillerin yüzlerine- bak-mamalıdır.
Sufiyye büyüklerine göre gafillerin yüzüne bakmak büyük zararlara yol açar. Çünkü temizlenmiş kalbler cilalanmış aynalar gibidir. Eğer gafillerin yüzlerine bakılırsa onların katı kalblerinin kasveti, kötü huyları, bozuk fikirleri aynen sâlikin kalbine akseder. Bu ise sâlik için son derece tehlikelidir.
Sâlik, güzellerin yüzlerine de bakmamalıdır. Çünkü fitneye tutulur. Hadis-i şerifde, "Bakmak şeytanın oklarından bir oktur" buyurulmuştur. Kime bu ok isabet ederse Allah yolunda fitneye düşmüş olur. Bu sebeble sâlik bu oktan kurtulmak için gözleri yerde, yani ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir.
Nazar-ber-kadem sözü, aynı zamanda himmet yüceliğini anlatır. Şöyle ki: Hak yolunun yolcusu olan kâmil insan Allah'dan başkasına nazar etmez. Çünkü mâsivâdan ilgisini kesme yolundadır. Nasıl sür'atle koşan bir kimse sadece ayaklarına bakarsa sâlik de yarı yoldan dönmemek için zahiren ve bâtınen Hakk'a yönelmiş olmalıdır.
Ayrıca tevazu ehli olan kimseler ayaklarının ucuna bakarak yürürler. Kibirli cahiller de dimdik ve böbürlenerek yürürler.
Yürüyüşün bu şekli, aynı zamanda Peygamber Efendimizin de yürüyüş şeklidir ki, O, yürürken sağa sola bakmaz, ayaklarının ucuna bakarak ve sanki yokuştan iniyormuş gibi hızlı yürürlerdi. Rasûl-i Ekrem'e tâbi olan sâlikde aynı şekilde yürümelidir.
6- SEFER DER-VATAN
Halk arasında, sefer denilince bir beldeden bir beldeye gitmek anlaşılır. Vatan, insanın ikamet ettiği ev yahud memlekettir. Bu terim, sâlikin seferinin yaratıklardan kurtulup Hakk'a gitmek demek olduğunu ifade eder. Hazret-i İbrahim Halilullah demiştir ki: "Ben rabbıma gidiyorum." (Sâffât suresi/99).
Sâlik, içinde bulunduğu manevi hali kâfî görmeyip daha güzel, daha fazla iyi amellerle dolu bir hale sefer etmelidir. Yahud bir makamdan bir yüksek makama yükselmeğe gayret etmelidir.
Ebu Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki: "Sâlik, hevâ ve hevesini terkedip Allah'a ibadet ve taata dönmelidir. "Sefer der-vatan" sözünden murad, bir memleketten bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç aleminde Allah'a dönüş yapmasıdır. Sâlikler, bir kâmil mürşidi buldukları zaman onun her emrini yerine getirmek için zahirî yolculukları bırakır ve onun kapısına bağlanırlar. Bâtınî yolculuklarına başlarlar. Bunlara da ancak bundan sonra mürid denilebilir."
Şeyh Hakim Tirmizî hazretleri, sâliki zahiri yolculuktan men'der ve buyururdu ki: "Bütün hayır ve bereketlerin anahtarları mürid olduğun yerde sabretmendedir. Mürid denilecek hale gelinceye kadar o kapıda sabredeceksin. Sen o hale gelince bereket zahir olur. Artık sen Allah'a doğru sefer etmeğe başlamışsın demektir. Zahirde sefer etmişsin veya etmemişsin farketmez."
Sonra unutulmamalıdır ki, meşâyıh-ı kiram hazarâtı sâlikleri zahirî seferden menetmişlerdir. Çünkü meşakkati çoktur. Mihnetlidir. Yolculuk halinde Allah'ın rızasına muhalif iş tutma ihtimali çoktur. Sefer, farzları ve sünnetleri terketmeğe her zaman müsaittir. Bu ise sâliklerin kalblerini tefrika ve vesvese ile harab eder. Kemale eren mürşidler ise bu meşakkatlerin tesiri altında kalmayıp Allah'dan gafil bulunmayacakları için yolculuk yapabilirler. Aksine bu yolculukları onların daha fazla terakki etmelerine sebeb olur. Dereceleri yükselir. Hem yolculuğun mihnet ve meşakketlerine tahammül ederler, hem de gittikleri yerlerde irşadda bulunurlar. Salih selefimiz, gönüllerinin, bir yeri vatan edinmeye meyledip insanlarla ülfetleri ilerlediği zaman, kendilerine onlardan gelen adetleri bırakıp rahatlarını terketmek, onların aşırı ülfetlerinden kurtulmak için yolculuk ederler ki, kendileri için mâsivâdan sıyrılma hali tahakkuk edip yüksek makamlara ulaşsınlar.