şeysü
09-04-2009, 15:09
Tanığın İtiraflarına Devam
Küreselleşmenin ve onunla beraber vahşi kapital sistemin meydana getirdiği sakatlıklar sosyal alanda da kendini gösteriyor. Ama biz bunun farkında ol(a)muyoruz. Çünkü sistem aynı zamanda bizi kör ediyor. Sadece ve sadece günlük zevklerimize dalıyoruz, basın yayın organlarıyla tüm dünyamız sarılmış, bize gösterileni izlemek ve takip etmekle yükümlüymüşüz gibi hissediyoruz. Hipnozite olmuş bir şekilde şuursuzca dolaşıyoruz kısa bir mekânda. Bu sistem içinde bizler maalesef birer robot halinde yaşamak ve üzerimize her geçen yük yüklenen borçları döndürebilmenin hinliklerini düşünmek zorundayız ve otomatikman bunun sonucu ortaya çıkan kölelik ile başbaşayız. Bakınız bunu nasıl cümlelerle aktarıyor Mihail Gorbaçov;
“Soğuk savaş döneminin bitmesiyle, gelişmiş ülkelerin (yani batının) silahlanma yarışı için harcadıkları dev paraların, kısmen de olsa dünyadaki fakirliğin ortadan kaldırılması amacıyla kullanılacağını sanıyordum.
Bana öyle geliyordu ki, Hristiyan değerler üzerine inşa edilmiş medeniyetler, dünya üzerindeki 800 milyon insanın aç, bir milyardan fazla insanın içecek sudan mahrum kalması, 2 milyardan fazla insanın elektrik şebekesiyle henüz tanışmamış olması ve dünya nüfusunun yarısını teşkil eden 3 milyar insanın da temel ihtiyaç maddelerinden yoksun durumda bulunmasına asla tepkisiz kalmazlar ve içlerine sindiremezlerdi.
Dünya nüfusunun yarısına yakın sayıdaki insanların günde bir veya iki dolarla hayatlarını idame ettirmeye çalıştıkları bir zamanda sadece reklamların uyandırdığı ihtiyaçları bile karşılamayı düşünmeden insanoğlu nereye kadar gidebilir? Bu gün ABD topraklarında mevcut bilgisayar sayısı bütün dünyadakinden daha çok ise, sadece bir Tokyo şehrindeki telefon hattının bütün Afrika kıtasında mevcut telefon sayısından fazla ise ve okul çağına gelmiş 130 milyon çocuk, ilkokula başlayabilme imkân ve fırsatını bulamıyorsa küreselleşmenin getirdiği hangi şans eşitliğinden bahsedilebilir?”
Bu küreselleşme yalanında toplumların sadece ekonomik yönleri değil, milletleri kendileri yapan kültürleri de sınırsız bir şekilde tahrip olmaktadır. Bunu kendi ülkemizdeki kuşaklar arası çatışmanın örnekleriyle ispatlayabiliriz. Artık günümüzde akrabalık ilişkilerinden misafirperverlik özelliklerine, yemek adabından yaşam alanlarının dizaynlarına kadar her yönde bir kopukluk ve giderek artan yalnızlık gözlemlemekteyiz. Yanlış mıyım acaba?
Ve bu işin elbette ki çevreye verdiği zarar da önemsiz gibi görülmemelidir ve göz ardı edilmemelidir. Gorbaçov bunu şu ifadelerle anlatıyor;
“ Beynelmilel komünist sistemin çökmesi üzerine, ünlü Fransız okyanus bilimci Jacques-Yves Cousteau çevreye, dolayısıyla doğaya en çok zarar veren sistemin komünizmden daha çok, her şeyin bir fiyatının olduğu ama hiçbir şeyin değerli olmadığı serbest Pazar ekonomisi olduğunu söylemiştir…
…Bütün bunlara rağmen, ekonomist ve biyolojistler 1997 yılında yaptıkları hesaplarla doğanın bize verdiği hizmetin bedelini hesaplamışlardır. Temiz hava, temiz su ve bereketli toprakların yıllık değeri 33 trilyon dolardır. Üstelik bu hizmetlerine karşılık doğa bizden bir şey istememektedir. Ancak torunlarımız, gelecek nesiller kirleteceğimiz gezegeni temizlemek için emsal meblağları belki de çok daha fazlasını, öderken zorlanmayacaklar mıdır?”
