Bilal Baştan
04-05-2011, 17:39
Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik’in geçtiğimiz hafta açıkladığı Alevi raporu dikkatleri yeniden laiklik kavramına, tanımına, daha doğrusu ülkemizdeki tanımsızlığına çekti.
Raporu burada özetlemek istemiyorum, ama bendenizin, yazılan-çizilenleri okuduktan sonra en genel kanaati söz konusu Rapor’un meseleleri 180 derece tersten ele almaya çalıştığı yönündedir.
Bizde laikliğe ilişkin sorunların kristalize olduğu bir müessese var, adı da Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB); Rapor’da, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun başka mezheplere, inaçlara da hizmet vermesinin daha doğru olacağı yönünde bir mahçub önerme de var.
Benzer bir yaklaşım zorunlu din dersleri müfredatına başka inançlara ilişkin bilgilerin de, ucundan da olsa, dahil edilmesi konusunda da geçerli.
İşin, Rapor’un bence özeti şu: Devletin din kurumuna Diyanet İşleri Başkanlığı, zorunlu din dersleri aracılıklarıyla müdahalesinin yasalar ve siyaset izin verdiği ölçüde çeşitlendirilmesi ve böylece despotik laiklik tanımının bir nebze hafifletilmesi.
Tüm bu tartışmalar gelip laiklik kavramının tanımına ya da daha doğrusu bizdeki tanımsızlığına dayanıyor; doğrudur, laiklik anlayışı ya da uygulamaları toplumdan topluma bir nebze farklılaşabilir ama işin özünün aynı kalması şartıyla.
“Laikliğin evrensel tanımı da olur mu hiç?” diye kullanılagelen bir ifade vardır bizde.
Bal gibi de olur; daha doğrusu işin asgari gereği çok net formüle edilebilir.
Bu asgari gerek de “devlet bütçesinin din kurumuna, mezheplere, inaçlara eşit mesafede durma zorunluluğudur”.
Laiklik kavramının özü vergiye ilişkindir, laik bir ülkede bütçe kaynakları dini inaçlara, örgütlenmelere aktarılamaz ve bu koşul laikliğin gerekli, olmaz ise olmaz koşuludur.
Laik bir devlette Meclis kürsüsünden bir başbakan, bir bakan ya da bir milletvekili konuşmasına başlarken dua da edebilir, söze Bismillah diye başlayabilir, hristiyan ise istavroz çıkarabilir, bunlar laiklik ilkesine aykırı değildirler; laikliğe aykırı en önemli şey din adamlarının devlet memurları oluşudur, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun da varlığıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun asli kuruluş amacının da din müesssesinin kurucu iktidar tarafından bir tehlike olarak görüldüğünü de unutmamak şart.
Bana en ilginç gelen (aslında çok da değil belki) konu da, Genelkurmay ideolojisi ile dindar muhafazakar ideolojinin DİB konusundaki çok güçlü mutabakatlarıdır.
İşin doğrusu, bu tavır Genelkurmay ideolojisi için son derece tutarlıdır.
Kanımca, tutarlı olmayan, dindar muhafazakarların kendi gardiyanları olan DİB’e biat etmiş olmalarıdır.
Laiklik meselesi, isterseniz DİB’in bütçeden finansmanı açısından bakın, isterseniz kemalizm-dindar muhafazakarlık DİB mutabakatı ekseninden bakın, isterseniz zorunlu din dersleri açısından bakın, isterseniz aleviler açısından bakın son derece sorunlu bir alandır.
Meselenin kalıcı ve anlamlı bir çözümü için atılması gereken ilk adım din kurumunun, inançların finansmanında bütçe kaynaklarının kullanımının önüne yasal, anayasal değişikliklerle geçebilmektir.
Alevi kesiminin bir bölümünün bu koşulu öne sürmek yerine kendilerinin de bütçeden pay istemesi, tabiri mazur görün, tam bir oportünistlik örneğidir.
