Orijinalini görmek için tıklayınız : SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
aksavaşçı
12-02-2007, 19:59
Değerli kardeşlerim;
Sultan II. Abdülhamid Han'ın o mübarek hayatını ve onun hayatı boyunca Osmanlı Devleti'ini nasıl bir şekilde bir karış dahi toprak kaybetmeden yönettiğini sizlerle birlikte burada paylaşmayı düşünüyorum.
Bize derslerde okutulan çoğu yeri hakikat çizgisinin dışında kalmış kitaplardan çok ama çok farklı olarak,burada II.Abdülhamid Han'ın hayatını ve yakın tarihimizi inceleyeceğiz İnşallah.
İlgilenmeniz dileğiyle...
AkSaVaŞçI
Tarih bilgisi olacakların söyleyecek birsürü şeyi vardır ama ben Necip Fazıl'ın "Ulu Hakan" kitabının en son cümlesini yazmak istiyorum:
"Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır"
aksavaşçı
12-02-2007, 20:06
Tarih bilgisi olacakların söyleyecek birsürü şeyi vardır ama ben Necip Fazıl'ın "Ulu Hakan" kitabının en son cümlesini yazmak istiyorum:
"Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır"
evet kardeşim biliyorum o sözünü.
aksavaşçı
12-02-2007, 20:48
HAYATI
Babası : Sultan Abdülmecid
Annesi : Tir-i Müjgan Kadın Efendi
Doğumu : 21 Eylül 1842
Ölümü : 10 Şubat 1918
Saltanatı : 31 Ağustos 1876 - 27 Nisan 1909
..
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD
1876 - 1909
http://www.osmanli700.gen.tr/tr_images/sultanimage/34.jpg
Sultan İkinci Abdülhamid 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Sultan Birinci Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Kadın Efendi'dir. Annesi Çerkezdir. Sultan İkinci Abdülhamid çok küçük yaşta iken annesini kaybettiği için öksüz büyüdü ve onu üvey annesi Piristu Kadın yetiştirdi. Çocukluğunda çok zayıf bir bünyeye sahip olan Sultan İkinci Abdülhamid sık sık hasta olurdu. Babasının padişahlığı sırasında bu durumu yüzünden özel ilgi gördü. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musiki dersleri aldı ve piyano çalmayı öğrendi.
Bekarlığı sırasında çok serbest bir hayat yaşayan Sultan İkinci Abdülhamid, evlendikten sonra tüm boş zamanını ailesiyle, çocuklarıyla geçirmeye başladı. Sultan İkinci Abdülhamid, yıkılmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğu'nu 33 yıl ayakta tutmayı başarmış büyük bir padişahtır. Dindar bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid ibadetlerini aksatmazdı. Hayırsever ve cömert bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para bulunmadığı söylenince, atalarından kalma şahsi servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı.
Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı. Son derece şefkatli bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid'in kendisini öldürmek isteyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde görülmemiş bir olaydır. Sultan İkinci Abdülhamid, kültüre önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek birçok mekan yaptırmıştır.
Üniversiteler, Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret ve Ziraat Okulları kuran Sultan İkinci Abdülhamid, ilk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları da yaptırmıştır. Vilayetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmakla beraber, ilkokulları köylere kadar ulaştırdı.
İstanbul'da Şişli Etfal Hastahanesi'ni ve Darülaceze'yi kendi şahsi parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen nefis içme suyunu borularla İstanbul'a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan İkinci Abdülhamid, Bağdat'a ve Medine'ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşetti.
aksavaşçı
12-02-2007, 20:49
I. MEŞRUTİYET'İN İLANI
İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri, Balkanlar'da ard arda çıkan isyanlar ve giderek çoğalan ülke bunalımlarını bahane ederek, Sultan Abdülaziz'i tahttan indirip yerine Sultan Beşinci Murad'ı padişah yapmışlardı. Kısa bir süre sonra Sultan Murad'ın hasta olduğunun anlaşılmasından sonra yerine Sultan İkinci Abdülhamit getirildi.
Avrupa ile olan ilişkiler sonucu Osmanlı Devleti'nde de bir aydın sınıf oluşmuştu. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu aydınların sözcüsü gibi çalışıyor ve Meşruti yönetimin gelmesiyle ülkede bir rahatlama olacağına inanıyorlardı. Sultan İkinci Abdülhamid tahta çıkmadan önce Meşrutiyeti ilan edeceğini vadetmişti. Padişah olur olmaz bu sözünü tuttu ve 23 Aralık 1876'da Osmanlıların ilk anayasası olan Kanun-i Esasi'yi ilan etti.
İlan edilen I. Meşrutiyet çok uzun sürmedi. Mithat Paşa padişahların yetkilerini kısıtlamak istiyordu. Bu durumdan rahatsız olan Sultan İkinci Abdülhamid, Sultan Abdülaziz'in öldürülmesinden sorumlu tuttuğu Mithat Paşa'yı sadrazamlıktan azletti ve sürgüne gönderdi. Osmanlı-Rus savaşı ve Meclisteki Mebusların aralarındaki çekişmeleri yüzünden meclis çalışamaz hale gelmişti. Sultan Abdülhamid meclisi tatil ettiğini açıkladı (1878).
aksavaşçı
12-02-2007, 20:49
1877 -1878 OSMANLI - RUS SAVAŞI (93 HARBİ)
Osmanlı-Rus gerginliği Paris Antlaşmasıyla aşılmıştı ama, Rusya bu durumdan memnun değildi. Çünkü bu antlaşmada var olan Karadeniz'in tarafsızlığı ilkesi Rusya'nın çıkarlarına ters düşüyordu. Ayrıca Rusya Slav ırkından olan uluslar arasında yaymaya çalıştığı Panislavizm hareketlerine hız vermişti. Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan'da ayaklanmalar çıktı.
Yeni bir savaştan çekinen Avrupalılar bir konferans düzenlediler. Konferans devam ederken Osmanlı Devleti, Birinci Meşrutiyeti ilan etti. Osmanlı Devleti İstanbul Konferansı'nda alınan kararları kabul etmedi. Çünkü müzakerelerde Bosna'ya, Hersek'e ve Bulgaristan'a muhtariyet verilmesini, Sırbistan ve Karadağ'dan Osmanlı kuvvetlerinin çekilmesini istediler. Avrupalılar Londra'da yeni bir konferans topladılarsa da savaşa engel olunamadı.
Savaş, Rusların Balkanlarda Tunayı geçerek Osmanlı topraklarına saldırmasıyla başladı. Doğu'da ise Arpaçay'ı geçen Ruslar, Kars ve Ardahan'ı ele geçirdiler. Rus ordusunu Gazi Ahmet Muhtar Paşa Erzurum'da durdurdu. Batı'da, Gazi Osman Paşa Plevne'de Rus saldırılarına uzunca bir süre başarıyla karşı koydu ise de gerekli yardımı alamadı. Ruslar Plevne ve Sapkayı geçtiler. Böylece Edirne yolu Ruslara açılmış oluyordu. Rus Ordusu'nun Yeşilköy'e kadar gelmesi üzerine Osmanlı Devleti barış istedi.
aksavaşçı
12-02-2007, 20:49
AYASTEFANOS ANTLAŞMASI
1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşmasına göre;
- Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacaktı.
- Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek
- Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek
- Kars, Ardahan, Batum ve Doğu Beyazıt Rusya'ya verilecek
- Teselya Yunanistan'a bırakılacak
- Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak
- Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Rusya'nın Osmanlı Devleti'ni Ayastefanos Antlaşmasıyla istediği gibi parçalamasını istemeyen Avrupalı Devletler bu antlaşmaya itiraz ettiler. Berlin'de toplanan konferanstan sonra yeni bir antlaşma imzalandı. Berlin Antlaşması ile:
- Ayastefanos Antlaşmasıyla kurulan Bulgaristan, üç kısma ayrıldı.
- Bosna-Hersek Osmanlı Devleti'ne ait kabul edilecek fakat Avusturya tarafından yönetilecekti.
- Karadağ, Sırbistan ve Romanya'nın bağımsızlığı devam edecek, fakat sınırları değiştirilecek
- Kars, Ardahan, Batum, Ruslarda kalacak, fakat Doğu Beyazıt Osmanlı Devleti'ne bırakılacak
- Teselya Bölgesi Yunanistan'a ait olacak
- Rumeli'de ve Anadolu'da Ermenilerin oturduğu bölgelerde ıslahatlar yapılacak
- Osmanlı Devleti, Rusya'ya 60 milyon ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
aksavaşçı
12-02-2007, 20:50
OSMANLI DEVLETİ'NİN DAĞILMASI
Berlin Antlaşması'ndan sonra Osmanlı Devleti dağılma sürecine girmiştir. Balkanlarda yaşayan ulusların bağımsızlıklarını kazanmaya başlamaları ve ardından Rusya ile yapılan savaş neticesinde imzalanan antlaşmalarla Osmanlı Devleti o görkemli devirlerini aramaktaydı. Rusya'nın Akdeniz'e açılması ihtimalini öne süren İngilizler Kıbrıs'ı işgal etti. Osmanlı Devleti toprak mülkiyeti kendisinde kalmak şartı ile adayı geçici olarak İngiltere'ye devretti.
Fransa, Cezayir'e yerleştikten sonra gözünü Tunus'a dikmişti. Berlin Konferansı'nda aradığı fırsatı ele geçiren Fransa, Tunus'u işgal etti. Osmanlı Devleti'nin Protestosu sonuç vermedi. Fransızların Tunus'u işgal etmeleri üzerine İngilizler de harekete geçti.
1869 yılında Süveyş Kanalının açılması Mısır'ın Jeopolitik konumunu artırmıştı. Bu durum Mısır üzerindeki İngiliz ve Fransız rekabetini hızlandırdı. Mısır Hıdivi İsmail Paşa Mısır'ı iyi idare edemiyor ekonomik problemler halkın Avrupalı tüccarların işyerlerine saldırmalarına yol açıyordu. Bu gelişmeleri bahane eden İngiltere Mısır'ı işgal etti (1882).
Yunanistan'ın bağımsızlık kazanmasından sonra Giritli Rumlar Yunanistan'a bağlanmak istedi. Osmanlı Devleti bunu kabul etmedi. Çıkan isyan bastırıldı. Yunanistan'ın Girit'e asker çıkarması üzerine Osmanlı Devleti Yunanistan'a savaş açtı. Teselya bölgesinde yapılan savaşta, Gazi Ethem Paşa komutasındaki Osmanlı Kuvvetleri Yunanlıları bozguna uğrattı (1897). Avrupalı devletlerin araya girmesiyle bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile Girit'e muhtariyet verildi. 1908 yılında Yunanistan adayı yeniden işgal etti. Balkan Savaşlarından sonra Girit tamamıyla elimizden çıktı.
Bosna-Hersek'in idaresi Berlin Antlaşmasıyla geçici olarak Avusturya'ya verilmişti. Sultan İkinci Abdülhamid'in İkinci Meşrutiyeti ilan etmesinden sonra yaşanan karışıklıklar sonunda Avusturya bu bölgeyi resmen topraklarına kattı. Osmanlı Devleti Yeni Pazar sancağı bizde kalmak şartı ile bunu kabul etmek zorunda kaldı (1908).
Berlin Antlaşmasıyla üç bölgeye ayrılan Bulgaristan Prenslik haline gelmiş Doğu Rumeli ve Makedonya ıslahat yapılmak şartıyla Osmanlı Devleti'nde kalmıştı. 1885'de Doğu Rumeli'de isyanlar çıktı. Bulgaristan Doğu Rumeliyi Kendisine bağladığını ilan etti. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Bulgaristan bağımsızlığına kavuştu ve Doğu Rumeli'yi de içine alan bir Bulgaristan Krallığı kuruldu (1908).
aksavaşçı
12-02-2007, 20:50
II. MEŞRUTİYET'İN İLANI
Meşrutiyet yanlıları Jön Türkler adı altında çalışmalara başlamışlar ve padişah Sultan İkinci Abdülhamid'e Meşrutiyeti tekrar ilan etmesi için baskıda bulunuyorlardı. Daha çok Makedonya'da örgütlenen İttihat ve Terakki Partisi ileri gelenleri beraberindekilerle ayaklanmaya başladılar bu isyanların daha da büyümesinden çekinen Sultan İkinci Abdülhamid, Meşrutiyeti İkinci kez ilan etti (23 Temmuz 1908).
İkinci Meşrutiyetin ilanı ile; ülkede asayiş ve güven ortamı kurulmuş, sansür kaldırılarak basına serbestlik tanınmış, hürriyet ve güven ortamı kurulmuş, siyasi partiler oluşmaya başlamış, Kanun-i Esasi yürürlüğe girmiş ve anayasa üzerinde önemli değişiklikler yapılmış ve halk ikinci kez yönetime padişah yanında katılma imkanı bulmuştur.
aksavaşçı
12-02-2007, 20:50
31 MART OLAYI
Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra çeşitli gruplar arasında çekişmeler ve tartışmalar başlamıştı. Meşrutiyete karşı olanlar avcı taburları ile birleşerek İstanbul'da büyük bir İsyan başlattı. Selanik'ten gelen hareket ordusu bu isyanı bastırdı. Tarihimize 31 Mart vakası olarak geçen bu olaydan sonra İttihat ve Terakki Partisi daha da güçlendi ve bu olaydan dolayı sorumlu tutulan Sultan İkinci Abdülhamit tahttan indirildi. Sultan İkinci Abdülhamid'in yerine Sultan Mehmed Reşad padişah oldu.
aksavaşçı
12-02-2007, 20:51
MİMARİ ESERLER
Kültür, Sanat ve Mimari gibi konulara önem veren ve ince ruhlu bir padişah olan Sultan İkinci Abdülhamid döneminde, özellikle yabancı mimarların faaliyetleri göze çarpar. Sultan İkinci Abdülhamid'in padişahlığı döneminde yerli ve yabancı mimarların yaptıkları mimari çalışmalardan bazıları şunlardı;
İstanbul Arkeoloji Müzesi,
Eski Şark Eserleri Müzesi,
Yüksek Ticaret Merkezi,
Tarabya İtalyan Sefareti,
Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi,
Düyun-ı Umumiye ve Karaköy Osmanlı Bankası,
Karaköy Palas İşhanı,
Maçka Palas,
Ankara İş Bankası,
İstanbul Maçka İtalyan Sefareti,
Haydarpaşa Garı,
Sultanahmet'de Alman Çeşmesi,
Sirkeci Garı,
Kütahya Ulu Camii,
İstanbul Yıldız Hamidiye Camii,
Cihangir Camii.
aksavaşçı
12-02-2007, 20:51
TUĞRASI
http://www.osmanli700.gen.tr/tr_images/album/tugra34.jpg
murat kurt
12-02-2007, 21:12
Benim en sevdiğim hükümdardır.Allah razı olsun çok güzel bir çalışma +1
TÜRK EVLADI
12-02-2007, 21:21
[i][b]Abdülhamitle aynı zamanda yaşamış olan Almanya Başbakanı Abdülhamit hakkında aynen şunu söylemiştir :
''Tanrı, dünyada ki liderlerde toplam zekanın yüzde 99'unu Abdülhamit'e geriye kalanınıda diğerler liderlere verdi''
Abdülhamit devlet meseleleri için sık sık özel kütüphanesine girer ve uzun zaman durumuş...Bir gün odadan çıktığı zaman yardımcılarından biri ne yaptığını sorunca şu cevabı vermiş :
''Hz. Muhammed (S.A.V) ile devlet meselelerini danışıyordum''
Bildiğim en önemlisi de şu ki dünyada Yahudiler kadar kurnaz insanlar yoktur ve onlarla uğraşabilmek bütün dünyayala uğraşmaktan zordur!
Yahudiler Abdülhamit'ten tonlarca altın vererek Filistin topraklarını isterler...Abdülhamit gidip odasından küçük bir şişe içinde kan getirir ve şunu söyler :
''Biz o toprakları bunu vererek aldık, bunu vermeyenede vermeyiz! ''
Bu cümlesinden sonra Yahudiler kendisinden nefret etmiş ve onu kötü tanıtmak için ''katil'' anlamına gelen KIZIL SULTAN lakabını takmışlardır...
TÜRK EVLADI
12-02-2007, 21:24
[i][b]Ayrıca Çanakkale zaferini sürekli Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa'ya mal edenlerde büyük ayıp ederler!
Çünkü Çanakkale boğazından düşmanın geçememesinin en büyük neden iki kıyıda yapılmış 6 şar tane Tabya'dır!
Bu 12 tabya yüzünden düşman boğazı geçememiştir ve Abdülhamit bu tabyaları yıllar önce boğazın geçileceğini düşünerek yaptırmıştır...
aksavaşçı
12-02-2007, 22:22
Benim en sevdiğim hükümdardır.Allah razı olsun çok güzel bir çalışma +1
teşekkürler kardeşim bilgi akışı devam edecek inş.
aksavaşçı
12-02-2007, 22:26
Hassas takva ölçüleri üzere yaşayan bir mümtaz şahsiyet 2. Abdülhamid Han’dır.O ,acil bir iş zuhur edince,gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister,ertesi güne bırakılmasına rıza göstermezdi.Bu hususta mabeyn başkatibi Es’ad Bey,bir hatıratında şöyle demektedir:
“Bir gece yarısı,çok mühim bir haberin imzası için Sultan’ın kapısını çaldım.Fakat açılmadı.Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım,yine açılmadı.”Acaba Sultan’a emr’i Hak mı vaki oldu ? “diye endişelendim.Biraz sonra tekrar çaldım;
Bu sefer kapı açılarak Sultan elinde bir havlu ile kapıda göründü.Yüzünü kuruluyordu.Tebessüm etti:
“ Evladım! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım.Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyanmıştım,ancak abdest aldığım için geciktim;kusura bakmayın!Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım…Getir imzalayayım!...”dedi
aksavaşçı
12-04-2007, 21:20
Sultân Abdülhamîd'in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de sudur:
Sultan Abdülazîz'in sehîd edilmesinden bes sene geçmesine ragmen halk, bu menfûr hâdiseyi unutmamisti. Kâtillerin yakalanip cezâlandirilmasini istiyordu. Bu umûmî arzu üzerine Yildiz'da hususî bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede Mithat Pasa, Hüseyin Avni Pasa ve daha bazilarinin Abdülazîz Han'in kâtili olduklari sâbit oldu. Mahkeme bunlar hakkinda îdam cezâsi verdi. Ayrica Plevne kahramani Gâzî Osman Pasa ve Ahmed Cevdet Pasa gibi sahsiyetlerin dâhil oldugu kirk kisilik mûteber bir hey'ete de bu karar bir kere daha tedkîk ettirildi. Onlar da, müttefikan karâri isâbetli gördüklerini beyân ettiler. Buna ragmen Sultân Abdülhamîd Han, îdâm cezâlarini sürgüne tahvîl etti. Fazladan olarak da suçunu îtiraf etmis bulunan Mithat Pasa'nin cebine sürgüne giderken 800 altin harçlik koydu. Insan, hâdiselerin içyüzüne vâkif olunca, bu büyük merhametli pâdisâha karsi dil uzatanlari aslâ afvedip hos göremez!..
Sultân Abdülhamîd Han'in Dünyâ çapinda ithâmina vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde basgösteren ermeni mes'lesidir. Ermeniler, ülkemizde yasayan gayr-i müslim teb'a arasinda bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asirlarca "teb'a-i sâdika" olarak yâdedilmislerdi. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulasmak isteyen Ruslar'in propagandalarina muhâtab olarak sadâkatten ayrildilar. Ilk önce Rus tahrikiyla baslayan ermeni kipirdanislari, sonradan bütün hiristiyan bati devletlerinin alâkasini celbetmis ve onlar da bu ihtilâfa dâhil olmuslardir.
Bu maksadla ermenileri silâhlandiran Ruslar'in faâliyetini ve bunun nihâî gâyesini görmekte gecikmeyen dâhî Sultân Abdülhamîd Han, ermenileri toplu olduklari bölgelerden saga sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire bas vurmustur. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, yahûdî destegi ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanmasini intâc etmistir. Neticede kendisine Viyana'da îmâl edilerek gönderilmis bir kupa arabasina îmâlât esnasinda uzun bir zamana ayarlanmis saatli bir bomba yerlestirilmis ve bu bomba, kendisinin seyhulislâm ile Cum'a namazi hitâminda mûtâd hârici üç-bes dakika ayaküstü konusmasi sebebiyle o daha arabaya binmeden Yildiz Câmî-i Serîfi önünde infilâk etmis, asker, sivil bir çok insan ölmüs ve yaralanmistir. Herkesin telâsa kapildigi o hengâmede Sultân Abdülhamîd Han, sükûnetini muhâfaza ederek:
"Korkmayin, korkmayin!.."
diye bagirmis ve arabanin seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkislari arasinda atlari kirbaçlayip sarayina avdet etmistir.
Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakiniz ki, Belçikali ermeni Jorris'in tertibi eseri olan bu suikati alkislayanlar görülmüstür. Hattâ zamanin gözde sâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan 'bir anlik gecikme' anlamindaki "Bir Lahza-i Teaahur" isimli siirinde suikastçiyi 'sanli avci' diyerek tebcil etmekte ve suikasdin muvaffakiyetsizlikle neticelenmesinden dogan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna ragmen Sultân Abdülhamîd'in kendisine karsi en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.
aksavaşçı
12-04-2007, 21:24
http://img.blogcu.com/uploads/abdulhamidhan_4.jpg
aksavaşçı
12-04-2007, 21:25
http://img.blogcu.com/uploads/abdulhamidhan_13.jpg
aksavaşçı
12-04-2007, 21:26
http://img.blogcu.com/uploads/abdulhamidhan_12.jpg
http://img.blogcu.com/uploads/abdulhamidhan_2.jpg
aksavaşçı
12-04-2007, 21:26
http://img.blogcu.com/uploads/abdulhamidhan_8.JPG
http://img.blogcu.com/uploads/abdulhamidhan_3.jpg
aksavaşçı
12-04-2007, 21:27
http://img.blogcu.com/uploads/abdulhamidhan_abdulhamid_kadirgecesi.jpg
bir arkadaşın da çanakkale savaşında abdulhamit hanın büyük etksi olduğunu söyleyince benim de aklıma birşeyler geldi onları sizinle paylaşmak istiyorum
abdulhamit han kendi dönemimde hiç bir savaşa girmemiştir.ve bu savaşa girmemesini eleştirenler olmuştur.fakat kurtuluş savaşında ne denli haklı olduğu görülmüştür.çünkü yaklaşık bir nesli savaş tehlikesinden uzak tutarak kurtuluş savaşına o nesille,savaşlarda yorulmamış bir milletle girdik.kendmize geldik.abdulhamit han sadece bugünü düşünen bir lider değil.bugün dahi verdiği kararların ne kadar önemli olduğunu daha yeni yeni anlar olduk.mehmet akif in de dediği gibi '' mazisi olmayan bir milletin atisi olurmu''
şükür ki bizim mazimiz bakılıp ibret alınacak,övünülecek ve defalarca şükretemeize sebep olacak bir mazi.fakat bugün ne yazıkki o atalarımızn geride bıraktığı bizler o değerlerimizi yavaş yavaş kaybetmeye başladık.tabi bu tarihimizle övündüğümüz gerçeğini bize unutturmazken ders alma noktasında ne kadar zayıf olduğumuz göstermektedir.
aksavaşçı
12-26-2007, 22:46
bir arkadaşın da çanakkale savaşında abdulhamit hanın büyük etksi olduğunu söyleyince benim de aklıma birşeyler geldi onları sizinle paylaşmak istiyorum
abdulhamit han kendi dönemimde hiç bir savaşa girmemiştir.ve bu savaşa girmemesini eleştirenler olmuştur.fakat kurtuluş savaşında ne denli haklı olduğu görülmüştür.çünkü yaklaşık bir nesli savaş tehlikesinden uzak tutarak kurtuluş savaşına o nesille,savaşlarda yorulmamış bir milletle girdik.kendmize geldik.abdulhamit han sadece bugünü düşünen bir lider değil.bugün dahi verdiği kararların ne kadar önemli olduğunu daha yeni yeni anlar olduk.mehmet akif in de dediği gibi '' mazisi olmayan bir milletin atisi olurmu''
şükür ki bizim mazimiz bakılıp ibret alınacak,övünülecek ve defalarca şükretemeize sebep olacak bir mazi.fakat bugün ne yazıkki o atalarımızn geride bıraktığı bizler o değerlerimizi yavaş yavaş kaybetmeye başladık.tabi bu tarihimizle övündüğümüz gerçeğini bize unutturmazken ders alma noktasında ne kadar zayıf olduğumuz göstermektedir.
arkadaşlar kendisi çanakkale savaşına katılmasa dahi o sarayında dualar okuyarak ve hatimler inerek savaşa katkı sağlayan büyük bi şahsiyettir.
aksavaşçı
12-26-2007, 22:48
arkadaşlar Sultan Abdülhamid'i çok güzel anlatan bir kitap.Çok akıcı.Şiddetle tavsiye ediyorum.
http://kitap.antoloji.com/media/zkitap/k/47/47659_k_5209.jpg
Mehmed Akif, Birinci Dünya Harbi'nde Asım'ın neslinin kıt'a kapma oyunu oynadıklarından söz eder. Bu gençlerin kimi Galiçya'da, kimi Sina çölünde, kimi Kafkaslarda, kimi de Çanakkale'de emperyalizme karşı çağları alt üst eden bir mücadele veriyorlardı. Bugün de eğitim neferlerimiz aynı rolü oynamıyorlar mı? İnsanlığa bu defa Yunus'un gönüllerine ektiği güzellikleri demetleyip sunmuyorlar mı? Bu çağın vebasına inançlarından derledikleri güzellikleri derman olarak sürmüyorlar mı? Ve en önemlisi de, Bizden adam çıkmaz hurafesinin çatısını çatır çatır yıkmıyorlar mı?
Bu bir Sonsuzluk Kervanı dostlar! Dün Tarık B. Ziyad'ın kutlu askerleri bu vazifeyi üstlenmişlerdi, bugün ise eğitim gönüllüleri. Dün Abdülhamid Han bu kervanın bir halkası olmuştu, bugün vazife bizim omuzlarımızda.
Abdülhamid'in dansı devam ediyor dostlar..
Kurtlarla, yani insanlığın düşmanlarıyla insanlığın dostlarının ezeli mücadelesi..
aksavaşçı
12-26-2007, 22:54
arkadaşlar bu kitapta günümüzün olaylarınıda tarihimize çekerek kıyaslıyor.ve ortaya çıkan sonuçta;gerçekten o zamanki tarihimizle bugünümüzün birbiriyle nasıl bağdaştığını görüyorsunuz.
bazı yerlerinde günümüzün devlet adamlarıyla o zamanki bazı devlet adamlarını.o zaman oynanan oyunların bitmediğini anlatmış sindire sindire.
Ve o kitabı okuyunca şunu da göreceksiniz ki;
Sultan Abdülhamid'le R.Tayyip Erdoğan'ın izledikleri politika paralel ve aynı doğrultudadır.
aksavaşçı
12-27-2007, 17:58
II. Abdülhamid Han'ın Liderlik Sirları
ÖNSÖZ
Huzurlu bir hayat geçirmek, başarılı olmak, ancak faydalı ve zararlı olanları birbirinden ayrıt etmekle mümkün olabilir.
Bu da yaşanmış olaylardan ders alarak geleceğe yön vermek şeklinde ortaya çıkıyor... Bilgiler, tecrübeler bilmekle kıymet kazanıyor...
Tecrübelerin bedelleri çok ağır... Herşeyi "deneme-yanılma" yoluyla öğrenmeye ömür yetmez.
Tarihte binlerce örnek liderlerimiz var. Bu liderlerimizi tarafsız bir gözle, tecrübelerini, başarılarındaki temel sırları tespit ederek insanımızın hizmetine sunmak zorundayız.
Bunun şuurunda olarak 633 yıllık Osmanlı Devletinde müstesna bir yeri olan Sultan II.Abdülhamid'in liderlik sırlarını kaleme aldık. Bu sırları yazmak kolay olmadı...Her şeyden önce O'nu yakından tanımak, zamanın şartlarını iyi kavramak gerekiyordu. Buna dikkat ederek İç dünyasını, hizmetlerindeki samimiyetini, yaşayış tarzını, yaptığı işleri, sevenleri ve sevmeyenlerince söylenenleri tetkik ederek anlaşılır bir dille yazmaya ve yorumu okuyucuya bırakmaya dikkat ettik.
Birçok yönleriyle dünya insanlığını hayrette bırakan, yıkılmak üzere bir devleti 33 yıl ayakta tutan bir liderin sırlarından inanıyoruz ki öğrencisinden aile reisine, yöneticisinden devlet adamına kadar herkesin çıkaracağı birçok dersler olacak...
aksavaşçı
12-27-2007, 17:59
Çile Mücadele
Annesizlik dile kolay...Yaşayan bilir.Abdülhamid Efendi, bu acıyı daha çocukluğunda yaşar ve bilir.
Sık sık odasına kapanır, onun aldığı hediyelere, onun diktiği mintanlara yumulur ağlar. Yastıklarda perdelerde onun kokusunu arar. Duygusallığından mı bilinmez hayallere dalar. Kah annesinin gölgeden hafif hayali kapıdan girer. Kah kendisi Beylerbeyi sarayına gider kucağına koşar. Tirimüjgan hanımın ela gözleri parıldar. Karyolasının altındaki kırmızı kadifeyi göstererek "altına bakmak istermesin?" diye sorar. Küçük efendi eliyle kadifenin altını tarar ve içinde gümüş kuruşlar olan keseyi yakalar. Hisli kadın gözlerini kapar ve ancak bir annenin duyacağı bir hazla "Aslanım" der, "Aslanım benim"
Bu zarif ve nahif kadın ufak tefek ama vakurdur. Asildir, mü-tebessimdir, saygılıdır. Bir Şapsıh* kadını nasıl olursa öyledir işte. Böylesi ele az geçer ve kaybına ağlanır. Hele anne olursa.
İşte küçük Efendi'nin kendi kendine dertleşip, boyun büktüğü günlerden birinde kapı gıcırdamadan aralanır ve gölge düşer yanına. Abdülhamid etendi kendi dünyasındadır ve gelenin farkına bile varmaz. Bu derin sessizlik ne kadar sürer bilinmez. Birara ziyaretçisinin farkına varır ve babası ile göz göze gelirler. Abdülmecid Han sesine en müşfik tonları oturtarak "Ölenle ölünmüyor be oğlum" der, "dünya yalan iste!" sonra eğilir eliyle gözlerinin yaşını siler. "Yalnızlık..." der. "yalnızlık Allaha mahsus içli oğlum!"
Sarılıp kucaklaşırlar. Abdülmecid Han hassas çocuğunu yanaklarından öper ve "Evet" der, "annenin yerini tutamaz ama beni dinlersen gel, Perestu kadına oğul ol" Abdülhamid Efendi "nasıl isterseniz" der, boynunu büker.
Abdülmecid Han, onu setresinin altına saklayarak Perestu kadının dairesine götürür. "Sen evlad istiyordun değil mi" der, "al sana aslan gibi bir oğul"
Perestu kadın dindarlığı ve şefkati ile tanınır, güngörmüştür, ağırbaşladır.. Çocukları çok sever ama çocuğu olmaz. İşte o gün hayata yeniden başlar, Abdülhamid Efendi'ye analık yapar. Öyle ki Abdülhamid Han onu yıllar sonra bile rahmetle anar ve derdi ki: "Eğer annem yaşasaydı, bana bundan iyi bakamazdı." (1)
Abdülhamid Efendi'nin çocukluğunda başlayan çilesi gün geçtikçe artarak devam eder. Gençliğinin baharı olan 19 yaşına geldiğinde babasının ölüm haberiyle bir kez daha yıkılır. Ama o ağırbaşlılığı, metaneti ile acıyı yüreğinin derinliklerinde muhafaza etmesini bilir.
Bu acılar kendisini daha da olgunlaştım. Eğitimine daha bir dikkat eder, oyun ve eğlenceden uzak kalır. Hep okumak, dünyada olup bitenlerden haberdar olmak ister. Bu nedenle hocalarının ve ilim ehli insanların anlattıklarını dikkatle dinlemekten kendisini alıkoyan herşeyden kaçar.
Mektep sıralarında bütün dikkatini derslerine verir. Keskin bakışlarını hocanın gözlerine diker ve anlattığı her kelimeyi beynine nakş eder. Olaylar, üzerinde düşünür, anlamadıklarını ders sonrasında sormaktan çekinmez.
İngiliz Ajanı Vambery'nin tespitleri: "Gür ve ahenkli sesi ile dinleyicilerini derhal tesiri ve nüfuzu altına almasını bilirdi... Siyah gözlerini hocasının üzerine dikerek onun ağzından çıkacak her Fransızca kelimeyi koparır gibi çekip almak isterdi." (2)
Abdülhamid Efendi, aynı zamanda tembelliği sevmeyen faal bir insandır. Dünyada olup bitenler hakkında en ince teferruatına kadar öğrenmek isteği kendisini araştırmaya sevkeder. Aynı zamanda ülke meseleleriyle yakından ilgilenir, zamanın yöneticelirinin samimiyet derecelerini, yaşam ve idare tarzlarını araştırır, gerçekleri öğrenmeye çalışır. Bu zengin bilgi birikiminden saltanatı boyunca ziyadesiyle istifade eder.
aksavaşçı
12-27-2007, 17:59
Büyük Hedefler Için Büyük Hayaller Gerekli
Abdülhamid Efendi büyük hedefleri için büyük hayaller kuruyordu. Gelecekte Osmanlı devletini tekrar eski ihtişamına kavuşturmayı düşünüyor ve bu alanda kendisini yetiştirmeye çalışıyordu. Zamanın süper güçlerini yakından izliyor, politikalarını, Osmanlı devleti üzerindeki sinsi emellerini ve ülke içindeki uzantıları hakkında bilgiler ediniyordu.
Çevresi hayallerini anlamaktan uzaktı. Küçük düşünenler büyük düşünenleri anlayamadığı gibi yaşça büyükleri ve hatta hocaları dahi kendisini anlamaktan acizlerdi.
"Çocukluğumdan beri ciddi bir tabiatım vardı. Oyun oynamayı sevmezdim. Daha pek küçük yaşımda beşeriyetin mevcudiyetine dair ciddi mevzular üzerinde düşünmeye başladım. Hayal peresttim. Bu halimden dolayı, hocalarım beni azarlar, babama şikayet ederlerdi." (4)
Abdülhamid Efendi, daha şehzadeliğinde bile ilim ehli insanlarla, devletin önemli mevkilerindeki yöneticilerle sık sık görüşüyor, fikir alışverişinde bulunuyordu. Sadece yerli şahsiyetlerle değil, yabancı devlet adamlarıyla görüşerek onlardan Avrupa hakkında bilgiler ediniyordu.
Zamanın mekteplerinde okutulan derslerin yeterli olmadığını, bunlara yeni derslerin eklenmesi gerektiğini söylüyordu. Bilhassa bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeleri yakından takip ediyor ve bu gelişmelerin okullarda ders olarak okutulmasını istiyordu.
İlme olan merakı, oyun ve eğlenceden uzak hayatı gözden kaçmıyordu. Fırsat buldukça kitap okuyor, yerli ve yabancı basını yakından takip ediyordu. Ceride-i Havadis,Tasvir-i Efkar, Basiret gibi gazeteleri muntazaman alıyor, Çaylak, Çıngırak, Tatar gibi mizah dergilerinin etkilerini de takip ederek halk üzerindeki tesirlerini müşahede ediyordu. Avrupa gazetelerini ise ünlü kıraathane sahibi Sarafim Efendi ve kitapçı Elnino vasıtasıyla getirtiyor, okuyor ya da tercümesini yaptırmak suretiyle takip ediyordu. Bazı fikir ehli yazarlarla sohbeti ihmal etmiyordu.
Spor ve at biniciliği Lala Mehmet Sadık ağa ve Mabeynci Os-man Efendi'den, silah talimlerini ve diğer askerlik bilgilerini hünkar yaveri çeşitli subaylardan, Mehmed Zafir Efendi'den Şaziliye tarikatını, Rumeli kazaskeri Halebli Ebü'1-Hüda efendi'den Kadıriyye tarikatını öğrenerek zamanın ilimlerini tahsil etti.
Sadece mektepteki eğitimle iktifa etmedi. Kendisini yetiştirmek için durmadan çalıştı. Okudu ve nihayetinde çok kültürlü, dünya siyasetini, memleketin içinde bulunduğu şartları, zamanın süper güçleri ve içteki uzantılarının maksatlarını iyi kavrayarak gelecekte takip edeceği ince siyasetinin temelini attı.
Abdülhamid Efendi, bilginin gücünü, kamuoyu oluşturan sebepleri çok iyi tetkik etmekteydi. Dikkat ve disiplin yeteneği, elde edilen sonuçları, bilgileri zamanı ve yerinde kullanma yeteneği de mükemmeldi. (5)
Herşeye rağmen Abdülhamid han iyi bir eğitim gördü. Ferid ve Şerif efendiden Arabiyi, Kazasker Ali Mahvi Efendi ve sadrazam Safvet Paşa'dan Farisi'yi, Gümüşhanevi Ömer Hulusi Efendi'den tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini, Gardet, Edhem ve Kemal Paşalardan Fransızca'yı; vak'anüvis (tarihçi) Lütfi Efendi'den ise Osmanlı tarihi derslerini gördü.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:00
Örnek Şahsiyetler
Abdülhamid Efendi, zamanını ibadet, din ve fen ilimlerini öğrenmek, ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendiriyordu.
Aynı zamanda çok iyi bir gözlemciydi. Örnek alınacak insanların varlığının çok önemli olduğunu söylüyordu. Önemli şahsiyetlerin hayatlarını, yaşam tarzlarını merak ediyordu. Nerede hata yaptıklarını, nasıl başarılı olduklarını inceliyordu. Dedesini, Babasını, amcasını, ağabeyini de çok iyi takip etti. Bunlar arasında dedesi Sultan Mahmud'u kendine örnek aldı.
İnsanları tetkik ederek anlamak en büyük merakları arasındaydı. Bu sahada hayrete değer bir yeteneğe sahipti. Onların kusur ve hatalarından ders almasını bilmek gibi, insan tabiatında nadir rastlanan bir karekter sergilerdi. (6)
Başka bir sırrı ise karşısındaki insanların samimiyet derecesini tespitindeki mahareti idi. Kişilerin fiillerinde samimi olup olmadıklarını keskin zekasıyla rahatlıkla tespit ederdi.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:00
Sadelik
Abdülhamid Han'ın göğüsleri geniş, omuzlan kalkık, vücudu ise zinde ve çevikti. Konuşması gayet sakin ve tane taneydi. Asık suratlı değildi. Güler yüzü ve tatlı dili ile insanların gönlünü rahatlıkla alırdı. Kahkaha ile gülmekten hoşlanmazdı. Ve hatta hiç kahkaha ile güldüğü görülmedi. Tabii ve pek vekarlı bir yürüyüşü vardı. Gayet nazik, her halinde bir farklılık vardı. Çok hassastı. Kalp kırmaktan azami derecede sakınırdı. Zekası ve gönül alıcı muamelesi, yabancıların da hürmetini kazanmıştı. Bu sebeple işlerini kolaylıkla yaptırırdı. Hal ve tavrında görülen mükemmelliğe hayran kalanlar, ona hizmet etmek, işlerini kolaylaştırmak hususunda yarışır ve aynı zamanda O'na hizmetçi olmakla iftihar ederlerdi. (8)
Giyim zarif ve temiz olmalı, giyimdeki düzensizlik, fikirdeki dağınıklığa delalet eder.