Geçenlerde bir cemaatin yurtdışındaki faaliyetleri çerçevesinde hizmet eden arkadaşımızla aynı bu konuları içeren sohbetimiz oldu. Kendisi Singapur’da kalıyor ve orada hayatını devam ettiriyor. Oranın sistemini, tarihini anlattı bizlere. 15- 20 yıl öncesine kadar oranın bir kayıkçı köyüne benzer bir durumda olduğunu, herhangi bir ekonomik gelirinin olmadığını ele avuca gelecek şekilde madenlerinin olmadığından bahsetti. Ancak şu anda müthiş bir gelişme kaydettiğini ekonomik anlamda Türkiye’ye benzer bir yapılanma içinde olduğunu, hatta Türkiye’den daha yüksek yaşam standardının olduğunu, tamamen dışa bağımlı bir ekonomik sistemin yaşam kalitesini arttırdığından bahsetti. Ben de ona bazı sorular sordum. Mesela son ekonomik krizin orayı nasıl etkilediğini, paranın güç unsuru olmadığı bir dönem gelirse oradaki insanın ne durumda olabileceğini falan sordum. Cevapları tamamen bir karanlığı gösteriyordu. Yani bu günkü sistem hükmünü yitirince oradaki insan tüm çıplaklığıyla açıkta kalacaktı. Bunun sürdürebilir bir yapıda bir anlamının olmadığını fark etmek için allame olmaya gerek var mı acaba?
Yani günümüz Türkiye’sinin gelecek konumuyla ilgili bir öngörü ortaya koyarsak kim bir aydınlıktan söz edebilir? Yabancı sermaye ile iyi geçinmeye devam ediyoruz, ama ya yarın aramızda bir sorun olursa ki bu ekonomik krizin bunu ispatladığını görebiliyoruz. Elin adamı, ver misketlerini al misketlerini derse bize ne yapacağız o zaman? Hooop tekrardan Amerika keşfedilecek, devletleştirme hamleleri başlayacak, sıkıntılar tekrar yaşanacak vs. Peki, yahu e akıllı olmaya çalışan adam! senin aklın neredeydi daha önce demezler mi bize? Akıllı insan, başkasının başına gelen, ahmak insan ise kendi başına gelen felaketlerden ders alır derler. Tarih de akıllı bir insan olmak için sayısız örneklerle doludur.
Burada Gorbaçov’a katılmadığım ve aynı şekilde Türkiye’de de bazı kişilerin dile getirdiği bir meseleyi zikretmeden geçemeyeceğim. O da nüfus artışı ile ilgili durumdur. Der ki Gorbaçov;
“Fakirleşme ve doğal kaynakların yok oluşunun sebeplerinden biri de yeryüzündeki nüfus artışıdır. Geçen 25 yıl süresince dünya nüfusu 2 milyar kişi daha artmıştır. Bu gidişle bu yüzyılın sonunda muhtemelen 11 veya 12 milyar kişi olacağız bu dünyada. Su azalıyor, petrol rezervleri aşağı yukarı elli yıl sonra tükenecek. Bu kalmayacak olan kaynakları nasıl paylaşacağız?”
Ben de derim ki, Allah’ın (cc) verdiği bunca nimetleri biz kendi aramızda paylaşmayı beceremiyorsak 15 milyar değil, 1 milyar da kalsak yine sorunlar ortadan kalkmaz. Mesele doğanın bize sunduğu değerleri adaletli bir şekilde üleşememekte yatıyor. Eğer gücü üstün tutan anlayışla devam edersek nüfus planlaması yaparak sayımızı azaltsak bile kardeşçe yaşayamayız. Ama hakkı üstün tutan bir anlayışla hareket edersek o zaman bu dünya yaşanabilir bir yer olur. Kendimiz için istediklerimizi diğer insanlık için istemeden bu olmaz. Evrensel yasalar dediğimiz insanların tabiatına uygun olan kurallar da aynı doğrultudadır.