Aynen, dindar muhafazakarların inançlarının devletleştirilmesine sessiz kalmaları gibi.
Raporu burada özetlemek istemiyorum, ama bendenizin, yazılan-çizilenleri okuduktan sonra en genel kanaati söz konusu Rapor’un meseleleri 180 derece tersten ele almaya çalıştığı yönündedir.
Bizde laikliğe ilişkin sorunların kristalize olduğu bir müessese var, adı da Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB); Rapor’da, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun başka mezheplere, inaçlara da hizmet vermesinin daha doğru olacağı yönünde bir mahçub önerme de var.
Benzer bir yaklaşım zorunlu din dersleri müfredatına başka inançlara ilişkin bilgilerin de, ucundan da olsa, dahil edilmesi konusunda da geçerli.
İşin, Rapor’un bence özeti şu: Devletin din kurumuna Diyanet İşleri Başkanlığı, zorunlu din dersleri aracılıklarıyla müdahalesinin yasalar ve siyaset izin verdiği ölçüde çeşitlendirilmesi ve böylece despotik laiklik tanımının bir nebze hafifletilmesi.
Tüm bu tartışmalar gelip laiklik kavramının tanımına ya da daha doğrusu bizdeki tanımsızlığına dayanıyor; doğrudur, laiklik anlayışı ya da uygulamaları toplumdan topluma bir nebze farklılaşabilir ama işin özünün aynı kalması şartıyla.
“Laikliğin evrensel tanımı da olur mu hiç?” diye kullanılagelen bir ifade vardır bizde.
Bal gibi de olur; daha doğrusu işin asgari gereği çok net formüle edilebilir.
Bu asgari gerek de “devlet bütçesinin din kurumuna, mezheplere, inaçlara eşit mesafede durma zorunluluğudur”.
Laiklik kavramının özü vergiye ilişkindir, laik bir ülkede bütçe kaynakları dini inaçlara, örgütlenmelere aktarılamaz ve bu koşul laikliğin gerekli, olmaz ise olmaz koşuludur.
Laik bir devlette Meclis kürsüsünden bir başbakan, bir bakan ya da bir milletvekili konuşmasına başlarken dua da edebilir, söze Bismillah diye başlayabilir, hristiyan ise istavroz çıkarabilir, bunlar laiklik ilkesine aykırı değildirler; laikliğe aykırı en önemli şey din adamlarının devlet memurları oluşudur, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun da varlığıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun asli kuruluş amacının da din müesssesinin kurucu iktidar tarafından bir tehlike olarak görüldüğünü de unutmamak şart.
Bana en ilginç gelen (aslında çok da değil belki) konu da, Genelkurmay ideolojisi ile dindar muhafazakar ideolojinin DİB konusundaki çok güçlü mutabakatlarıdır.
İşin doğrusu, bu tavır Genelkurmay ideolojisi için son derece tutarlıdır.
Kanımca, tutarlı olmayan, dindar muhafazakarların kendi gardiyanları olan DİB’e biat etmiş olmalarıdır.
Laiklik meselesi, isterseniz DİB’in bütçeden finansmanı açısından bakın, isterseniz kemalizm-dindar muhafazakarlık DİB mutabakatı ekseninden bakın, isterseniz zorunlu din dersleri açısından bakın, isterseniz aleviler açısından bakın son derece sorunlu bir alandır.
Meselenin kalıcı ve anlamlı bir çözümü için atılması gereken ilk adım din kurumunun, inançların finansmanında bütçe kaynaklarının kullanımının önüne yasal, anayasal değişikliklerle geçebilmektir.
Alevi kesiminin bir bölümünün bu koşulu öne sürmek yerine kendilerinin de bütçeden pay istemesi, tabiri mazur görün, tam bir oportünistlik örneğidir.
Aynen, dindar muhafazakarların inançlarının devletleştirilmesine sessiz kalmaları gibi.