Yaşına uygun temiz, sade intizamlı giyinmeye çok dikkat ediyor, üzerinde rütbe gibi şeyleri taşımaktan hoşlanmıyordu. Boynunda sadece "Hanedan-ı Al-i Osman" nişanını taşıyordu. Kış ve yaz, önü iki sıra düğmeli, ince veya kalın yumuşak kumaşlardan yapılmış uzun palto giyiyor, sağlığa en müsait olan kumaşları tercih ediyordu.
Giyim ve kuşamın önemli olduğunu, zarif olduğu kadar temiz ye itinalı giyenmenin hayatta bir intizam ifade ettiğini söyliyerek, kıyafetteki düzensizliğin fikir dağınıklığından ileri geldiğini belirtiyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:00
Kuvvetli Bir Hafiza
II. Abdülhamid Han'ın hafıza ve zekası çok kuvvetliydi. Bir kere gördüğünü, ya da sesini işittiği kimseyi unutmazdı. Kuvvetli hafızası insanları hayrette bırakacak derecedeydi.
Selanik'teki muhafız askerlerden biri Sultan'ın dikkatini çekmişti. Bunu bir yerden tanıyor ama nereden...Evet, hatırlamıştı. Gördüğü Hakkı efendiden başkası değildi. Yıllar ne çabuk geçmişti. Dünkü çocuk bugün yüzbaşı rütbesine yükselmiş bir asker olmuştu. Hemen Cevher ağayı yanına çağırarak;
Ben bu çocuğu tanıyorum. Ben bir kere gördüğümü asla unutmam. Eminim ki bu çocuk odur. İmparator bana ilk defa misafir geldiği vakit talimhane Köşkü'nde genç askerlere meç talimi yaptırmış, misafirlerime göstermiştim. Bu çocuk o zaman pek gençti. Fevkalade kılıç kullanıyordu. İmparatorun da, benim de pek hoşuma gitmişti. Bundan dolayı elimle göğsüne altın madalya takmıştım. İşte Hakkı Efendi bu çocuktur. Bir yolunu bulursan kendisinden sor bakalım, ne diyecek.
Cevher Ağa, uygun bir yolunu bularak Yüzbaşı Hakkı efendiye durumu anlatır. Hakkı efendi de hayretle,
Evet, ben'im. Fakat nasıl oluyor da beni hatırlıyor? O zaman çok gençtim. Bugün ise kırk yaşındayım. Saçlarım ağarmış, aradan yıllar geçmiş. Doğrusu hafıza kuvvetine hayran oldum.. Fakat rica ederim, bundan kimseye bahsetmeyiniz.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:01
Elli Yil Önce
19. asrın son yıllarında huzuruna kabul ettiği bir sefire sorar:
-"Ekselans sizi gözüm ısırıyor! Acaba nereden görmüş olabilirim?.."
-Görmüş olabileceğinizi zannetmiyorum, haşmetmeab; belki yarım asırdan beri memleketinize ayak basmış değilim!..-Demek yarımasır kadar evvel buradaydınız!...-Evet, haşmetmeab; muhterem pederiniz Abdülmecid Han devrinde babam sefarethanenin birinci katibiydi. Bir gün elçilik heyetiyle beraber huzur-i şahaneye kabul edildiğimiz zaman ben de babamın yanındaydım ve 9 yaşlarında bir çocuktum.
-Tamam! Ben de o zaman 10 yaşlarında var yoktum ve kafes arkasından elçilik heyetini seyrediyordum. Demek sizi o zamandan hatırlıyorum! (11)
9 yaşlarında bir çocuğu, aradan 50 yıl geçtikten sonra hatırlaması sefiri hayretten hayrete düşürmüştü.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:01
Paris Sokaklari
Bir Avrupalı Yazar'dan dinliyelim; "Paris'te geniş bilgisi ve zekası sayesinde kendisine düşen vazifeyi yaptı. Orada hislerini gizlemesini bilen bu genç adamın (daha o zaman 17-18 yaşlarında) herşeyle ilgilendiği ve bunlar hakkında esaslı malumat aldığı kimsenin gözünden kaçmamıştı. Aradan otuz sene geçmesine rağmen II.Abdühamid, Paris'te gezdiği caddeleri ve kendisine takdim edilen subayların isimlerini hala hatırlıyordu."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:02
Cömertlik
Abdülhamid Han, İsraftan hoşlanmazdı. Cömert bir insandı. Ama iktisatlıydı. Cesur, fakat ihtiyatlı idi. İktisatsız cömertliğin ve ihtiyatsız cesaretin seleflerine nelere mal olduğunu biliyordu. (13)
Fakirlere yardım eder, yöneticileri ise hizmet ve başarılarına göre ödüllendirirdi.
Emri altında olanlara ve vekillerine, ilim ve sanat erbabına, yabancılara bol ve kıymetli hediyeler veriyordu. Yöneticilerin mevkilerine, hizmet ve başarılarına bakarak ona göre ihsan ve ikramda bulunuyordu. Halkdan, fakirlik ve sıkıntı içinde olanların halini haber alınca, para veya eşya gönderiyor, hastalara bizzat doktor yolluyordu. (14)
Bir akşam Aksaray taraflarındaki bir postahaneden Sultan'a arz edilmek üzere bir telgraf çekilir. Telgrafı çeken bizzat telgraf memurudur. Karısının hamile ve doğmak üzere olduğunu ve doğumun da zor olabileceği belirtilerek hiçbir vasıtasının olmadığını bu nedenle "Merhamet-i Şahane"ye sığındığını belirtiyordu.
Telgrafı baştan sona okuyan sultan Mabeyn (saray) memuruna gerekenin yapılması emrini veriyordu.Emir yerine getiriliyor, sabaha karşı Mabeyn (saray) memuru, Mabeyn tabiblerinden biri ve bir yaver, gönderildikleri yerden dönüyorlardı.
Saray bahçesinden geçerken Patişahın oturmayı adet edindiği sade ve basit odada ışığın yandığını görürler. Padişahın geceyi orada geçirdiğini ve belki de uyumakta olduğunu düşünerek, kendisini rahatsız etmemek için ayaklarının ucuna basa basa yürümeye başlarlar.
Yanılıyorlardı. Padişah uyumuyordu. Onları pencereden seyreden Sultan gelmelerini işaret ediyordu...
Neticenin ne olduğunu çocuğun doğup doğmadığını soran Padişah'a şu cevabı veriyorlardı.
-Evet Efendimiz! Biraz evvel dünyaya geldi. Nur topu gibi bir erkek çocuk...İsmini "Abdülhamid" koydular..."İhsan-ı Şahane"yi verdik. Baba ağladı ve "ömr-ü devlet"lerine dualar etti.
Abdülhamid Han, şafak vaktine kadar neticesini beklediği hadiseyi öğrendikten sonra, içindeki sıkıntılı bir havayı dışarıya atar-casına bir nefes boşaltıyor ve tek kelime söylemeden paravananın arkasına geçip sabah namazına duruyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:02
Erken Kalkmak
II. Abdülhamid han, istisnalar haricinde erken yatıp erken kalkardı. Güneş doğmadan kalkar her zaman adeti olduğu üzere banyosunu yapar ve sabah namazını kılarak dualar eder, Kur'an-ı Kerim okurdu, ibadetini yaptıktan sonra kahvaltısını yapardı. Sabah kahvaltısı çok hafif olurdu. Yarım bardak sütü madensuyu ile karıştırıp içerdi. Madensulu sütten hemen sonra kahve ve sigarasını içer, bilahare doğruca masasının başına oturup tahminen saat onbire kadar resmi işlerle uğraşırdı
Sultan, aynı zamanda deniz banyosunu çok severdi. Doktorun deniz banyosu tavsiyesi üzerine Beylerbeyi Sarayı'na giderek her sabah deniz banyosu yaptığını kızı Ayşe sultan hatıratlarında anlatır.
Abdülhamid Han da deniz banyosunun kendisinde bir alışkanlık haline geldiğini, susuz yaşayamadığım söylerdi:
"Deniz banyosu bir alışkanlık haline geldi. O gün bugün susuz yaşayamaz oldum"derdi.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:03
Yemen Kahvesi
Kahveyi çok severdi. Bunların içerisinde de sadece Yemen kahvesi kullanırdı. Yemeklerden sonra ve arada da ayrıca altı yedi defa kahve içerdi. Kahvesi ne koyu, ne de açık ve sade olarak pişirilirdi. Kahveyi sigarayla birlikte ve ağır yudumlarla içerdi. Çocukların hiçbir babalarının huzurunda kahve içmedi. Gençlerin kahve ve sigara içmeleri sarayda çok ayıp sayılırdı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:04
Yemekten Sonra Dinlenme Fasli
II. Abdülhamid Han, sağlığına çok dikkat ettiği için çalışma saatleri, yemek ve istirahat zamanları son derece muntazam idi. Öğle yemekleri, saray usulü üzeri genelde saat onbirde, akşam yemekleri de beşte yenirdi. Yemekleri bu saatlerde yemek saray adetindendi. Yemek hazır olunca odasına geçer, hanımıyla beraber yemeğe otururdu. Yalnız sofraya oturmamaya gayret eder, yemeği ailesiyle yemekten hoşlanırdı. Saltanatının yirmi yılı içinde istisnalar haricinde hergün ailesiyle yemek yedi. Yemekten sonra odasındaki şezlonga uzanıp onbeş, yirmi dakika dinlenir, yine kalkıp sabahtan kalan işlerini görmek üzere Selamlık dairesine geçer, çalışmaya başlardı. Öğleden sonraki bu çalışma sırasında Başkatibi, yahut ikinci Katibi, devlet adamlarından bazılarını kabul ederdi. Bu çalışma akşamlara kadar devam ederdi. Akşamları genelde yemekten sonra bahçeye çıkar, orada paşalarla, beylerle gezer ve bazen Harem'e geçerdi. Bazen marangozhanesinde veya kütüphanesinde çalışırdı. (18)
Çok yoğun işlerinde gece yanlarına kadar Saray'da kaldığı olurdu. İşi olmadığı zaman yatsı namazından sonra derhal dinlenme odasına çekilirdi.
Aşırı yorgun veya işlerinin hafif olduğu zamanlarda ailesi ve çocuklarıyla görüşür hal hatır sorar ve onlarla ilgilenirdi.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:04
Planli, Programli Bir Hayat
Zaman, en büyük sermaye...
II. Abdülhamid Han, mal israfında olduğu gibi zaman israfından da kaçınıyordu. Zamanını çok iyi kullanıyor, her şeyi bir plan ve program dahilinde yapıyordu. Yaptığı ve yapacağı şeyleri bizzatihi not ediyor, yaptıracaklarını da not ettiriyor ve herşeyi bir saate bağlıyordu.
İnsanı rahatsız eden ses gürültüsünden hoşlanmıyordu. İstirahate geçince sarayda bir sükunet başlıyordu.
İş ehline verilmeli.
II.Abdülhamid Han'ın diğer bir özelliği de, maiyeti altındaki insanların ne tür kabiliyette olduklarını tespitteki mahareti ile işi ehline vermesiydi. (19)
Fikir ve maksatlar mükemmel bir ifade ve nezaketle dile getirilmeli.
Sultanın sohbetine doyum olmuyordu. Kalın ve gür sesiyle sohbetini dinlemek insana bir haz veriyordu.
Bütün hal ve hareketlerinde padişahlığın heybetini, vekarını gösteriyor, fikirlerini ,maksadını mükemmel bir ifade ve nezaketle anlatıyordu.
El yazısı rahat okunuyor, İfadesi açık, sarih, cümleleri uzun olmakla beraber bağlantıları kolaylıkla yapıyor, varmak istediği netice, rahatlıkla anlaşılıyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:05
Disiplin
Abdülhamid Han, disiplinli bir sultandı. İşleri zamanında takip etmek en büyük özelliklerinden biriydi. Yapılan müracaatlar intizam içerisinde tetkik edilir ve hiçbir kağıt parçasının kaybolmasına, hiçbir muamelenin kontrolden kaçmasına ve hele işlerin sürüncemede
kalmasına müsaade edilmezdi. Başkatibet dairesine girip çıkan işleri bizzat kendisi kontrol ederdi. (21)
Aynı zamanda getirilen ve gönderilen evrakların kayıtlarına çok büyük hassasiyet gösterirdi. Kendisine arzolunun şeylerle kendisinin verdiği emirlerin kayıp ve tahrif olmamasına çok dikkat ederdi. Bununla birlikte fevkalade kuvvetli hafızası ile kontrol tedbirlerini sıkı bir şekilde temin ederdi. (22)
" Dikkatsizlik özür değildir"
II. Abdülhamid Han, hataların istenmeden olabileceğine pek inanmazdı. Ve bu hususta Tahsin Paşa'ya şunları söylemiştir; "İnsanda sehiv (yanlışlık) olmaz, sehiv ya kasten olur, yahut dikkatsizlik neticesinde meydana gelir Kasten yapılan yanlışlıklar büyük ve çirkin bir suçtur. Dikkatsizlik neticesinde meydana gelen hataların kabahati o dikkatsizliği yapan kişiyedir. Dikkatsizlik mezaret sayılabilir mi?" (23)
Hassasiyet
II. Abdülhamid Han, memleket meseleleri hakkında çok hassas davranır, önemli bir olay karşısında hangi vakit olursa olsun uyandırılmasını isterdi. Başkatip Tahsin Paşa'nın anlattığına göre Abdülhamid Han, acil bir iş zuhurunda gecenin herhangi bir vaktinde kendisinin uyandırılmasına müsaade etmişti.Bekletilmesi ve sultana hemen ulaştırılması gereken bir müracaat için Sultan'ı uyandırmak icap ettiğinde Harem ağası kapıya vurarak kimden geldiğini söyleyerek kağıdı takdim eder, Abdülhamid han bu konuya vakıf olduktan sonra derhal tebliğ edilecek bir emir varsa ya nöbetçi mabeyncilerden birini, yahut Başkatibi çağırtırdı. Bazen acil işlerin halli gece yarılarına kadar ve hatta sabahlara kadar sürdüğü olur, Sultan buna rağmen erken kalkarak çalışmaya başlardı.
İşe Vaktinde Başlamak...Başkatip Tahsin Paşa'dan nakledelim: "Fevkalade şartlarda veya son derece acil bir iş için bu suretle, gece yarısı, evimden alelacele çağrıldığım akseriya vuku bulmuştur...Böyle gecelerde bile Abdülhamid, itiyadını bozmaz, bazen yarım ve hatta bir buçuk saat o acil iş için emri verir veya cevabı bekledikten sonra tekrar yatar, fakat ertesi sabah yine vaktinde, ve erkenden kalkarak çalışmaya başlardı. Bu kesintisiz hayat hiç değişmeden bu suretle devam edip durdu."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:05
Uyku öncesi Kitap Okutma Adeti
II.Abdülhamid Han, iyi bir okuyucu idi. İlme aşıktı. Şezadelik yıllarında başlayan kitap okuma sevgisi ömrü boyunca hep devam etti. Çok zengin bir kütüphane yaptırdı. Dünyanın her tarafından getirilen eserlerle donatıldı.
Başarının Temel Sırrı: Cehaletten kurtulup alim olmaktır.
Sultan, gece yatmadan önce de kitap okuturdu. Kızı Ayşe Sultan, yazdığı hatıratında babasından bu konuda şunları nakletmektedir: "Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, 20 zihnimi başka taraflara sevkedip düşüncelerimi defetmek ve rahat • uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutuyorum. Okuttuğum eserler ciddi olursa büsbütün uykum kaçıyor. Onun için bir takım romanlar tercüme ettiriyorum." Der ve gülerek ilave ederdi: "Küçüklüğümde dadım bana ninni söylerdi. Şimdi de okunan kitaplar aynı tesiri yapıyor. Esasen yarı dinliyor, yarı dinlemeden uykuya dalıyorum. İşte benim uyku ilacım budur."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:06
Basin Iyi Takip Edilmeli
Abdulhamid Han, daha şehzadeliğinden itibaren gazeteci yazar ve fikir erbabı ile sıcak ilişkiler kuruyor, Gazeteleri her gün okuyor, okutuyor, üzerinde yorumlar yapıyor şartlara göre yeni strateji ve hedefler belirtiyordu.
Yüz sayfalık yazı ile dile getirilemeyen fikirler sadece bir resimle dile getirilebilir.
Sultan, aynı zamanda Avrupa'da yayınlanan haftalık ve aylık resimli gazete ve dergileri de muntazam bir şekilde takip ediyordu. Bu konuda, her resmin bir fikir ifade ettiğini, yüz sayfalık yazı ile ifade edilemeyecek siyasi ve hissi olayların bir resimle dile getirildiğini belirtiyor, bu tür dergi ve gazetelerin yazılarından ziyade resimlerinden istifade ettiğini ifade ediyordu. (26)
Dönemin basını maalesef günümüz medyasından pek farklı değildi. Memleketin menfaatinden ziyade şahsi çıkarları uğruna yaptıkları yayınlarla emperyalist devletlerin ekmeğine yağ sürüyorlardı. Devlet büyüklerine karşı yaptığı yayınlarla istediğni yaptırıyor ve korku aşılıyordu. Bilhassa milliyetçilik, hürriyet, Batıcılık fikirleri ile halkı büsbütün galeyana getiriyor, çeşitli ırk, dil ve dinlerden meydana gelen Osmanlı devletinin bünyesini tahribe yönelik yayınlar yapılıyordu.
Osmanlı'da gazete ilk defa II. Mahmud Han zamanında ve Fransızca olarak başladı. Müslümanlardan ziyade azınlıkların ve Batıyı körü körüne taklit etmek isteyenlerin elindeydi. II. Abdulhamid Han döneminde gazetelerin sayıları bir hayli kabarıktı. 18'i Türkçe, 1'i Arapça, 9'u Rumca, 9'u Ermenice, 3'ü Bulgarca, 2'si İbranice, 7'isi Fransızca, 2'si İngilizce ve 1'i Almanca olmak üzere çeşitli dergi ve gazete çıkıyordu. (27)
Hergün gazeteleri okuyan Sultan "Bunlar ihtilalci gazetelerdir. Bunların sonu hayra alamet değildir. Bunlar yorgan kavgasından başka bir şey değildir" diyordu.(28)
II. Abdulhamid Han, zararlı neşriyatın yapılmasını istemiyordu. Osmanlı devletinin içinde bulunduğu kritik dönemde cahilane yayınların millete fayda yerine zarar vereceğini söylüyor ve Basının muhakkak kontrolden geçmesi gerektiğine inanıyordu.
Kontrol Mekanizması
Bu nedenle basını devletin lehine kullanmak için yerli ve yabancı gazete muhabirlerini Saray'a davet ediyor, onlara ikramlarda
bulunuyor, nişanlar ve paralar veriyordu. Böylece pek çok yabancı gazeteciyi kendi bütçesinden ayırdığı paralarla elde tutuyordu.(29)
Türkiye aleyhinde yayın yapacak gazete ve muhabirleri ise satın alırdı. Yabancı muhabirlerin çoğu satın alınmıştı. Avrupa'nın
önemli gazetelerinden bazılarını abone bulmak, satın almak suretiyle kendi lehine kullandırır ya da aleyhte kullanmamaya çalışırdı.Özellikle Times, Temps, Könche, Zeitung, Tribüne, Neue Freie Presse, Viedemosti gibi büyük gazetelere çok önem verirdi. Avrupa gazetelerine ve yabancı ülke ajanlarına Hazine-i Hassa'ca para verilmiştir.
Cemiyeti Zehirleyen Yayınlara Müsaade edilemez.
Sultan Abdülhamid Han, devlet ve millet için zararlı olan yayınların neşrine müsaade edilmemesi gerektiğini bildiriyor ve bu tür zararlı olabilecek yayınlar hakkında "sansür politikası"nı takip ediyordu.
II. Abdülhamid Han'ın yaklaşık saltanatının ilk 10 yılına kadar basın sansürden uzak, herşey kamu önünde açıklanır, yabancı yayınlara da bir kısıtlama getirilmezdi. Fakat son dönemlerde Jön Türkler'in devlet ve saltanat karşısındaki tutumları, Ermeni, Bulgar 22 ve birliği tehdit edici faaliyetlerin hızlanması karşısında sansürün elzem olduğu kanaatine varıldı. Uyguladığı ince siyaseti ve sansür politikasıyla basım kısa bir zaman içinde kontrol altına aldı, şahsi ve maksatlı polemikleri kökünden yasak etti. "Ermenistan" diye tarihi ve coğrafi bir mefhuma asla yer verilmemesini emretti ve bütün yayınları sansür usulüne bağladı.
Dış basını da aynı hassasiyetle takip etti. Dış basını takip işini o zamanlar elçiler ve konsolosluklar yürütyordu. Osmanlı'yı ilgilendiren her yazı, derhal tercüme edilip Saray'a gönderiliyor, eğer yazının memlekete girmemesi isteniyorsa vaziyet telgrafla haber veriliyor ve tedbir alınması sağlanıyordu.
Sadece gazete ve dergiler değil, her türlü kitap üzerinde de sıkı bir kontrol mekanizması kurulmuştu. İslam ahlakına uymayan, dine saldın ve İslam dinini imha niteliğinde olan hiçbir eserin yayınlanmasına müsaade edilmedi...
Bazı menfaatperestler de sadece şantaj yaparak Sultan'dan para koparmak gayesiyle yazarlardı. II. Abdülhamid Han bu bakımdan nice şantaj ve hile tertibine merhametinin çokluğundan göz yumuyor, elini uzatan her kese, değerine bakmaksızın para veriyordu. Böylece düşmanın sinsi tuzağından uzak tutmak ve memlekete faydalı hale gelmeleri için... Bu tip yayın yapanların başında "Vakit" yazarı Said Bey gelirdi. Defalarca Sultan'ın ihsanına mazhar olmasına rağmen tekrar uygunsuz yazılar yazar, tekrar sultan çağırır para verir velhasıl bu şekilde devam ederdi. (30)
Ülkenin ve devletin bütünlüğüne, halkın birlik ve huzuruna zarar verecek her türlü fikir ve görüşün sansürlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Zamanın basınında hastalık haline gelen müstehcenlikle büyük mücadeleler etti. Kendisini Beylerbeyi Sarayı'nda ziyarete gelen Enver Paşa'ya şunları söylemiştir:
"33 sene saltanat sürdüm. Padişahlığım müddetince ferdin hürriyetine, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat istediği gibi bir hürriyet, gelişi güzel bir serbestiyeti de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele basında pek revaçta olan müstehcen resim ve yazılara sinsi fikirlerin hakim olmasına asla müsaade etmedim. Milli ananelerimizin bozulmasına da taraftar olmadım." (31)
Anne ve Baba çocuklarını zararlı yayınlardan koruduğu gibi devlet te milletini aynı şekilde zararlı fikir ve cereyanlardan korumalıdır.
Kendisini dinlemeye devam edelim:"Bizde sansür elzemdir. Mevcudiyetini tenkid edenler yanılmaktadırlar. Bizdeki müesseseleri, Batıdaki gibi mütalaa etmeye imkan yoktur. Belki orada kültürün daha yaygın olması sebebiyle, basının tenkitleri normal karşılanabilir. Fakat bizde henüz halk çok bilgisiz, çok saftır. Tebaamıza çocuk muamelesi etmeye mecburuz. Hakikaten de büyük çocuklardan farkları yoktur. Ebeveyn veya mürebbiye nasıl gençliğin eline zararlı neşriyatın geçmemesine dikkat ederse, bizim hükümet de halkın fikirlerini zehirleyecek herşeyi halktan uzak tutmaya çalışmalıdır. Fransızcadan tercüme edilen birçok romanın hareme girmesi, kalpleri, fikirleri ifsat etmesi çok acı olmuştur. Bu kötü neşriyatı ithal edenlerin Türkler değil de Fransızlar, Rumlar ve Ermeniler olması ancak teselliden ibarettir. Şu Ermeniler ve Rumlar ne kötü insanlardır! Piyasaya sürdükleri bu hakikate aykırı romanları, eğer sansürden geçmeden gazetelerde neşredilseydi, halkta fena tesir uyandırır, bu da yabancıların hakkımızdaki fikirlerini büsbütün yanıltırdı. Zaten memleketimiz kafi derecede hertürlü iftiraya maruzdur. Bütün bu söylediğimiz sebebler sansürün devam etmesini icap ettiren sebeplerdir."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:06
Çocuk Sevgisi
Sultan Abdülhamid Han'ın huzurlu bir aile hayatı vardı. Hem patişah hem de örnek bir aile reisiydi. Çocukları çok severdi. Onlarla ilginmeyi, baba şefkatini göstermeyi ihmal etmezdi. Bir evladının yanarak vefatı ve başka bir çocuğunun da hastalığının teşhis edilemeyerek ölümü kendisini çok üzdü. Bunun üzerine "benim çocuğum kurtulamadı, kimbilir fakir fukaranın çocuklarına nasıl bakılıyor. Hiç olmazsa bir hastahane yaptıralım da benim gibi birçok babaların kalbi yanmasın" diyerek "Hamidiye Etfal Hastahanesi"ni bugünkü adıyla "Şişli Çocuk Hastahanesi" ni kurdu. En seçme doktorları orada görevlendirerek Almanya'dan en gelişmiş cihazlarla hastahaneyi donattı. Böylece birçok baba yüreği yanmaktan kurtulmuş, kendisine dua etmişlerdir.Çocuklar okusun, ailesi fakir ise yardım edilsin.
Sultan, yeni bir köşkün yapımında çalıştırılan sekiz-dokuz yaşlarında iki küçük çocuğu Hünkar Dairesinden seyretmekte. Bir ara bu çocuklar gelerek pencerenin önündeki fiskiyeli havuzdan yıkanmaya başlarlar. Çocukların bu hali çok hoşuna gider. Onları çağırır, büyüğüne adını sorar. Çocuk "Mecid" der, küçüğüne de aynı soruyu yöneltince aldığı cevap "Hamid" olur. Cevaplar daha da hoşuna gider ve Müdür Ahmet Bey'i çağırtarak "Bu çocukları şimdi doğruca Tüfekçibaşı Tahir Paşa'ya götürünüz. Bunları Maiyet tüfekçi Bölüğü'ne kaydettim. Maaş alsınlar. Mektebe gitsinler" emrini verir. Ayrıca bir kese altın ihsan ederek, çocukların anne ve babalarına yardım edilmesini, elbise vs. ne lazımsa alınmasını da emreder. (33)
aksavaşçı
12-27-2007, 18:06
Terbiye
II. Abdülhamid Han, çocukların terbiye ve eğitimi hususunda çok gayret sarfederdi. Çocuklarını okutmak için özel hocalar tutar ve onların eğitiminde titiz davranırdı. Vakit bulduğu zamanlarda haremlerinden ve kızlarından kimi isterse haber gönderip çağırır, onlarla görüşürdü. Gerek hanımlarının, gerekse kızlarının resmi işlere karışmasını asla istemezdi. Sultan Abdulaziz ile Sultan Muradın annelerinin devlet işlerine karışmalarının devlet gibi hanedan için de asla hayırlı neticeler vermediğine inanırdı. Tahta çıkışının ertesi günü analığının elini öperek;
"Siz annesizliğimi bana bir gün hissettirmediniz. Nazarımda öz annemden farkınız yoktur ve mevkiiniz Valide Sultan mevkiidir. Sarayda da Valide Sultanlığın bütün hak ve selahiyetlerine sahip olacaksınız. Fakat devlet işlerine müdahaleye kalkıp şunun bunun himayesini üzerinize almaktan ve rütbe ve memuriyet heveslilerine delâletten kat'iyyen çekinmenizi bilhassa rica ederim" demiş, Perestü kadın da ölünceye kadar Sultan'ın bu arzu ve iradesine riayetkar kalmıştır. Kadın ve çocukları da bu hususa çok riayet etmişlerdir.
(34)
Çocukların hataları direk yüzlerine söylenmemeli annesi rafından ikazı temin edilmeli.
Terbiye hususuna çok dikkat eder, en küçük kusurları dahi hoş-görmez, kendisiyle yüzgöz etmezdi. Çocuklarının bir kusurunu gördüğü veya hissettiği zaman çocuklarına direk söylemez, anala-rına haber gönderirdi. Anneleri de çocuklarına babalarının huzurun-da ne suretle konuşacaklarını, nasıl hareket edeceklerini öğretir ve onlar da bu edebe riayet ederlerdi.
Kız çocukları sakin ve nazik hareketli olmalı.
Kız çocuklarının giyiminin çok sade olmasını, "cici bicili" şeyler giymemelerini isterdi. El işaretleriyle, yüksek sesle konuşmalarından hoşlanmaz, daima sakin ve nazik hareketli olmalarına dik-kat ederdi. Büyüklerine, annelerine, kardeşlerine daima saygılı davranmalarını, önlerine geçmeyip sıralarını muhafaza etmelerini ister, şımarıklıktan hiç hoşlanmazdı.
Erkek çocuğu erkek gibi büyümelidir.
II. Abdülhamid Han, halk tarafından olduğu kadar, aile içerisindede de sevilir ve sayılırdı. Halkına olduğu gibi çocuklarına da şefkati çok fazlaydı.
Ayşe Sultan, çileli bir hayat sonrasında İstanbul'da evlenir. Ve bir oğlu olur. II. Abdülhamid Han da, Selanik'ten İstanbul'a getirilince torununu kendisine getirirler ve torununu gördüğüne sevinç gözyaşlarına hakim olamaz. Kimbilir neler düşündü...Selanik'teki o azap dolu günlerden kurtulan kızının torununu görmek nasıl bir duygu bilinmez. Bu sevinçli anında çocuğu çok sever ve kızma şu haberi yollar;
" Allah bağışlasın. Ömrü uzun olsun. Beni unutturmayıp da çocuğa tanıttığından dolayı teşekkür ederim. Bu kadar terbiyeli büyüttüğüne de son derece memnun oldum. Elimden gelen duadır. Yalnız, saçları çok güzel ama kestirsin. Erkek çocuğu erkek gibi büyümelidir"
aksavaşçı
12-27-2007, 18:07
Hitabet
Hitabet nazikçe olmalı.
Abdülhamid Han, hitabete son derece ehemmiyet verir, kimseyi "sen" diye çağırmadığı gibi hizmetçilerine dahi "getir", "götür" şeklinde emir vermezdi. "Getiriniz" veya "götürünüz" gibi nazikane şekilde emir verirdi. Kız çocuklarına "kızım" veya "sultan" diye hitap eder, kadınlarına da pek saygılı muamelede bulunurdu, "başkadın" veyahut "başikbal" şeklinde haber gönderir ve çağırırdı.
İngiliz Ajanı Yahudi Vambery de : "Onu fazlasıyla zeki ve uyanık buldum. Hazır cevap olmasına rağmen, görüşlerini ancak inceden inceye düşünüp taşındıktan ve danışmanlarının fikirlerini aldıktan sonra ifade eder." diyordu. (35)
Oğulları ile selamlık dairesinde görüşür, hangisini isterse "gelsin" diye emrederdi. Büyük oğullarına karşı daha resmi idi. Onlar da huzurda daima İstanbulin denilen yakası kapalı yırtmaçlı bir çeşit elbise ile çıkarlardı. Adi pejmürde kıyafetle asla huzuruna gitmezlerdi. En çok sevdiği oğlu Burhaneddin Efendi ile küçük oğullan, büyük olan diğer Şehzadelerden daha sık huzura giderlerdi. Cuma selamlıklarında oğullarının bulunmasını mutlak isterdi. Oğullarına yapacağı ihtarları direk yapmaz ya musahiplerle vaya mabeyncilerle yapardı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:08
Tevazu
II. Abdülhamid Han, mütevazi idi. Kendisini başkalarından üstün görmez, kibirlileri de sevmezdi. Zamanın Haremağalarından biri anlatır:
"Odasına herhangi bir haremağası veya hademe girdiği zaman, sırf Allah'u Tealanın mahlukuna saygı göstermek için ayağa kalmak ister fakat Müslümanların Halifesi ve Türklerin Padişahı sıfatıyla öyle bir harekete imkan bulamayınca, ayağa kalkışını gizlemek maksadıyla masasında bir kağıt arıyormuş gibi yapar ve yalnız Alllahu Tealanın görüp kulların farkına varmadığı şekilde isteğini yerine getirirdi..."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:08
Mesgale
II. Abdülhamid Han, manzara resimleri ve marangozluğa meraklıydı. Vakit bulduğunda kendisine has marangozluk atölyesinde çalışır, yaptığı birçok sedefli, oymalı eşyalar Yıldız'da saklanırdı.
Marangozluğa olan ilgisi babasının zamanında başlar. Abdülmecid Han zamanında Halil Efendi adında usta bir sanatar vardı, Sultan, babası gibi bu Halil Efendi'den ders aldı ve onunla birlikte çalıştı.. (38)
Manzara ve çiçek resimlerine olan ilgisi Saray'da büyük bir Tablo koleksiyonu oluşturmasına sebep oldu.
Saray'da bir marangoz atölyesi açmıştı. Sultan bir de iskemle ile yaklaşık 35 santimetre boyunda küçük, zarif bir çekmeceli dolap yaptırmıştı.
Aynı şekilde çiniciliğe de meraklı idi. Yine sarayda açtığı marangozluk ve çinicilik atölyesinde yaptığı eserleri, bir çok yabancı devlet adamlarına hediye olarak gönderdi.(39)
Gün gelir meşgaleler teselli kaynağı olur.
Selanik'te Alatini köşkünde ikamete ederken muhafızlarından Fethi Okyar'a saatçilik ve marangozlukla alakalı alet ve malzeme-getirilmesini rica ederek şu nasihatta bulunur:
"Böyle alışkanlıklar, meşgaleler, zevkler edininiz...Benim bunlara şehzadeliğim zamanında merak ettim. Hükümdarlığımda da vakit buldukça değil, vakit ayırarak devam ettim. Bugün benim için münhasıran (yalnızca) meşgale değil, tesselli de oluyor."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:09
Meslegin Olsun, Istersen Padisah Ol
II. Abdülhamid Han, aynı zamanda çok iyi bir tüccardı. Babası Maslak köşkünü kendisine verince orayı çiftlik haline getirdi. Aynı yerdeki bir üstübeç ocağını işletti, koyun ve inek yetiştirdi ve aynı zamanda Avrupa'dan muhtelif çiçekler ve gül fidanları getirterek bahçenin bir kısmını çiçek bahçesi haline çevirdi. Para kazanarak zengin olan Abdülhamid han, servetini, saltanatı sırasında din ve devlet hizmetlerinde kullandı. Zekası ve politik kabiliyeti dolayısıyla amcası Sultan Abdülaziz, onun serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanınnda götürdü.
II. Abdülhamid Han tahta geçince "cülus masrafı" olarak sarfedilen altmış bin ikayı ticaretten kazandığı kendi parasından verdi. (41)
Sultan'ın hususi ve ailevi hayatında hiçbir israfı yoktu. Padişahığı zamanında da iktisatlı yaşar, her fırsatta iktisat ve intizamın faydalarını söyler, lüzumsuz sarfiyatın ve bilhassa borçlanmanın aleyhinde olurdu. Buna rağmen yaşadığı devri ve etrafındaki insanların ahlak ve istidadını, zayıf noktalarını iyice tedkik ederek bu insanları para ve menfaat vasıtasıyla elde ediyor, böylece devlet aleyhindeki faaliyetlerine mani oluyordu. (42)
Abdülhamid Han, muntazam bir bütçe ile geçimini temin eder, dairesinin en ufak masraflarına varıncaya kadar her muameleyi kendi teftiş ve nezareti altında bulundurur, bilhassa israftan son derece kaçınırdı. Diğer şehzadeler para hususunda sıkıntı çekerlerken Abdülhamid Han, bir taraftan tasarruf bir taraftan da ticarette kazandığı paralarla müreffeh bir hayat geçirir, kardeşlerine, ihtiyaç sahiplerine yardım ederdi. Bilhassa kardeşi Murat Efendi'ye çok defalar borç olarak para verdiğini söylemiştir.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:10
Ata binmek sevda isi
Sultan Abdülhamid han, gençliğinde çok hareketliydi. Ata binmeyi aşk derecesinde severdi. Oniki yaşında iken her sabah ata binip saraydan uzaklaşmayı adet edinmişti. Yalnız başına İstanbul'un her tarafına gider, yanında kimseyi almak istemezdi. Böyle bir günde attan düşmüş, üç ay kadar hasta yatmıştı. En azgın atları bile idare edebilmesi sayesinde, Padişahlığında başına gelen mühim bir kazadan kurtulmuştu. (43)
Padişahlığının beşinci veya altıncı yılında, bir Cuma selamlık alayını Ortaköy Camii'nde yaptırır. O güne kadar selamlıklara atla gidilirdi. Adeti üzere yine atla çıkar. Kimler ve nasıl yapmışlarsa ata fleft yağı sürmüş oldukları için saraydan camiye güçlükle ve birkaç defa yere çarpılmak tehlikesini atlatarak sırf usta binici olması sayesinde gidebilir. O günden sonra selamlığa giderken araba kullanmaya başlar.Gençliğinde denizde yüzmeyi, kürek çekmeyi, yelken kullanmayı da severdi.
Tabancayla atıcılık ve kılıç kullanma talimlerinden de vazgeçmezdi. Babası Sultan Abdülmecid han, kendisine Kağıthane Köşkü'nü, Ali Bey Çiftliği'ni vermişti. O zaman hemen her gün atla çiftlikte dolaşır, bütün işlere nezaret ederdi. Civarda av ile de meşgul olur, av tüfeğiyle nişancılıkta da maharetili idi. Bir av eğlencesi sırasında yüzünün sağ tarafına bir saçma isabet etmiş "Bu saçma o günlerin yadigarıdır. Hala sakalımın altında duruyor. Varsın dursun. Bize bir zararı yok" derdi. İstranca ormanlarında ava gittiğini, bir gün eşkiyaya rastlayıp onlarla mücadele sırasında kolundan yaralandığını söylerdi çocuklarına.
Kendisi Bu hususta şunları anlatır; "Gençliğimde denize girer, pek iyi yüzer, ata biner, araba kullanır, kürek çeker, yelken kullanır, tabancayla atıcılık yapar, ava gider, kılıç talimleri yapardım."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:10
Sabır
İstenmeyen olaylar karşısında sabırlı olmak, tahammül etmek ve soğukkanlılığı muhafaza ederek problemleri çözmek Sultan Ab-dulhamid Han'ın başka bir liderlik sırrıydı.
Meşrutiyet'in ilk Cuma selamlığı sonrasında (31 Temmuz 1908) Ayşe Sultan hatıratında babası ile konuşmasını şöyle nakleder
" Bugün bizim arabanın önünde bir hoppa çocuk mütemadiyyen koşup dolaşıyordu. Gördünüz mü?" "Evet efendimiz, gördüm, Rıza Tevfik Bey imiş. Diğerine de Selim Sırrı Bey diyorlar" deyince bu defa babam daha ziyade gölümseyerek "Bu koca alayın nizam ve intizamı bu hoppa çocuklara mı kaldı? Deli gibi önümde, arkamda dolaşıyorlardı. Bunlar ne bilirler ki idare edecekler? Allah milleti bu gibi hoppalardan esirgesin" dedi. Sözlerini üzüntülü bir edayla şöyle bitirdi:
"Mahzun olmamalı. Daha böyle nice nizamsız günler görüp geçireceğiz. Ama sabır ve tehammül ile, inşaallah , memleketim, milletim selamete çıkacaktır. Kızım, ben hayatımın yarısından fazlasını tamamlamış bulunuyorum. Milletimin selamet, huzur ve ilerlemesinden başka emelim kalmamıştır. Allah millete zeval vermesin. Duam budur."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:11
Korkaklar Hizmet Edemezler
II. Abdülhamid Han, yetişmiş, samimi devlet adamlarından mahrumdu. Kadrosu yoktu. Adeta yalnız başına koskoca devleti sırtında taşıyordu. Kendisinden çok büyük iyilikler görmüş sadrazamları (başbakan), yöneticiler nankörlük ediyor, iyiliklerini görmüyordu. Bunlardan biri de birçok kerre Sultan tarafından başbakanlığa getirilen Sait Paşa'ydı.