Kadir ÖZTÜRK
Küreselleşmenin ve onunla beraber vahşi kapital sistemin meydana getirdiği sakatlıklar sosyal alanda da kendini gösteriyor. Ama biz bunun farkında ol(a)muyoruz. Çünkü sistem aynı zamanda bizi kör ediyor. Sadece ve sadece günlük zevklerimize dalıyoruz, basın yayın organlarıyla tüm dünyamız sarılmış, bize gösterileni izlemek ve takip etmekle yükümlüymüşüz gibi hissediyoruz. Hipnozite olmuş bir şekilde şuursuzca dolaşıyoruz kısa bir mekânda. Bu sistem içinde bizler maalesef birer robot halinde yaşamak ve üzerimize her geçen yük yüklenen borçları döndürebilmenin hinliklerini düşünmek zorundayız ve otomatikman bunun sonucu ortaya çıkan kölelik ile başbaşayız. Bakınız bunu nasıl cümlelerle aktarıyor Mihail Gorbaçov;
“Soğuk savaş döneminin bitmesiyle, gelişmiş ülkelerin (yani batının) silahlanma yarışı için harcadıkları dev paraların, kısmen de olsa dünyadaki fakirliğin ortadan kaldırılması amacıyla kullanılacağını sanıyordum.
Bana öyle geliyordu ki, Hristiyan değerler üzerine inşa edilmiş medeniyetler, dünya üzerindeki 800 milyon insanın aç, bir milyardan fazla insanın içecek sudan mahrum kalması, 2 milyardan fazla insanın elektrik şebekesiyle henüz tanışmamış olması ve dünya nüfusunun yarısını teşkil eden 3 milyar insanın da temel ihtiyaç maddelerinden yoksun durumda bulunmasına asla tepkisiz kalmazlar ve içlerine sindiremezlerdi.
Dünya nüfusunun yarısına yakın sayıdaki insanların günde bir veya iki dolarla hayatlarını idame ettirmeye çalıştıkları bir zamanda sadece reklamların uyandırdığı ihtiyaçları bile karşılamayı düşünmeden insanoğlu nereye kadar gidebilir? Bu gün ABD topraklarında mevcut bilgisayar sayısı bütün dünyadakinden daha çok ise, sadece bir Tokyo şehrindeki telefon hattının bütün Afrika kıtasında mevcut telefon sayısından fazla ise ve okul çağına gelmiş 130 milyon çocuk, ilkokula başlayabilme imkân ve fırsatını bulamıyorsa küreselleşmenin getirdiği hangi şans eşitliğinden bahsedilebilir?”
Bu küreselleşme yalanında toplumların sadece ekonomik yönleri değil, milletleri kendileri yapan kültürleri de sınırsız bir şekilde tahrip olmaktadır. Bunu kendi ülkemizdeki kuşaklar arası çatışmanın örnekleriyle ispatlayabiliriz. Artık günümüzde akrabalık ilişkilerinden misafirperverlik özelliklerine, yemek adabından yaşam alanlarının dizaynlarına kadar her yönde bir kopukluk ve giderek artan yalnızlık gözlemlemekteyiz. Yanlış mıyım acaba?
Ve bu işin elbette ki çevreye verdiği zarar da önemsiz gibi görülmemelidir ve göz ardı edilmemelidir. Gorbaçov bunu şu ifadelerle anlatıyor;
“ Beynelmilel komünist sistemin çökmesi üzerine, ünlü Fransız okyanus bilimci Jacques-Yves Cousteau çevreye, dolayısıyla doğaya en çok zarar veren sistemin komünizmden daha çok, her şeyin bir fiyatının olduğu ama hiçbir şeyin değerli olmadığı serbest Pazar ekonomisi olduğunu söylemiştir…
…Bütün bunlara rağmen, ekonomist ve biyolojistler 1997 yılında yaptıkları hesaplarla doğanın bize verdiği hizmetin bedelini hesaplamışlardır. Temiz hava, temiz su ve bereketli toprakların yıllık değeri 33 trilyon dolardır. Üstelik bu hizmetlerine karşılık doğa bizden bir şey istememektedir. Ancak torunlarımız, gelecek nesiller kirleteceğimiz gezegeni temizlemek için emsal meblağları belki de çok daha fazlasını, öderken zorlanmayacaklar mıdır?”