Sultan'ın en ehemmiyet verdiği ve kendisine çok iyilikler yaptığı sadrazamlarından (başbakan) Said Paşa, Padişah'tan iyilik görmediğini açıkça söylemekten çekinmiyordu. 11. Abdülhamid Han, Said Paşayı Okul sıralarında tanıdı. O zamanlar bile bazı ufak tefek yazılarını kendisine yazdırtırdı. Akıllı, zeki, olduğunu söyler takdir ederdi. Sultan Abdülhamid Han'ın ifadesiyle; "...Garip şeydir; Said Paşa, bana daima sıkıntılı zamanlarımda çok iyi hizmette bulunmuştur. Birçok hususlarda kendisine mabeyncileri göndererek fikrini sorar, o zaman en doğru, sadıkane cevaplan alırdım. Fakat sadrazam (Başbakan) olunca iş değişirdi. O mevkiye gelince kendisinden istifade edilemezdi. Azle mecbur olurdum. Said Paşa ayaklı kütüpha-
nedir. Son derece bilgili, akıllı, tecrübelidir. Vezirlerimin arasında onun kadar bilgilisi yoktur. Fakat kurnazlığı ve korkaklığı yüzünden hizmet edemiyor."
Bu Sait Paşa'dır ki İttihat Terakki ileri gelenleri arasında Sultan'ı tahttan indirecekler arasında yer alır.
II. Abdülhamid Han, azl' edilip Selanik'e gönderilince orada; "sizi bu hale getiren, hiyanet eden Said Paşa'dır" sözlerine; "Hayır, Allah'ın emri yerini buldu. Said bir korkaktır. Onun için alet olmuş, böyle yapmaya kendisini mecbur görmüştür" cevabı vermiştir. (45)
Başka Bir Nankör
Kızı Ayşe Sultan'dan dinliyelim; "Bir sabah, tahminen onbuçuktu. Yemekten evvel hava almak için babam balkona çıkmış, dolaşıyordu...Tam benim balkonumun altından bir tabanca patladığını duydum. 'Eyvah! Korktuğumuza uğradık' diye bir feryad kopararak deli gibi merdivene koştum. Aşağıya indim. Gözlerime ilk ilişen babam oldu. Ayakta balkonun kapısı önünde duruyor, annemle, Saliha Naciye Hanım'a hadiseyi anlatıyordu. Diğer haremleriyle biz kızları da oraya gelmiştik.
-Salim bize kurşun attı. Şu karşıdaki taflanların arasına saklanmış. Gözlerimle gödüm. Ben çık diye bağırınca her nedense ikinci kurşunu atmadan ayağa kalktı.
Bahçede Musahiplerden Selim Ağa ile Kahvecibaşı Ali Efendi ve Abid Efendi geziyorlarmış. Bu hali onlar da görmüşler. Kurşun duvara çarpıp geriye teperek bahçedeki çakıl taşlarının üzerine düşmüş. Babam, Ali Efendi'ye seslenmiş, "Kurşun işte şurada duruyor, Alıp bana getir," demiş ise de Ali Efendi, "Affet beni Efendiciğim, getiremem" diyerek korkusundan ağlamıştır.
Bu vak'a üzerine zabitler koşup Salim'i tuttular. Alıp götürdüler. Babam derhal Rasim Bey'i istedi. Rasim Bey o anda köşkte yoktu. Biraz sonra geldi. Babam hala kapınınönünde Rasim Bey'i bekliyordu. Ona yerde duran kurşunu göstererek.
Salim bizi vurmak istedi. Lakin muvaffak olamadı.İşte kurşun burada duruyor.Bizimkilerden istedim. Getirmediler. Kurşunu bana veriniz. Hatıra olarak saklayacağım, dedi. Rasim Bey:
-Birşeydir oldu. Kusuru bakmayınız. Ben şimdi Salim'i buradan çıkaracağım. Meraketmeyiniz. diyerek bahçeye indi. Kurşunu aldı.
-Veremem, diyerek cebine koydu. Çıkıp gitti. Bu köşkün limonlukta çalışan eski bir bahcıvanı vardı. Barbo adında bir Rumdu. Bu hali tamamiyle görmüştü. Kurşun atıldığı sırada orada bulunuyordu. Eliyle yüzünü kapayarak feryatla bağırmıştı. Çok ağlamış olduğunu da ağalardan haberaldık.Salim bunu neden yaptın?
diye sordukları zaman Cümlemizi kurtarmak için. Cevabını vermiştir. Bunu da sonradan öğrendik."
Ayaşe Sultan anlatmaya devam ediyor: "Esasen babamın talihidir. Kime nimet yedirdiyse mutlak ondan ihanet görmüştür. Bu Kürt Salim kimdir. Vaktiyle pek fakir bir ailenin çocuğ imiş. Asker olmak istediği halde müracaat edecek kimsesi yokmuş. Bu arzusunu bazı kimselere söylemiş. Onlardan biri kendisine babamın hususi doktoru İsmet Paşa'ya başvurmasını tavsiye etmiş. İsmet Paşa,Yıldız'a yakın olan Yeni mahalle'de ikamet edermiş. Saraya da daima sabahlan yokuşu yürüyürek çıkmak suretiyle gelirmiş. Bazı kimseleler Paşa'yı yolda yakalayıp hallerini anlatırlar, o da Padişah'a arzeder, bu suretle birçok kimselere iyilikte bulunurmuş. Salim'e de aynen böyle yapmasını tavsiye etmişler. Salim, bir sabah İsmet Paşa'yı yokuşun başında bekleyip halini anlatmış.İsmet Paşada , "Peki oğlum, Efendimize arzederim" demiş. Babama bu genç çocuğun halini anlatmış. Babam da Kuleli'ye yazdırtıp ihsan göndermiş. İşte Salim bu suretle yetişmiş, yüzbaşılığa kadar terfi etmiştir.Lakin gel zaman git zaman .babamın hal'inde moda olan kahramanlık zihniyetiyle babamı ortadan kaldırmanın bir şeref olacağını düşünerek bu kurşunu atmaktan çekinmemiştir. Böylelikle minnet borcunu ödeyecekmiş!" (46)
Başka Biri
II. Abdülhamid Han'ın 33 yıllık hizmetinden sonra kendisine verilen sıkıntı ve çektiği ızdırabın bir misalini verelim:
Bu kez kızı Şadiye Sultan'dan dinliyelim;
"Babamın Başmebeyncisi Tahsin Paşa azlolunmuş, onun yerine katiplerden Jön Türklerin itimat ettiği İttihat ve Terakki mensubu Cevat Bey tayin olunmuştu. Tesadüfen o gün babama gitmiştim. İlk defa huzura çıkan Cevat Bey (Ah efendiciğim, bensizin sadık bendenizim.Tahsin Paşa beni uzun zaman huzurunuza çıkarmadı. Büyükbir müzayaka içindeyim!) diye yalvarır gibi konuşuyordu. Babam hareme girdi.Üzüntülü idi.Bütün saray halkınca dalkavukluk ve mürailiği ile isim yapmış böyle bir adamın kendisine hususi katip olarak verilmesinden duyduğu ye'si gizlemeğe çalışıyordu. Çekmecesinden bir deste banknot alarak, selamlıkta bekleyen Cevat beye götürüp verdi. Fakat, bu zengin ihsanı görünce yerlere kapanıp ayaklarını öpmeye çalışan Cevat Beyi, bu teşebbüsünden dolayı hayatının en buhranlı anında dahi tekdir ve takbih etmeyi ihmal etmemiştir:
-Rica edeyim! Secdeler Allaha mahsustur. Bu gibi hareketlerde bulunmanızı ve ikinci ihtara lüzum bırakmamanızı rica ederim! demiştir.
Birkaç gün sonra, babamın hal'ine ve Reşad efendinin cülusuna ait Meb'uslar Meclisi kararı tebliğ edildi. Babam gayet serin kanlılıkla:
-Mademki, otuzüç sene memnun edemedim, kimi isterlerse hayırlı etsin. Yalnız rica ederim, bütün ailelerimle beraber biraderimin oturduğu Çırağan Sarayına beni götürünüz! dedi.Tebliği heyeti
-Mebuslar Meclisince, Selanik'te hazırlanan köşke gitmeniz için karar alınmıştır cevabını verdi. Babam:
-Yorgunum ve yaşım da uzun yolculuklara müsait değildir. Allaha kasem ederimki, saltanatta gözüm yoktur; fakat ailemle Çırağan Sarayında ikametimi rica ediyorum! dedi. Tebliğ hey'eti, Meclise yeniden arzedileceğini ve alınacak cevabın yeni başmabeynci Cevat bey ile bildirileceğini söyleyip ayrıldı. Bir iki saat sonra cevap geldi. Derhal Selanik'e hareket için hazırlanması hakkındaki Meclis kararını Cevat bey, maalesef bir kaç gün önce bir deste banknotu aldığı vakit yerlere kapanarak ayaklarını öptüğü babama çok ağır sözler saffederek bildirdi. Ağzına aldığı kelimeler terbiye dışı idi, alelade bir adama dahi söylenmesi ayıptı."(47)
aksavaşçı
12-27-2007, 18:12
Vatan Millet Sevgisi
Eniriniz altındakileri sevmedikçe onlara hizmet edemezsiniz.
II. Abdülhamid Han milletini çok severdi. Hele ne sebepten olursa olsun herhangi birine zarar gelmesine asla gönlü razı olmazdı. Vatan ve milletin selameti için gece gündüz çalışır, uykusuz kalır gerektiğinde hayatını feda ederdi. Bu hususta kıza Şadiye Sultan şunları anlatır;
"Babam, milletini delicesine severdi. (Ahmetcik) (Mehmetçik) sözlerini kullandığı vakit öz evlatlarından bahsediyormuş gibi yürekten sevgisi derhal yüzünden okunurdu. Babamın saltanatı zamanında yalnız bir tek harp hatırlıyorum. O da Yunan harbidir. Bu benim çocukluk zamanıma rastlamıştır. Hatırladığıma göre, haremdeki dairelere top top bezler getirilip dağıtılmıştı. Yaralı askerler için gecelikler dikilirdi. Hizmetkarlarımızla beraber sabahın erken saatlerinden, gece uyku saatine kadar dikiş makinelerimizin başında, bizden istenilen sayıda giyeceği yetiştirmeğe çalışırdık. Bu hummalı faaliyet bütün muharebe müddetince devam etti. Ben de çamaşırlara düğme dikerdim. Aklımca büyük iş gördüğümü sanırdım.Babam aramıza gelip
-Aferin evlatlarım, Allah vatanımızı düşmanlardan muhafaza buyursun! derdi.
Biz bu sözlerden kuvvet ve şevk alırdık, zaman kaybolmasın diye gözümüzü iğnemizden ve makinemizden ayırmaksızın onu dinlerdik. Vatan! Vatan! Babam bunu bizlere ne kadar çok söylemişti."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:12
İman Kuvveti
II. Abdülhamid Han'ın en önemli sırlarından biri kuvvetli imana sahip olmasıydı. 33 yıllık saltanatı boyunca gücünü bu iman kuvvetinden aldı.
Sultan'ın meşhur bir sözü vardı: "DİN VE FEN" Osmanlı devletinin bu ikisine de sahip olması gerektiğini ifade eder ve İslam aleminin bu iki ziynetle ziynetlenmesini isterdi.
Ülkeyi kalkındıracak tek unsurun eğitim, onun da temelinin din olduğunu sık sık tekrar ederdi. Osmanlı devletinin bekası ve güçlenmesi İslamiyetin yükselmesine bağlı olduğunu, yeterli din eğitiminden mahrum insanların sadece şahsi menfaatleri tatmin için, çalışan egoistlerden oluşacağını ve memleketin de bundan zarar göreceğini belirtirdi.
II. Abdülhamid Han, Osmanlı devletini ayakta tutan yegane, gücün İslamiyet olduğuna inanmakta, devlet ve millet selametinin ancak güzel dinimiz olan İslamiyeti tam ve doğru olarak yaşamasına bağılı olduğunu bildirmektedir. Çocuklarına v.e etrafındaki insanlara da düşmanların oyununa gelinmemesi, dinsiz, ahlaksız insanlardan uzak kalınması gerektiği, İslamiyetin ilerlemeye mani olmadığı aksine ilerlemenin anahtarı olduğunu söylemekte ve yazmaktadır. Bu hususta çeşitli zamanlarda, özel sohbetlerinde-,, halka açık yerlerde beyan ettiği görüş ve düşünceleri;
Yeniden Canlanmak için Avrupa Medeniyetini taklit değil, gücümüzün esası olan İslamiyete dönmektir.
"İmparatorluğumuz, din, iman ülkesidir. ve öyle kalacaktır. Eğer din anlayışı yıkılırsa, İmparatorluğmuz'un sonu gelmiş demektir." "Kendi programımızı tatbik etmeliyiz. Ve her şeyden evvel İslamiyetin gösterdiği yolda gitmeliyiz. Hiçbir padişah başka türlü hareket edemez ve etmemelidir." "Eğer yeniden canlanmak, eski kuvvetimizi bulmak, eski büyüklüğümüze erişmek istiyorsak bize bu kudreti vermiş olan, Avrupa'nın sözümona medeniyetini taklit etmek değil, bilakis kudretimizin esasrolan İslamiyet'e dönmektir. "Kainatın yaratıcısı olan Allahu tealaya hamd olsun. İlahi, yalnız sana kulluk ederiz, yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola erenlerin, yollarını şaşırmayanların gittiği yola götür. " (49)
"Bizi yükselten, dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır"
II. Abdülhamid han, İslamiyete saldıranları sevmez, İslamiyet ilerlemeye manidir diyenlere de şu cevabı verirdi;
"Avrupalılar, bizi küçültmek veya kötülemek istedikleri zaman Müslümanları taassublukla suçlarlar. Diğer mezheplerden olanlara.
sözde tatbik ettiğimiz kanlı zulümleri kastederler. Fakat Hıristiyanlar'in bizde olunca taassup dedikleri, kendilerine gelince vatan sevgisi diye adlandırdıkları aşk aynı aşk değil midir? Onların vatanları için duydukları hissi, biz dinimiz için duymaktayız. Düşmanlarımız buna taassup diyorlar. Müslümanlar dinleriyle hakikaten iftihar etmelidirler. Mü'minlerin ateşli bir aşk ile bağlı oldukları Hazreti Muhammed'dir (sallallahu teala aleyhi ve sellem) doktirini, insanlar arasındaki eşitliğe inanan, zayıfları koruyan, iyiliğe kıymet veren, kanunlara hürmeti emreden bir dindir. Dogmatik fikirleri, sembolleri, batıl itikatları kabul etmez. Bizi yükselten, dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır. Dinimizin terakkiye (ilerlemeye) mani olduğunu söylemek gülünçtür ve hakikate gözünü kapamak demektir. (50)
II.Abdülhamid Han, Allahu tealanın emretti ibadetleri elinden geldiğince yerine getirir, beş vakit namazı zamanında kılar, abdestsiz yere basmazdı. (51)
Bir çok kere kendisi imam olmuştur. Saltanatı süresince ağır hastalığı sebebiyle yalnız bir Cuma namazını terke mecbur kalmıştır. Ramazan aylarında sıhhati bozulmuş olduğu halde dahi oruçlarını tutmuş yememiştir. (52)
II. Abdülhamid han içki içmez, içenleri sevmez ve hoş görmez Saray'a da sokulmasına müsaade etmezdi.
"Vicdan hürriyetine dünyada en çok müslümanlar hürmet göstermişlerdir"
"Bizi müsamahakar olmamakla itham edenler ancak cehaletlerini isbat ederler. Memleketimiz dahilindeki diğer din ve mezheplerden olanları, Müslümanlığı kabuletmeye mecbur etseydik, din farklılıklarından doğan birlik eksikliği için bugün bu kadar üzülmezdik. Halen dahi diğer dinde olanlara fazla hak ve imtiyaz vermeye devam ediyoruz. "Vicdan hürriyetine dünyada en çok müslümanlar hürmet göstermişlerdir. Dünyanın hiçbir milleti bizim kadar misafirperver değildir. Memleketlerinden sürülen pek çok kişiye barınacak yer vermişizdir. Nitekim Rusya ile harpetmeyi bile göze alarak, Polonyalılar'ı kabul etmedik mi?" (53)
II.Abdülhamid Han Ehl-i sünnet itikadında bir Müslüman di. Zaten Osmanlı devleti de İslamiyeti bozmaktan, islamiyete hurefa ve yalanlan karıştırmaktan korumaya çalışmış, İslamiyete bidat, sapık düşünceleri karıştırmaya çalışanlara karşı mücadele etmiş, dünya insanlığına Ehl-i sünnet itikadını yaymışlardır. II. Abdülhamid Han da buna çok riayet etmiş, itikat ve iman birliğinin korunmasına çok gayret sarfetmiştir. Bilhassa Yayımlanan Kur'an-ı Kerimlerin hatasız olarak yayınlanmasına çok dikkat etmiş, hatalı olanların toplatmış ve uygun bir şekilde kaldırmıştır. Yayınlanacak olan Kur'an-ı Kerim ve diğer dini kitaplar bir kurulca incelenir uygun olanlarının yayınlanmasına müsaade edilirdi. II.Abdülhamid Han'ın bu hassasiyetini milleti tahrik için kullananlar da çıkmış Şultan'ın dini kitapları yaktığı, Kur'an-ı Kerimlerin sansür edildiğini söylemişlerdir. (54)
Son Padişah Sultan Vahdettin Han Saray'da bulunan Fuad Türkgeldi'ye; "Benim sülalemde, bir tane bile dinsiz yoktur. " demiştir. (55)
Abdülhamid Han, tasavvuf ehli, Şeriatın emrettiği doğrultuda 37 hareket eden ve bu emirlerin dışına çıkmayan bir veliyi kamil idi.Şeriatın emirlerine uymayan hiçbir işi yapmaz ve yapılmasına da razı olmazdı. İngiliz yazar Joan Haslip;
"Hiç bir yabancı devletin tazyiki, Abdülhamid'i Kur'an'ın ve Şeriatın eniklerine uygun olmayan bir reformu yapmaya ve imtiyazı vermeye asla mecbur edemezdi." (56)
Başka bir Avrupalı yazar şunları anlatır: "Padişah, Ramazan ayında, dini vazifelerini çok ciddi şekilde yerine getirir, bu ayda hiçbir hristiyan huzura kabuledilmezdi. Bu kaide yalnız sefirlere değil, padişahın, Mister Tomson, Banker Zarifi ve hususi hekimi Mavvroyani gibi en yakın dostlarına bile tatbik edilirdi."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:13
Muhasebe
Kararlar, gönül terazisinden tartıldıktan sonra verilmelidir.
II. Abdülhamid Han, doğru ve tam dini itikada sahip bir Müslüman idi. İbadetlerine çok ehemmiyet verir, beş vakit namazını muntazaman kılar, Kur'an-ı Kerim okurdu. Seccadesi Hereke Fabrikası'nda yapılmış bir halıydı. Nereye giderse kolaylıkla götürülürdü. Daima camilere devem ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikaye tarzında evlatlarına anlatırdı. Herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayda beş vakit Ezan-ı Muhammedi okunurdu.
II. Abdülhamid Han, büyücülüğe, hurafelere asla inanmaz, bunları yapanları da sevmezdi. Her iş ve hareketinde İslamiyete uymaya çok gayret ederdi. Zulüm ve adaletsizlikten aşırı derecede korkar, hiçbir insanın zulüm görmesine razı olmazdı.
Yöneticilere Sadakat Yemini
Abdülhak Hamid anlatıyor:
"Sultan'da dini his ve metafizik ürperti hastalık halindeydi. Herkesi de kendisi gibi bildiği, Allah korkusunu kalblerin en büyük müeyyidesi saydığı için devlet büyüklerini bu taraflarından tutmak ister, hareketlerindeki doğruluğu bu yoldan ölçerdi. Hiç sebep yokken gece yarısı uykudan kaldırılıp saraya getirilen nice devlet ricali vardır ki, huzura çıktıkları zaman Sultan'ın yanında açık bir Kur'anı Kerim görmüşler ve ona el basarak sadakatlerini teyide davet edilmişlerdir. Türk-Yunan Muharebesinin başında Yıldız'daki askeri toplantıda da kumandanlara aynı "yemin teklif edilmiş ve İslam-Türk şerefini gölgelemeksizin Selanik ordusuyla en kısa zamanda Atina'ya girmek için bütün mevcudiyetleriyle çalışmaları için teminat istemişti. Denilebilir ki Abdülhamid, en havai işle uğraşırken bile Allahı düşünmekten geri kalmazdı sözlerine, üslubuna, işlerine, iş görme tarzına daima bu ölçü hakimdir." (58)
Muska
Vefatından bir gün sonra boynunda ömür boyu muhafaza ettiği muskayı merhum Ebubekir Hazım Bey görmüş, açmış ve okumuş. Muskarın bir tarafında "iyi insan nasıl olur?", diğer yüzünde ise "Kötü kişi kimdir?" sorularının cevaplan yer almaktaydı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:14
Abdest ve İmza
II. Abdülhamid han, İslamiyet'in emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmakta son derece hassasiyet gösterirdi. Abdestsiz yere basmazdı. İslam'a aykırı yurt içinde ve dışında zararlı yayınların yapılmaması Müslüman evladlarımn dinlerini ziyana uğratmamaları için mümkün olan her hizmet ve faaliyeti yürütmüştür.
Kazı Şadiye Sultan Anlatıyor;
"Sıhhatli bir erkekti, sağlam bir bünyesi ve idmanlı bir vücudu vardı. Küçüklüğümde, onun bir defa hastalandığını hatırlarım. Çok az uyurdu. Şafaktan önce kalkardı. Beş vakit namazını kılar, daima Kur'an-ı Kerim ve Buhari-i şerifi okurdu. Dindar, Allahu tealaya bağlı, büyük bir Müslüman idi. Abdestsiz yere basmazdı. Çok çalışkandı." (60)
"Bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım."
Sultan Abdülhamid han, acil iş zuhur edince, gecenin herhan- ——
gi bir vaktinde uyandınlmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rıza göstermezdi. Ve abdestli olmaya çok dikkat eder, her ne vakit olursa olsun hemen abdestini alırdı. Bu hususta mabeyn (Saray) başkatibi Esad Bey'i dinleyelim;
"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. Acaba Sultan'a bir emr-i Hak mı vaki oldu? Diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan, elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; Evlad, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalıyayım" dedi. Besmele çekerek imzaladı"
aksavaşçı
12-27-2007, 18:14
Ampulün Kaşifine teklif var
Bugün İstanbul'un her semtinde Abdülhamid Han'ın bir eserine rastlamak mümkün. O'nun halkına verdiği kalıcı hizmetlerden halen istifade etdilmekte, kurduğu hastahanelerde çocuklarımız tedavi olunmakta ve yine O'nun kurduğu mekanlarda ihtiyarlarımız barınmakta, yollarından tren ve arabalarımız geçmektedir. Ve İstanbul hala onun zamanında getirilen lezzetli Hamideye suyunu içiyor.
Bununla birlikte Batı'nın faydalı bilim ve teknolojisinin memlekete getirilmesindeki gayreti ve ileri görüşlülüğü en büyük sırlarından biri. Bilim ve teknolojiye verdiği önem insanı hayrete düşürecek derecede...
Elektiriğin daha yeni yeni kullanıldığı dönemlerdi. Bu enerjiye sahip olmanın önemini kavrayan Sultan, elektirik sahasındaki keşifleriyle meşhur Edison'u adım adım takip ettiriyordu. Neticede kendisine resmen başvurulup Türkiye'ye gelmesi ve çalışmalarına burada devam etmesi teklif ediliyordu. Bunun karşılığında Amerika'da kazandığı paranın tam yirmi mislini takdime de hazır olduğunu bildirmesine rağmen Edison kabul etmediği gibi bu tekliflere iltifat etmiyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:15
Tahtel Bahir
II. Abdülhamid Han, zamanın en ileri teknolojisine sahip olarak düşmandan her alanda ilende olmak gayretindeydi. İçteki ve dıştaki saldırılara rağmen bu alanda asla geri kalmadı. Geleceğin süper devletlerinin bilim ve teknolojide ileride olan devletler olacağı na inancı tamdı.
Bu nedenle kendisi hakkında olup bitenleri, istihbarat teşkilatı vasıtasıyla öğrendiği gibi, devletin egemenliğini ilgilendiren dünya haberlerini öğrenmek için de Nazırlarıyla (Bakan) meşeveret ederdi. Güvendiği Nazırlarından biri de Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Pasa idi. Bahriye Nazırı bir gün ona. gözle görünmeyen müthiş bir silâhtan bahsetmişti.
Bir İngiliz mühendisi tarafından keşfedilen bu garip gemi. denizaltında balık gibi yüzen ve düşmana yaklaşarak suyun altından gönderdiği torpido ile gemileri anı olarak batıran bir "tahtel bahir" yani (denizaltı) idi.
Evet, 1879 yılında Mr. Garret adında bir İngiliz gemi mühendisi Liverpol'da denize indirdiği 45 tonluk ilk denizaltı botunun denemelerini yapıyordu. Ancak bu deneme başarılı olmamıştı.Planda bazı değişlikler yapılması gerekiyordu. İkincisini, birincisinden az daha büyük olarak inşa etti ise de, o dalarken ve su altında giderken arızalar yaptı. Bu bot, mühendis Garret içinde bulunmadığı halde,yapılan ikinci denemesinde daldı ve bir daha suyun yüzüne çıkmadı. İçindeki üç uzman bilim uğrunda can verdiler.
Yılmadan denemelerine devam etmek isteyen mühendis Garret, üçüncü denizaltıyı yapabilmek için artık İngilterede para bulamadı. Ünlü İsveçli silah fabrikatörü "Nordanfild" imdadına yetişti. Üçüncü denizaltı 1885 yılında Stokholm'da tezgaha kondu. Boyu 19.5 eni 2.75 metre olan tekneye 100 beygir kuvvetinde bir Compa-und buhar makinesi yerleştirildi.Bu suretle su üstünde 9 mil süratle hareket edebiliyordu. 35,5 santimlik bir de torpido kovanı vardı. Li-verpol'dakilere kıyasla bu gemi çok daha başarılı oldu ve Yunanistan hükümetince satın alındı.
Bu garip denizaltı gemisinin, Salamin tersanesinde Yunan denizcileri tarafından tecrübe edildiğini duyan Abdülhamid han, Bahriye nazırı Hasan Paşaya emir vererek mühendis Garret'i İstanbul'a davet ettirdi. İngiliz mühendisi huzura kabul edildi ve Padişahın iradesiyle iki tahtelbahir yapmayı kabu etti. Bahriye nezaretiyle imzaladığı anlaşma gereğince Mr. Garet, 30 metre boyunda, 3.66 metre eninde, 160 tonluk bir tekne yapacaktı. Bu tekne parçalar halinde İstanbula getirilecek ve Haliç'te Türk işçileri tarafından monte edilecekti. Mürettebatı bir kaptan, iki makinist ve bir ateşçiden ibaret olacaktı. İki tanesinin fiatı, denemeleri sonunda, isteğe uygun teslim edilmek şartile, otuzaltıbin Türk altın lirası idi.
Nihayetinde 1887 yılı ilkbaharında beşer parça halinde İstanbul'a getirilen tekneler Haliç'teki Valide kızağında, Mr. Garret'in nezareti altında monte edilerek denize indirildi ve denemeler başlandı. Birine "Abdülmecid" ötekine de "Abdülhamid" adlan takıldı. Gemilerin teslim alınması töreni 1887 yılının 20 Haziran günü Haliç'te yapıldı. "Abdülhamit" bayraklarla donatılarak Divanhane Bahriye Nezareti önündeki şamandıraya bağlandı. Hükümet ve Bahriye Nezareti erkanı rıhtımda toplanmışlardı. Halk. Kasımpaşa kıyılarını bilhassa manzarası güzel olan Hastane Yokuşunu ve oradaki evleri doldurmuş olarak töreni seyrettiler. Bir arıza yüzünden dalma tecrübeleri yapılmadı ve gemiler böylece teslim alındı. Küçük lokomobil kazanı mangal kömürü ile ateşlenen ve makineleri stimle çalışan bu gemiler pek basit şeylerdi. Adeta birer denizaltı oyuncağı idiler. Havalanma tertibatı, geminin yerinde dalıp çıkması müddetince beş kişilik mürettebatına ancak yetişiyordu. Bunanla beraber Abdülhamit denizaltısı büyük taş havuzda dalıp, beş on metre ileriden çıkma tecrübelerine devam ediyor.Halil Kaptan da arkadaşlarını geminin idaresine hazırlıyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:15
Tiyatro
Abdülhamid Han, kamuoyunun nasıl yönlendirildiğini çok iyi bildiği için basın ve tiyatro'ya büyük ehemmiyet veriyordu. Basın ve tiyatronun ne müthiş güç olduğunu biliyordu. Adeta iki tarafı keskin kılıç misali. Zalimlerin elinde zulüm aracı, adil yöneticilerin elinde adalet aracı olarak kullanılabiliyordu. Bu nedenle tiyatro ve 42 sinemaya da ehemmiyet vererek memleketin selameti için kullan-• maya gayret etti. Genellikle selamlık resminden sonra kabul ettiği elçileri ve yüksek sosyeteyi aynı çatı altında ve kendi etrafında toplamasında Yıldız Tiyatrosunun büyük rolü vardı. Bu hususta Başkatip Tahsin Paşa şunları anlatmaktadır:"Ekseriya (Abdülhamid Han) çok çalıştığı ve zihnen yorulduğu günlerde tiyataro emrederdi. Saray'da bir tiyatro heyeti vardı. Bunlar İtalyan artistlerinden müteşekkil idi. Bu artistler garp (Batı) piyeslerini oynarlardı...Tiyatro bazen, sefirler ile mülakata vesile olmak için de tertip olunurdu. Sefirler Cuma günleri Selamlık resminden sonra Çıt köşkünde kabul olundukları gibi hususi ziyafetlerden sonra tiyatroda görüşüldüğü de vaki idi. Bu mülakatlarda Tercü-man-ı Divan-ı Hümayun denilen zat hazır bulunur, bazen saatlerce süren mülakatlar bu zat tarafından aynen zapt ve Padişaha takdim olunurdu. ..
"Tiyatro Sultan Hamid için çok çalıştığı ve fazla yorulduğu günlerde bir istirahat ve eğlence vesilesi olmakla beraber locasında bazen işten bahsettiği, hatta bazı kere mühim işler için burada emirler verdiği de olurdu. Sultan Hamid'in kuvvet-i hafızasının ne derece sağlam olduğunu bir tarihte tiyatro esnasında bir hadiseden anlamistim. O gün Avrupa'dan gelen ecnebi bir artist tarafından bir oyun oynanıyordu. Hünkar oyunu merak ve dikkatle takip ederken bir aralık bana hitap ederek:
-Başkatip Paşa, Üsküp'te ne kadar Bulgar nüfusu var? dedi.
Bu beklenmedik sual karşısında şaşakaldım...Esasen böyle de olmasa Üsküp'teki Bulgar nüfusunun ne kadar olduğunu bilmemek-liğim pek tabiydi. Zat-ı Şahanenin bu sualden maksadının Üsküp'teki Bulgar nüfusunu araştırmak düğümü anladım. -Müsaade buyur-sanız tahkik edip arzedeyim... dedim.
Hünkar'ın bir tiyatro seyrederken Üsküp'teki Bulgar nüfusunun adedini sorması o aralık Bulgaristan'a yönelik bir mühim iş ile ilgilendiğini kestirmek güç değildi. Nitekim çok geçmeden bunun hikmetini ben de anladım. Bulgarlar Rümelide bir metropolitik tesisine müsaadesini Babıali'den talep ediyorlar ve bu taleplerini direk Sultan Hamid'e arzediyorlardı...O bölgedeki Bulgar nüfusunun yoğunluğu ileri sürülmekte olduğundan Abdülhamid bu ciheti anla- —i-mak istiyordu...Bilahare bunun gibi daha pek çok misaller bende Sultan Hamid'in yüksek bir kuvvet-i hafıza sahibi olduğu kanaatini uyandırmıştır."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:15
Cesaret ve Soğukkanlılık
Sultan, Memleketin bütünlüğü konusunda fevkalade bir hassasiyet gösterdi. Berlin Andlaşmasmın, Anadolu'da ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını isteyen 61. Maddesini kesinlikle tatbik etmedi. Bunun ermeni muhtariyetini doğuracağını görerek; "Ölürüm de bu maddeyi uygulayamam" dedi. Başta İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin tehdidine rağmen bu konuda taviz vermedi. Taviz verme yanlısı olan Sadrazam ve devlet adamlarını da görevden uzaklaştırdı. Bunun üzerine İngilizler, Ermenileri isyana teşvik ettiler. Doğu Anadolu'da çıkan ermeni isyanları ile pek çok Müslüman hunharca katledildi. Bunun önlemek için Sultan, Hamidiye alaylarım kurdu. Bu birlikler yerli halktan alınan askerlerden meydana geliyordu ve bölgenin asayişini sağlamakla görevli idiler.
Ermeniler Doğu Anadolu'da isyan çıkarmakla yetinmediler. Sultan'ı öldürmek için fırsat kollamaya başladılar. Saatli bir bomba ile Osmanlı sultanını şehit ettikten sonra B ab-1 Ali'yi, Galata köprüsünü, Osmanlı Bankası'nı, tüneli, bazı resmi kuruluşlarla birlikte yabancı elçilikleri, hususu iş yerlerini havaya uçurmak, müthiş bir kargaşalık ve isyan çıkarmak, İstanbul'u kan gölü haline getirmek , böylece Avrupa devletlerinin askeri müdahalesine sebep olarak Ermeni meselesini halletmek için planlar yaptılar.
Suikastı hazırlayanların elebaşları Troşak Ermeni ihtilal komitesi reislerinden Bakulu Samoli Kayın diğer adaylı Hristofor Mni-kaelyan ile yardımcılarıydı. Saatli bomba kurup patlatmada büyük bir usta olan Belçikalı anarşist E. Jorris'e çok para vererek bu işi yapmaya ikna ettiler. Jorris hazırlıklarını yaparak, bombayı 21 Temmuz 1905 Cuma günü patlatmaya karar verdi. O gün Sultan, namazım kıldıktan sonra, camiden çıkarken, merdivenlerin başında şeyhülislam Mehmet Cemaleddin Efendi ile adetinden daha uzun konuştu. Ondan ayrılıp ağır ağır merdivenlerden inmeye başladığı sı-rada bir kaç metre ilerde yeri göğü sarsan büyük birbomba patladı.
Bu Suikastten yara almadan kurtulan sultan, büyük bir tevekkül ile Allahu tealaya sığınmış, dimdik duruyordu. Bulunduğu yerden soğukkanlılıkla ayakta, hadiselerin gelişmesini takip etti. Vazifeli subaylara, hadisenin olduğu yerden uzaklaşmak için kaçanları gösterip, yakalanmaları için emirler verdi, (65)
Sultan'ın başka bir sırrı da Allahu tealadan başka kimseden korkmamasıydı.
Herkes telaş içerisinde sağa sola kaçışırken O ise soğukkanlılığını muhafaza ederek " Korkmaymız! Korkmayınız!, herkes yerinde dursun" diyerek milleti, askerleri yatıştırıyordu. Arabasının önüne gelerek "Telaş edilmesin, İzdihamdan kimse incinmesin" diyordu. Geçmiş olsun dileklerinde bulunan ve "Efendimiz! Sizi görünce aklım başıma geldi. Metanetinize hayran oldum" diyen Ayşe Sultan kızma;
"Hamdolsun, bunu da atlattık. Lütf-i Hak'la kurtulduk. Ben mütevekkilim. Kalbimde yalnız Allah korkusu vardır. Başka bir şeyden korku duymam. Bir hadise olmadan evvel, onu önlemek için
telaş ederim. Ama tehlikenin içinde bulunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile çekinmem. Allah bizi korudu. Asker evlatlarımdan, ahaliden zayiat olup olmadığını tahkik ettiriyorum." (66)
Bu patlamada yirmi altı kişi ölmüş, elli sekiz kişi de yaralanmıştı.
Bu suikastten kurtulunca, binlerce seyirci ve yabancı diplomata karşı, düşünmeden, hemen söylediği şu kelimeler, cesaretini, kalbinin temizliğini, milletin olgun, şefkatli bir babası olduğunu göstermeğe yetişir sanırız:
"Kendimce en büyük emel, ehâlînin rahat ve mes'ûd olmasıdır. Bu uğurda, gece-gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği ma'lûmdur. Gayret ve iyi niyetimin Allahu teala tarafından verilen mükafatı, şu hâdiseden Allahu tealamn izniyle kurtulmamdır.Onun için, Cenâb-ı Hakka şükür ve hamd ederim. Üzüldüğüm birşey var- sa, asker evlâdlarımdan ve ehâlîden ba'zılarının ölüm ve yaralı ol- malarıdır. Buna karşı üzüntüm devamlı olacaktır. Halkımın, hakkımda göstermiş oldukları hissiyata en-samîmi bir kalb ile memnû-niyyetimi beyân eyler, gök ve yer afetlerinden muhafaza için dua ederim. "
aksavaşçı
12-27-2007, 18:16
Deprem
Çok cesur ve tevekkül sahibi idi. 1898 depreminde nice ev, han,cami ve medreseyle beraber Kapalıcarşmın yıkılmasına kadar giden ve Büyük Zelzele diye anılan bu deprem esnasında Dolmabahçe Sarayı'nın büyük muayede salonunda Sultan, devlet erkanı, subaylar, paşalar, yüzlerce yerli ve yabancı temsilcilerle toplantı halinde bulunduğuyordu. Sultan, birkaç tonluk avizenin tam altında bulunuyordu ki, avize sağa , sola saat rakkası gibi sallanmaya başladı. Kahraman paşalar, cesur subaylar, ömrünü savaşlarda geçirmiş gaziler birbirlerini çiğneyerek dışarı kaçarken, Patişah yerinden bile kımıldamadı, istifini bozmadan: Allahu tealnın kelamından bazı ayet-i kerimeler okuyarak, büyük bir vekar ve tevekkül ile neticeyi bekliyordu."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:16
Merhamet Ve Adalet
Sultan'ın başka bir sırrı da merhametinin çokluğu ve düşmanını dahi af etmesiydi.
Abdülhamid Han'ın en önemli özelliklerinden biri düşmanını af ederek tekrar cemiyete kazandırma çabasıydı. O, hiçbir insanın zarar görmesini istemiyordu. Bomba olayı sonrasında suikastı düzenleyenler ele geçiyordu. Bunlardan biri olay anında cami helasına saklanıyor ve yakalanacağını anlayınca oradaki bir ibriği taşa vurup keskinleterek onunla damarlarını deşmek suretiyle intihar ediyordu. Bazıları yakalanıyor mahkeme huzuruna çıkarılıp hesapları görülüyor. Halife ve Sultana karşı suikasttan başka bir sürü cana kıyan bu anarşistler sehpaya götürülmüyor, hepsi de çok kısa süren hapisler ve birkaç sürgünle kurtuluyordu.
Mahkeme
Merhum Necip Fazıl, 1935 yılında Necmeddin Molla ismindebir zatla tanışır. Bu beyfendi Abdülhamid Han döneminde cinayet Mahkemesi Reisi Hilmi Efendi'nin bomba muhakemesinde savcısıdır. Şöyle anlatır;
" Muhakeme esnasında, Reisin tam celseyi açacağı sırada, mahkemenin hakimlere mahsus kapısı açılıyor ve içeriye bir Ma-beyn (Saray) paşası giriyor. Asker paşası...Paşa şef'"ler, yabancı gazete muhabirleri, hükümet ileri gelenleri ve yüksek sınıfların doldurduğu salonda, mevki ve rütbesiyle mütenasip biryere geçip oturacağına , hakimler kürsüsünün arkasındaki bir koltuğa kuruluyor ve duruşmayı oradan takip etmeye hazırlanıyor.Bunun üzerine Reis, mübaşiri çağırıp, kulağına fısıltı halinde şunları söylüyor;
-Git de paşa hazretlerine de ki, orası mahkeme heyetine mahsus bir yerdir ve başkaları tarafından kullanılamaz. Lütfen o koltuğu terketsinler; ve mahkemeyi takip etmek istiyorlarsa rütbeleriyle uygun biryere geçsinler!..
-Mübaşir, kimsenin duymadığı bu sözleri paşaya bildiriyor, fakat buna karşı paşa. yüksek sesle,-Git de Reise de ki, ben burada "Zat-ı Şahane"nin (Padişah) temsilcisiyim ve dilediğim yerde oturabilirim;
Hilmi Efendi, bu defa, paşanın sesinden daha yüksek sesle mübaşire haykırır;
-Paşaya de ki, burada "Zat-ı Şahane"nin temsilcisi, onun adına kaza icra eden Reistir. Eğer hemen o yeri terketmeyecek olurlarsa, rütbelerine rağmen kendilerini bir jandarma neferiyle dışarıya attıracağım!
Paşa bunun üzerine oradan çıkıp gider.
Aradan bir kaç saat geçtikten sonra, hakimler odasında Hilmi Efendinin karşısına çıkan başka bir Mabeyn Paşası "Zat-ı Şahane" den şu iradeyi getiriyor;
-Paşaya edilen muameleden dolayı utufetlu Reis Efendi Hazretlerini takdir eder ve kendilerine bu hareketlerinden ötürü birinci rütbeden Mecidi nişanını ihsan ederim!"
aksavaşçı
12-27-2007, 18:16
Fitne Fesat Kargasasi
Osmanlı Devleti, bütün halkını huzur ve refah içerisinde asırlar boyunca bir arada yaşatmasını başaran nadir devletlerden. Osmanlı devletinin âdil, merhametli ve hoşgörülü yönetimi bugün dahi dünya gündeminde Balkanlardan Orta Asya, Afrika içlerine kadar Osmanlının özlemini duyan insanların sayısı hergeçen gün artmakta.
Osmanlı devletinin zulüm gören milletleri himaye ettiği ve hangi dinden olursa olsun zulme rıza göstermediği Osmanlı Arşivlerinde çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor.
. Yahudiler 1492'den sonra İspanya'da barınamadılar ve Osmanlıya sığındılar. Fransa'da 1572'de St. Barthelemy katliami yaşandı. Avrupa din harpleri ile 1648'lere kadar çalkalandı. Diğer taraftan bu yıllarda gayri Müslimler, Osmanlı devletinin âdil idaresi altında huzur ve güvenlik içerisinde yaşıyordu.
Osmanlı devleti tüm bunlara rağmen emperyalist Batılı devletlerin sinsi oyunlarından kurtulamadı. İçteki yozlaşma neticesinde başlayan yıkım rüzgarları Batılı devletler için kaçınılımaz büyük bir fırsat oldu.
Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan halkları ve bilhassa azınlıkları Batılı güçler, Osmanlıyı parçalamakta maşa olarak kullanmaya çalıştılar. Asırlarca bir arada huzur içerisinde yaşamış bu azınlıkların bazıları maalesef oyuna gelerek kendi kuyusunu kazmaya başladılar. Bilhassa Rusların Ermenilere karşı güttüğü politika onların felaketine sebep oldu. Yıllarca yaşadıkları bölgeleri terket-melerine, yine asırlarca beraber yaşadıkları Müslüman komşularına zulmetmeye başladılar.
Rusya, 93 harbinde, bâzi Türk şehirlerini işgal ettikten sonra, buradaki Ermenileri kendi emellerine âlet ederek bağımsızlık amacı ile Osmanlı devletine karşı isyana teşvik etti. Ayastefanos ve Berlin antlasmalarana, Ermenilerin bulunduğu yerlerde ıslahat yapılmasına dâir şartların konulması, bu hükümlere dayanılarak büyük devletlerin Osmanlı Devleti'nin iç işlerine müdahalede bulunması ile Ermeni meselesi ortaya çıktı.
Aslında Ermeni meselesi, 'Şark Meselesi'nin bir parçasıydı. 48 Ermeni meselesinin ortaya çıkış sebeplerinin, Osmanlı Devleti top-• rakları üzerinde yaşayan Ermenilerin sosyal, kültürel, ekonomik, idarî ve siyasî statülerinden kaynaklanmadığı; bu meselenin temelinde, yapay olarak oluşturulan ve 'Şark Meselesi' adı ile anılan milletlerarası bir emperyalist stratejinin, güçler dengesi politikasını oluşturmaktadır.
'Şark Meselesi' gayri müslimler için Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını ve kendi lehlerine reformlar yapılmasını, bu çerçevede kendilerini muhtariyete veya istiklâle götürecek taviz ve imtiyazlar koparmayı ifade etmektedir.
Ermeni kavmini, asırlarca beraber yaşadığı Osmanlı devleti ve Türk milletine kin, nefret ve intikam duygusu ile peşinen mahkûm edip, kanına kastettirenler Rus, ingiliz ve Fransiz menfaatleridir. Osmanlıya karşı hazırlanan komploda Ermeniler maşa olarak kullanılmışlardır. Ermeni meselesinin ortaya çıkışını hazırlayan sebeplerin başında Rusya, ingiltere. Fransa ve Amerika'nın Osınanli Devle-ti'ne ve Ermenilere karsı takip ettikleri siyaset gelmektedir. Bu devletlerin uyguladıkları siyasetin seyrini özet olarak tespit etmek faydalı olacaktır.Rusya'nin Takip Ettiği Siyasetin Tesirleri:
Çar I. Petro (1682-1725) zamanında kendisini Avrupa'da nüfuzlu bir devlet hâline getiren Rusya'nin gözü daima Boğazlarda oldu. Balkanları da ele geçirmek veya kendi yönetimine tâbi kılmak isteyen Rusya, bu gaye ile Balkan ülkelerinde konsolosluklar kurarak onları Osmanlı Devleti'ne karşı teşkilatlandırdı. Böylece Slav-Ortodoks birliğinin ve halkının hamisi rolünü üstlendi. Bu politikasını tatbik için bölgedeki bütün huzursuzluklardan ve bozulan dengelerden istifadeyi de ihmal etmeyen Rusya, 1806'daki Sırp, 1827'deki Yunan isyanının ve 1875-1876'daki Bosna-Hersek ile Bulgar ve Sırp isyanlarının çıkarılmasını temin etmiş ve bunların yayılmasını körüklemiştir. Bu isyanlar sonunda adı geçen halklar namına Osmanlı Devleti'nden toprak koparmak isteyen Rusya'nin bu siyaseti, zaman zaman İngiltere ve Fransa'nın menfaatleri ile çatıştığı için her zaman başarılı olamamış, bunun üzerine Rusya, Osmanlı Devleti'ne karsı harekete geçmeden evvel, elde edilecek pastayı diğer devletlerle bölüşme siyasetini uygulamaya koymuştur.
Sıcak sulara inmek, Akdeniz ve Orta Doğu'da hâkim güç olmak emelini, Anadolu topraklarını parçalamakla gerçekleştireceğine inanan Rusya, bu maksatla Ermenilerin yaşadığı Erzurum-iskenderun Hattı'nı ele geçirmeye teşebbüs etmiştir. Böylece Rusya'nin Osmanlı Devletindeki Ermeni kiliseleriyle teması ve Ermeni terör unsurlarını desteklemesi başlamıştır.
Doğu Anadolu üzerindeki emellerini. Çar'ın hizmetine giren Ermenilerin öncülüğünde gerçekleştirmeye çalışan, İran ile savaşlarında Ermenileri ön saflarında kullanan Rusya, 1828 Türkmençay Antlasması'yla Doğu Ermenistan kendisine verilip. Iran Ermenileri de bu birliğe katılınca elde ettiği bu yeni güçle Osmanlı Devleti'ne saldırmıştır. 1829'da yapılan Edirne Antlasmasi'yla Rusya'ya göç eden 40.000 Ermeni, muhtar bir Ermenistan kurmak isteyince iş tersine tersine dönmüş, Ermenilerin talepleri geri çevrilmiştir.
Böylece Osmanlı devletinin sâdık tebaası olma vasfını kaybeden Ermeniler; Çarlık Rusyası'nda çoğu defa en tabiî haklarına karşı dahi baskı ve zulümler görerek, bu ihanetlerinin cezasını çekmişlerdir.
İngiltere'nin Ermeni Siyaseti
II. Abdülhamid Han, Bilhassa Rusya ve İngiltere'den çok çekinirdi. Her türlü fitnenin temelinde bu iki güç vardı. Ermenileri kullanarak Osmanlı devletinin dahilinde fitne çıkaran yine bu iki güç idi. Bu güçler, Türk ordusunun devamlı zayıf kalması, Rus donanmasının Boğaziçine gelerek İstanbul meselesinin halledilmesi siyasetini güderken, İngiltere Mısır ve Hindistan sömürgelerinin selameti için Osmanlı devletinin zayıf, her an iç isyan ve meselelerle meşgul olmasını isteyerek fitne tohumları ekerdi.
Lider, düşmanını iyi tanımak ve her adımını dikkatlice takip etmek zorundadır.
II. Abdülhamid Han, İngilizler'den hiç hoşlanmaz ve İngilizlerin diğer düşmanlaradan çok daha tehlikeli olduğunu belirtirdi. Bu nedenle bu iki güce karşı Almanlarla işbirliği yaparak Ordu'nun güçlenmesini temine çalışmıştır. (70)
Rusya'nın ingiliz menfaatlerini tehdit eder vaziyette güneye sarkması ve güçlü bir Karadeniz devleti olması İngiltere'yi dindaşları olarak da harekete geçirmiştir.
İngiltere'nin, Rusya'nın kendi çıkarlarım tehdit edecek şekilde gelişmesine mâni olmak gayesiyle, II. Abdülhamid Han'ın takip ettiği usta politikasıyla Osmanlı Devletini Rusya'ya karşı desteklemesi, 1873 yılından, 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşına kadar sürmüştür.
93 harbinde, Avusturya'yı Rus ittifakından ayıran ingiltere, Fransız Ihtilâli'nden sonra Prusya'yı da yanma alarak Rusya'yı sıkıştırmaya başlamasına rağmen, Fransa-Rusya savaşlarında Rusya'yı desteklemiştir.
Yunan isyanında Osmanlı Devleti'ne muhalif olan ingiltere'nin bu tutumunu devrin ingiliz Başbakanı Caning: "ingiltere'nin bu tavrının Rusya ile bağdaşmak olmadığı, bağımsızlığını kazanacağı muhakkak olan Yunanistan'in Rusya'ya borçlu olması yerine Akdeniz'de kendilerine dost bir devlet olan ingiltere'ye borçlanmasının daha doğru olacağı" seklinde değerlendirmiştir.
İngiltere, 1853'de Rus Cari II. Nikola'nın Osmanlı Devleti'ni paylaşma teklifini reddederek , Kırım Savaşı'nda Osmanlıları desteklemiştir. Ancak 1870'li yıllarda değişen Avrupa'nın siyasi dengesi ingiltere'yi de değiştirmiş ve ingilizler 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Ayastefanos ve Berlin antlaşmalarından sonra, Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü savunmaktan vazgeçerek, onu parçalama ve bu topraklar üzerinde kendisine bağlı devletler kurma politikasını benimsemiştir.
İngiltere'nin Osmanlılarla ilgili siyasetinin değişmesindeki önemli bir sebep de, Ermeni meselesinin Avrupa'da, 1880 tarihinden itibaren ön plâna çıkmasıdır.
Osmanlı Devleti içerisindeki Katoliklerin koruyuculuğunun Fransa'nın, Ortodoksların koruyuculuğunun ise Rusya'nın üzerinde bulunması; ingiltere'nin Islahat Fermam'na din değiştirme serbestisini koydurtarak Protestan Ermenilerin sayılarının arttırılmasını hedeflemesine yol açmıştı. İngiltere bu sayede Protestanlara sahip çıkma siyaseti güderek, Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışma im- kanı elde etmiş, takip edilen bu Protestanlık politikası da Ermeni kültürünü öncelikle ele aldığı için, en ziyade Ermenilerin millî duygularını kışkırtmıştır.
Rusya'nin, Osmanlı Devleti'ne karsı tecavüzkâr hareketlerine tek başına karşı koyamayacağını ve kendi çıkarlarım gözetemeye-ceğini gören İngiltere, böylece Ermeni meselesini fiilen kabul etmiştir. Bu yolda ilk adımı da hemen atmış ve Osmanlı devletini tehdit ederek, Rusya'ya karşı üs olarak kullanmak üzere Kibrıs'ı almıştır. Bunun yanında, Doğu Anadolu'daki eyaletlerde yaşayan Hristi-yanlarm lehine ıslahat yapılması hususunda Osmanlı Devleti'nden bir de taviz koparan ingiltere, böylece Ermeni meselesini âdeta ingiliz meselesi hâline getirmiştir.
Osmanlı-Rus Savaşı'ndan önce, Ermenilerin Osmanlı Devleti'nden ayrılmak ve bağımsız bir devlet kurmak gibi bir niyetleri olmadığı halde, Ruslar, Ayastefanos Antlasması'na Ermeni meselesini dahi] etmişlerdir. İngiltere de Ermenilere sormaya gerek görmeden Kıbrıs Antlaşmasına Ermeni meselesini dahil etmiştir, ingiltere, bağımsız bir Ermenistan'ı, bunun Rusya'yı zor durumda bırakacağınıOsmanlı Devleti'nin de ilerlemesine mâni olacağım düşünerek desteklemiştir.
Fransa'nın Ermeni Politikası
.
1870'de Almanya'ya yenildiği için bir süre siyasî manevra yapma ve diğer devletleri etkileme rolünden mahrum kalan Fransa, bu arada Berlin Kongresi'ne katılmasına rağmen tesirli olamamıştır. Ancak, Cumhuriyetin yeniden ilanıyla, tekrar eski rolünü elde eden Fransa, muhtelif grupların siyasî mücadelelerini desteklemeye ve onların sığınak merkezi olmaya başlamıştır. Bu arada Osmanlı Dev-leü'ndeki Katoliklerin koruyuculuğunu da üzerine almış olan Fransa, Kırım savaşına sebep olan Kutsal Yerler Meselesi'nde önemli bir rol oynamıştir.
Almanya'ya karşı mağlubiyetini hazmedemeyen Fransa, 1878 Berlin Kongresi nde Almanya ile ihtilâfa düşen Rusya ile yakınlaşmaya başlamış, ingiltere ile de görüş ayrılıklarını hallettikten sonra her üç devlet, Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına birlikte gayret sârfetmeye başlamışlardır. Bu bölme ve parçalama planlarında Fransa'nin rolü bir hayli aktif olmuştur.
1830'dan 1921 yılına kadar, Orta Doğu ve Akdeniz'deki dengeyi, Ermeni meselesinde olduğu gibi, yapay bir şekilde ortaya atarak muhafazaya çalışan, bu arada Anadolu'nun işgaliyle, bu topraklarda kendi siyasî nüfuzunu da artırmaya gayret eden Fransa, özellikle Mondros Antlaşmasi'nin imzalanmasından sonra, Ermenilerle münasebetlerini geliştirmiş ve Fransız işgal kuvvetleri, Ermeni milis ve teşkilâtlariyla Türk topraklarının işgaline girişmiş, bu arada milletlerarası görüşmelerde Fransızlar bilindiği gibi, Ermenileri büyük ölçüde desteklemıkşlerdir.
Neticede Rusya, ingiltere ve Fransa'nin takip ettikleri siyasetin uzantısı olarak ortaya çıkan ve Ermeni meselesinin de başlangıcı sayılan 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşı sonunda yapılan Ayaste-tanos Antlasması'nda, istedikleri bağımsızlık hakkını elde edemeyen Ermeniler, bununla birlikte 3 Mart 1878 tarihli bu antlaşma ile milletlerarası bir antlaşmaya dahil olma şansım yakalamışlardır.
Joan Haslip'in bu husustaki görüşleri; "Ermenistan. Patişahın başında devamlı bir gaileydi. Çünkü Abdülhamid'in çok adil ve in- -sani bir şekilde muamele ettiği Ermeniler, Rus ajanlarının tahrikinden ve Amerikan misyonerlerinin verdiği demokrasi bilgilerinden aldıkları cesaretle istiklal istiyorlardı..." (71)
"Din ve Irk Ayırım Yapan Avrupa Devletleridir."
II. Abdülhamid Han, Ermeni meselesi hakkında İngiliz ajanı Yahudi Vambery'ye şunları söyler;
"...Ermeniler aslında Şark gelenekleriyle bütünleşmiş, beşyüz seneden beri bizimle barış içinde kaynaşmış, hiç de savaşçı ve saldırgan olmayan bir Şark ırkıdır. Eğer, orada bir üzücü hadiselere rastlanabiliyorsa, bunların müsebbibi Ermeni milletinin karakterini bilmeyen yabancı politikacıların kışkırttığı ajanlardır. Siz gayet iyi biliyorsunuz ki, ben bir bağnaz değilim; benim için tüm yurttaşlarım, dinleri, mezhepleri ve ırkları ne olursa olsun birdir. Din ayırımı yapan ben değil Avrupa güçleridir. Buna örnek olarak, size bir-kaç gün önce bana ulaşan bir haberi verebilirim. Petersburg'a katip olarak aslen Ermeni olup da sonradan İslam dinini seçmiş birini göndermek istemiştim. Rusların bu adamı kabul etmediğini ve böylece onun yerine başkasını yollamak zorunda kaldığıma inanabilir misiniz? Yine, aynı şekilde bir hadise de Roma'da oldu; Vahan Efendi yerine Müslüman biri elçi gönderdik...
Ermenistan'daki kötü şartları düzeltmeye amadeyim; ama bağımsız bir Ermenistan'ın kuruluşuna müsaade edeceğime şu kellemi keserim, daha iyi! Ermenistan'ın kurulması yalnızca dindaşlarımın açısından çok büyük bir adaletsizlik örneği değil, aynı zamanda iktidarımın ve Türkiye'nin varlığının sonu demek olur." (72)
Ruslar, Yeşilköy'e kadar gelince, Ermeniler İstanbul içinde sevinç gösterileri yapmaya başlamış; Ermeni Patriği, yanında bir heyet, Rus Başkumandanını karşılamaya gitmiş, Rus zaferini vecd içinde kutlamış ve kendisiyle bir saat kadar başbaşa kalmıştır. Bu konuşma sonucunda "Ayestefanos Muhadesi"ne 16'ıncı madde olarak Ermeni himayesine ait hükümler eklenmiş. Abdülhamid'in ondan sonra kullanılmasına asla müsaade etmediği "Ermenistan" tabiri muahede üzerinde resmileştirilmiştir. (73)
Rusya, Kafkasya'daki Ermenilerin daha fazla çoğalmaması ve o yerlerin gitgide asli Ermeni vatanı yerine geçmemesi için, sınırlarını Osmanlı Ermenilerine kapattı. Abdülhamid Han Rusya'yı bu zayıf noktasından yakalayarak onlarla bir anlaşma yaparak Ermenilere karşı sert tedbirler almaya başladı. Ermeniler hakkında ıslahat isteyen Said Paşa'yı Ermenilerden rüşvet aldığı şüphesiyle kuvvetten düşürdü. Bütün Ermeni müesselerini bilhasas okullarını gözaltına aldı ve kapattı. 1890'da Partik Aşkıyan Efendi babıali'ye kafa tutmaya giderken Abdülhamid Han, Bütün Ermeni kiliselerini aynı saat, aynı dakikada, temelinden çatılarına kadar arama emrini verdi. Kiliselerin bazılarında zararlı evrak, gizli muhabereler, silahlar ve bombalar bulundu. Ermenilerle tamamen arası açılan Abdülhamid Han'a "hain" "müstebid" "zalim""gaddar, "kızıl sultan" lakapları takılmaya başlandı. Böylece "Kızıl Sultan" tabirini doğrudan doğruya Ermeniler tarafından bulunmuş ve kendisini sevmeyenler de bu tabiri devamlı kullanmışlardır.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:17
Banka
Düşmanın zaaflarını tespit ve bunları yerli yerinde kullanmak en büyük sırlarından biri.
Abdülhamid Han'ın Batılı devletlere karşı takip ettiği başlıca siyaseti, her iki tarafın zaafını ayrı ayrı kullanmak ve bunlardan müstakil bir hareket yolu çıkarmaktı. (75)
26 Ağustos 1896'da Ermeniler, yabancı sermayenin bir nevi devlet bankası rolünü oynadığı ve kapısında hükümet kuvvetlerinin nöbek beklediği Osmanlı Bankası'nı bastılar. Genel Müdür Edgar Vensan'ın odasına girerek eline bir liste verdiler. Listedeki isteklerimiz yerine getirilmezse bankayı havaya uçuracağız tehdidinde bulundular. Herkesin şaşırıp kaldığı ve hükümet kuvvetlerinin de ne yapacağını kestiremediği bir sırada Abdülhamid Han bu hayati anında bile son derece sakin ve telaşsız beklemekteydi. Hemen Vükela "Bakanlar" meclisini sarayda topladı ve darhal karar istedi. Bütün fikirler, komiteceliren, jandarma ve asker kuvvetleriyle, son ferdine kadar öldürülerek ezdirilmesi merkezindeydi. Bu da çok kısa sürecekti. Fakat bankanın havaya uçurulma tehlikesi ile dünyaya nasıl bir cevap verilecekti. Bu sırada Abdülhamid Han'a Rus sefareti baştercümam Maksimofun saraya geldiği haberi verilince:
O her şeyden haberli, hatta hadiseyi tertip edenlerin başında-dır.Rüşvete de bayılır. Derhal anlayacağı lisanla konuşup gözünü doyurunuz ve komitecilerin Bankayı boşaltmalarını sağlayınız!
Emir yerine getirildi, Maksimof saraydan alacağını alarak Komitacı'yı bankadan uzaklaştırdı ve bu hadise böylece kimsenin burnu kanamadan Abdülhamid Han'ın ince siyasetiyle kapanmış oldu. Bankayı işgal edenlere de hiçbir şey yapılmayacağı sözü verilmiş olduğundan bu söz de yerine getirildi. (76)
Sultan, Ermeni meselesinde Rusya ile de aynı tebaaya sahip bulunması ve aynı şartlarla karşı karşıya gelinmesi ile Rusya ile sözleşmeksizin anlaşmıştı. İngiltere bu vaziyetten hoşlanmıyor ve Rusya'yı darıltacak, hatta onun hakimiyet hakkına dokunacak faaliyetlerde bulunuyordu. Balkanlar yoluyla İstanbul'a ve Ege denizine inmekten ümidini kesen Rusya, Doğu Anadolu yolundan İskenderun ve Kudüs yönünü kollamaya başlıyordu. Bu da İngiltere'nin Doğu müstemlekeleri ve nüfuz sahası bakımından işine gelmiyordu. Ruslar, istila yollarında daima kargaşalık ve arkalarında emniyet 55 aradakları için Abdülhamid han ile karşılıklı olarak ermenileri baskıya almak fikrinde birleşmişlerdi. İngiltere ise, Doğuda, Afganistan, İran ve Türkiye üzerinde Rus nüfusuna tahammül edemediği için daima aleyhtar tavır alıyor, ve bu dolambaçlı vaziyet, her iki tarafı idare yoluyla istediği gibi hareket etmek niyetindeki Abdülhamid Han'ı sevindiriyordu.
Liderler, hayati mesele arzeden olayların üstesinden rahatlıkla gelebilecek kabiliyette sahip olmalı.
Osmanlılara imzalattırılan 3 Mart 1878 Ayastefanos [Yeşilköy] mu'âhedesini sultân Abdülhamîd hân bir türlü hazım edemedi. Dâhiyane bir kurnazlıkla 4 Haziran 1878 de İngiltere i!e gizlice anlaştı. Kıbrıs adasının idaresini İngiltere'ye bıraktı. Adanın gelirleri her yıl İstanbul'a yollanacak, ada Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası kalacaktı. Buna karşılık, İngiltere Ayastefanos mu'âhedesinin Türkiye lehine değiştirilmesine yardım edecekti. Böylece, Berlin mu'âhedesi, 13 Temmuz 1878 de imzalanarak, topraklarımızın çoğu geri alındı. Bu harpte, para tazminatı çok ağır oldu. Sultân Abdülhamîd, buna da pek dâhiyane çâre buldu. 1881'de Düyûn-i umumiyye idaresi kurarak, borçlan, ikiyüzelliiki milyondan, yüzaltı milyona indirdi. Bu büyük başarısı, memlekete unutulmaz bir hizmet oldu.
idaresi kurarak, borçlan, ikiyüzelliiki milyondan, yüzaltı milyona indirdi. Bu büyük başarısı, memlekete unutulmaz bir hizmet oldu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:17
Tedbir
II. Abdülhamid Han, İçteki ve dıştaki saldırılara karşı dahiyane tedbirler almakta ustaydı. Aldığı bu tedbirleri dünya tarihçileri hayranlıkla dile getirmişlerdir. Bunlar dan biri de şüphesiz ki "Hamidiye Alayları" olmuştur.
Araplar ve Kürtler Müslüman oldukları halde onların sosyal yapı ve coğrafi özellikleri dolayısıyla Osmanlı devletinde askerlik yapmazlardı. Devlete sadık olan ve Doğu Anadolu'nun dağlık alanlarında göçebe ve aşiret hayatı yaşıyan Kürtler'in özel hayatlarına karışılmazdı. Buna rağmen Berlin Andlaşması sonrasında meydana gelen yeni sosyal, iktisadi ve siyasi şartlar, Arap ve Kürtler'in de askere alınmasını gerektirdi. (77) Müslüman Osmanlı Milleti batılı tabirle "panislamist" siyaseti gereği bütün milletin devletin herşeyine iştirak etmesi, toprağını,vatanını koruması bilincine sahip olmalıydı. Sultan bu politikası gereğince Kürtleri ve Arapları askere almaya baslıyarak Libya'da yerlilerden "Koloğulları'nı ve Doğu Anadolu'da da "Hamidiye Alaylanrını kurdu.
Lider, vatan topraklarını iyi bilmek ve milletinin karakterini iyi kavrayıp şartlara uygun tedbirler almak zorundadır.
II. Abdülhamid Han, Doğu Anadolu'ya büyük bir ehemmiyet veriyordu. Ve Berlin Antlaşması sonrasında buralara göz diken en büyük emperyalist güç Rusya idi. Rusya, Doğu anadolu üzerinden İskenderun ve Basra Körfezleri'ne inmek istiyordu. Ermenileri kışkırtan İngiltere, Rusya'nın Güney Yolu'nü tıkamak için Doğu Anadolu'da tampon bir Ermeni devleti kurmak istiyordu. Daha da önemlisi ortaya çıkan Ermeni Meselesi'ne karşı bu toprakların korunması da bizzat toprak sahipleri tarafından yapılmalıydı.
Askeri sahada teşkilatsız ve disiplinsiz olan kürtlerin eğitimi ve topraklarının korunması için 60-80 adet Kürt aşiret reisi Yıldız'a cagrilarak Abdulhamid Han bunlarla bizzat görüşerek düzenli süvari alaylarının kurulması için kendilerine devletin üniforma ve teçhizat vereceği, onların Osmanlı ordusunun bütün haklarına sahip bireyler olacaklarım, bu alaylardan herbiri her yıl sırayla, şehri korumak şerefine erişmek için İstanbul'u ziyaret edeceklerini belirtiliyordu. İslam Halifesi ile görüşmekten aşırı derecede memnun Kürt aşiret reisleri: "Bundan Böyle Sultan'ın dostları benim de dostlarım, düşmanları benim de düşmanlarımdır" şeklinde Sultan'a tezahüratlarda bulundular. " (78)
II. Abdülhamid Han'ın Kürt aşiret reislerinin kuracağı alaylara "Hamidiye Alayları" adını vermişti. Hamidiye Alayları, Doğu Anadolu'yu Rusya ve Ermeniler'in saldırılarından korumakla kalmayacak, "İslam Birliği" siyasetinin bir gereği olarak merkezi otoritenin tesisi, Doğu Anadolu'da devletin etkin olabileceği yeni bir sosyopolitik dengenin kurulması temin edilecekti. Bununla birlikte askeri disipline sokulan aşiretler bölgede kolluk kuvveti olarak kullanılacaktı. Aşiretleri iskan etmek, onları disiplin altına alarak yerleşik ve medeni bir hayata alıştırmak, eğitmek, aşiret kavgalarına son
vermek, bölgenin imarına çalışmak gibi amaçları da güdüyordu. (79)
Hamidiye Alayları, 1891'de çıkarılan "Nizamname"ye göre kurulmaya başlandı. Buna göre her aşiret 4 bölükten az, 6 bölükten fazla askeri birlik kuramayacaktı. Kesinlikle alay tesis edilmeyecek, eğitim maksadıyla aşiretler birleştirilmeyecek, komutanları İstanbul'dan gönderilen subaylar olacaktı. Pat i şah, alay kuran aşiretleri ödüllendiriyor, bunlara hediye, nişan ve silah veriyordu. Sultan'ı İstanbul'da ziyaret, imtiyaz ve övünme vesilesi olmuştu. Bu sebepten alay kurmak, bir yarış halini aldı. Karargahı Erzurum'da bulunan 4.Ordu'ya bağlı bu alayların sayısı 1895'de 56'ya yükseldi. Bunlardan beklenen tam disiplin ve başarı sağlanamadıysa da pek çok aşiretin merkezi otoriteye bağlılığı gerçekleştirilmiş oldu. (80)
Sultan, Hamidiye Alayları'ndan sonra İstanbul'da Aşiret Mektepleri kurdu. Bu mekteplerin kurulmasının maksadı, emperyalist devletlerin tahriklerine açık olan gerek Arap ve gerekse Kürt aşiret reis ve ağalarının çocuklarının Osmanlı kültürüyle yetiştirilerek devlete ve saltanata bağlamak ve bölgeyi düşmanlardan korumaktı. Bu şekilde Kürt ve Arap aşiretleri merkezi sisteme daha iyi bağlanacaktı. (81)
8 Temmuz 1892'de çıkan nizamnameye göre yönetilen bu okullar, 5 yıl süreli ve parasız yatılı idi. 12-16 yaşındaki aşirete mensup çocukları alınıyor, Türkçe öğrenimine de önem verilen bu okullardan beklenen fayda tam olarak görülemediği için 1907'de kapatılıyordu.
Hamidiye Alayları'nın kurulmasıyla Kürt halkının Osmanlı devletleriyle ilişkileri daha sıklaştırılmış, Osmanlıya bağlılıkları pekiştirilmiştir. En önemlisi de Bu alaylar bölgede bir bağımsız Ermenistan devletinin kurulmasını engellemişlerdir.
Bölge şartlarını çok iyi bilen Kürtlerin oluşturduğu Hamidiye Alayları, Ermeni saldırıları karşısında Müslüman halkın müdafaasını yerine getirerek büyük bir katliam ve zulümlerden kurtulmalarına sebep olmuştur. Hamidiye alayları olmasaydı silahsız ve disiplinsiz Kürtler, kendilerini eğitimli ve silahlı Ermeni komitacıları karşısında kolay kolay savunamaycaklardı.
Sultan Abdülhamid Han'ın ileri görüşlülüğü ile kurduğu Hamidiye Alayları sayesinde ülkenin bütünlüğü ve Müslüman halkın korunması sağlanmıştır, l. Dünya ve İstiklal Harplerinde de büyük faydaları görülen Hamidiye Alayları ile bölgede aynı zamanda İslam Birliği politikası hedefine ulaşmıştır.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:18
Icraatlar Lider'in Aynasidir
II. Abdülhamid Han, laf değil, icraat seven bir Sultan'dı. Halkın duasını almak için ona hayırlı hizmetler etmek biricik gayesiydi. O halkı için vardı. Halkına samimi bir şekilde ve hiçbir şey beklemeden hizmet etmek onu çok mutlu ederdi.
Hizmetin de ancak kendisine hazırlanan komploların bertarafı ile mümkün olabileceğine inanıyordu. Bu nedenle fevkalade olan aklı, zekâsı ve ilmi ilmiyle memlekete karşı asırlar boyunca hazırlanmış olan sinsi planları görmekte gecikmedi. Memleketin felaketine çalışan ve Batılı devletlerin masası haline gelmiş yöneticileri iş başından uzaklaştırdı. İslâm bilgilerini, ya'nî din ve fen ve ahlâk bilgilerini memleketin her yerine yaydı. Çok sayıda kültürlü din adamı yetiştirdi. Milleti otuzbir sene adalet ile idare etti. Bilgili, temiz bir gençlik yetiştirdi. Haksızlığa, kötülüğe, ahlâksızlığa karşı amansız bir mücadele yerdi. Bu yüzden bazı kimselerin hedefi oldu. Yıllarca kötülendi. İftiralara uğradı. Gelecek nesillere farklı şekilde tanıtıldı. Fakat, insaf ehli tarihçilerin yazılarım okuyanlar ve onun ilme, fenne, sanayiye, ticârete, ahlâka, kısaca insanlığa bıraktığı eserlerini görenler, bu iftiralara aldanmadı. Onun büyüklüğü karşısında hayran kalarak örnek aldılar.
Hizmetler
II. Sultan Abdülhamid Han, bilim ve teknolojide, medeniyette ilerleme hususunda çok hassas davrandı. Devletin imarı, kalkınmasına yönelik ıslahat prensipleri; dengeci, çağdaş, bağımsız, kendine has ve Avrupa medeniyetinden faydalanma esaslarına dayanıyordu.
İyi bir lider, halkına babalık şehfatı ile hizmet edendir.
Sultanın gayesi, halkını huzur ve refah içerisinde yaşatmaktı. Bu hususta şöyle diyecektir: "Bir devlet ve milletin varolabilmesi için ancak birkaç şey lazımdır. Din ve dini korumak için bir parça taassup, maarif, milliyet, servet ve sanat" (83) "İyi bir hükümdarın vazifesi, tebaasına babalık etmektir" " Benim esas çabalarım ise, barış ve medeniyet yolunda sarfedilmektir" (84) sözleri maksadının temelini oluşturmaktadır.
Ordu, eğitim ve sanayi alanında temel kalkınma hamlelerine hız verdi. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Maliye, Baytar okullarını açtı, Darülfünun (Üniversite) ıslahı, demiryollarının inşası, fabrikaların kurulması, mülkiye ve adliye teşkilatının yeni esaslara bağlanması gibi teşebbüslerle halkın sevgisini kazandı.
Sultan, aşırı derecede propagandası yapılan Batı kültür ve medeniyeti baskısının bertarafı için çok gayret sarfetti. Batı'nın tüm yenilik isteklerinin Gayri Müslim tebaanın yararına olduğunu görerek farklı bir politika takip etti. Bu politikanın esası, hizmetlerden sadece gayri müslimlerin değil memleket sınırları dahilinde bulunan tüm insanların faydalanması amacına yönelikti. Batılı devletlerin reform paketleri yerine ülkenin kendisine has reform paketlerini uygulamaya çalıştı.
Bir ilaç, her bünyeye aynı faydayı sağlamaz.
Abdülhamid Han; Avrupalı devletlerin devamlı hürriyet ve sefbesti taleplerinde samimi olmadıklarım, zaten onlarda olmayan bu serbstilerin kendilerinde olduğunu belirterek, ilerlemenin, bilim ve teknolojide Batılı devletler seviyesine gelmenin yavaş yavaş olacağını, bunda acele etmenin ise memleket için felaket olacağını belirtiyordu; "Memleketimiz, Avrupa ölçüleriyle mütaala edilemez...Bazı yerlerde, Avrupa ortaçağı hayatım sürdüren vahşi, barbar insanlar yaşar. Bu insanlar, Avrupa'nın bugünkü hayatına nasıl intibak edebilirler...Batı'dan gelen bütün yeniliklere düşman olduğumuzu söylemek haksızlık olur" (85)
Esaretin diğer bir versiyonu milletleri borçlandırmaktır.
Borç para alan devletler, borçlandıkları ülkelerin hizmetkarı ve bir nevi sömürgesi haline gelirler. Abdülhamid Han bunun idrakinde olarak ülkeyi borçla değil, öz kaynakları ile (bağımsız olarak) kalkındırma hedefini seçti. Taklitten kaçındı. Batının kültürü değil, bilim ve teknolojisinden istifade ile en iyisini yapmaya gayret etti. 60 Müesseseleri ve gelenekleri bozmadan memleketi maddeten kuv-* vetlendirecek teşebbüslere girişti. Dış borçların bir kısmını ödedi ve yeni borç almadan ülkeyi kendi imkanları ile kalkındırdı. Onun zamanında kurulan meslek okulları, yapılan kara ve demir yolları, kurulan işletmeler Osmanlı devletini zamanın devletleri ile yarış eder hale getirdi.
Düşman tarafından tavsiye edilen kurtuluş reçetesi öldürmek içindir.
II. Abdülhamid Han anlatıyor; "İnkişaf (ilerlemek) dış tesirler ve tazyikler neticesinde olamaz; içimizden gelmeli, kendiliğinden tabii olmalı ve kendi yolunu takip etmelidir. İnkılap diye kabul ettirmek istedikleri yenilikler, muhakkak ki bizim felaketimize sebep olacaktır. Neden bunlar bize, bizi mahvetmeye ahdetmiş düşmanlarımız tarafından tavsiye edilmektedir? Çünkü onlar, o inkılapların felaketimize sebep olacak hastalık olduğunu bildiklerinden bilhassa tavsiye etmektedirler. Bizim güya geri kalmış halimize herkes acımakta, Avrupa memleketleri asıl kendilerinde birçok reform ihtiyaçları olduğu halde riyakarca bizim kalkınmamız için bir şeyler yapmamızı istemektedirler. Büyük Devletlerin inkılap talepleri hiç bit-
miyor. Memleketimizin teşkilatı hakkında hiçbir şey bilmedikleri halde, nasihatçı rolü oynamaktan vazgeçmiyorlar. Sefirler, sanki hükümdar imişler gibi saraylarında oturuyorlar, ancak birkaç yüksek memurla münasebetleri oluyor ve oturdukları yüksek yerlerden hükümler veriyorlar. Memleketimize ait bütün bildikleri İstanbul ve Adalar'dan ibarettir. Hayatımızın içyüzü hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Dinimizi tanımazlar, dilimizi anlamazlar. Bütün bunlara rağmen, tavsiyelerini muhakkak kabul ettirmeye çalışırlar. Allah'tan kendi aralarında da hiçbir zaman anlaşmazlar. Günümüze ait meselelerde, hepsi kendine göre ayrı bir fikir verir. Müşterek oldukları yegana nokta şudur: Efkar-ı umumiyede, sanki bütün inkılaplar, onların teklifleri ve baskılarıyla yapılıyormuş gibi bir tesir uyandırarak bizi milletimizin önünde küçük düşürmek, buna mukabil Hıristiyan-lar'ı yükseltip, büsbütün güçlenmelerine vesile olmak. Bu inkılap mevzuu şeytanca bulunmuş bir desisedir. Bizi kendi halimize bıraksalar çok daha iyi ederler. Çünkü kabul ettirmek istedikleri bu inkılaplar, milletimizin menfaati bakımından ciddiye alınıp tatbik edilebilecek şeyler değildir. Halbuki kendi irademizle hareket edebilsek yavaş fakat devamlı bir şekilde ilerleyeceğimizden eminim. Eğer bizde bazı inkılaplar kabul edilecekse, memleketin hakiki şartları göz önünde tutularak yapılmalıdır. Yani teferrut etmiş birkaç idarecinin fikir seviyesi değil, halkın medeniyet seviyesine nazarı itibara alınmalıdır. Avrupa'dan gelen her şeyi şüphe ile karşılayan, pek çok defa fermanlarımızı aldığı anda yakın ulema sınıfın aksül emelini de hesaba katmak lazımdır. İnkılapların tatbikinde her adımı atmadan evvel zemini yoklayarak, yavaş, yavaş hareket etmekle haklı olduğuna kaniyim." (86)kuvvet, ayrılıkta sıkıntı ve felaket
Birlik ve beraberlikte vardır.