Geçenlerde bir cemaatin yurtdışındaki faaliyetleri çerçevesinde hizmet eden arkadaşımızla aynı bu konuları içeren sohbetimiz oldu. Kendisi Singapur’da kalıyor ve orada hayatını devam ettiriyor. Oranın sistemini, tarihini anlattı bizlere. 15- 20 yıl öncesine kadar oranın bir kayıkçı köyüne benzer bir durumda olduğunu, herhangi bir ekonomik gelirinin olmadığını ele avuca gelecek şekilde madenlerinin olmadığından bahsetti. Ancak şu anda müthiş bir gelişme kaydettiğini ekonomik anlamda Türkiye’ye benzer bir yapılanma içinde olduğunu, hatta Türkiye’den daha yüksek yaşam standardının olduğunu, tamamen dışa bağımlı bir ekonomik sistemin yaşam kalitesini arttırdığından bahsetti. Ben de ona bazı sorular sordum. Mesela son ekonomik krizin orayı nasıl etkilediğini, paranın güç unsuru olmadığı bir dönem gelirse oradaki insanın ne durumda olabileceğini falan sordum. Cevapları tamamen bir karanlığı gösteriyordu. Yani bu günkü sistem hükmünü yitirince oradaki insan tüm çıplaklığıyla açıkta kalacaktı. Bunun sürdürebilir bir yapıda bir anlamının olmadığını fark etmek için allame olmaya gerek var mı acaba?
Yani günümüz Türkiye’sinin gelecek konumuyla ilgili bir öngörü ortaya koyarsak kim bir aydınlıktan söz edebilir? Yabancı sermaye ile iyi geçinmeye devam ediyoruz, ama ya yarın aramızda bir sorun olursa ki bu ekonomik krizin bunu ispatladığını görebiliyoruz. Elin adamı, ver misketlerini al misketlerini derse bize ne yapacağız o zaman? Hooop tekrardan Amerika keşfedilecek, devletleştirme hamleleri başlayacak, sıkıntılar tekrar yaşanacak vs. Peki, yahu e akıllı olmaya çalışan adam! senin aklın neredeydi daha önce demezler mi bize? Akıllı insan, başkasının başına gelen, ahmak insan ise kendi başına gelen felaketlerden ders alır derler. Tarih de akıllı bir insan olmak için sayısız örneklerle doludur.
Burada Gorbaçov’a katılmadığım ve aynı şekilde Türkiye’de de bazı kişilerin dile getirdiği bir meseleyi zikretmeden geçemeyeceğim. O da nüfus artışı ile ilgili durumdur. Der ki Gorbaçov;
“Fakirleşme ve doğal kaynakların yok oluşunun sebeplerinden biri de yeryüzündeki nüfus artışıdır. Geçen 25 yıl süresince dünya nüfusu 2 milyar kişi daha artmıştır. Bu gidişle bu yüzyılın sonunda muhtemelen 11 veya 12 milyar kişi olacağız bu dünyada. Su azalıyor, petrol rezervleri aşağı yukarı elli yıl sonra tükenecek. Bu kalmayacak olan kaynakları nasıl paylaşacağız?”
Ben de derim ki, Allah’ın (cc) verdiği bunca nimetleri biz kendi aramızda paylaşmayı beceremiyorsak 15 milyar değil, 1 milyar da kalsak yine sorunlar ortadan kalkmaz. Mesele doğanın bize sunduğu değerleri adaletli bir şekilde üleşememekte yatıyor. Eğer gücü üstün tutan anlayışla devam edersek nüfus planlaması yaparak sayımızı azaltsak bile kardeşçe yaşayamayız. Ama hakkı üstün tutan bir anlayışla hareket edersek o zaman bu dünya yaşanabilir bir yer olur. Kendimiz için istediklerimizi diğer insanlık için istemeden bu olmaz. Evrensel yasalar dediğimiz insanların tabiatına uygun olan kurallar da aynı doğrultudadır.
Kadir ÖZTÜRK