Abdülhamid Han maddi ve manevi alanda ilerlemenin ancak birlik ve beraberlik içerisinde çalışmakla, yavaş yavaş olacağım, birden bire inkişafın mümkün olmadığını, emperyalist devletlerin ülkedeki menfaatleri icabınca buna müsaade etmediklerini, devletler arasında güçlü olan yaşar ve güçlü olan haklıdır prensibinin yürürlükte olduğunu belirterek sık sık şunu dile getirirdi;
İlerlemek, büyümek ancak iç bünyedeki hu/urun temini ile mümkündür.
Allah bize sulh ve sükunet nasip eylesin. Hiçbir memleketin, bizim kadar buna ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum. İdaremizin pek çok eksikliği olduğu, memurlarımızın gevşek çalışmalarında, devletimiz içindeki ebedi ve tahammülsüz kaynaşmayı meydana getirmeyi sebep olduğu tarafımızdan biliniyor. Fakat bizi herşeyden fazla felakete iten, Büyük devletlerin entirikalarıdır. Bu devletler, tabiye-timizdeki milletleri, arka arkaya isyana teşvik etmek suretiyle, bizi her sene daha fazla sıkıntıya düşürmektedirler. Her sene, bu uğurda hiç faydasız sarfettiğimiz milyonlarla ne kadar lüzumlu şeyler yapılabilir. Fakat Büyük devletler, geniş teşkilatlı imparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar ne de sükunet! Gene Büyük devletler sebebiyle halkımızı ilerletmeye imkan bulamadık. Bütün bunlar bizim zayıf kalmamıza sebep oldu. Bize de hiç olmazsa 10 senelik bir sulh tanınsa Japonların o kadar methettikleri ilerlemelerini biz de yakalayabilirdik. Onlar, Avrupa'nın pençesinden uzak olduklarından, bize nazaran bahtiyar, emniyet içinde yaşamaktadırlar. Maalesef biz, tam Avrupa sırtlarının geçiş yerinde çadırlarımızı kurmuşuz."
Kuvvet, hayatta kalmanın temel direğidir.
Abdülhamid Han anlatmaya devam ediyor; "Hükümran olan tabiat kanunudur. Kuvvetli daima haklıdır. Şimdi biz zayıf olduğumuz için Avrupa korkusuzca sertlik gösterebiliyor. Geriye baktığımız vakit, vaziyetimizin, Büyük devletlerle yaptığımız andlaşma-larla garanti altına alınmış olunduğunu görürüz. Fakat bu andlaşma-lara ve verilen sözlere rağmen, büyük devletler, millet hakkı kanununa hiç aldırış etmeksizin eyaletlerimizi teker teker elimizden aldılar." "Hukuk işlerimizde, yabancıların vesayet iddiaları bizim için haysiyet kırıcıdır. Japonlar bu dertten kurtulalı epey sene olmuştur. Osmanlılara bu hakkı tanımak istememektedirler. Bütün devletlerin tarafgirliği hakikaten sınırı aşmaktadırlar."
"Kuvvetli olursak kapitülasyonlar da yavaş yavaş kaldırılır. Gümrük andlaşmaları da değiştirilir. Yabancılara verilmiş bir çok zayıf zararlı imtiyazlar da kuvvet sayesinde hafifletilerek varlığı, yokluğu bir hükümde kalır. Devletin itibarı da o ölçüde artar. İç ve dış işlerimize karışmazlar. Devletin işleri kolaylaşır. Halbuki, bugün sokakta bir Müslüman ile bir Ermeni kavga etse, bir tercüman işe
karışıyor. Bunlar devletin tebaasıdır, sizin karışmaya na hakkınız var? Denildiğinde "eli hükm-i limen galabey' (hüküm galibindir) diye cevap veriyorlar."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:18
Medeniyet
Marifet, yabancı medeniyetleri körü körüne taklit değil, faydalı olanı alarak bünyeye adapte etmektir.
II. Abdülhamid Han Batı'nın bilim ve teknolojideki ilerlemesine hayrandır ve Osmanlı Devleti'nin bu alanda geri kaldığına üzülmektedir. Ve hatta Batı'daki Bilim ve teknolojideki ilerlemenin sebepleri ve teknolojideki yenilikleri ülkeye getirmek için öğrenciler gönderir. Ne yazık ki giden bu öğrencilerin çoğu Batı'nın bilim ve teknolojisini alacakları yerde Batılı ajanların tuzaklarına düşerler. Bu gençlerden bazıları ülkelererinin terakkisi için gönderdikleri Sultanlarını devirmek ve hatta öldürmek için çalışan İngiliz, Alman ve Ruslarla işbirliği yapmaktan çekinmeyecek ve nihayetinde kendisini tahttan indireceklerdir.
Sultan, Batı medeniyeti hakkında şunları söylemektedir: "Avrupa'nın medeniyetine (bilim ve teknoloji alandaki) daima takdir ederim. Fakat Hıristiyanlığı (kültürlerini) hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün taraflarını da görmedim. Başkalarını gelişi güzel taklit etmekten hoşlanmadım. Marifet, bu medeniyeti kendimize uydurabilmektir. Ben bu medeniyetin iyi taraflarını hatta sarayıma getirdim. Yıldız'da cuma ve pazartesi geceleri, temsil-ler,konserler verilmesini emretmiştim." (88)
"Avrupa medeniyeti'nin en iyi taraflarını alıp, Şark kültürüyle karıştırmak suretiyle meydana gelecek ve olgunlaşacak yeni bir medeniyeti, bizde ancak gelecek nesiller görebileceklerdir." (89)
Gelişi güzel taklit felaket getirir.
Birinci Dünya Harbinin başında Başkumandan Vekili Enver Paşayı Beylerbeyi sarayına davet ederek şu tavsiyede bulunur;
"Oğlum Enver. 33 sene saltanat sürdüm! Padişahlığım müdde-tince ferdin hürriyetine, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat key-
femayeşe bir hürriyeti, gelişi güzel bir serbestiyi de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele matbuatta (basında) pek revaçta görülen müstehcen resim ve yazılara sinsi fikirlerin hakim olmasına asla müsaade etmedim. Avrupalıların medeniyetini daima takdir ederim. Fakat Hıristiyanlığı hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün tarafını da görmedim. Başkalarını gerişi güzel aklit etmekten hoşlanmam. Marifet bu medeniyeti kendi bünyemize uydurabilmektir. Ben de bu medeniyetin iyi taraflarını hatta sarayıma getirdim. Yıldızda Cuma ve Pazartesi geceleri, temsiller, konserler verilmesini emretmiştim. Garbın sanatkarlarını, bizzat sarayda hem seyrettim hem müziklerini dinledim. Bu toplantılara haremi, sultanları, damatları hatta harem ağalarımla kalfalarımı dahi davet ettim.Padişah olarak bu memleketin tarihinde ilk Meclis-ı Mesubam ben açtırdım. Fakat mebusların kafi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce aynı Meclisi ben kapattırdım.Bilir misin, Osmanıl Meclis-i Mebusanının verdiği ilan-ı harp kararı bize neye mal oldu? Bu Rus Harbi ile Balkanları, Rumeli'yi kaybettik, Mithat Paşa bu hususta çok ısrar etmişti. Harbin korkunç netayicini (neticesini) ça-64 bük gördüm. Plevnenin şanlı müdafaasına, Karsın kahramanca sa-• vaşına rağmen mağlup olduk. Rus orduları Ayastafanosa (Yeşilkö-ye) kadar geldiler."
"Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!..."
Sultan anlatmaya devam ediyor: "Evet, Enver Paşa, şimdi siz de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Fakat bu iş acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştı. İnşaallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah felaketli biterse, ister misin ki, bu da bize Anadoluya mal olsun? O zaman elimizde ne kalır? Hareket ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri zapttettiniz.Saraya kadar dayandınız, beni de hal'ettiniz...Unutmayın ki, emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerini bildirmiştim.Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiçbir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler.Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar.Üstelik 31 Mart hadisesini benden bildiler. Halbuki bunda hiçbir alakam yoktu. Asileri tahrik edenler elbet de vardı. Fakat bunlar asla saraya mensup kimseler değildi. Her devir-
de devletin düşmanları olacaktır. Bunları tahkiksiz, mesnetsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdanı bir hareket değildir. Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasudur. Bu Yahudiyi ne diye karşımıza çıkardınız? Bununla makam-ı hilafet vesaltanatı elin Yahudisine tahkik ettirdiniz. Selanikte bir mason locasının üstad-ı azamı olan bu kişi ile, Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutagelen hilafet, ancak bir Musevi-nin tebligatı ile Hanedan-ı Ali-i Osmanının bir rüknünden alınmış oldu. İftihar edebilirsiniz.Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin. İstikbalin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir nasihat vereyim: Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!...Dikkat et!...Allah millete, devlete zeval vermesin!..." (90)
Ben Edebin Değil, Edepsizliğin düşmanıyım.
Abdülhamid Han'ın sadrazamlarından Halil Rifat Paşa torunu yazar Vedat Örfi Bey tarafından 1922 tarihinde neşredilen ve 72 sayfalık Abdülhamid Han'ın Beylerbeyi sarayında yazdığı bildirilen Hatıratından bir pasaj:
"...Beni Edebiyata düşman zan ve böyle ilan ederlerdi. Hayır! Ben edebiyatın değil, edepsizliğin ve üdebanın değil edepsizliğin düşmanıydım!...Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Beye (Namık Kemal) vefatı gününe kadar kesemden maaş vermez ve oğlunu hizmetime almazdım. Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak •Hamid Beyi dolgun maaşlarla terfih ettikten sonra arasıra borçlarını vermek gibi hayrhahlıklarda bulunmazdım....Hayır, tekra ederim ki, ben üdebanın hakiki ve müşfik bir dostuydum.Eğer onlara düşman olsaydım benim de sokak ortalarında edip ve muharrir öldürecek adamlarım yok değildi!" (91)
Tasarruf
Zenginliğin Sırrı "Dikkatli bir muhasebe ve akıllı bir tasarruf
II. Abdülhamid han, çok sade bir hayat sürer, İsraftan ve gösterişten hoşlanmazdı.
Zenginliğinin sırrı dikkatli bir muhasebe ve akıllı bir tasarrufa borçlu olduğunu söylerdi.
Tahta geçişinden sonra uyguladığı muazzam tasarruf politikasıyla saray başta olmak üzere ülkedeki israfları kıstı. Sarayın masraflarını asgariye indirdi. Saray memurlarının sabah-akşam evlerine yemek götürmelerini dahi yasakladı. Valide sultanlara muhsus imtiyazları kaldırdı. Saray'ın merasim usulü ve teşrifatını sadeleştirdi. Galata bankerlerinin en zengini zeki ve kurnaz George Zafiri'yi kendisine mali danışman tayin etti.
Kendi şahsına ayrılan para miktarında indirim yaptı. Yıldız Sarayı masraflarının üçte birini kendi emlak gelirlerinden karşıladı. Kendisine ait işletmelerden 1902'de 8 milyon servet yapmış, bunu devlet haracamalarında kullanmıştı. (92)
Dış müdahalelere meydan vermemek için ve alacaklılara emniyetli bir çare olmak üzere Duyun-i Umumiye İdaresi'ni kurdu. Bu idare o dönemde devletlerin fiili müdahalesine kısmen mani olduğu için memlekete faydalı bir kuruluş olmuştu.
İktidarı süresince, Avrupa'nın politik kontrolünü sürekli red-66 detti ve bağımsız bir politika takip etmeye çalıştı. Dış güçlerin mü--* dahalesini önlemek gayesiyle dış borçları bir daha almamaya ve aldığı borçlan da vaktinde ödemeye, ülkenin öz kaynakları ile kalkınmaya özen gösterdi. Takip ettiği bu politika sayesinde devlet borçlarının dörtte üçü ödendi.
II. Abdülhamid Han, Kapitülasyonlar sebebiyle verimli bir vergi reformu yapmaya muvaffak olamadı. Vergilerin çoğu Müslüman tebaadan toplanıyordu. Gayri Müslim teba Batı'nın adeta şımarık çocukları haline gelmişler ve pazarlıkla çok az vergi vermeye çalıştılar. Adam başına senede 50 TL. ödemesi icap ederken 20 TL ödüyorlardı. (93)
Halkın Menfaatini düşünen yöneticiler iş başına getirilmeli.
Mister Tomson Sultan Abdülhamid Han'dan şunu nakleder: "Şahsi menfaatlerinden ziyade amme faydalarını düşünenleri işbaşına getirmek lazımdır. İlk vazifem devlet maliyesini yeni baştan tesis ve tanzim etmektir.Türkiye'den alacaklı olanların hakkını korumak, bunları temin için de ciddi surette tasarrufa riayet etmek şarttır. Ben bu sahada en iyi misal olacağım."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:19
Fedakarlik
II.Abdülhamid Han, hesabını bilen, tek kuruşun israfına razı olmayan, buna rağmen yerinde ve sırasında hiçbir fedakarlık ve cömertlikten kaçınmayan hayırsever bir patişah idi. (95) Aynı zamanda halkının dertleriyle yakından ilgilenir, yardım talep edenlerin ihtiyaçlarıyla bizzat alakadar olurdu.
Sultan, tahta geçtiği sıralarda Bosna-Hersek ayaklanmış, Karadağ orduyu sarmış ve yenmiş, Sırbistan düzenli ve tehlikeli bir kuvvetle ülkeye savaş açmıştı. Bunu Osmanlı-Rus harbi takip etti. Ulaşım araçlarının eksikliği, Rumelilideki Müslüman halkın dışında kalan azınlıkların ta Edirne'ye kadar uzanan ayaklanmaları ülkeyi bir alev topuna dönüştürmüştü. Ve ülkeye akın eden göçmenler de buna ekleninice içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bu felaketler döneminde göçmenlerin barınma ve iaşelerini temin aynı zamanda ülkeyi borç batağından kutarma çabaları büyük bir hayranlık uyandırdı.
Ülkeleri iflasa sürekleyen amillerin başında israf gelir
Borç batağına saplanan ülkeyi takip ettiği usta siyasetiyle kısa bir zamanda kurtararak dünyada eski güvenini kazanmasına sebep oldu. Ülkenin felakete sürüklenmesinin sebeplerinden birinin israf olduğunu belirterek; "müsrifliğin ne feci bir kusur olduğunu çok yakından gördüm. Maliyemizi mahveden ve İmparatorluğumuzu iflasın iki parmak ötesine kadar götüren bu israfil hayat değil midir?" diyordu. (96)
Osmanlı Devleti, 1854-55 Kırım Harbi yıllarında ilk defa dış borç almaya başlamış ve alınan borçların yanlış kullanımı neticesinde 1880 li yılların başında 250 milyon liraya yükselmişti.
Rusya ile yapılan savaş, Osmanlı devletininin ekonomisini çökertti. Yapılan anlaşma neticesinde Rusya'ya ödenecek harp tazminatı 300 milyon ruble idi. Devletin tüm gelirlerinin dahi karşılayamadığı bu ağır savaş tazmitanını Sultan Adülhamid Han vermemekte direndi. Nihayetinde Rus Çar'ı ile kurduğu yakın şahsi dostluğu sayesinde 34 milyona indirildirilen tazminatın faizi ile birlikte yüzyılda ödenmesi karara bağlandı. Yıllık Taksit tutarı ise 350 bin idi.
(97)
II. Abdülhamid Han bu hususta şunları söylemektedir:
"...Ben 1324 (1908) senesinin Temmuzunda hükümeti bu mücahitlere, 1325 (1909) Nisanında da saltanatı şefketli biraderim hazretlerine teslim ettim. Benim zamammda hududumuz, İşkodra'dan Basra körfezine, Karadeniz'den Sahra'yı Kebir çöllerine imtidad ederdi. (Almanac de Gotha) nın 1908 senesinde neşrolunan nüsha-sıyla bu sene çıkanı karşılaştırılırsa, ahlafıma yangın değil, büyük bir ülke, otuz milyonu mütecaviz nüfus, bir ordu terketmiş olduğum anlaşılır.
Şöyle böyle on sene oldu. Yani müddet-i saltanatımın bir sül-sü...Asarımın üçte değil, onda birini vücuda getirdiler mi? Makanı-ı hükümdariye geldiğim zaman, üç yüz milyon liraya takarrup etmiş olan düyun-u umumiyemizi, iki büyük harbin ve birçok dahili kı-68 yamlardaki sevkiyat-ı askeriyenin icap ettiği masrafi, tediye ettikten • sonra, otuz milyona indirdiğime muvaffak olmuştum. Yani, bir öşrüne...Nazım Bey'le rüfekası ise, benim bıraktığım otuzmilyon bor-ru bugüne kadar dört yüz milyona çıkardılar.Yani on üç misline. Demek ki, haleflerim, (Makam-ı saltanatta icraya hükm-i nüfuz eden yalnız biraderim olmadığ için haleflerim diyorum) yalnız mik-dar-ı duyunu tezyid hususnda ibzal-i faaliyet ve ihraz-ı muvaffakiyet etmiştir.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:19
Güçlü Bir Ordu
Abdülhamid Han, ülkenin içerisinde bulunduğu darboğaza rağmen, ordunun ıslahını, güçlenmesini temin etti. 1897'deki Türk-Yunan savaşının kazanılması Osmanlı ordusunun gücünü ortaya koymuştu. Almanya'dan gayet ucuz ve elverişli şartlarla alınan modern top, tüfek, askeri araç ve gereçlerle ordu donatılmıştı. Milyonlarca mavzer, yüzlerce ateşli toplar dahi tedarik edildi. Ordu güçlendirildi. Her türlü araç ve gereç mükemmel hale getirilmeye çalışıldı. Kısa zamanda toplanıp yığınak yapabilme imkanı sağlandı. Gereğinde bir milyon askeri kuvvetin eğitilmiş ve mükemmel olarak toplanabilmesi için, gerekli komutan ve subaylar daima elde bulun-
duruldu. Islahatlar çerçevesinde bilhassa harp okulları ve diğer askeri okullara, ordunun belkemiğini oluşturan kurmay subay yetiştirilmesine büyük önem verildi. 1. Dünya harbinde büyük kahramanlıklar gösteren komutanların çoğu bu okullarda yetişmişti.
Gayri Müslimlerden askerlik hizmeti istemek intihardan farksızdır.
II. Abdülhamid Han, gayri Müslimlerin askere alınmasına ve asker sayısının indirilmesine şiddetle karşı çıkmış ve "Müslüman olmayanlardan askerlik hizmeti istemeyi düşünmek, hayal kurmaktır ve bizim için intihardan farkı yoktur" derdi. (99)
II. Abdülhamid Han, donanmayı da yenilendirme ve güçlendirmede büyük çabalar sarfederek çürüyen gemileri iç ve dış tersanelerde tamir ettirdi. Sultan Abdülazizden sonra dışarıya, Osmanlı tarihinde en çok harp gemisi siparişi veren Abdülhamid han, bir kısım gemilerin de iç tersanelerde üretimini sağladı. Abdülhamid Han'ın bu yöndeki yenilikleri ve donanmayı kuvvetlendirmesi bu- 69 yük takdir topladı. İç tersanelerde Batı ile rakebet edebilecek şekil- • de üretimi mümkün olmayan donanma için Batılı ülkelere yeni harp gemileri siparişi verilerek donanmanın modernizasyonu sağlandı. Ve dışardan temin edilen bu gemilerle de Balkan ve Birinci dünya harbinde büyük başarılara imza atılacaktır. (100)
"Orduyu Siyasetin Dışında Tutunuz"
II. Abdülhamid Han, ordunun siyasete karıştırılmasının büyük bir hata olduğunu ve kesinlikle siyasete karıştırılmaması gerektiğini bildiriyordu. Fethi Bey'e bu hususta şunları anlatmaktadır:
"...Orduyu siyasetin dışında tutunuz. Sizin bugünün zimmam-daran-ı umur (ön plandaki kişiler) arasında olduğunuz hakikatini derpiş ederek (gözönüne alarak) diyeceğim ki, bu hususu ternin için icap ederse her türlü fedekarlığı icap ediyorsa menfi akıbetleri de gözönüne almız. İfade edilmek istenmeyen hangi ahval ve şerait içinde olursa olsun, beni buraya getirmeye vesile olan son askeri hadisede eğer ben, size tavsiye ettiğim askerin siyaset harici tutulmasının aksini düşünseydim, oluk gibi kan akardı.Ordu siyasete itilmiş
olursa, bu hata münhasıran dahili gaileler tevlid etmekle kalmaz, vatanın müdafaasını zaruri kılan sebepler önünde, maazallah, memleketin müdafaasını gayr-i mümkün, kifayetsiz kılmak gibi telafisi imkansız felaketlere yol açar.Bugün ordumuzun başında olan mirliva, ferik ve müşirler (bütün kor, orgeneral ve mareşallar) bu kaidenin yetiştirdiği emektar askerlerdir.Kendileri makamlarında ve vazifelerinde kaldığı müddetçe hayırlı yolu terketmezler ümidindeyim. İşte, benim saltanatınız amanında en ali askeri mevkiler eline emanet edilmiş olan Mahmut Şevket Paşa'mn, size yazılmış mektuba vesile olan hassasiyeti de bunun isbat ediyor..." (101)
II. Sultan Abdülhamid Han, Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Halice çekip, Avrupa'da yeni yapılan üstün vasıflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. O'nun döneminde askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahve önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı. Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini çok severdi.
Yunan isyanını bastırmak üzere Ethem paşanın kumandasında gönderdiği askeri, kendisi saraydan idare ediyordu. Askeri, 24 saatte Termopil geçidini aşarak Atinaya girdi. Bütün Avrupa kumandanları buna şaşırdı. Çünki, Alman kurmayları, Osmanlı ordu- • su, Termopili altı ayda geçemez diye rapor vermişdi.
Ziraate Aşık Olmak
"Beşeriyetin zinginliğinın temelini ziraat teşkil eder."
II. Sultan Abdülhamid Han'ın üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biri de Ziraat oldu. Hatıralarında "Beşeriyetin zenginliğinin esasını teşkil eden ziraat. Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk yeri işgal eder. Çünkü bütün canlıları besleyen odur" (102) diyerek ziraatın Osmanlı devletindeki önemini belirtir.
Kendisi de bilhassa ziraatle uğraşmayı pek severdi. Şehzadeliği zamanında çiftliğinde bitki ve hayvan yetiştirerek çok büyük paralar kazandı ve bunu da saltanatı döneminde devletin hizmetinde
kullandı. Ziraate olan bu sevgisi dolayısıyla kendi çiftliğinde bir okul açarak zirai eğitim ve öğretime katkıda bulundu. Maslak çiftliğinde kurduğu bu ziraat okulunda dörtyüz talebe rahatlıkla eğitim alabiliyordu. Saltanatı döneminde bu ülkenin geneline yaygınlaştırıldı. Batı'dan modern alet ve makinalar, yeni tarım teknikleri ve ıslah edilmiş tohum, fide ve fidan getirilerek çiftçilere dağıtıldı. (103)
Türkiye ziraatçılarının kaynağını teşkil eden "Halkalı Ziraat Okulu" da Sultan Abdülhamid Han tarafından açıldı. Ve burada eğitim görecek bütün talebelerin ücretsiz olarak okuyacaklarını, okulun iyi eğitim verebilmesi için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacağını, ziraatte ve diğer islerde faydalı bir tarzda çalışacak bilgili gençlerin yetişeceği ümidiyle büyük gayretler sarf etti. Ziraatın Batıdaki gelişmelerden de istifade için yurtdışına öğrenciler gönderdi.
Bu husustaki görüşleri;
"Ziraate olduğu gibi hayvancılığa da önem verilmelidir."
"Toprak mahsûllerinin inkişafını temin etmek, başlıca gayemiz olmalıdır. Kaldı ki, sahip olduğumuz memleketin toprakları çok bereketlidir. Ziraatımızı icabeden seviyede tutabilmek için, ziraatçılarımızın modern ziraat ilmini tahsil etmeleri lüzumludur. Floksaray'a (bağları mahveden bu" hastalık) karşı mücadele tekniğini öğrenmesi için Fransa'ya birçok talebe göndermiş bulunuyoruz. Diğer bir kısmı da hayvancılık üzerine tetkikat yapmak üzere Almanya'ya gideceklerdir." (104)
Bizim kalkınmamızda ziraatın yanında hayvancılığa da büyük bir rolü olmalıdır. Bu memleket gerek küçükbaş, gerek kümes hayvanlarının yetiştirilmesine müsaittir. Bunun için köylümüzün hayvan yemini teşkil eden maddelerin ziraatına büyük ehemmiyet verilmesi lazımgelir. Sonra, hayvansal maddeler olan süt, süt ma-mülleri,yumurla istihsal elzemdir. Bu suretle dahilde gürbüz bir neslin yetimesine imkan verilmiş, harice de bunları ihraç edecek gelir kaynağı elde etmiş oluruz" ( 105)
Abdülhamid Han sulama alanlarının genişletilmesine de büyük önem verdi. Nehirlerin kanallar ile birleştirmesi ve Mısır'da Assu-
van'da olduğu gibi bir takım barajlar vücuda getirmenin önemli olduğunu, Fırat ile Dicle'yi, Seyhan ile Ceyhan'ı Sakarya ile Kızılırmak'ı daha faydalı bir hale getirilebileceğini belirterek bir nevi GAP projesinin fikir babalığını yapıyordu. Ve ilk defa Abdülhamid Han zamanında ormanlar devlet koruması altına alındı ve ormana zarar verebilecek keçilerin azaltılması yoluna gidildi.
Sultan'ın bu konudaki görüşlerini Zünnun Bey'den nakledelim;
"Sulama davalarımız da mühimdir. Nehirlerimizi kanallarla birleştirmek ve Mısır'da, Assuvan'da olduğu gibi birtakım barajlar vücuda getirmek elzemdir. Fırat ile Dıcleyi, Seyhan ile Ceyhan'ı, Sakarya ile Kızılırmağı, bilhassa Karadeniz ve Akdeniz limanlarımızı baştan başa inşa etmek, Anadolu ve Rumeli demiryollarını çoğaltmak pek zaruridir.Sizi temin ederim, yüzbaşım, bütün müddet-i saltanatım boyunca hep bunları düşündüm. Bazı imkanlarda aradım. Fakat bu noktada en korktuğum şey, yabancı sermayenin mevcutkapitülasyonları daha tahammül edilemez hale sokması ihtimaliydi. Esasen düşmanlarımızın mali tazyiki altındayız. Borçlarımız pek fazladır. Yabancı sermaye memleketi bu suretle daha müşkül bir vaziyete sokacaktır. Bir müstemleke haline gelmekten korktum."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:20
Ticaret
II. Abdülhamid Han, devletin kalkınması ve gelişmesinin ancak milli sanayi ve ticari kalkınmayla olacağına inanırdı. Adeta günümüz globalleşmesini daha o günlerden görüyordu. Sermayeyi elinde bulunduran güçlerin dünyaya hakim olacağım bunun da ancak ticaretle olacağına inanıyordu. Sanayi ve ticaret alanında kalkınmayı "devletin beka şartı" olarak görürdü. Zenginleri, mülk sahipleri, sanat sahipleri yabancı olan bir ülkenin kalkınamayacağını belirterek Müslümanların ticaretle uğraşmalarını isterdi.
"Patişah olmasaydım tüccar olurdum."
II. Abdülhamid Han zamanında 6 halı, 17 kumaş ve dokuma, a ve kiremit, l demir, l konserve, l gühercile, l elmas işlem,
l yağ, 2 un ve buz, l mum, l makarna fabrikası yapıldı. 7 askeri fabrika ile ayrıca çeşitli konularda 15 büyük imalathane ve atölye açıldı.
Hatıralarında bu hususta şunları yazar: "Gençlerimiz, memur, asker veya ulemadan olmayı tasarlıyorlar.Neden hiçbir Osmanlı büyük bir tüccar, mahir bir zanaatkar olmayı düşünmüyor? Ben de marangozluk sanatı ile meşgul olduğumdan, halka iyi bir numune sayılırım. Şimdiye kadar böyle çalışmaya alışmamış olmamız çok yazık. Bu tarz alışılagelmiş düşüncelerden kurtulmak çok güç olur." "Ah! Eğer ben serbest olsaydım, hem bir sanayi mektebi açardım. Yıldız'da yaptığım gibi küçük bir fabrika (çini ve demir fabrikası) tesis ederdim. Gençlere marangozluk, tornacılık, demircilik öğretirdim. Ben böyle az adam mı yetiştirmedim?"
"Ticaret ve sanayi kalkınmayı kimse düşünmüyor. Rumlar'ın, Ermeniler'in ticaret memlekete şeref getirmiyor ve hiçbir ilerleme olmuyor. Fakat bizim efendilerde de hiç ticaret arzusu yok" Bilindiği gibi Rum ve Ermeni zenginler, Türkiye'de elde ettikleri kazançları yurt dışına çıkarıyor, zenginleşme sonucu ortaya çıkan Rum ve Ermeni burjuvazisinin bölücülük hareketlerine öncülük ediyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:20
Egitim Politikasi
"Ben okumuş adamdan korkmuyorum"
II. Abdülhamid Han eğitime çok önem veriyor ve bu alanda hiçbir fedekarlıktan kaçınmıyordu. "Ben okumuş adamdan korkmuyorum" diyordu. Osmanlı devletinde en büyük eğitim ve öğretim hamleleri onun zamanında yapıldı. Eğitim alanındaki başarası düşmanlarının dahi takdirini toplayarak gerçekleri dile getirmek zorunda kalıdlar.
Kendisine muhalif olan Ahmet Reşit Rey; "Gariptir ki, bir taraftan basını bu kadar baskı altında bulunduran Abdülhamid, diğer taraftan memleketin irfanının yükselmesi için yabancı lisanların öğrenilmesine ve milletin aydınlanmasına çok çalışır ve okullara çok önem verirdi. Yakınlarından işittiğimize göre "bir milletin hürriyet
ve Meşrutiyet'e kavuşması için daha olgunlaşması ve cehaletten kurtulması lazımdır" dermiş. ( 108)
II. Abdülhamid Han eğitim ve öğretim alanında gençlere ne olursa olsun iyi bir İslami terbiyenin verilmesini ister ve bu konuda zaman zaman irade-i seniyyeler yayınlatırdı.
19 Eylül 1901 tarihlisinde "(Okuldaki) programların din bilgilerinden sonra o havalinin mahilli iştigali olan ziraat ve sanayiye ait fen ilimlerini tahsili esasına göre tanzim...ve daimi olması" isteniliyordu. Eğitim ve öğretim konusunda üzerinde titrediği iki konu vardır din ve fen.
II. Abdülhamid Han, Batı'daki bilim ve teknoloji transferi Avrupa'ya her dalda öğrenci gönderdi. Ama maalesef giden bu öğrencilerin bir çoğu nefs ve şehvetlerinin esiri olarak Batı kültür potasında eridiler. Abdülhamid Han da bundan şikayetçi olarak;
"Berlin'deki sefirimizin, bize verdiği raporlara göre, bu genç-ler arasında kendisini çalışmaya adayanların sayası pek az olduğu görülüyor. Almanya'ya giden gençlerimizin çoğu Osmanlılara has itidal ve sadelik faziletlerini kaybediyorlar. Orada öğrendikeleri ise içki içmek, ahlaka uygunsuzluk ve-buna benzer şeyler oluyor. Kendini beğenmiş, iddialı, şişinerek döndüklerinde, arkadaşlarına ve ihtiyar fakat tecrübeli paşalara yukarıdan bakıyorlar. Örflerimizi, adetlerimizi tenkit ediyorlar. Hele Paris'e tahsile gidenlerin ekserisi eğlenceye dalıyorlar, çalışmaya vakit bulamıyorlar." (109)
Yarı aydınların işgal ettiği cemiyetler iflah olamazlar.
Eğitimin önemi hususunda sultan şunları söyliyecektir: "Rusya, Almanya ve Avusturya devletleri ilerlediler; özellikle Rusya vaktiyle önemsiz iken bugün Avrupa'nın büyük devletlerinden sayılmaktadır. Biz geri kaldık. İlim ve fennin ilerlemesi mekteplerden çıkan diplomalı efendilerin kullanılmasıyla olur. "Ne yazık ki, tam bilgili olan adamımız çok azdır. Tam tersine yarım bilgili olanlarımız ise pek çoktur. Onun için milliyet ve dinin ne demek olduğunu bilmezler. Tam tersine memleketimizdeki Hıristiyanlar oldukça bilgili oldukları gibi kendi mezheplerince dindar ve dinlerini koruya-
çak kadar da taassupları bulunmaktadır. Böylelikle milliyetlerini koruyabilmektedirler." (110)
II. Abdülhamid Han, yabancı devletlerin ülkede kurdukları okulların zararları olduğunu belirterek bu konuda şunları yazmaktadır: "Özel okullar, devletimiz için büyük tehlike teşkil etmektedir. Şimdiye kadar affedilmez bir kayıtsızlıkla her devlete her zaman ve her mahalde mektep açmak hakkını vermiş bulunuyoruz. Maalesef bunun acısını'çekmekteyiz. Bizim müsamahamıza karşılık bu okullarda dinimize, devletimize karşı nefret öğreniyoruz. Maarif nazırlarının bu husustaki alakasızlığı affedilemez. Belki de harekete geçmek için cesaretleri yoktur. Fakat her zaman her şeyi benim yalnız başıma yapmam da beklenemez. Vakıa, bu okulların hatt-ı harekatına müdahale etmenin her zaman pek kolay olmadığı da bir hakikattir. Pek çok defa bu mektepleri himaye etmek suretiyle, kendilerine ehemmiyet payı çıkaran konsolosların, sefirlerin arkasına sığınmaktadırlar. "(111)
II. Abdülhamid Han, sadece İstanbul'da 14 yüksek okul ve ih- 75 tisas okulu açtı. Okulsuz ve camisiz köy, kasaba bırakmak isteme- • yen Sultan bu alanda büyük başarılara imza attı. 33 yıllık gayretlerinin sonunda rüştiye mekteplerini 250'den 600'e, ididiler 5'den 104'e, darülmualliminleri 4'ten 32'ye çıkardı. Yine 1876'da sayıları 200 olan iptidai okullarına 4000-5000 civarında yenileri eklendiği gibi, 10 bine yakın sıbyan okulu yeni usûllere tahvil edildi. (112)
Sultan, kendisinin kurduğu Mekteb-i Mülkiye'ye başka bir ehemmiyet veriyordu. Tayini yapılacak kaymakam ve mutassarrıf-ların bu okuldan mezun olup olmadıklarına dikkat ederdi.
Devlet Adamı her zaman mektepten yetişmez. Önünde numune lazımdır.
Sultan Fethi Okyar'a şunları anlatıyordu:
'Adam yetiştirmek kolaydeğil. Eskiden, vezirler, ekabir, hayır erbabı konaklarının büyükkısmını yetiştirmeye kabiliyetli gençlere ayırırlar, bilhassa kendi memleketlerinden istidadlı. elinden tutulmaya değer gençleri getirirler, onlara manevi pederlik yaparlarmış. Biz bunlara yetişmedik. Enderun, saray içinde devlet adamı yetişti-renen büyük mektep imiş.Bana maarife (eğitime) neden ehemmiyet vermediğim soruluyor..Haşa!.. Bugün nekadar ali mektep görüyorsanız hemen hemen cümlesini ben yaptım. Mevcutları da ıslah ettim. Fakat devlet adamı münhasıran mektepten yetişmez. Önünde müsbet ve takibe şayan numuneler bulması lazımdır. Bu isimlerini saydığınız zevatın bir ikisi hariç diğerlerini tanırım.Şimdi bunlar, mutlakiyetin nazırı iken meşrutiyet ilan edildi de zihniyet ve şahsiyet mi değiştirdiler? Eğer buna inanılıyorsa, ahlaklarından şüphe etmek lazımdır. Mademki benim idarem fena imiş,vatan ve millet için felaketimiş, o halde neden en alikarar ve hüküm mevkiindeki makamları muhafaza için birbirleriyle mücadele etmişler, bu makamlar kendilerine verildiği zaman minettar olmuş, buralarda huzurla oturmuşlardır? "
Yabancılar, ancak aralarındaki rekabetten ve menfaat gereği ilgi gösterirler.!
Bu konuşmadan sonra İttihad ve Terakki 'nin asker olmayan mensupları için izahat veren Fethi Okyar B ey'e devamla;
"Bunlar, bu kadarcık tecrübe ve melekeleriyle bu koskoca dev-let-i muazzamanın idare mesuliyetini nasıl tekabbül edebilirler? Cesaret!... Tecrübelerimle biliyorum ki, ecnebiler, çok zaman maharetle sakladıkları menfaatleri olmasa, bize karşı asla samimi ve dost değildirlerGösterdikleri alaka ise, aralarındaki rekabetten dolayı-dırBunlardan istifade bazen mecburiyet olur. Fakat başvururken hakikati bilmek lazımdır. Ben, Paris'te, Londra'da, hatta Kahire'de aleyhime neşredilen gazete mecmua ve kitaplarla bunları hazırlayanların nasıl ve nereden para bulduklarını biliyordum. Onları verenlerin de gizli emelleri meçhulüm değildi. Mesela Murat Bey (gazeteci ) gibi bazıları idrak ettiler, geldiler. Ahmet Rıza Bey sultan-zade Sabahaddin Bey gibi bazıları gelmediler. Görüyorsunuz, bu gelmeyenler arasında bile fikir ittihadı yok. Şu saydığımız isimler arasında bu meşhur muhaliflerimiden hiç birisi Hüseyin Hilmi Pa-şa'nın kabinesinde yer almamış!...Öyle tahmin ediyorum ki, sizler de daha bir müddet benim sadrazamlarımla memleketi idare edeceksiniz."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:20
Sevmek Ve Sevilmek
Sultan'ın ıslahat ve hizmetleri ülkede huzur ve refaha sebep oldu. Güven içerisindeki halkın Sultanlarına olan bağlılık ve sevgileri daha da arttı. Yabancılar ise Sultan'ın bu başarılarını baltalama gayretleri yanında gösterdiği başarılan karşısında haryete düşüyordu. Sultan'ın yakın hizmetinde bulunan İngiliz Amirali Woods şöyle yazacaktır;
"Abdülhamid Han tahttan indirilmeseydi I. Dünya savaşı çıkmazdı"
"Abdülhamid'in tahta çıkışı kendisi için çok şanssız bir devreye rastlar ... 93 harbi sebebiyle uğranılan kayıpların Abdülhamid rejimi zamanında giderilebilmesi hayret vericidir. Rus savaşı, memleketi para ve personel bakımından tamamen iflas etmişti. Önceki hükümdarlar zamanında muhtelif andlaşmalar gereğince alınan borçlar, ödenemeyecek bir seviyede olup, biriken faizler ana borç tutarını aşmıştı. Hazine tamtakırdı. İstanbul'u savunmak için Çatal- 77 ca önlerine gönderilen işe yarar askerlerin sayısı birkaç bini geçmi- -7-yordu. Memleket savaştan sonra yapılan Berlin Antlaşması ile bir yandan da Doğu sınır boylarındaki stratejik savunma pozisyonunu kaybediyordu. Bütün bunların neticesi olarak, Osmanlı imparatorluğu, gerçek bir hüviyeti dışında mütalaa ediyor, Avrupa devlet adamları arasında politik pazarlık konusu teşkil ediyordu. Bütün bu kötü şartlara rağmen birkaç yıl içinde devletin maliyesi yeniden düzene sokularak, ticaret canlandırıldı ve yabancı borçların önemli bir kısmı ödendi. Bu arada, Türk ordusunun gücü o kadar arttı ki, Türkiye'nin dostluğu büyük yabancı devletler tarafından aranır hale geldi. Artık, Sıcak Denizlere özellikle Hindistan Yolunu İngiltere'ye kapatmak isteyen Rusya'ya karşı Türk ordusuna güvenebilirdik. Abdülhamid, tahttan düşürülmemiş olsaydı, Avrupa devletlerinin halen yaralarım sarmaya çalıştığı o büyük afet (1. Dünya savaşı) meydana gelmiş olmayacaktı. Aksini farzetsek bile Abdülhamid büyük bir ihtimalle Türkiye'nin tarafsız kalmasını sağlayarak memleketine bir zafer hediye etmiş olacaktı. Bunu iddia etmekle kahin sayılmamalıyım.(114)
Türkiye'deki Alman Askeri ıslahat Heyeti Başkanı Goltz ise, Sultan'ın hizmetlerinin sonuçlan hakkında şunları diyecektir: "Hiç
şüphe yoktur ki şu son on sene (1887-1897) içinde devletin dahilen takviyesine ve haricen şan ve şerefini iade ve kuvvetlendirmesine -belki bu ana kadar emsali görülmemiş surette- başarılı bir devir teşkil etmiştir. (115)
Başarının Sırrı: "Zeka, Enerji ve vatanseverlik"
A.Vambery de bu konudaki görüşleri şöyledir: "Zekası, enerjisi ve vatanperverliği şüphesizdir. Bir hükümdar olarak sadece pederi merhum Sultan Abdülmecid'den değil, Yeniçerileri ortadan kaldıran cesur ıslahatçı büyükpederi Sultan 11. Mahmud ve Osmanlı tahtına çıkan diğer cetlerinden de -ki bunların içinde dirayetli olanlarının imparatorluğu yeni fethlerle genişletmelerine , kendisinin ise baba yadigarı bu yerleri, değişik koşullar nedeni ile, elden çıkarmasına rağmen- üstündür." (116)
"Yedi Evliya Kudretinde"
Abdülhamid Han, ıslahat ve hizmetleriyle halkın gönlünde taht
kurdu ve büyük takdirini topladı. Hatta halk arasında o "yedi evliya1
kudretinde kabul ediliyor ve kendisinden daima tazimle 'Sultan Ha-
mid Efendimiz1 diye bahsediliyordu (117)
"Yardım severliği ve iyi kalpliliğini sergilemek için hiçbir fırsatı kaçırmayan Patişah, Hıristiyan olsun müslüman olsun halkın büyük çoğunluğu tarafından sevilen bir kişidir." (118) "Türkiye'nin üst tabakasını oluşturan kişilerle görüştükten sonra büyükbir çoğunluğun şimdiki Padişah'ın idaresinden hiç de şikayetçi olmadıkaları-nı gördüm (119)
A.Vembery anlatmaya devam ediyor; "Aşağıdaki tabakalar ve halka gelince: Hıristiyan uyruklar da dahil, şimdiki hükümdara severek bağlanmışlardır. Padişah, elindeki tüm imkanları seferber ederek her fırsatta hayırseverliğini göstermekten kaçınmamaktadır. Eğitim ve sağlık hizmetleri için büyük meblağlar sarfetmekte, halkın selameti, refahı ve mutluluğu için yorulmak bilmeden çalışmaktadır. Padişah'tan korkabilirsinız, hatta nefret bile edebilirsiniz, ama onun çalışkanlık ve adaletini inkar edemezsiniz. Savurganlığa son veren tutumu ile Türk milayesim ıslah etmiş ve ülkeyi baştan basa
demiryolu ağı ile döşemiştir. Nezaketi, misafirperverliği ve sevimliliği Batı hanedanlarının ve devlet adamlarının hürmet ve sevgisini mazanmaya yetmiştir. Türkiye canlanmasını -yozlaşmış bir şark devleti ne kadar kabüse-Padişah'ın enerji, ustalık ve vatanperverliğine borçludur. Sultan Hamid'in bu açıdan değeri hiçbir şekilde inkar edilemez. " (120)
"Bütün bu önemli, önemsiz, küçük, büyük sorunları izlemek olağanüstü bir hafıza ve güçlü bir zihni yapı gerektireceği düşünülürse, mübalağasız , Padişah'ın Osmanlı tahtına geçen yetenekli hükümdar olarak kabul edildiğini ve bu nedenle halk tarafından son derece takdir edildiğini söyleyebilirim. "
Abdülhamid Han'ın 33 yıllık saltanatının sırlarından biri içte ve dışta takip ettiği usta siyaseti olmuştur. Özellikle dış politikası, usta siyasetçilerin dikkatini ve hayranlıklarını celb edecektir.
Dış Politika
Abdülhamid Han'ın içteki muhaliflerine karşı takip ettiği politikanın yanında diş politikası dahiyane idi. Dış politikasının temel prensibi ülkeyi savaştan uzak tutarak barış içerisinde yaşatmak, böylece iktisadi ve sosyal alanda kalkınmayı temin etmekti.
Tahsin Paşa, Abdülhamid Han'ın dış siyasetini şöyle özetliyor: "Sultan Hamid'in siyasi hariciyede mesleği şu idi: Rusya'yı idare etmek, İngiltere ile asla mesele çıkarmamak, Almanya'ya istinat etmek, Avusturya'nın gözünün Makedonya'da olduğunu unutmamak, diğer devletlerle mümkün mertebe hoş geçinmek, Balkanlar'ı birbirine karıştırıp Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar arasında nifak ve ihtilaf çıkarmak" (121)
II. Abdülhamid Han'ın Dış politikasının temel prensipleri; Merkezyetçılik, denge, tarafsızlık, bağımsızlık, ihtilaflardan yararlanma, barış, gönül alma, tavız, yerme göre şiddet, tecrit ve korkut-ma'ya dayanıyordu. Bu temel prensipleri de bizzat kendi kontrolünde yürütmekte ve herşeyle ilgilenmektedir.
Biriyle dost olurken diğerinin düşmanlığı kazanılmama!!.
Bilhassa Dış politikada denge ve tarafsızlığa çok önem veriyordu. Abdülhamid Han, etrafındaki dostlarıyla ve düşmanlarıyla iyi geçinebilmek için aradaki münasebetleri uygun bir seviyede tutmaya birisiyle dost olabilmek için diğerinin düşmanlığını kazanmamaya dikkat edilmesinin zaruri olduğunu söylerdi. Tarafsızlık politikası gereği herhangi bir Avrupa devletine yaklaşıp, diğerlerinin düşmanlığını kazanmaktan çekiniyordu. Abdülhamid Han'ın temel prensiplerinden biri olan kesin tarafsızlık ilkesi; "Avrupa siyasetinden tamamiyle uzak durmak" şeklindeydi. (122)
İhtilaflar azami derecede diplomasi ile çözüme ulaştırılmalıdır.
Avrupalı devletler hakkında çok iyi bir bilgiye sahipti. Daha şehzadeliğinden beri Avrupayı yakından takip etmiş ve Osmanlı devleti üzerindeki tesirlerini muhakeme ederek, zaaflarını ve taleplerini iyi kavramıştı. Kasıcası " En ince tefferuatma kadar Avrupa politikasından haberdar idi" (123)
Abdülhamid Han'ın ihtilafları çözme politikası savaş ile değil, sulh ve diploması yoluyla idi. Kızı Şadiye Sultan bu hususta şunları yazar; "Diplomasiden çok iyi anlardı. İhtilafları, harbe müracaat etmeden, muhlisanen yollar ile halli, onun devlet idaresindeki yegane siyasi düsturu idi" (124) Diplomasinde maharetini düşmanları dahi takdir ederlerdi. Sade Yunanistan'ın şımarıklığı ve Avrupa'ya güveni ile sulh yollarını tamamiyle kapatması neticesinde savaş ilan edilmiş ve bu savaşı dahi Osmanlı devleti kazanmıştır.
Taviz politikası; iktisadi ve toprak tavizlerini teşkil ediyordu. Tunus, Mısır, Tesalya ve Şarki Rumeli'nin kaybında ısrar etmedi. Sebebine gelince, buralarda hakimiyet sözde idi. Bu nedenle Girit ve Doğu Anadolu'da taviz vermemeye garyet etmiş, Doğu Anadolu için "Kellemi veririm, Doğu Anadolu'yu vermem" diyerek İsrar etmiştir. (125)
İktisadi alandaki tavizleri ise "köpeğin önüne atılan kemik" ya da "köprüğü geçene kadar ayıya dayı demek" misalinde olduğu gibi büyük felaketlerden korunmak için vermiştir. Bu da "Bağımsızlık haklarını koruma ve karşılıklı fayda" esasına dayanıyordu. (126)
Korkutma prensibi ise, İslam halifesi sıfatıyla İslam aleminin top yekûn harekete geçirme ile düşmanı korkutmaya dayalı idi.
Düşmanları arasındaki ihtilaflardan faydalanma prensibi ise takdire şayandır. Dış politikadaki bu başarısı ile ülkeyi büyük felaketlerden kurtarmayı başarmıştır. Takip ettiği siyasetle düşmanların birleşmelerini engelledi. Trablusgarp'ta Fransa ile İtalya'yı, Mısır'da Fransa ile İngiltere'yi, Mezopotamya'da İngiltere ile Almanya'yı, Balkanlar'da Rusya ile Avustya'yı karşı karşıya getirdi. Yunanistan, Bulgaristan,Sırbistan,Karadağ ve Romanya arasındaki ihtilafları körükleyerek bunların birleşip Osmanlı üzerine saldırmalarını engelledi.
II. Abdülhamid Han, İngiltere'nin karşısına Almanya'yı, Rusya'nın önüne İngiltere'yi dikmek, Fransa'ya karşı tarafsız bir tutumu muhafaza ettirmek, İtalya'yı olduğu yerde bekletmek, Avusturya'yı da kah Rusya'ya çatıştırarak kah Almanların peşine düşürere-rek Balkanlarda faal bir politika takibini engellemek suretiyle Batılı büyük devletleri birbirine karşı rekabetleri ve tezadları içinde 81 kavrayıp Osmanlı devletine zararlı olmaktan çıkarmak temel pren- k siplerinden biriydi.
Abdülhamid Han'ın başka bir politik sırrı ise takip ettiği "istimale" (kullanma) politikası idi. Bu politikası gereği , imparator, kral, devlet başkanları,sefirler, gazeteceler ile kurduğu yakın şahsi dostluklar ve verdiği nişanlarla dostluklarını kazanmak ya da aleyhtejıareket etmelerini engellemek temeline dayanıyordu. (127)
"Dış Politika hassas terazi ile tartılmah"
II. Abdülhamid Han, zamanın büyük devletleri arasında çok hassas bir denge siyaseti takip etti. Dış Siyasetinde takip ettiği politikasını kendisinden dinleyelim;
"Alman İmparatoru, Saltanat zamanında iki defa İstanbul'a geldi. Kendisini yakından tanıdım. Genç, faal, nazik, sevimli bir zattı. Bismark'ı yere çarptıktan sonra onun rolünü kendi üzerin aldı. Fakat Bisınark kadar tecrübeli ve akıllı değildi. Güttüğü gaye Almanya'nın askeri kuvvetiydi. Ben Alman politikasına çok ehemini-
yet vermekle beraber öteki büyük devletleri de gözden kaçırmaktan ve gücendirmekten daima sakındım. Politikamı daima teraziyle tarttım. İmparatoru şahsi dostlukta devamlı beraber Rusya İmparato-ru'na da fırsat düştükçe dostluk gösterirdim. Coğrafi mevkiimiz bunu icap ettiriyordu. İkinci gelişinde, Almanya İmparatoru ile bir akşam hususi görüşmemiz esnasında birdenbire kalktı. İki elimi birden tuttu. 'Avrupa'da bir harp zuhur ettiği takdirde bizim tarafa geçersiniz, değil mi Majeste?' dedi. Cevaben, 'aziz dostumsunuz; fakat size şimdiden söz vermek hakkına haiz değilim, bunu ancak o zaman düşünebilirim' dedim."
" Politikamı daima teraziyle tarttım..."
Nitekim Alman İmparatoru; "Ben politikayı Abdülhamid'den öğrendim" diyecektir. (128)
Abdülhamid Han, Almanya, Avusturya, Rusya arasında "üç
kayzer ittifakı" anlaşmasını, araya bu ittifaka düşman İngiltere'yi
çevirmek, Almanya'yı İngiltere'ye döndürmek ve Osmanlı ülkesini
cezbetmek suretiyle tesirsiz kılmış böylece Osmanlı aleyhindeki bu
en korkunç ittifakı işlemez hale getirmiştir.
"Nişan törenimiz biraz sonra"
Abdülhamid Han, Türk-Rus harbinin başına kadar babasından ve amcasından miras kalan İngiliz politikasına bağlılık ananesini muhafaza etti. Fakat 93 harbinin başında Yeşilköy'e gelen Ruslar sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul sularında demirlendiğini gören Sultan, en büyük düşmanın İngilizler olduğunu bir kez daha anlayarak şimdiye kadar takip ettiği politikasının değiştirilmesi gerektiğine inandı. Hindistan yolunu ve İngiltere'nin Doğu politikasını tahdit etmek gibi bir avantaja geçmek yolunda Abdülhamid tarafından yaklaştırılan Almanya, bu kararını İmparatorunun1889'de İstanbulu ziyaretiyle gösterdi.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:21
Dost Kazanma Sanati
II. Abdülhamid Han. dost kazanmada ustaydı. Dost ve düşmanlarına verdiği hediyeler, gösterdiği güler yüz ve tatlı dil, sami-
miyet, kibirden uzak, mütevazi kişiliğiyle onları kendisine bağlıyordu. Alman İmparator'u Kayzer'in ziyaretinde gösterdiği alaka ve sonrasında meydana gelen dostluk buna en güzel misallerden biri.
Alman İmparatoru Kayzer'in ziyareti sırf kendi anlayışı ve bazı nazırların teşvikiyle, fakat Bismarka rağmen oluyordu. Sultan, büyük ve şaşalı bir karşılama ile kraliçe Augusta'a gösterilen ilgi Kayzer'in sevgisini ve bağlılığım daha da artarak memnuniyetini celbetti. Daha sonra verilen ve İmparoticenin ifadesiyle; "Binbir gece masallarındaki hayal alemi..." içinde yaşadılar.
II. Abdülhamid Han, Yıldız Parkındaki sarayı misafirlerine bizzat gezdirdi. Her yıl bakımı, saray hazinesine binlerce liraya mal olan yabancı hayvanlar bahçesi,dünyanın en güzel Arap atlarını yetiştiren ahırlar, ennadide kuşların uçuştuğu salmalıklar, misafirler tarafından büyük bir hayranlıkla seyredildi. Yıldız'in bazı ziyaretçileri gibi İmparatoriçe de Padişahın hayvanlara ve çiçeklere karşı gösterdiği sevgiden dolayı çok memnun oldu. Hele meşhur gül bahçesi ziyaret edilirken kendisine yine ortasında paha biçilmez bir pırlanta broş bulunan bir gül demetini Sultan'ın eliyle takdim etmesi onları büyülemeye yetiyordu. Basit bir saraydan efsane pırıltıları bulunan Osmanlı sarayı karşısında apışıp kalmışlar ve Abdülhamid Han'ın tesiri altına girmişlerdi. Tam beş gün beş gece hayal edemeyecekleri rahat, huzurlu bir gün geçirdiler. Her sabah Sultan tarafından kendilerine gönderilen çok kıymetli hediyelerle mest oldular.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:21
Hüner
İmparatoriçe, İmparator ve Padişah, bir arada sohbet ederken İmparator, gözüyle İmparatoriçeyi işaret ederek Fransızca soruyor:
"Haşmetmeap! Biz bir kadınla başa çıkamazken, siz koca haremi nasıl idare edebiliyorsunuz?" Bu soru karşısında gülümseyen Sultan cevap veriyor:
"Bu bir sanattır. Majeste!... Her sanat gibi akli izahı olmayan bir hüner..." (130)
II. Abdülhamid han'in haremini ziyaret eden İmparatoriçe, oradaki güzellikleri- de bir bir gece masallarındaki hayal alemine bağlı şeyler kabul etmis.âldığı ağır hediyelerden çocuk gibi sevinerek kocasına "Ben Türklere bayıldım!" demişti. ( 131)
Dünyanın en sade ve ziynetten hoşlanmayan At Jülhamid Han, bu şaşalı karşılama ve aynı şekilde uğurlama sonrasında Kayzerle anlaşmış ve usta dış politikasının semeresini daha o gece almıştı.
Almanya, başta "Fon der Goltz Paşa" olmak üzere Türk Ordusunun nizamlanması ve_silahlanması için gereken personel ve ma-teryel yardımını yapacak.
Başta demiryolu olarak, büyük iktisadi-siyasi tesisler Almanlarca teahhüt edilecek...
Doktordan mühendise kadar, müsbet bilgiler kadrosu içindeki bir yardım esirgenmeyecek... (132)
Abdülhamid Han'ın başka bir sırrı. Bir taraftan İngiltere'nin karşısına Almanya'yı dikmek ve böylece İngiltere'yi korkutup kendisine yakınlaştırmak, öbür taraftan, işi aceleye getirmeden ve kesin neticeye varmadan arada mesafe bırakmak ve dilediğini tutmakta daima serbest bulunmak gibi gayet ince bir tatkik güdüyordu. Aksi halde devletlerden birine kafi bağlılık karası cephenin ümidim kırabilir ve memleketin başına bir harp açılabilirdi. Onun için her taraf öbürünün muhtemel korkuluğu halinde kalmalı, fakat Türkiye'yi kati bir düşman vaziyetine sokmamalıydı.
Almanlara karşı politikası "Nişanlım sensin, fakat nişan törenimiz biraz sonra" şeklindeydi. (133)
Alman İmparatoru Kayzer'den sonra Sultan'a bir rapor takdim edildi. Rapora göre, Almanlar, Musul bölgesinde (arkeoloji) kazılarını yapmak vesilesiyle petrol arıyorlardı.
Bu talebe aşırı şekilde hiddetlenen Sultan, Almanların maksadının petrol olduğunu bilerek herzamanki gibi soğukkanlı hareket etti. Arap İzzet Paşa'ya hemen bu adaya asker göndermesini emret-
ti. Ve Almanlara verilen cevap ta böyle bir adanın olmadığı ve bulunan bir adanın da askeri alan olduğu bildirildi.
Abdülhamid Han, İngiltere-Almanya-Rusya kıskacında usta politikasıyla memleketi selamete çıkarmış ama kendisinden sonra gelenler bu politikayı anlamaktan uzak olarak ülkeyi felaketten felakete sürüklemişlerdir.
Sultan'ı ziyarete gelen Alman Veliahtı da bilahare yazacağı "Veliahtın Hatıraları" isimli eserinde Abdülhamid Han'a olan hayranlığından uzun uzadıya bahsedecektir. Bu kitabında Abdülhamid Han'ın heybetine kapıldığını ve sihirile büyülendiğini, Bütün Avrupa kral ailelerini, kendi sülalesi olan (Hohenzolarn)leri gördüğü halde hiçbirinde Abdülhamid'in vakar ve asaletine şahit olamadığını söyleyecektir.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:23
Ben Diplokatim Demekle Diplomat Olunmaz
II. Abdülhamid Han, hiçbir devlete söz verip bağlanmadı ve devleti daima savaş felaketinden uzak tutmaya gayret etti. Bunu da takip ettiği kendisine has "denge" politikasıyla başardı. Bu hususta kızı Ayşe Sultan'a şunları anlatmaktadır"Devletimin menfaatlerini düşünmeden hiçbir devletin arzusuna hedef olamazdım. Avrupa'da siyasi vaziyet her an gerilmekte idi. Ne zaman olsa umumi bir harp çıkacaktı. Fakat, bizim bir tarafa temayül göstermemiz, yavaş yanmakta olan bir ateşi alevlendirebilir-di. Buna sebep olarak biz gösterilirdik. Adımlarımızı saymaya, hesapsız hareket etmemeye mecburduk. Herkes 'Ben diplomatım' demekle diplomat olamaz. Bismark hakiki diplomattı. Avrupa'nın ruhunu bilirdi. Kendisiyle hususi muhaberatım vardır. Aramızda karşılıklı birçok mektuplar gönderilmiştir. Almanlar askerlikte ve çalışkanlıkta birinci derecede bir milletti. Ama Rusların nüfus kuvvetine, İngilizlerin sinsi politikalarına karşı gelebilirlermiydi, burası kestirilemezdi. Ben hiçbir devlete söz verip bağlanmadım. İngiltere'nin ve Fransa'nın gözleri daima Şarkta idi. Bilhassa Müslümanlarla aramızda nifak çıkarmak emelleriydi. Kuvvetimizi bu suretle kırmak istiyorlardı. Halifelik politikasıyla bunu önlemek istiyordum. Bir çıbanbaşı çıkartmamak için çok çalıştım. Avusturya imparatoruyla da ayrıca dostluğum vardı. Pek eskiden başlayan bu dostluğumun mahiyeti hususidir. Amcam Sultan Aziz'le beraber Avrupa seyahatinden çıktığımız zaman Viyana'da hastalanmıştım. İmparator beni misafir olarak Schönbrunn Sarayı'nda alıkoydu. Tedavi ettirdi. Amcamdan 14 gün sonra İstanbul'a hareket ettim. Bu dostluktan istifade ederek politikamızı takviye ettim. İtalya Kiralı Umberto da dostumdu. Oğlu Victor Emanuel seyahatle İstanbul'a geldiği vakit Umberto bir bomba suikastiyle öldü. Veliahd Emanuel buradan giderken daha bizim suları terk etmeden kral oldu. Bu da ahbaplığımıza vesile teşkil etti. Emanuel'in zevcesi, Karadağ Prensi'nin kızıydı. Karadağ Prensi'ni daima elimde tutuyor ve maaş veriyordum. İyi adamdı. Bulgarlara gelince; onlar Rusya'nın şımarık çocuklarıydı. Bulgaristan Prensi Frdinand'ı hususi yaverim yaparak okşuyordum. Görüştüklerim arasında Ferdinand kadar şeytani zekaya malik bir kimse tanımadım diyebilir. İşte bu şımarık çocukların başında, hayret verici bir zekaya sahip oİan bu prens bulunuyor. Rusya gibi bir kuvvete dayanıyordu. Harb gailesinden daima sakındım. Allah millet ve devletime zeval vermesin."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:24
Milletini Iyi Tanimak
Abdülhamid Han, milletini iyi tanıyor, içte ve dışta devlete karşı ne gibi faaliyetler yürütürldüğünü iyi biliyordu.
Fethi Okyar'a şunları anlatıyor;
"Biliyorsunuz, Ermeniler bana çok kere suikasd tertip etmişlerdir. Osmanlı Bankası hadisesi hafızalardadır. Cuma selamlığında Yıldız Saray ı'na kadar sokulup saatli bomba atmışlardır.Meşrutiyetin iadesinden sonra ise, Adana'da kanlı arbedeler çıkarılmıştır. Onlar, başta Ruslar, diğer Avrupalı devletlerin, hatta Amerikalılar'm teşviki ile, Anadolu'nun şarkında bir Ermeni devleti kurmak arzusundadırlar. Rumlar'a gelince, onların asıl gayesi, Bizans İmparatorluğunu ihya etmek (diriltmek) tir. Rumlar'dan bir kısmı Yunanistan'ı büyütmek, diğer bir kısmı ise Bizans'ı ve hatta bununla kifayet etmeyerek Bahr-i siyah (Karadeniz) sahillerinde eskiden var olduğunu iddia ettikleri Pontus devletini kurmak düşüncesindedirler. Yahudiler ise, kadim mefkurelerine bağlanmış olarak, Arz-ı mev'u-
tu, kendilerine dini kanaatlerine göre vaadedilmiş topraklarda müesses müstakil İsrail devleti hasreti içindedirler. Bu topraklar da bizim Kudüs Sancağı'mızm hudutları içindedirler. Bu beldedeki Hazine-i Hassa'ya ait Çiftlikat-ı Hümayunlar'ı evvela satınalmak, daha sonra da doksandokuzsene müddetle kiralamak teklifinde bulun-muşlardır.Görülüyor ki, bir devletin tebaası veya halkı almak kafi aelmiyor.Kanun nazarında müsavaat temin etmek de gayeyi temine bazan yetmiyor.Belki bu hal bizim memleketimize veya bizim vaziyetimizde muhtelif ırk ve miliyetleri hudutları içinde toplamış olanlara mahsustur. Sız Makedonya'da vazife aldınızdı değil mi Beyfendi oğlum? Orada Sırb'ı, Bulgar'ı, Rum'u, Arnavut'u, Kara-dağlı'sı Ulah'ı hepsi büyük kısmı, Osmanlı camiası içinde olmakla beraber Osmanlılarla muadele halinde idiler.Bizden fırsat buldukları zaman da birbirleriyle çatışıyorlardı. Ben, saraydan çıkabilme imkanı bulamadım, fakat tahmin ediyorum ki hakikat budur." (136)
Dış politika menfaatler üzerine bina edilir.
Sultan anlatmaya devam ediyor;
"...Tecrübelerim şu noktada toplanmıştır. Milletlerin birbirlerine karşı politikaları daha çok kendi memleketlerinin şartları tayin ediyor.Otuz üç sene içinde hükümdar, devlet erkanı, sahasında şöhret sahibi, çok insanla görüştüm. Ben gitmedim, onlar bana geldiler. Bu ziyaretlerin hepsinde kendileri için istifade ve hatta zaruret vardır. Şartlar benim aynı vaziyete gelmeme mani oldu. Çünkü bütün bu gelenler, benden dolayısıyla devlet.vatan ve milletimizden bazı-şeyler almak veya vermek arzusunda, hatta mecburiyetinde idiler. Kudüs'te yaptırdığı kiliseyi görmek bahanesiyle, Edirne'den itibaren karadan taa Filistin'e kadar topraklarımızı tetkik ede ede gidip gelen Alman İmparatoru ikinci "VVilhelm, Osmanlı-Alman dostluğundan söz ederken bana, "Biz sizden vazgeçemeyiz" demişti. O anda samimiyet ve dostlğunu ifade için söylediği bu sözde kendilerinde olmayanları bizden tamamlamak, bizde olmayanları da kendilerini bizim için vazgeçilmez hale getirmenin açkça ifade edilmeyen likri ve gayesi vardı. Rusya da bizden ebediyen vazgeçmez; İstanbul ve Boğuzlar bizim olduğu müddetçe. Çünkü Bahr-ı Sefid'e (Ak-deniz)e ancak bu yoldan çıkılır.Rus Çarlığı da cihan devleti olmak için ya bu yoldan serbestçe geçecek, ya da cihan devleti olmak sev-
dasından feragat edecektir. 1293 sefer-i meş'umunda (Türk -Rus Harbinde) Rus orduları İstanbul önlerine geldiği zaman, İngiltere için tehlike bizim maruz olduğumuz kadar mühimdi, çünkü Ruslar Boğazlar'ı ellerine geçirdikleri an, Hindistan yolu kendilerine açıla-hilivmdu. Harbin rahnelerinden (felaketinden) sıyrılmak ve asgari de olsa kuvvetlhenebilmek için zamana ihtiyaç vardı. Akdeniz haki-meyitinin ve dolayısıyla Hindistan yolunun mihrak noktalarından birisi olan Kıbrıs adasını, Rusların muvvakkat kaydıyla ve harb tazminatı olarak aldıkları Batum, Kars, Ardahan'ı iade ettikleri zaman geri verilmek kayıt ve şartı ile İngiltere'ye bıraktım. İngiliz donanması İstanbul önlerine geldi,harbe kararlı olduğunu her hali ile gösterdi. Ayastefanos (Yeşilköy) de karargah kurmuş ve dürbünlerle İstanbul'u seyreden Rus ordusu geri döndü."
Dahili ve Harici düşmanları iyi tanımak ve buna göre tedbirler almak zorunludur
Padişah devam ediyor;
"Osmanlı hudutları içinde yaşayan diğer ırk ve milliyetlerle Avrupa devletleri ya din ve ırk benzerliği veya siyasi menfaat itibariyle alakadardır. Mesela Slav ırkından olanlardan, Slav ırkının ve Ortodoks kilisesinin hamisi olarak Rusya asla vazgeçmez. Bizdeki Museviler'le de Dünya Musevileri kendileri kadar alakadardır. Ermeniler'den Rusya ve İngiltere vazgeçmez. Rumlar, sadece Yunanistan için değil, aralarında hissi olan bazı sebelerle de cihan için mevzudur.Osmanh hudutlarında yaşayan dini Müslüman, fakat ırkı ve milliyeti Türk olmayanlar için de sırf siyasi sebepler, maksatlar ve açıkça ifade edilmeyen ihtiraslarla alakalar vardır.Bunlar bilinmeden harici siyasetin devamlı harpler ve ihtilaflara yolaçmadan devamı mümkün değildir...Ferdi arzular ve himmetler ne olursa olsun, geçmiş zamanların boşluklarını doldurmaya kafi gelmez. Ben. ancak karşımdakilerin üzerimizdeki emel ve ihtiraslarını, aralarında mücadele mevzuu haline getirerek memleketi ağır darbelerden muhafaza edebildim. Osmanlı-Rus 1293 (1877) harbi benim saltanatımdan evvel kaçınılmaz hale gelmişti. Otuz üç sene içinde bir de fa, o da Yunanlılarla harbedüdi ve kazanıldı. Çünkü tecrübemle bı lirim ki, sadece meydan-ı harbde zafer neticeler için kafi değildir Bizim vaziyetimiz başkadır."(137)
aksavaşçı
12-27-2007, 18:24
Denge Politikasi
II. Abdülhamid Han, bu kurnaz, sinsi ve Osmanlı devletini parçalamak için hazır tetikte bekleyen kurtları, daima oyalamayı bilmiş, İran ile de aynı şekilde denge politikasını sürdürmüş ve zaman'ın İran Şahı Muzaffereddin ile çok yakın dostluklar kurmuştur.
Selanik'te Alatini köşkünde iken Sultan ve maiyetinin muhafızlığı ile vazifeli İttihat'cıların Teşkilat-ı Mahsusa ismini verdikleri (entelijans)larından süvari yüzbaş Debrereli Zünnun Bey'e Sultan şunları anlatır;
"İngiltereyi, İslam alemi için dost tutmağa ihtiyaç vardır. Bir gün Hindistan ve Afrikanın şimalinde, muazzam Müslüman kütlelerinin herhangi bir tecavüzden korunmasında bu devletin yardımına imparatorluğumuz muhtaçtır. Diğer taraftan, Kara Avrupa'da orduları ve teçhizatı ile hiçbir zaman küçümsenmeyecek bir devlet olan Almanyayı da darıtlmamak zorundayız. Birisinin karaorduları bilgisinden, ötekinin deniz kudretinden istifade etmek için, Osmanlı İm- 89 paratorluğunun iki dostu olarak Almanya ile İngiltere'nin aynı sevi- • yede muhafazası lazımdır. Bu iki lider dışında Rus Çarlığı bizim için hayati bir ehemmiyeti haizdir. Ecdad-ı kiramım Moskoflarla iki yüz seneden beri savaşmışlardı. Ben saltanatımın başında Ruslarla harbettim. Buna şiddetle aleyhtar idim. O zamanki kaynaklarımızın bu muharebeyi yürütemeyeceğine kani idim. Fakat Mithat Paşa gözünü zaferlerin verdiği hülyalara dikmişti. Bu işi çok kolay zannediyorlardı. Meclis-i Mebusan üzerinde tesir icra etti. Zaten memlekette her zaman için kolaylıkla tahrik edilebilen bir Moskof düşmanlığı olduğu için sa.vaş, kaçınılmaz bir hale gelmişti. Harb etti. Mağlup olduk ve Rusların istanbul kapılarına getirerek (hasta adam) tabiriyle ifade edilen İmparatorluğumuzu müşkil bir duruma soktuk. Fakat bu, bana bir ders olmuştu. Ondan sonra daima savaştan çekindim. Yalnız Yunanlıların hareketlerine susmak kabil değildi. Fakat bu harbi de yüzde yüz kazanacağımızı hesap ederek açtık ve Dömeke zaferiyle Atina kapılarına kadar dayandık. Bu, bizim için bir kuvvet tecrübesi olmuşu ve Alman İmparatorluğunu ayağımıza kadar da koşturmuştu. Yunanlılara biraz müsamahakar davranmakla evvela Almanyayı kazanmış sonra da bu dostluktan kuşkulanan ve telaşa düşen ingilizleri de bizimle yeni anlaşmalara şevketmistik... Saltanatım zamanında aslen Midilli ehalisinden olup, Fransız tebealı bir sermayedara devletin altın akçe borcunun ödenmesini, faiz ve takasitlerin hazineden verilmemesini, Fransa hükümetinin nasıl bahane ederek Midilliye harp gemileri gönderip nasıl işgal ettiğini hala unutmadım. Hatta Fransızlar, daha ileri giderek İstanbul limanındaki rıhtım imtiyazının Fransızlara ait olması ve Fransa sefirinin rükubuna tahsis edilen haric-ez memleket imtiyazlara malik mahallin bu nevi müsaadelere sahip oluşundana faydalanarak bu istasyoner yere , Fransız askerlerinin çıkarıldığını, İstanbul rıhtımlarının işgali suretiyle devletin nasıl tazyik edildğini de pek iyi hatırlıyorum. Bu hareketi işittiğim zaman son derece üzülmüş ve derhal şu emri vermiştim: (Hazine-i Hassadan bu borcu derhal altın para olarak ödeyiniz!) Ancak bu sayede Midilli Adası ve İstanbul rıhtımları Fransızların işgalinden kurtarılmıştı,İşte beni korkutan bu iki misal yabancı sermayeyi memlekete davetten alıkoymuştu." (138)
aksavaşçı
12-27-2007, 18:24
33 Yillik Siyasetin Sirri
Sultan Abdülhamid Han, tahta çıktığı zamanda devletin durumunu ve saltanatı boyunca tatbik etmeye çalıştığı siyasetini şöyle anlatmaktadır:
"Amerika'da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. İspanya, müstemlekelerinden (sömürgelerinden) sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünya Yahudileri teşkilatlanmışı. Mason locaları yolu ile arz-ı me-vud'un (yahudilerin kendilerine verilmiş olduğunu iddia ettikleri Nil'den Fırat'a kadar olan topraklar) peşine düştüler. Bunlar daha sonra bana gelmiş ve Filistin'de Yahudileri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı toprak istemişlerdi. Tabii reddettim. ...Apaçık görüyordum ki, Avrupa'nın büyük devletleri kendi aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben bu kuvvetlerin önüne tek başıma duramazdım. Gücüm yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp, herbirine daha büyük lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti.
Yine apaçık görüyordum ki, Almanya'nın kurulması ile bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devleteri birbirine
düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurta-rabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kurmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi ama, uzak da görünmüyordu. Almanlar her yıl biraz daha güçlenince, Fransız ve Rusların olduğu kadar İngilizlerin de tedirgin olmaya başladığını görüyordum. Bunun sonucu birbirleriyle kapışmak ve hesaplaşmak demekti. Nasıl bir yol tutacağımı dikkatle araştırdım.
Büyük devletlerin İstanbul'da yaptıkları konferans sırasında niyetlerinin, iddia ettikleri gibi hıristiyan tebaanın hükmünü temin değil, önce muhtariyetlerini, sonra bağımsızlıklarım temin suretiyle Osmanlı ülkesini parçalamak olduğunu görmüştüm. Bunu iki surette temin etmeye çalışmaktaydılar. Birincisi, hıristiyan ahaliyi ayaklandırıp ortalığı karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak...ikincisi, bizi kendi aramızda parçalamak için meşruti idareyi getirmek...Her iki gayeleri için de aramızda kolayca taraftar bulabiliyorlardı. Meşruti idarelerin bir milli birlik halinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böylece bir birlik içinde olmayan ülkelerin bu 91 idareyi itibar etmediğini fak edemeyen bazı Türk münevverleri, ma- • alesef düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler. Ben bu ihanetlerin ve ayaklanmaların içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim?
Ordunun yeni silahlarla donanmasına ve yeni harp sanatına uygun hazırlanmasına hız verdim. Büyük bir asker olan Alman Wander Goltz'u İstanbul'a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hakim devletle bir olursam, ordularım onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde, dövüştüğüm milletin harp oyunlarını çok iyi bilen bir ordum olacaktı.
Evet, benim Avrupa devletleri ile tek başıma boğuşmaya gücüm yoktu ama. Rusya gibi, İngiltere gibi Asya'da bir çok Müslüman ahaliyi idareleri altına almış büyük devletler de benim hilafet silahımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlı'nın işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi. Ben beklediğim güne kadar bu silahı hudutlarımın dışında kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs ne din kardeşlerimizin isine yarayacak, ne ülkemin yararına olacaktı. Hilafet kuvvetimi, memleketimin huzuru ve birliği için kullanmayı, dısardaki din kardeşlerimizi de her ihtimale karşı sağlam tutmaya
karar verdim... Hilafetin elimde olması sürekli İngilizleri tedirgin ediyordu. Blund adlı bir İngilizle, Cemaleddin-i Efani adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti. Bunlar, hilafetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke şerifi Hüseyin'in halife ilan edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemaleddin Efgani'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı telif etmişti. Buna muktedir olmadığını biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal reddettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı. Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebü'1-Hüda Es-seydi yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım. Aracılığını, Efgani'nin eski hamisi Mü'nif Paşa ile Abdülhak Hamid yaptılar. Geldi ve bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim.
Hilafet mevzuunda İngiliz teşebbüslerinin sonu gelmiş değildi. 92 Çünkü Asya'da yüz elli milyon Müslümanı idareleri altında tutu-• yorlardı ve bu Müslümanlar üzerinde hilafetin büyük bir nüfuzu vardı. Bunu bildiğim için İngilizleri kuşkulandırmadan, her ihtimale karşı seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip Asya'daki Müslümanları hilafete manen bağlamayı hususi bir itina gösteriyordum. Buha-ralı Şeyh Süleyman Efendi'nin Rusya'daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yad ederim. Bunun, İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan, umumi valileri oradaki Müslümanların Osmanlı devleti ile yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlılarla iyi geçinilmesin! yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylaştırmış oluyorlardı. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında paraçalanır-larsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabiliriz... Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikesinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığım ortaya koymalıydı. İşte benim 33 yıl süren siyasetimin sırrı"
aksavaşçı
12-27-2007, 18:24
Iç Politika
Abdülhamid Han'ın Emperyalist devletleri rekabete sürüklemek, tezada boğmak, birbirine düşürmek,iç ve dış meseleleriyle zayıf taraflarından yakalayıp hezimete uğratarak hasta döşeğindeki Osmanlı Devletine rahat bir nefes aldırıp onu içten kurtarmanın çarelerini aramaktan ibaret olan Dış politikası yanında iç politikası da ustacaydı.
İç politikasının temem prensipleri özetle şu şekildeydi; Memleket için zararlı fikir ve düşünceleri temizlemek, cahil kalmış halkın cehaletten kurtulmasını temin etmek, Batı'nın bilim ve teknolojisini alırken Batı'nın milli değerlerinden halkını uzak tutarak İslamiyetin sağlam temelleri üzerine Osmanlı devletini eski ihtişamına kavuşturmak, Devlet ve hükümet bünyesine yetişmiş, bilgili, milli ve manevi değerlerine bağlı, sadık yöneticiler yetiştirerek tayin etmek, Kurtuluşun ancak İslam dinini tam ve doğru olarak yaşamakta olduğunun gerçeğini halkın öğrenmesini temin etmek.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:25
Islam Birligi (Panislamizm)
Batılı devletlerin Osmanlı topraklarını aralarında 'pay etme gayretleri, Kıbrıs'ın İngiltere'ye devri, Mısır ve Tunus'un kaybedi-lişi, Balkanlar'ı sarsan bağımsızlık ve isyan hareketleri içteki azınlıkların tahriki, misyonerlik faaliyetleri, Arap toprakları içerisinde ingilizlerin ektikleri fitne ve Müslümanların arasında yeşertilen sapık cereyanlarla ülkenin 93 harbi ile ağır toprak kayıpları yeni bir strateji ve yapılanmanın zaruretini karşısında Sultan Abdülhamid Han, yine dünya siyasetçilerini hayrete bırakacak bir politika takip etti.
"Panislamizm" adı verilen bu politika akıllı, dünya gerçeklerini gözardı etmeyen, hamaset gösterilerinden, maceraperestlikten uzak bir şekilde yürütülerek Müslümanları, yegane bağımsız İslam devleti olan Osmanlı'nın bayrağı altında fikren birleştirmeyi hedefliyordu.
Dünya Müslümanları, Batılı devletlerin tazyik, zulümlerine karşı islam halifesinden yardım bekliyordu. Bu yardımlar ancak
emperyalistleri ülkeden atarak değil en azından zararlarını asgariye indirmeye, içteki faaliyetlerini ise bertarafa yönelikti.
II. Abdülhamid Han'ın İslam birliği (Panislamizm) politikasının amacı, Hıristiyan Avrupa emperyalizminin önüne geçerek İslam Dünyası"ın gerilemesini durdurmaktı. Bu politikanın temel esasları;
l- Yabancı işgalini durdurmak, 2-Yabancıların özel ayrıcalıklarını ve bağışıklıklarım kaldırmak, 3-Gerçek İslam inancını yerleştirmek, 4-mümkün olursa bütün Müslüman'ları tek bir devletin meşru hükümdarı Halife'nin yönetiminde birleştirmek"(141)
Ortadoğu'da bulunan zengin petrol yataklarına göz diken emperyalist Batılı devletler ve bilhassa İngiliz, Fransız ve Almanlar ajanları vasıtasıyla milliyetçilik fikrini aşılayarak bağımsızlık telkin ediyor ve sapık cereyanlar yaygınlaştırarak halkı İslam halifesinden soğutmaya çalışıyordu. Böylece Müslümalar arasında yapay mese-94 leler çıkarmakta, halifeye karşı kışkırtmakta, milliyetçilik tohumla-• rı ekerek devleti parçalamak istemekteydi. Araplar'ı Türkler'e, Türkleri Araplara, Kürtleri Türklere karşı hareketlendirmek, Vehhabilik. Şiilik akımlarını sunni Müslümanlar arasında yaygınlaştırarak top yekûn birliği parçalamak İngiliz ve Yahudi işbirlikçilerinin temel hedefleriydi. Emperyalist devletlerin bu sinsi oyunlarını bertaraf için Abdülhamid Han "panislamizm" politikasını takip etti.
II. Abdülhamid Han, Müslümanları Osmanlı devletine bağlamak gayesiyle Yemen kabilelerine nişanlar gönderiyor, rütbeler ve ihsanlar veriyordu. Bu suretle de Arabistan'da bulunan şeyhlerden bir çoğunu Osmanlı devletinin idaresi altında bulundurmaya muvaffak oluyordu. (142)
Ortadoğu (Arabistan) topraklarında İngilizlerle zorlu bir mücadele başlamıştı. İngilizler bir kısım Arap şeyhlerini Sultan'a karşı desteklerken, bir kısmı da Sultan'ı destekliyordu. İngilizler çok özel yetiştirdiği ajanlarını şeyh, alim, derviş kılığında halkın arasına göndererek Osmanlı aleyhine ve Ehl-i Sünnet itikadına aykırı fikirleri yayarak halkı halifeye karşı soğutuyordu. Körfez Emirleri, Mas-kat Emiri ve Yemen'de Zey'diler'i İngilizler elde etmişti. Buna kar-
şı Sultan. Arap ileri gelenlerini sarayda ağırlıyor, ülkelerinde camiler medreseler, yollar yaptırıyordu. Onlara İngilizlere aklanmamalarını söylüyordu. Suriyeli Rufai Şeyhi Ebul Huda sürekli yanında idi. Şeyh ona bir nevi danışmanlık yapıyor, kitaplar yazıyordu. Mısırlı Müslümanlar ve basını İngilizlere karşı Halife'yi destekliyordu. Mısırda aynı zamanda Mustafa Kamil Paşa'nın liderliğindeki bir grup, 1904'e kadar Sultanın yanında yeraldı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:25
Güç
Sultan Abdülhamid Han, M. De Grece'e; "Çalışma odama, Müslüman ülkelerin iyice belirli bir şekilde yeşil renkle işaretlenmiş olduğu bir haritayı asmıştım. Elçiler, özellikle de İngiliz'i her kabul edişimde parmağımı haritaya doğru götürüyordum.Bu da onları endişelendirmeye yetiyordu." (144)
İngilizler de boş durmuyor, çok yaygın ajan ağı ve zengin bütçesiyle, kadın ve para ile cahilleri aldatarak sahte şeyh, derviş ve alimleri beslemek suretiyle muhalefeti körüklüyordu. Bunlar vasıta- sıyla yeni eserler yazılıyor, Kadirilik, Ahmedilik gibi sapık tarikat- lar kuruluyor, Türkler'den halife olunmayacağı propangandası ve halifeliğin ancak Araplar'dan olacağından yola çıkarak "Arap milliyetçiliği" tezi savunuluyordu.
Bilhassa Afganlı bir gazeteci olan Cemaleddin-i Afgani'nin 19. Yüzyılın sonlarında İngilizler'in propagandası etkisinde kalarak "Peygamberliğin sanatlardan bir sanat ve İslamiyetin ilmi ilerlemeyi engellediği" beyanı ve Mısır başta olmak üzere İslam ülkelerindeki hilafete karşı propagandası, Mısır'da kurduğu mason locasına Muhammed Abdun'u da yanına alarak takip ettiği politika Müslümanlar arasında ayrılığa sebep olmuştur. (145) Abdülhamid Han bunu getirterek İstanbul'u terketmesi yasaklandı. Bunun gibi Emperyalist ülkelerin kullanabilecekleri önemli şahsiyetleri Sultan Abdülhamid İstanbul'da tutarak zararları te'sirsiz ya da en aza indirilmeye çalışıldı.
İngilizler'in Arap vilayetlerinden biri olan Suriye'de misyonerlik ve masonluk faaliyetlerini artırarak Arap milliyetçiliğini körüklemeleri ve "Türk zulmüne" karşı ayaklanma çağrılarına karşı
Abdülhamid Han, bu vilayetin tanınmış ve söz sahibi kişileri Saray'a alarak onlardan faydalandı. Suriyeli Müslümanlar da sonuna-kadar Sultan'a sadık kaldılar. Araplar'a sempati ve onları kendisine bağlamak için de Saray'ın muhafız birliği içine bir de "Arap Alayı" dahil etti. İngiliz ajanlarına karşı Hafiye (istihbarat) teşkilatını devreye sokarak yapılan propaganda ve faaliyetlerden haberdar edilerek karşı harekete geçildi. (146)
Nihayetinde İngilizler Sultan'in tahttan indirilmesi sonrasında devletin sürüklendirildiği l. Dünya harbinde emellerine ulaşacaklar ve ittihat ve Teraki liderlerinin ihanet derecesine varan hareketleri ile Ortadoğu yavaş yavaş elimizden kayıp gidecektir.
Milleti birbirine kenetleyen en büyük amil iman birliğidir.
Osmanlı Devletinden ayrılan gayrimüslimlerin milli ve manevi değerlerine sarılarak dindaşları ile hareket ettiklerine gören Abdülhamid Han, Müslümanların da toprak olarak da olmasa dahi gö-96 nül bağı, yardımlaşma ve tek bir İslam halifesinin kontrolünde ha-• reket eden bir İslam dünyasını istiyordu. Ancak bu şekilde Batılı devletlerin oyununu bozabilirdi. Abdülhamid Han'ın takip ettiği bu siyasetle Müslümanların ortak değerlerini işleyerek Müslümanların birliğini temine çalışmış, böylece revaçta olan ve dünyanın başına bella olan milliyetçilik akımından devleti kurtarmaya çalışmıştır. (147)
II.Abdülhamid Han, Batılı devletlere karşı iman birliğinin önemli bir güç olduğunu ve bu gücün de korunması gerektiğini belirterek şunları söylemiştir: "İman birliği bizi büyük bir ailenin fertleri gibi birbirimize yaklaştırır. Bu sebeple hiçbir zaman Osmanlı devleti üzerinde fazla durmamak, buna mukabil, hepimizin Müslüman olduğunu bilhassa belirtmekte fayda vardır. Her zaman heryer-de Emir-ü'1-Mü'minin başta gelmeli, osmanlı İmparatorluğu unvanı ise ikinci sırıda belirtilmelidir. Çünkü devletin sosyal bünyesi ve politikasının esası da din üzerine kurulmuştur. Maalesef İngilizler zararlı politikalarıyla İmparatorluğumuzun bir çok yerinde ırkçılık fikirlerinin tohumunu ekmeye muvaffak olmuşlardır. Araplar ile Arnavutlar başkaldırmalardır. Suriye'de de bu hususta hazırlıklar vardır." (148)
"Müslüman milletlerle irtibatımız sıklaştırılmalıdır."
Sultan anlatmaya devam ediyor:
"Dindaşlarımın yaşadığı memleketlerin Büyük Devletler'in elinde olması çok acıdır. Osmanlı Devletine 20 milyon Müslüman katılmıştır. Buna rağmen Müslümanlar'ın gözü İstanbul'dadır. Düşmanlarımız maddi kuvvetimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi, manevi kudretimiz baki kalacaktır. Müslümanlar'ın bulunduğu yerlerle irtibatımız daha sıklaşmalı, birbirimize daha fazla yaklaşmalıyız.İstanbul için yalnız bu birlikte ümit vardır. İslamiyet'in birliği devam ettiği müddetçe İngiltere, Fransa, Rusya, Hollanda vs. Elimizde sayılır. Çünkü tabiyetlerinde bulunan Müslüman memleketlerinde, Halife'nin bir sözü Cihad'ı meydana getirmeye kafidir ve bu Hıristiyanlar için felaket olur. Henüz zamanı gelmiş değil, ama bir gün mü'minler birden kalkınacaklar ve tekbir insan gibi hareke-tederek gavurların boyunduruğunu kıracaklardır. İngiliz idaresinde 85 milyon, Hollanda kolonisinde 30 milyon, Rusya'da 10 milyon vs. Toplam 250 milyon Müslüman kurtuluş için Allah'u tealaya yalvarmaktadırlar ve Hazreti Muhammed'in (sallallahu teala aleyhi ve sellem) vekili olan Halife'ye ümitlerini bağlamışlardır. Büyük Dev-letler'in yanında sesi zayıf çıkan bir varlık olduğumuzu kabulede-bilir miyiz? "(149)
Birlik ve Beraberliğin temelini din deşkil eder.
Tanzimat devri boyunca bazı okumuşlar ile devlet adamlarının propagandasını yaptığı, müşterek vatan, menfaat ve hanedana bağlılık fikrini esas alan "Osmanlıcılık" ideolojisinden beklenen netice elde edilemedi. Temelde, Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimleri Müslümanlarla kaynaştırıp, bağımsızlık arzularını önlemeyi hedefleyen "Osmanlıcılık" ne Balkanlardaki kopmaları durdurabildi ne de Doğu Anadolu'da Ermenistan devleti kurma hazırlıklarını bertaraf edebildi. Bilhassa Tanzimatçı zihniyetin devletin temelini teşkil eden İslam dinine karşı tutumları ve azınlık hakları terennümleri, gayri Müslimlerin Osmanlı devletinden Türk-Rus harbi sonunda büyük çoğunlukla ayrılmaları bu politikanın hezimetinin ana sebeplerinin başında gelir. Abdülhamid Han ise Osmanlı devletinin varlığının ancak İslam birliği ile olacağına inanıyordu. Yapılacak en
akıllı iş, Müslümanlarla irtibatın sıklaştırılması, ortak hedef ve idealler etrafında dayanışmanın gerçekleştirilmesi idi. Bu dayanışma, yalnız ülke içi meselelerde değil, devletler arası meselelerde de ortak bir şuur çerçevesinde hareket etmeyi öngörüyordu. Aksi takdirde, yakın bir gelecekte, gayri Müslim topluluklar koparıldığı gibi. Müslümanlar yavaş yavaş devletten ve Hilafet'ten uzaklaştırılacaktı.
Irkçılık sirkenin balı bozduğu gibi devletlerin de birliğini bozar.
II. Abdülhamid Han'la yakın ilişkiler içerisinde bulunan Prof. Arminus Vambery Sultan Abdülhamid Han'ı Türkler'e dair açık ve net bir konuşma yapmaya zorlayınca Sultan; "Milliyet meselelerine dokunmamalıyız. Bütün Müslümanlar kardeştir. Ve milliyete dair herhangi bir ayırım ciddi anlaşmazlıklara ve çelişkilere sebep olabilir" demiştir.Abdülhamid Han'ın İslam alemine karşı yakınlığı ve İslam ha-
üleşinin önemi daha önce ve bilhassa Hindistan'da Müslümanlara telkin edilmiş ve Osmanlı'yı desteklemeleri temin edilmişti.
Rus-Türk harbinde bu te'şirini göstermiş ve Hindistan Müslümanları Osmanlı Devleti'nin yıkılmasıyla Müslümanların başsız kalacağı telkini ile camilerde dualar etmiş ve yardımlar toplanmıştı. Ve hatta gönüllü olarak yazılan Hindistan Müslümanlarının çok azı İngilizlerin engel olmasıyla ancak gelebilmişlerdi. İstanbul'a gönderilen yardımlar ise 123843 Osmanlı lirası idi. (150)
II. Abdülhamid Han, Osmanlı devletine tabi olan ve olmayan İslam devletleri ile Müslümanların yaşadığı bölgelere; Çin, Fas, Hindistan, Buhara, Mısır, Tunus ve Kafkaslar'a din adamları ve özel temsilciler gönderildi. Eb'ul-Huda, Şeyh Rahmetullah, Seyyid Hüseyin el Cisr ve Muhammed Zafir bunlar arasında idi.
İslam Birliği Elçileri
II. Abdülhamid Han tarafından, Panislamizm siyasetinin uygulamasında, seyyid. şeyh ve derviş gibi din adamlarına önemli gö-
revler verildi. Buharalı Şeyh Süleyman Efendi, Rusya Müslümanları ile halife arasında bir köprü vazifesi yapmaktaydı. Asya'ya yollanan derviş ve seyyidler de, İslam birliğinin birer erleri olarak çalışıyorlardı. Padişah, tatar, Gürcü ve Çerkez göçmenleriyle de işbirliği yapıyor, Hkand, Hive ve Buhara'dan gelen hacılarla yakından ilgileniyordu. Eb'ul-Huda, Darfur ve Sudan şeyhleri de İngilizler'e karşı bu görevi yapıyordu. Orta Asya ve Hindistan'a gönderilen medrese talebeleri ise, halifenin birlik mesajlarını Müslümanlar'a iletiyordu.
Tarikatların bu hizmette rolü büyük oldu. Yakınlık, uzaklık aranmadan, İstanbul'dan Müslüman ülkelere Patişah'ın emriyle özel 'heyetler gönderildi. Kuzey Afrika'daki Fransız yayılmacılığına karşı Şazeliye ve Medeniye gibi tarikatların devletle işbirliği yapmaları sağlanırken, bazı temsilciler de Halife'nin mesajını ulaştırmak üzere Çin, Malezya, Siyam ve Japonya'ya yollanıyordu. O zaman Çin Müslümanlarının nüfusu 70 milyon tahmin ediliyordu. 28 Nisan 1901'de Enver Paşa başkanlığında Çin'e bir heyet gönderildi. Buradaki çalışmalarını tamamladıktan sonra Sibirya üzerinden Avrupa'ya, oradan da İstanbul'a aynı yıl içerisinde geri döndü.( 151)
II.Abdülhamid Han, Çin'den Japonya'ya kadar dünyanın bütün Müslümanları ile irtibata geçerek Osmanlı Devletinin vazgeçilmez ve karşı gelinmez bir güç olduğu imajını vermeye devam ediyordu.
Sultan, bilahare Muhammed Ali ismindeki temsilcisini yine Çin'e göndererek Müslümanlarla irtibatını sağlamlaştırdı. Arapça ve İngilizce bilen Muhammed, Çin'de Wang adında bir imamın misafiri oldu ve hizmetlerini oradan yürüttü. 1906'da Ali Rıza Efendi ve Bursalı Hafız Hasan Efendi isimli hocalar da Pekin'e gönderildi. Burdaki hizmetler İngiliz ve Fransızları rahatsız etmişti. Çin'deki faaliyetler, kısa bir zaman sonra meyvesini verecek, 1908'de Pe-kin'de 11. Abdülhamid adına "Darü'l Ulum'il Hamidiye" (Hamidiye Üniversitesi)ni açmaya muvaffak olacaklardır. Kapısında Osmanlı bayrağının bulunduğu okulda 100 den fazla öğrenci okutan hocalardan Hafız Hasan Efendi 1908 sonlarında. Ali Rıza Efendi daha sonra İstanbul'a döndüler. Pekin'de tam 38 cami vardı ve bu camilerde binlerce Çinli Müslüman ibadet ediyor, vaazlar dinliyordu. Ülkenin çeşitli bölgelerinde açılan İslam okullarında eğitim veriliyor. Abdülhamid Han için dualar ediliyordu. Sultan'ın özel temsilcisi Muhammed Ali, Çin'e gelmeden önce aynı grevle Siyam, Kosinşin ve Japonya'yı da ziyaret etmiş, Japonya'nın Yokohama limanında bir cami inşası için, devlet adamları ve Müslüman tücarlarla görüşmüştü.(152)
Sultan Abdülhamid Han sadece Çin'e değil, Japonya'ya kadar heyetler göndererek buradaki İngiliz propagandasını tesirsiz hale getirmeye gayret etti. 1889-1990 tarihinde Japonya'ya Ertuğrul Fır-kateyn'i gönderilerek Japonlarla ilişkilerin başlangcını temin etti.
Eylül 1877 tarihinde Japon asilzadelerinden Prens Komatsu Halifeyi ziyaret etti. İade-i ziyaret bahanesiyle Ertuğurul gemisi Japonya'ya gönderildi. Bu gemi, uğradığı her limanda büyük ilgiyle karşılandı, Bombay ve Kolomba'da iskeleye 30 bin Müslüman toplandı ve Osmanlılara büyük tezahürat yapıldı. İngilizler bu ilgiden rahatsız olarak karalama kampanyası başlatmışlardı. Gemi dönüş yaparken Eylül 1890'da Kii Yarımadası yakınlarında fırtınaya yakalanarak battı. (153)
Rus harbinden 3 sene sonra 1880'de İstanbul'a Japonya'danPrens Hebi'nin başkanlığında bir heyet geldi. Asıl gayesi Avrupa'yı gezmek, Japon ilerleyişinin temellerini kuvvetlendirmek olan heyet, istanbul'a uğramayı, Türkiye'nin halini de görmeyi ihmal etmemişti. Resmi bir sıfatı olmayan heyete, sarayın alaka göstermemesi gayet normalken, Abdülhamid Han aksini yaparak heyeti yaverleri ve tercümanlarına karşılatmış, Beyoğlu'nun en iyi otelini ikametlerine vermiş ve bütün masraflarını üzerine almıştı.
II. Abdülhamid Han, Doğu milletlerinden biri olan Japonların baş döndürücü ilerleme hamlelerini büyük bir merakla takip ediyordu. Vatanına ait yükseltme sırlarım belki onların vaziyetinde kendi çözebilecek bir mana arıyordu. Bu sebeple heyetle ilgilenmiş, Japonları Yıldız'a davet ederek kendilerine göz kamaştırıcı bir ziyafet vermiş, onları yakından görmek ve tanımak istemişti. Ve böylece iki ülke arasında bir yakınlığın temelleri atılmıştı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:25
Sahsiyeti Muhufaza
II. Abdülhamid Han. Japonlar ve Japonya mevzuunda başlıca emeli, Avrupalılaşırken. şahsiyetini elde tutan ve ondan feda etmeyen bu milleti, şiddetle atıldığı yükselme yolunda gerçek dine de
ulaştırmak niyetindeydi. Nitekim, Japonya'da "Dinleri İnceleme" adında bir de teşkkül kurulmuş ve kongre tertiplenmişti. O güne kadar Japonya'da pek fena ve kaba şekilde yürütülen İslam propagandası, işte bu vesileyle birdenbire Japon halkının ruhuna yöneltilebi-lir ve Doğnun bu maazzam milleti elinde Müslümanlık yepyeni bir hamleye kavuşabilirdi. Abdülhamid Han buna çok ehemmiyet verdi. Japonlar tarafından istenilen din kitaplarını, kütüphanesinin en-nadide eserleri arasından seçip gönderdi ve bu kitapların arasına bir de üzerindeki insan emeği bakımından madde ölçüsüyle paha biçi-lemez bir Kur'ın Kerim ilave etti.Toplanacak kongre üstünde de en derin şekilde müessir olmayı düşünürken, misyonerler ve kozmopolitler tarafından araya bin fesat sokuldu ve başarı yolları kapatıldı. Mikado ise, yine aynı fesatlar yüzünden böyle bir kongereye lüzum görmediğini ve halkının dilediği dini seçmekte hür olduğunu ilan etti.
1904 Rus-Japon Harbinde koca Rusya'yı dize getiren Japonların ruhundaki ham mistiği anlayan ve onu İslamiyetle kemalleştir-mek isteyen Abdülhamid, böylece Japonlar nezdinde gizli bir müttefik muhafaza etmekten başka bir imkan bulunmadığını anladı.(154)
Hicran Olmuş Bir Hatıra Demir tavında dövülür
Sultan Abdülhamid Han, Fethi Okyar'a "hicran olmuş" bir ha-tıraşını anlatıyor;
"Şimdi size hicran olmuş bir hatıramdan bahsetmenin sırasıdır beyefendi oğlum... Tarihini sarih olarak söyliyemiyeceğim, fakat, Ruslara karşı kazandıkları zaferin arifesinde idi. Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden, İslam dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dini-ilmi heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı. Orada İslamiyeti yaymayı, mukaddes vazife sayan Abdürreşit İbrahim isimli, aslı Ka-zanlı olan bir Müslüman aliminden mektup almış, Japonya'daki İs-lami tamim hareketine yardımcı olmam istenmişti. İslam aleminin Halifesi idim. Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkarı olma-
ya çalıştığını bu ali vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan herşeyi yaptım, fakat bu yardımım daha çok maddi sahada kaldı. Çünkü Abdürreşit İbrahim Efendi, bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsça'dan başka'Rusça, Japonca biliyordu. Avru-payı baştan aşağı dolaşmıştı; Çin'i bile görmüştü. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latince'yi de öğrendiğini yazmıştı. Japonya'da Şinto dininin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini, mantık,akıl,ilim,ruh birliği ve cihanşümul (evrensel) felsefeyi temsiledecek bir dini-manevi hareketin, Japon milletince benimseneceğini, İslamiyetin de aslında bütün bu vasıfları ihtiva ettiğini, sadece hakikatleri izah edecek kudret ve ilmi-manevi kifayette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı. Japon imparatorundan, ailesinden bir Prensin ziyareti ile böyle bir mektup da alınca, mevcudun ehemmiyeti hadise olarak önümde idi.
Fakat, bizdeki din adamlarının ilmi ve manevi seviyelerini çok iyi biliyordum; Pederim merhum Sultan Abdülmecid'in büyük 102 ümitlerle genişlettiği Tıbbiye için Avrupadan getirttiği ecnebi mual-• limlerden dersalanlarm kafir olacağım söyleyen ulema benim saltanatımda da yerindeydi. Bugün gördüğünüz ve sizin de yetiştiğiniz mekteplerin çoğunu ya ben açtım, ya da bugünkü hale getirdim. Mekteb-i Sultanı (Galatasaray) ve harkesin serbestçe okuyabileceği metteplere bakınız: Nüfusa göre en az olan Türk talebedir. Bu, sadece iktasidi sebeplerle değildir. Bilhassa Anadoluda, bu mekteplerde okumanın selabet-i diniyeyi zedelediği hala telkin ediliyor. Eğer Harbiye'ye Hıristiyanları alma izni verilse, değil bizdeki ekalliyetler, Yunanistan'dan, hatta belki Rusya ve diğerlerinden talebe gelir: Ben saltanata geldiğim zaman, sadece Kuleli Askeri İadesi vardı. Ülkede yedi yerde askeri idadi, Selanik Harbiyesi, Selanik ve Konya'da hukukmektebini ben açtım. Bunlardan gayem, mülkiyeyi de, ilmiyeyi de tatminkar hale getirmekti. Ne ise...Bunları tarih birgün elbette yazacak...Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din alimleri kendi ülkemizde olsa, ve onları ben bulabilsey-dim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam aleminin istifadesini teinin ederdim...Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmeteşayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler.Fakat ilmi kudretleri oklusu kadar cihanı telakki tarzları, bu
kadar büyük ve İslamiyetin mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi...Fakat Japon İmparatorunun istediği Müslüman din alimlerini yetiştirecek feyyaz membalar da artık mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu...Bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı var.Saltanat müddetim sırasında en çok hatırladığım hakikatlerden birisi demir tavında dövülür darb-ı meselemiz (atasözümüz) olmuştur." (155)
Abdülhamid Han, İtalyanlara karşı, Bıngazi ve çevresinde geniş tesirleri olan Sunusiler'i destekleyerek onlara silah ve para yardımında bulunuluyordu. Aynı zamanda Sunusi Şeyhlerine maaşlar, nişanlar veriliyor, tekke ve zaviyeleri vergiden muaf tutuluyordu.
Sunusi kabilesi, Bingazi'nin güneyinde ve Büyük Sahra'nın ortasındaki yemyeşil Kufra Vahası'da yaşayan cesur, bağımsızlıklarına düşkün bir kabileydi. Sultan, Arabiyi, Fransızca ve Alman-ca'yı iyi bilen bir askerini, Azamzade Sadık Müeyyed Paşa'yı Ku-ra'ya Sunusiler'e iki defa göndererek onlara Osmanlı İmparatorlu- 103 ğu'na bağlılık ve sadakat yemini ettirdi. Sunusiler, bu sadakat yeminlerine 1911 'den 1919'a kadar çok sadık kaldılar. Kumandanlarının Türk subaylardan oluştuğu Sunusiler, sekiz yıl İtalyanlara karşı savaştılar. (156)
Şeyh Zafir'in kardeşi Seyyid Hamza, beş bin kuruş maaş ve üçüncü rütbeden Mecidi'ni şansı ile Trablusgarb'a yollanmış, daha sonra, başarılı hizmetlerinden dolayı ilmiye rütbesi ile taltif edilmişti. Bunun gibi, Seyyid Beşir de Bingazi'de İslamiyete hizmetle görevliydi. Tunuslu şeyhlerle irtibat kurulması görevi, Şeyh Zafir'e verilmişti. Zafir, şeyhleri konağında ağırlıyor ve onlara halifeden maaş bağlanmasını sağlıyordu. Sultan, bu arada, Trablusgarb'ın Tunus sınırında yaşayan aşiretlere de on bin adet tüfek göndermiş onları muhtemel İtalyan saldırısına hazırlıklı hale getirmişti.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:26
isbirligi
Trablusgarp'ta meşhur bir tarikat olan "Medeniler Tarikatı"nın şeyhi Muhammed Zafir İstanbul'da Yıldız Sarayı'nda oturuyordu. Medeniler ve Şazeliye tarikatlarının mensupları İslam halifesi olması hasebiyle Sultan'a bağlı ve itaatkardılar. Bunlar, bölgelerinde Fransa'nın emel ve hilelerine karşı çıkıyorlardı. 12 Şubat 1902 tarihli bir Fransız belgesinde bunlara karşı alınacak tedbirlerle ilgili şunlar yeralıyordu. "Bir tek kelimeyle söyleyecek olursak, Osmanlı hükümeti, İslam taassubunu Avrupa'ya karşı kendine bir silah yapıyor ve bu silahı, kendisiyle mücadele edilmez bir duruma koymaya çalışıyor...Afrika'ya sızma gayemizin ışığı altında, maddi varlıklar ve manevi tesirleri yönünden çok zor bir durumda bulunan Müslüman tarikatlarına aman verilmemesi, acil ve temel asas olmalıdır. " (157)
Fransız sömürgelerinin çoğunluğunu teşkil ettiği Afrika Müslümanları tarikatlar bünyesinde teşkilatlanmış olması sebebiyle Sultan, buradaki şeyhlerle yakın ilişkiler kurmuş bunlar vasıtasıyla Osmanlıya sevgi ve bağlılık sağlanmıştır.
Fransa'nın Cidde Konsolosu, Dışişleri Bakanı Delcasse'yenin 20 Nisan 1902 tarihli yazısı; "Şazeliye, Medeni (tarikatları)...kuvvetli teşkilatları, müntesiplerinin çokluğu, sahip oldukları zenginlik ve yukarıdan gelen özel himaye talebiyle, bu iki teşkilat, bugün için Türk siyasetinin en faal ve en korkulacak aletleridir" (158) Fransızlar bu faaliyetler karşısında haccın zorlaştırılıp azaltılmassı, tirakatlara bir takım imtiyazlar verilerek aralarındaki rekabetin artırılması ve Mekke Şerifi'nin desteğinin kazanılması çalışmalarını başlatıyordu.
İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupalı devletler Abdülhamid Han'ın takip ettiği bu politikasından aşırı derecede rahatsızlık duymaktaydı. Bilhassa İngiliz ve Fransızların rahatsızlığı sömürgelerinin çoğunluğunun Müslüman ülkelerinin oluşturmasıydı. Bu nedenle bu iki ülke Sultan'a karşı temkinli ve iyi geçinme politikası yürütme zorunda kalmışlardır. Ve bilhassa İngilizler, Sultan'ın Hindistan'daki faaliyetlerinden aşırı derecede rahatsızlık duyuyordu. İngiltere, Abdülhamid Han'dan aşırı derece çekiniyor, ona karşı bir hareketten korkuyorlardı. 4.10.1877 tarihinde-Hindistan Genel Valisi Hytton 'un Kraliçe'ye yazdığı bir mektupta; "Eğer kamuoyu baskısı veya dışarıdaki bir siyasi güçlük yüzünden Majesteleri'nin hükümeti Türkiye'ye karşı bir saldırgan politika izlemeye zorlanırsa, Hindistan'da bir Müslüman ayaklanması ile karşılaşmamızın muhtemel olduğunu düşünmekteyim." Diyordu. (159)
25 Mayıs 1880 tarihli İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi La-yard'ın düşünceleri: "Sultan, Hindistan Müslümanları'nı bize karşı kışkırtarak ikinci bir ayaklanmaya sebep olabilir. Bunu yapmak için Müslümanlar'm lideri bütün gücü ve nüfuzunu kullanacaktır." (160)
Hindistan'daki 1857'deki İngilizler'e karşı yapılan "sipahi ayaklanması"nı bastıran İngilizlerin Babürlü Devleti'ne son vermesi sonrasında Hindistan Müslümanları Osmanlı halifesine ümit bağlamışlardı. 11. Abdülhamid Han da bu bağlılıktan azami derecede istifade ederek İngilizlerin Müslümanlara karşı baskılarını asgariye indirmeye çalıştı.
Seylanlılar cuma hutbelerini II. Abdülhamid Han adına okutarak kendilerini Osmanlı'nın bir tebaası sayıyorlardı. Hindistan Müslümanları Osmanlı lehine miting yapıyor, Kraliçe ve İngiliz hükümetinden Ermeniler'e destek verilmemesi isteniyordu. 1897'de Yunanistan'a karşı kazanılan zaferde Hindistan Müslümanlarının sevinç gösterileri ve halifeyi tebrik mesajları ise İngilizleri büsbütün korkutmuş ve Müslümanların daha fazla problem olacağını belirtmislerdi. (161)
II. Abdülhamid Han'ın emrinde çaksınlar arasında Afganistan'da Kabil Başmollası, Buhara Kadısı, Hindistan, Cava ve Çin cemaat reisleri de vardı. Orta Afrika'daki İslami çalışmalar da Büyük Sahra'nın güneyindeki Bornu'da hızla sürüyordu. 1885'de Bornu hükümdarına birçok hediye ve bir nişan gönderilmiş, bu jest iki ülke arasında sıcak bir yakınlaşma doğurmuştu. Bir diğer Afrika ülkesi Zengibar'da ise, Beyrut Tiaret Mahkemesi reisi Abdülkadir Efendi, Halife Abdülhamid adına faaliyetteydi. 1877 hac mevsiminde Hicaz'da coşkuyla ağırlanan Zengibaı hakimi Seyyid Bergoş'un bütün ihtiyaçları vali tarafından yerine getirilmişti. Böylece, Osmanlı ile Zengibar arasında dostluğun ilk tohumları atılacak, iyi ilişkiler daha sonra Seyyid Bergoş'un kardeşi zamanında devam edecekti.
II. Abdülhamid Han, 1880'de Fas Şerifi Hasan ile de irtibata geçti. Doğu Afrika'da Medeniye gibi Şazeli tarakıtının bir kolu olan Yeşrutiye'nin de Sultan'la irtibatı vardı. Somali'de Şeyh Üveys ve rakibi Muhammed Abdullah Hayın da Sultanla irtibat halindeydi. Zengibar hükümdarı Sultan Ali İstanbul'a bağlı olduğunu söylerken İstanbul'la bağlantısı olmadığı halde Fas Rif bölesi emiri Abdülkerim bile Abdülhamid'in İslam Birliği politikasını destekliyordu. (162)
II. Abdülhamid Han, misyonerlerin faaliyetlerini de yakın takibe aldırmıştı. Padişah'a bu konuda sürekli raporlar gelmekteydi. Diğer taraftan, Buhara ve Hindistan'da teşkilatlanmış olan tekkeler vasıtasıyla, önemli işler yapılıyordu. Maddi ihtiyaçları İstanbul'dan gönderilen paralarla karşılanan bu tekkelerin görevi, merkezlere uğrayan hacı ve seyyahlarla yakından ilgilenmek, onları ağırlamak ve İslam kardeşliği üzerine sohbetler yapmaktı. Bazı tecrübeli ve ilmen temayüz etmiş dervişler ise, çeşitli kafilelerle seyahat ediyor, padişahın temsilcisi olarak İslam birliği fikrini Orta Asya içelrine yayıyorlardı. (163)
Dünya Müslümanlarının Batılı emperyalist devletlere karşı birleşmesi gerektiği fikrinde olan 11. Abdülhamid han, aradaki mezhep ihtilaflarına rağmen, İran'la bile ortak hareket etmeyi, Şiirler'in de desteğini sağlamayı düşünüyordu.
Hz. Hüseyin'in (radıyallahu teala anh) kabrinin tamiri ve camiin birtakım giderleri için 14.200 kuruş, Medine'deki Hz. Hatice ve Hz. Amine'nin (radıyallahu teala anhuma) türbelerinin onarımına 70.000 kuruş sarfetmişti. Ayrıca, Hicaz'a çeşitli hediyeler gönderilerek, Müslüman halkın halifeye olan bağlılıkları pekiştirilmişti. .(164)
Bağdat, Basra, Necef ve Kerbela gibi Şii nüfusun yoğun olduğu bölgelerde İstanbul'a öğrenci getirilerek ilim tahsil etmeleri sağlanmış, daha sonra bunlar uygun maaşlarla kendi mahallelerinde va-zifelendirilmişlerdi. Mesela Şevket, Mahmud ve Abdülbaki isimlerindeki öğrenciler İstanbul'da tahsillerini tamamladıktan sonra, padişahın emriyle, vaizlik ve öğretmenlik yapmak üzere memleketlerine gönderilmişlerdi. Delim, Horasan, Mendeli, Şamara, Anh ve Şefaatiyle gibi kasabalar ahalisine ise Sünni akaidini öğretmek amacıyla hocalar tayin edilmiştir.
Abdülhamid han, İranlı alimlerin sempatisini kazanmak için ayrı bir gayret sarfediyor, bu alimlere hediyeler, nişanlar gönderip, maaşlar bağlatıyordu. Basra'da İslami faaliyetler çerçevesinde 1901'de bir ortaokul açılmış, iki tanesinin de inşaatını başlatmıştı.
Yeni Politikada, Doğu Anadolu'nun özel bir ağırlığı vardı. İngiliz, Rus ve Fransızların bağımsızlık vaadiyle kışkırttığı Ermenilere karşı, Müslüman aşiretler, İslam birliği çerçevesinde teşkilatlandırılıyordu. Padişah, halife ve hami sıfatıyla yaklaştığı aşiret reislerini taltif ediyor, İstanunbul'a getirtiyor ve onlarla beraber namaz kılıyordu. İşte o yaklaşım ve sıcak ilgi sayesindedir ki, bu insanlar, devlete sadakatlarını gösterecek, topraklarını sahiplenecek ve Ermenilerin hayallerini boşa çıkaracaklardır.
Panislamizm siyaseti, devletin çok uzak topraklarında Yemen'de de tatbike çalışılıyordu. Gerçi Yemen halkının ekseriyeti Zeydi idi ve Osmanlı hilafetini reddediyordu ama bu gerçek padişahın mücadele azmini kırmıyor, onları İngilizlere karşı uyarmaktan vazgeçmiyordu. İstanbul'a devat edilen seyyid ve şeyhler ihsanlara boğulyor, çeşitli rütbelerle onurlandırılıyordu. Bunların yaraşıra, Yemen'in imar ve inşaı ile idari problemlerinin halledilmesine de önem verilmekteydi. Yemen demiryolu projesi, San'a-Umran şose yolu inşaı, Yemen telgraf hatları gibi yatırımlar, okul, cami ve medrese inşaatları, bölgeye seyyar öğretmen ve din adamları gönderilmesi, hep bu önemin tezahürleriydi. Padişah, bir ara, Yemen'den davet ettiği 109 kişiyi Yıldız'da ağırlayarak, fikirlerini almış, bölgenin problemlerini öğrenmiş, isteklerini belirlemişti. Bu önemli istişarenin ardından, vilayetin imarı, vergilerin dezene konması, ziraatın geliştirilmesi, çocukların eğitimi, ilkokulların yaygınlaştırılması, idareci ve memurların seçiminde hassas olunması gibi önemli kararlar alınarak ön çalışmalar başlatılmıştı.
II. Abdülhamid han, ülke içinde olduğu gibi, emperyalist devletlerin kıskacındaki Müslüman çocukların eğitimiyle yakından ilgileniyordu. Ona göre, kültür emperyalizminin tesirini kırmak, İslamiyeti yeni nesillere doğru öğretebilmek, ancak eğtimle mümkündü. Üstelik, Müslümanların büyük çoğunluğu yeterli öğretim ve eğitim görmemiş, cahil kalmış kimselerdi. Abdülhamid han, bu gerçekten hareketle, sömürgelerdeki Müslümanlar'ın eğitimi için zaman zaman hocalar tayin edıp gönderiyordu. Bunlardan bir tanesi de Sultan Abdülaziz zamanında Ümit Burnu'na yollanmış olan Bekir Efendi idi. Bekir Efendi, orada tahminlerin de üstünde başarılı hizmetler yapmış, kendisinden sonra aynı misyonu devam ettirecek dört Zenci Müslüman yetiştirmişti. İngilizcenin yanısıra mahalli dilleri de öğrenen Bekir efendi, Sultan abdülhamid Han'ın saltanatının ilk yıllarında İstanbul'a gelerek istişarelerde bulunmuş ve Ümit Burnu müslümanları için 3.000 adet kitap göndermesini padişahtan rica etmişti. Ümit Burnu Müslümanlar'ın eğitim çalışmaları, Bekir Efendinin ölümünden sonra oğlu Ahmed Ataullah tarafından sürdürüldü. Ahmet Efendi, Kimberlley'e giderek İslamiyet'i buralarda yaymaya ve bölge Müslümanları'nı aydınlatmaya başladı. 1889'da gayretlerinden dolayı padişahça taltif edildi. . (165)
Saray, dünyanın her tarafından gelen ya da davet edilen Müslüman temsilcilerin toplandığı yer olurdu. Orta Afrika ve Batı Çin memleketlerine varıncaya kadar dünyanın dört bir yanından gelen Müslüman temsilcileri Yıldız Sarayı'nda misafır ediliyor,davletli ve davletsiz bütün bu temsilcilere Abdülhamid Han bizzat hitap ediyor hitaplarında İslam kardeşliği ve birlik ruhunu işleyerek onları coşturuyordu. Uğurlanırken bunlara, bölgelerinde dağıtılmak üzere,masrafları Sultan'ın kendi
kendi hazinesinden karkendi hazinesinden karşılanarak bastırılmış Kur'an-ı Kerim veriliyordu. (166)
Mekke ve Medine gibi kutsal şahirleri bağrında saklayan Arabistan, Abdülhamid için çok daha ayrı bir önem arzediyordu. Üstelik, saltanatı boyunca Müslümanlığa eski ihtişımını kazandırmayı hedefleyen bir lider ve halife için, bu hususun tartışılması daha mümkün değildi, Şüphesiz, kutsal topraklarda sözü geçmeyen bir halifenin otoritesinin zedeleneceği yönlendirici vasfının ortadan kalkacağı aşikardı. Sultan Abdülhamid Han, bunu herkesten iyi biliyor, herkesten iyi değerlendiriyordu. . ( 167)
Hac mevsiminde Karadeniz yoluyla İstanbul'a gelen Tatar, Kalmuk,Kırgız,Kafkas ve K3ffcar Türkler'iyle, Afganlar ve Türkmenler, Anadolu yakasındaki Valide Camii'nde toplanıyor, iaşe ve ibadeleri devlet hazinesinden sağlanıyor ve sonra da Abdülhamid Han'ın temin ettiği gemilerle Cidide'ye hac için gidiyorlardı. İstanbul, hac zamanlarında ve bilhassa Kuzey ve Kuzeydoğu ülkelerindeki Müslümanlar'ın toplandıkları bir şehir olurdu. (168)
Hac'tan dönen hacıların gidiş ve dönüş harçlıkları karşılanır, bunlardan bölgeleri ile ilgili bilgeler alınır, bazılarına ülkelerine dönerken basılı kitaplar verilirdi. (169)
Arabistan'daki İslam Birliği politikası daha çok şahsi münasebetler şeklinde kendisini gösteriyor ve aşiret reislerinin gönüllerini kazanmak amacıyla onlara ihsan ve iltifatlarda bulunma, maaşlar bağlama, İstanbul'da ağırlama gibi faaliyetler, birinci boyutu oluşturuyordu. İkinci boyutu ise, dini ve siyasi yönleri de olan müşahhas ve etkili çalışmalardı. Bunlar, Müslümanları ortak bir şuur ve ideal etrafında toplamayı amaçlayan "dini dayanışma" ve bölgenin kalkındırılması idi.
Özellikle, dini dayanışmayı kuvvetlendirecek ve Müslümanlar'ın kendilerine güvenlerini sağlayacak olan iktisadi ve teknik yatırımlar çok önemliydi. Bunun için, Abdülhamid Han'la hız kazanan yatırımlar devreye sokuldu. Bölgeye tren yolları, telgraf hatları, okullar, yollar yapılmaya başlandı. Şehirlerde tramvaylar işletiliyor, elektirik enerjisiyle aydınlatma çalışmaları başlatılıyordu. Arabistan'ın kalkındırılması için hazırlatılan büyük projelerden bir kısmı gerçeleştirilmişti. Mesela, Şam-Hayfa-Medine arasında toplam 1.464 km'lik tren yolu, Batılıların "Osmanlılar böyle bir dev projeyi gerçekleştiremezler" . demelerine rağmen, tek kuruş borç almaksızın yapılabilmişti. Finansının üçte biri Müslümanların bağışlarıyla karşılanan bu muhteşem eser, Abdülhamid Han devrinin ve onun İslam Birliği siyasetinin belki eri önemli meyvesi oldu. Üstelik bununla yetinilmemiş, Medine'den Mekke ve Cidde'ye ve yine Medine'den Bağdad'a ve Yemen'e kadar uzanacak yeni demiryolu projeleri hazırlanmıştı. ( 170)
Son senelerde yapılan araştırmalar, Abdülhamid Han'ın yalnız Müslüman ülkelerde değil, İngiltere ve Amerika gibi Hıristiyan ülkelerde dahi İslam Birliği için çalıştığı göstermektedir. Nitekim 1903'de Abdullah Suhravvardy tarafından kurulan bir derneğe "Pan-İslam" Muhammed Webb adlı bir Amerikalı Müslüman'a da, padişahın maddi desteğiyle "Moslem World" adlı dergiler neşrettirilmiştir.
Abdülhamid Han, büyük zorluklar ve problemlerin yaşandığı bir dönemde, emperyalist Batılı güçlere karşı varolma savaşı vermiş ve bu savaşta yabancıların da takdir ettiği dehasını en iyi şekilde kullanmıştı. Bu yandan "denge siyaseti" ile büyük güçlerin Osmanlı'ya karşı ortak hareket etmelerini önlemiş, diğer yandan Dünya Müslümanlar'nı Osmanlı devleti ve hilafet etrafında kenetlenmeye çağıran Panislamizm politikasıyla da, önemli başırılar kazanmıştır. Onun, en azından Müslümanların lideri ve hamisi olduğunu duygu ve fikir olarak kabul ettirebilmesi Osmanıl devleti'nin itibar ve nüfuzunun arttırmıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri, Hicaz Demiryolu inşası sırasında sergilenen Müslüman dayanışması ve kardeşliğidir. Bu dayanışma Padişahın tahttan indirilmesinden sonra da sürmüş, Balkan, Trablusgarp, ve 1. Dünya savaşlarında, yüzbinlerce Müslüman'dan Osmanlı Devletine yardımlar akmıştır.
Abdülhamid Han'ın halinden sonra, kısa zamanda Balkan-lar'ın ve Arap topraklarım birer birer kaybedilmesi ise, padişahın siyasi çizgisindeki isabetliliği en açık şekilde göstermektedir. Nite-kimjttihaddçılar bile sonunda Panislamizm politikasına sarılmak- tan başka çare olmadığını anlamışlardır.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:26
Birlik Ve Beraberlik
II. Abdülhamid Han, dışta takip ettiği "İslam Birliği" siyasetini içte de yürütüyor, halkın birlik ve beraberliğine azami gayret sarfediyordu. Bilhassa içteki muhalif unsurları bertaraf için ve onlara halk desteğini kırmak için bütün yurtta eğitim hizmetlerini yaygınlaştırmış onlara dini İslamı tam ve doğru olarak verecek alimler, veliler göndererek irşat etmiştir. Kalkınmayı köy ve kasabalara kadar indirdi ve halkın gönlünde taht kurdu. Ziraata önem verdi, eğitim ve öğretimi köylere kadar yaygınlaşatırdı. Camisi olmayan yerleşim birimlerine camiler yaptırdı, eski camileri tekkeleri tamir ettirdi.
II. Abdülhamid Han, takip ettiği bu politika ile devletin yegane İslam devleti ve halifesi olmasını sağladı. Gayrimüslimlerin etkinlik ve hakimiyetlerini azalttı. Hıristiyan memur sayısını azaltarak Müslüman memur sayısını artırdı. Emperyalist Avrupalı devletlerin silahlandırdığı Hıristiyan cemaatlere karşı Müslümanları silahlandırdı. Avrupalı devletlerin Müslümanlara karşı tahriklerini çok uygun bir politika takip ederek bertaraf etti. Ramazan ve Kurban bayramlarında halkın gönlünü alır, Ramazanda emekli, dul ve yetimlere yardım edilirdi. Şiddetli geçen kışlarda, dar gelirli ailelere kömür, odun ve yiyecek yardımı yapılır, bütün tarikatlara özel ilgi gösterilir, tekkelerin bazı tarikat şeyhlerine nişanlar, rütbeler verilirdi. Cami görevlileri, vaiz, hatip ve hocalara her yıl 30 bin kuruş hediye verilmesi adet edinilmişti. İstanbul'un Müslüman mahallelerinde meyhane açılıp içki satılması yasaklanmıştı. (172)
II. Abdülhamid Han, memleketin her tarafına okullar, hastahâneleı, yollar, çeşmeler, eşi bulunmayan modern bir tıp fakültesi yaptırdı. Mekteb-i Mülkiyyeyi, bir müze, hukuk mektebi ve dîvân-ı muhasebatı [sayıştay], Beyoğlu kadın hastahânesi, güzel sanatlar akademisi, yüksek ticâret mektebi, yüksek mühendis mektebi ve yatılı kız lisesini açtı. Ve devam edersek; Terkos suyunu İstanbul'a getirtti ve mülkiye lisesini açtı. Alman çeşmesi yapıldı. Bursada ipekçilik mektebi, Halkalı zirâ'at ve baytar mektebi ve Kâğıthane'de bir poligon kurdurdu. Bursa demiryolunu ve Aşiret mektebini yaptırdı. Üsküdar lisesi ve Rüşdiyye mektebleri ve yeni postahâne binası ve Osmanlı bankası ile Reji binalarını ve (Yafa-Kudüs) demiryolu ile Ankara demiryolu yapıldı. Yine hamîdiyye kâğıd fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası ve Beyrut limanı rıhtımını yapdırdı. Osmanlı sigorta şirketi ve Küçüksu barajı ve (Manastır-Selânik) demiryolu yapıldı. (Şâm-Horan) demiryolu ve (Eskişehir-Kütahya) demiryolu yapıldı. Hamîdiyye yüksek ticâret mektebi ve (Galata-Tophâne) rıhtımı, Dolmabahçe saat kulesi yapıldı. (Beyrut-Şâm) demiryolu, Dâr-ül-aceze binası, mum fabrikası, (Afyon-Konya) demiryolu, Sakız limanı rıhtımı, şimdiki İstanbul lisesi binası, (İstanbul-Selânik) demiryolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalışdırıldı. Tuna nehrinde Demirkapı kanalını, kapahçarşı ta'mîrini yapdırdı. Yunan zaferini kazandı. Akıl hastahânesini yapdırdı. Şişlide Hamîdiyye Etfâl hastahânesini yaptırdı. Medîne-i münevvereye kadar telgraf hattı yaptırdı. [Hamîdiyye Hicaz demiryolu Zerkaya kadar işledi. Kâğıthânedeki Hamîdiyye suyu yapıldı. Yeni balıkhane, Haydarpaşa rıhtımı, ma'den arama mektebi, Samda tıbbiyye-i mülkiyye yapıldı. Haydarpâşada askerî tıbbiyye mekteb-i, dilsiz ve sağırlar mektebi açıldı. Bingâzîye telgraf hattı yapıldı. (İstanbul-Köstence) kablosu döşendi. Haydarpaşa istasyonu binası yapıldı. Beşiktaş tepesindeki Yıldız sarayını ve önündeki cami'i yaptırdı. Velhâsıl Av-rupada yapılan yeniliklerin hepsini en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı. Ne yazık ki, tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı. Abdülhamîd hân, (İstanbul-Eskişehir-Ankara) ve (Eskişehir-Adana-Bağdâd) ve (Adana-Şâm-Medîne) demiryollarını yapdırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar demiryolu yoktu. Din bilgileri, fen ve edebiyat üzerine çok kitap bastırdı. Köylere kadar kurslar açtırdı. Parasız kıtâblar gönderdi.
Bütün bu hizmetler halkı Sultan'a daha da bağladı ve halkın gözünde "evliya sultan" oldu. Ve çoğu bölgelerde muhaliflerinin antipropagandasına rağmen halk kendisinden evliya, veli diye bahsetmiştir. Bu hizmetler semeresini vermiş ve muhalefet (okumuş-bürokrasi) sultana'a karşı ihtilal ve ayaklanma girişimlerini başarısız kılmıştır. Müslüman halkı kullanamayacağını anlayan Jön Türkler gayri müslim tebaayı da yanına alarak ordu ile sultanı devirmeye karar verdiler.
Ve nihayetinde 1908 Jön Türk ihtilali de, Makedonya'daki Ordu'da mektepli Enver, Niyazi ve Eyüp Sabriler'in dağa çıkıp isyan etmeleri ile başladı. 2. Meşrutiyeti getiren bu ihtilalde dikkat edilirse halk yoktur. Halkın sessiz kalmasının sebeplerinden biri de teşkilatsız ve bilinçsiz olması idi. (173)
Sultan Abdülhamid Han, Müslümanlar arasında İslam şuurunun canlı tutulması, halkın cehaletten kurtularak milli ve manevi değerlerine sarılmasını temin etme maksadıyla her tarafa hocalar ve Kuran'ı Kerimler, İslami eserler göndererek halkı bilgilendirmeye çalıştı. Diğer taraftan Batılı devletleri'ni "Cihad" ile tehdit ederek Osmanlı ve İslam ülkelerindeki yayılmacı, yıkıcı ve parçalayıcı faaliyetlerini engellemekti.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:26
Milletleri Seviyelerine Göre Idare
Arnavutlar Osmanlı devletinin en Batı ucunda kalıyordu. II. Abdülhamid Han, Arnavutluk'a daha bir başka ehemmiyet verirdi. Arnavutların şecaat ve sadakatleri hakkında kuvvetli bir kanaati vardı. Arnavutlara karşı bu itimadı, onun için bir siyasetin temelini teşkil ediyordu.
Rumeli'de Arnavutlar Abdülhamid Han'ın siyasetinin bir istihkamı gibi telakki olunuyordu. Buna rağmen 93 harbi hezimeti sonrasında imzalanan Berlin Andlaşması nın ağır şartlarıyla Müslüman Boşnaklar artık Osmanlıdan ayrılmış Avusturya'nın idaresine verilmişti. Balkanlar'da Müslüman teba olarak sadece Türkler ve Arnavutlar kalmıştı. Fakat Arnavutların da bir kısım topraklarının Berlin Andlaşması'ınca Karadağ'a verilmesi kararlaştırılmış ve Arnavut halkı buna tepki göstermişlerdi. Sultan Abdülhamid Han da bir karış toprak verilmesinden yana değildi. Halkın bu tepkisini destekleyerek Yakova, Prizren ve Derbe şehirlerinin kadı, müdderris ve müftüleri ile Arnavutluk'taki askeri yetkililere bu karara mani olmamalarını tavsiye ediyordu. Nihayetinde silahlanan Arnavutlar Karadağlıları Gosine'ye sokmadılar. Sultan bu konuda Arnavutlar'ı harekete geçirmişti. Bunun üzerine Gosine ve Plavay'ı Arnavutlara 'terke mecbur kaldılar Fakat yalnız Ülgün üzerinde direndiler. Bu olay sonrasında Arnavutlar arasında bağımsız bir Arnavutluk devleti Fikri gizliden gizliye giderek artmaya başladı. 1881 Şubatı'nda 130 delegenin katılmasıyla Debre'de yapılan bir gizli toplantıda Ohri başkent olmak üzere bağımsız bir Arnavutluk devleti talebini haber alan Sultan, Derviş Paşa komutasında 20 bin kişilik bir kuvveti bunların üzerine göndererek onları dağıtmış, elebaşları Rodos ve Anadolu'ya sürülmüştü. Arnavut halkına da şu bildiriyle seslenmişti;
"Müslümanların halifesi olduğumdan hepinizin babası sayılırım. Huzur ve rahatınızın bozulmaması için uykumu, rahatımı ve her türlü arzularımı terk eyledim. Müslüman olan evlatlarımın bir bölümü olan Arnavutlar'ı babalık himayemden nasıl uzaklaştırabilirim? Böyle aldatacı fikirlerde bulunan beş on kadar vatan haininin fesat ve telkinlerine kulak verilmesin....Zira, bunlar, hem kendilerine ve hem de devletleriyle birlikte soylu bir kavme zülüm etmek alçak düşüncesinde bulunduklarından ve sizi o maksatla fesatçılara yaklaştırmak isteyenlerden (burada, Hud suresinin 'zalimlere yaklaşmayınız ki, vücudunuza ateş yapışmasın. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Zalimlere yaklaşatıktan sonra size hiç kimse yardım edemez.") ayet-i celilesiyle sakınmanızı isterim. Ve tekrar ederimki, şu fesatçı düşüncelerde bulunanlar beş on kişiden ibarettir. Yoksa umum Arnavutluk halkı bugünkü idareden memnundur...Bu gibi vatan hainleri ve fesatçıları kendi ellerinizle tutup hükümete teslim etmenizi ve halifenize her bakımdan bağlanmanızı size emir ve tenbih ederim. ( 175)
II. Abdülhamid Han, Arnavutlar'ı Balkanlar'da Osmaniı hakimiyetinin sağlam asli unsurlarından olması hasebiyle elde tutulmasına büyük önem veriyordu. Bu nedenle ayrılıkçıları şiddetle takip ediyor ve etkesiz hale getirirken halkın gönlünü kazanmak uğrunda büyük gayretler sarfediyordu. Makedonya'da Osmanlı devletinin elinde bulunan şehirleri Arnavut taburları koruyor, Sultan'm sarayında onlardan muhafız birlikleri bulunuyordu. Savaşçı, gözü pek Arnavutlar, Sırp, Bulgar ve Yunan saldırılarına karşı gerilla harbi veriyordu. Bütün bu önemli görevleri sebebiyle Arnavutlar'a Rumeli'nin Kürtleri deniliyordu. (176)
Sultan, Arnavutlar Osmanlı Devleti'ne sadık kaldıkça, kendi tahtında emin olduğu gibi, Balkanlı Hıristiyan unsurların da Osmanlı'ya kolay silah çekemeyeceğinden emindi. Arnavutlar, Balkanlarda bir nevi Osmanlı'nın sırtını koruyorlardı. (177)
Arnavutların kendilerine özel kabiliyet ve adatlerini bilen Sultan, onları kazanmak için onlara "özel statü" uyguladı. Bunun esası, Sultan'a bağlılık karşılığı Arnavutlar'ın yönetimde serbest bırakılması teşkil ediyordu.
Ve hatta Arnavutlar'dan vergi alınmıyor, istekliler, askerlik yapıyordu. Sultan, Arnavutlar ve Kürtler'den bahsederken; "Ben , her milletin, seviyesine uygun bir tarzde idare edilmesine taraftarım" diyordu. (178)
Sultan, Arnavutların güvenini kazanmak için onların ileri gelenlerini nimet ve ihsanlara boğardı. Avlonyalı Arnavut Ferit Paşa'yı sadrazam yapmıştı. Arnavut kabileleri arasında kötü bir anane olarak sürüp gelen ve bu sebepten birçok yuvanın yıkılmasına yolaçan kan davalarını diyet komisyonları kurarak, fertleri öldürülen ailelerin kanbedelini kendi hazinesinden ödeyerek Arnavutlar'ın sulh ve sükuna kavuşmasını sağlamıştı.
Sultan'ın kendine has memnuniyet verici idare tarzı Arnavut halkı tarafından benimsenmiş, Halka olan itimat ve sevgileri artarak kötü fikirlerin bu milletin içinde gelişmesini önlemişti . Ve halk bütün Müslüman teba gibi halifelerine "alim. zahid ve veli" diyorlardı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:27
Simendifer Politikasi
Bağdat Demiryolu
Abdülhamid Han'ın yaptığı demiryollarının gayesi birinci derecede askeri ve siyasi, ikinci derecede de iktisadi ve ticaridir.
Vatanın müdafası için herşeyden önce demiryolu inşaası zaruret teşkil ediyordu. 1877 Türk-Rus harbinde zarureti büyük çapta ortaya çıkmıştı. Balkan isyanlarıyla bu harpten alınan dersler, ondan sonra Rumelide hemen iki hattın yapılmasını gerektirmiş ve ilk olarak Selanik-İstanbul hattıyla, Manastır-Selanik demiryolu vücuda getirildi. Abdülhamid düşmanlarının bile; "eğer bu hatlar Abdülaziz devrinde yapılmış ve 300 milyon altın borcun onda biri bu işe harcedilmiş olsaydı, 1875 Balkan ayaklanmalarını hemen bastırmak ve belki de Türk-Rus harbini önlemek mümkün olurdu." Şeklindeydi. Nitekim bu hatların 1897 Türk-Yunan Harbinde muazzam faydaları görüldü. (180)
II. Abdülhamid Han zamanında Türk topraklarına döşenen demiryolları, evvela Rumeli'de 1993, sonra Anadolu'da 2507 kilometreye yükseldi.Halbuki Berlin Muahedesinden evvel demiryollarının uzunluğu toplam 1145 kilometreden ibaretti.
Abdülhamid Han'ın demiryolu siyaseti, dış politikası ile içice idi. Batılı teşebbüs ve sermaye ve teknik merkezlerinin Türk demiryollarını doğrudan doğruya üzerlerine alamaycaklarını başka tavizler talep edeceklerini anlayarak demiryollarının inşası için işi siyasi bir faydaya bağlayarak hem devlet emniyetini garinti altına almak, hem de memleketi büyük bir askeri ve iktisadi kıymete kavuşturmayı düşünerek harekete geçti.
Yükselen endüstrisiyle İngiltere'nin karşısına dikilmekte olduğunu gördüğü Almanya'ya kollarını açtı ve karadan Hindistan demiryolunun en hassas istikametini çizen Anadolu-Bağdat demiryolunu Almanlara ihale etti. Böylece, Batılı iki büyük ve rakip devleti, kendi topraklarında tecelli edici bir karşılaşmaya davet ederek rekabeti kızıştırdı. Birinden birini tutmakla öbürünün şerrinden korunuyor ve hem devlet emniyetini sağlayıcı . hem de vatanı demiryoluna kavuşturucu bir nimete erdiriyordu. Şartlarda da bu hesaba göre bir kolaylık ve hafiflik temin ediliyordu. (181)
Avrupa'da sanayi inkılabı sonucunda ulaşımda demiryolu teknolijinin ortaya çıkması, ulaşımda meydana getirdiği kolaylık, Doğu Akdeniz'i Basra Körfezi'ne demiryolu ile bağlamak projeleri gündeme geldi. İngilizler, Hindistan hakimiyeti için 1840'lı yılların başından itibaren yoğun bir çalışma başlattılar ve projeler hazırladılar. 1856'da William Andrew , İskenderun'dan başlayıp Fırat Vadisi'ni geçerek Hindistan'a ulaşacak bir demiryolunun İngiltere'nin Hindistan'daki hakimiyetini iyice artıracağından bahsediyordu. 1869'da Süveyş kanalının açılması ve buranın kortrolunun 1881 'de İngilizlerin eline geçmesi İngilizleri deniz yolunun daha rahat olması hasebiyle bu projeden vazgeçirtti. Bundan sonra projeyle Almanya ilgilenmeye başladı. Almanya , Berlin'den Bağdat -Basra'ya kadar uzanacak 3B Projesi (Berlin-Bosfor-Bağdat) demiryolu ile hem Anadolu ve Mezopotamya'nın ekonoik zenginliklerinden faydalanmak hem de Basra limanına kadar uzanacak bu demiryoluyla İngiltere'yi Hindistan'da tehdit etmek istiyordu. Bu demiryolu Almanlar için büyük bir önem arzediyordu.
Alman İmparatoru 11. Wilhelm, Bağdat demiryolunun imtiyazını almak için 1888 ve 1898'de iki kez Sultan'ı ziyarete gelmiş ve neticede Bağdat Demiryolu imtiyazı Almanlara verilmişti. İngiliz ve Fransızlar, bu hattın, Doğu Akdeniz-Suriye-Irak hattında yeralmasını isterlerken, Almanlar Anadolu içlerinden geçmesini istiyorlardı. İngiltere ve Fransa'ya verilecek yukardaki hat imtiyazına Sultan, bu hattın güneydeki Osmanlı vilayetlerini devletten koparacağı endişesi ile bakıyordu. Bu nedenle Anadolu içlerinden geçmesini isteyen Almanlar'ı tercih etti. (182)
II. Abdülhamid Han Bağdat demiryolunun Osmanlı devletine faydasının ekonomik ve askeri alanda büyük olacağına inanıyor, kalkınmanın özellikle İmparatorluğun Asya topraklarına yöneltilmesi İslam birliği politikasına uygun olacağı ve buradaki Müslümanlarla kaynaşmanın daha kolay ve rahat olacağına inanıyordu. Demiryolunun Anadoludan geçerek Bağdat'a ulaşması ile zirai ürünlerinin çürümesi önlenecek, yok pahasına satılmayacak, madenler atıl kalmayacatır. Askeri yönden faydalarına gelince; askerin intikalinin ve ihtiyacının daha çabuk ve seri sağlanması, geçtiği yerlerde kuvvetin sağlamlaştırılması başta geliyordu.
Bağdat Demiryolu Projesi Avrupa'da Hasta Adamı tedavi edici ve kuvvetlendirici bir unsur olarak değerlendirildi. Ortadoğu'ya Alınan emperyalizmini tesis edici bir yol olarak görülen Bağdat Demiryolu, İngiliz ve Fransız koloniyalizmi içinde bir tehdit olacaktı. Bu tehdit, 1904'den sonra İngiltere, Fransa ve Rusya'yı bira-raya getirdi. Almanya'nın Drang Nacysa ve Rusya'yı bir araya getirdi. Almanya'nın Drang Nacy Osten (Şark'a doğru) yolu kesilmek isteniliyordu. Bağdat Demiryolu Projesi, Avrupa'da 1. Dünya Harbinin önemli sebeplerinden birisini teşkil etti. (183)
Sultan II. Abdülhamid, İngiliz, Fransız ve Ruslar'ı da tatmin edecek, seslerini kısacak bir demiryolu imtiyazları verdi. Böylece Dengeci bir politika ile serlerini def etmeye çalışıyordu.
Batı Anadolu'da İzmir-Kasaba arasındaki demiryolu yapımı Fransızlar'a da Suriye ve Lübnan'da imtiyazlar verildi. Ruslara da "Karadeniz Andlaşması"yla Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgelerinde demiryolu yapımı imtiyazları verildi. (184)
Bağdat Demiryolu ile emperyalist devletlerin emelleri altüst oldu.Bağdat Demiryoluyla , Hindistan korkusunu aşılayarak İngilizleri dize getirmiş, Rusları İskenderun istikametinde "ılık denize inme" politikasından vageçirtmiş, Hicaz demiryoluyla da İslam birliği idealini pırıldatarak fevkalade korkutmuş ve Rusları Filistin'deki "Makamat-ı Mukaddese" koruyuculuğundan dönmeye mecbur bırakmıştır. Abdülhamid Han'a düşmanı dahi bu dahiyane politikasını şöyle dile getirecektir: "Artık Büyük Petro'ların, İkinci Katerina'ların emelleri altüst olmuştu. Çar, Avrupa 'da,Osmanlıların tarihi mirasçısı sevdasından vazgeçtiği gibi, Filistin'de Mukaddes toprakların koruyucusu olmak fikrinden de yavaş yavaş vaz geçiyordu. İşe Büyük bağdat hattı Rusya'nın bütün siyasi teşebbüslerine mani oldu."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:27
HICAZ DEMIRYOLU
Abdülhamid Han'ın en önemli hizmetlerinden birisi de Hicaz demiryolu olmuştur. Bu demiryolu projesi ile Şam ile Medine ve Mekke şehirleri birbirine bağlanıyordu. Bu yol ile Hicaz ve Yemen'de Sultan'ın otoritesi kuvvetlenecek, Mısır'da nüfuzunu artıracaktı. Demiryolu ile Hicaz ve Yemen'e askerlerimiz emniyet içinde sevetmek mümkün olacak, hac farizasının yerine getirilmesini de kolaylaştıracak, az da olsa geçtiği yerlerin ziraat ve ticaretini canlandıracaktı.
Hicaz Demiryolu, askeri ağırlıklı hat olması sebebiyle bölgede en çok İngiltere'yi tehdit edeceği için, özellikle adı geçen devlet, demiryolunun yapılmasını istemiyordu. İngilizler sabote için Arab kabileleri arasında, eski anane ve adetlerin bozulacağı, her sene hazineden aldıkları avaitin (gelir, irat) kesileceği, deve ve at kervanlarının ortadan kalkacağı vb. gibi propaganda yapıyorlardı. Üstelik, Şeyhlere bol para hediye ve silah dağıtarak onları inşaat aleyhine tahrik ediyorlardı. (186)
Suriyeli Arab ve Sultan'ın özel sekreteri İzzet Paşa'nın Demiryolu yapımı için madalya çıkararak İslam dünyasından yardım toplama talebi kabul edildi. II.. Abdülhamid Han, 50 bin lira ödeyerek yardımda bulunanlar listesinin en başında yeraldı.(187) Bütün Müslüman ülkelerinden özellikle Hindistan Müslümanları, İran,Tu-nus, Cezayir, Rusya Müslümanları, Doğu Türkistan, Sumatra, Java, Malezya'dan büyük yardımlar gelmiş, Afganistan Sultam Amir Han da en yüksek yardımı yapan kişiler arasında yeralmıştı. Ve Nihayetinde Bu yardımlar sonrasında l Eylül 1900'da hicaz Demiryolu inşaatına başlanıldı. (188)
Osmanlı devleti, Hicaz demiryolu için yardım kampanyası başlatınca İngilizler Hindistan veMısır'daki gazeteleriyle bunu baltalamaya çalışarak Türkler'in Hicaz Demiryolunu yapacak kabiliyet ve iktidarda olmadıklarını,Müslümanları soymak içinyenibir bahane uydurduklarını, Müslümanlar'ın boş yere aldanıp para vermemelerini propaganda ediyorlardı.Mıasır'daki İngiliz konsolosu da halkı demiryolu aleyhine tahriketmiş, fakat bütün bu İngiliz propaganda ve tahrikleri biri netice vermemişti. (189)
30 Ağustos 1908'de Hicaz demiryolu faaliyete geçti. İstanbul'dan kalkan tren Medine-i Münevvere'ye kadar ulaşabiliyordu. İlk tren, İstanbul'dan gelen misaferlerle birlikte 27 Ağustos Perşembe günü, Şam şehrinden Medine istikametine hareket etmişti. Trende, devlet adamlarından müteşekkil kalabalık bir heyetten başka, yerli ve yabancı pekçok gazeteci bulunuyordu. Özel trenin bir büyük salon-vagonu, bir lokantası, bir cami vagonu ve üç yolcu vagonu vardı. Hız, o zaman için mükemmel sayılabilecek olan 40-60 km arasındaydı. Tren yalnızca iki şey için duruyordu. İkmal ve namaz...Çöl kumlan üzerinde cemaatle namaz kılınırken, ikmal için develerle su getiriliyordu. Tren 30 Ağustos Pazar günü öğleden sonra saat iki sularında Medine-i Münevvereye varıldı.
Makedonya ve Ermenistan gibi Osmanlı bütünlüğünden koparılmak istenen Arap illerinin dolayısıyla İslam beşiği topraklarının müdafası, İslam alemine, Kabeye doğru giden yolların telkin edeceği maddi ve manevi bağ ve bağlılık değeri ve bu değerin içinde, hac yolunun transit merkezlerini bu hat üzerinde toplayıcı ve bütün yolları Halifenin vatanına bağlayıcı özelliğiyle büyük bir ehemmiyet arzediyordu. Abdülhamid Han'ın bu demiryolu politikasıyla ince siyasetinin dehasını ortaya koyduğunu düşmanları tarafından itiraf edilmiş bir gerçek oldu. (190)
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İngiliz casusu Lavvrance, peşine taktığı bedevilerle Hicaz demiryoluna sabotajlar yaptı. Hicaz'daki isyanlar için bölgeye asker şevki yapılamadı. Ve nihayetinde Medine İngilizlerin komutasında Osmanlının elinden çıkmıştı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:27
MERHAMET ADALETI ASINCA
Merkezi Selânikde bulunan üçüncü ordunun bazı subayları, İngiliz casusları tarafından bol para, makam ve çeşitli vaadlerle aldatıldı. 7 Temmuz'da teğmen Atıf tarafından Şemsî paşa öldürüldü. Masonların ve Yahudi destekçilerinin idare ettiği ve ellerinde İngiliz, Fransız silâhları bulunan hareket ordusu İstanbul'a yürüdü. Halîfe, merhametinin çokluğundan hazret-i Alînin içtihadına uyarak, bunlara karsı kovmadı. Böylece devleti ele geçirenler yasına ettiler.
Liderler Adil olmalıdırlar. Kimlere karşı nasıl merhamet edileceğini iyi hesaplamak zorundadırlar. Aksi takdirde sosyal dengenin bozulmasına sebep olabilirler.
Peygamberimiz zamanında, Mekke kâfirleri de, Medine'ye hücum edince, Peygamberimiz, Bedr, Uhud ve Hendek'de, az kuvvet ile cihâd ederek, bunların Medine'ye girmelerine mâni' oldu. Sultan Abdülhamid Han, İslam alimlerinin eserlerinden iktibas ettiğimiz Ayeti Kerimenin meali şerifi: (İsyan edenler ile harb edip, bunları itaate getirin!) emrine uymadı. İslam alimleri Sultan Abdülhamid Han'ın Peygamberimizin bu sünnetine ve bu farza uymadığı için, facia ve felâketlere sebep olduğunu belirtmektedirler.
II. Abdülhamid Han, herşeyin hesabını huzuri ilahide bir gün vereceğine inanarak ve insanların da felakete sürüklenmelerine gönlü razı olmayarak çok hassas davranır bu nedenle merhameti adaletine galip gelirdi. Merhamet ve şefkatindendir ki "hiçbir Müslüma-mn burnu kanamasın" diyerek O muhteşem saltanatı terketti.
Adalet lidere değil, lider adalete tabi olmalıdır.
II. Abdülhamid Han, adalet teşkilatını devrinin alim ve fadıl-larından olan Ahmed Cevdet Paşa (Mecelle'nin yazarı) ve Abdur-rahman Paşa'ya teslim etti. Her işe el atan, kendi eli olmadan hiçbir işe güvenmeyen Abdülhamid Han, Allah korkusu ve şeriat saygı ve sevgisiyle üstüne titrediği adalet sahasını en emin insanlara bıraktıktan sonra ona asla karışmaz, adalet cihazının istiklalini, kendi adına kaza icra edildiği halde, nefsinden ve makamından üstün tutardı. Adalet ona değil, o adalete tabiydi.
Memur tayinlerinde bile Sultan Abdülhamid Han'ın müdahale etmediği sadece bir sınıf memur vardı ki o da hakimlerdi. (192)
33 Yıllık saltanatı boyunca sadece bir kişinin idamını onay-
ladı.
II. Abdülhamid Han'ın devrinde sadece bir kişi bile onun iradesiyle öldürülmemiştir. Yine onun devrinde, hakimlerin verdiği haklı idam hükümlerinden de hiçbiri onun tarafından tasdik edilme-
mis ve bu cezalar daima süresiz hapse döndürülmüştür. Sadece sarayda meydana gelen bir olaydır ki o da idam fetvası veren Şeyhülislamın zoru ve sarayda cereyan etmesindeki nezaket ve padişahın merhameti istismara yeltenici karekteri bakımından tasdikle neticelenmiş ve faili Beşiktaş'ta asılmıştır. (193)
Sebebine gelince; Haremağası içtikten sonra rakibi haremağa-sının odasına girmiş ve onu tabancayla vurmuş ve daha başka numaralar yaptıktan sonra Padişahın odasına girmeye kadar yeltenmiş olan biriydi. Sultan Abdülhamid Han bu suçu işlemiş olan kişiyi dahi idam cezasının dışında tutma ihtimaline karşı bütün devlet büyükleri ayaklanmış ve Şeyhülislam huzuruna çıkarak;
"Şahane merhametinizi tebcil ederim, Fakat Şeriatın emriyle bu adam da idaı;ı edilmeyecek olursa, ortada ibret misali diye hiçbir şey kalmaz" diyerek cezanın tasdikini istemiş, Sultan da 33 yıllık saltanatı esnasında verdiği ilk ve son idam kararı olmuştur. (194)
Şeriatın ölüm cezası verdiği yerde affa giden Abdülhamid Han, bu hakkını da şeriatten alıyor ve her iki halde de şeriatın yolunda olmak üzere,daima merhameti ahirete tercih ediyordu. II. Abdülhamid Han'a yapılan iftiralar karşısında dayanamayan eski dahiliye nazırlarından Reşit Bey bir yazısında şunları söyleyecektir: "Ben artık ömrümün sonuna gelmiş bir insanım. Allahu Tealaya ve ebedi hayat ve hesap gününe inanıyorum. Artık insafa gelmenin ve hakikati göstermenin zamanı gelmiştir. Abdülhamid'in öldürdüğü tek insan mevcut değildir. " (195)
Mabeyn baş katibi Es'ad Bey, yazdığı "Hatırat-i Abdülhamid-i han-ı sani" isimli eserinde; Sultan'ın güzel ahlâkım, dîne olan bağlılığını, edep ve hayasının derecesini, aklım, ilmini, adaletini, millet için durmadan çalıştığını, hiç can yakmadığım, düşmanlarına bile iyilik ettiğini, masonların aldattıkları ve maşa olarak kullandıkları kişileri bile af ettiğini çok güzel bir şekilde anlatmaktadır.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:27
SÜRGÜN POLITIKASI
II. Abdülhamid Han. kendisini kukla gibi kullanmak isteyen ve hatta suikast, ölümle tehdit eden ve devlete zararlı olabilecek kuvvetli ve nüfuzlu devlet adamlarını İstanbul'da tutmayarak onları uzak yerlerde görevlendirdi. İhtilal provaları içerisinde yer alan paşalar bile hapis ve ölümle cezalandınlmayıp, mevcut görevlerine eş görevlerle İstanbul dışına sürüldüler. Aleyhte olan işsiz aydınlar bile kendilerine memuriyet verilerek İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Merhametinin çokluğundan düşmanlarını bile sıkıntı çekmelerine gönlü razı değildi.
II. Abdülhamid Han, merhametinin çokluğu sebebiyle kanunlara uymayan ve bir görevden uzaklaştırılması gereken kişilere karşı sürgün politikası uygular, sürgünler, ekonomik yönden mağdur edilmez, kendilerine maaş bağlanarak sürülürlerdi. Bu tarz sürgünlerde bir kısmı hiçbir vazifeye sahip olmayan sadece bir maaşla ikamete memur edilir, bir kısmı da memuriyetle gönderilirdi.
Peyami Safa'nın Babası İsmail Safa
Merhum Necip Fazıl'dan nakledelim; "Bizzat Peyami Safa'dan dinlediğime göre (Boer)lere İngilizler tarafından yapılan şiddetli zulümler üzerine bütün Avrupa İngilizler aleyhine ayaklanırken, babası şair İsmail Safa, birkaç edebiyatçı arkadaşıyla İngiliz Elçiliğine gitmiş ve aynı muamelenin Türkiye'ye yapılmasını sefirden istemişler... Bundan sonra Peyami Safa'nın değil, benim fikrim olarak söyliyeyim ki, vatana hiyanet çapında ve idamlık bir suç olan bu harekete karşı Abdülhamid, İsmail Safa'yı oğlu Peyami iki yaşındayken Sivas'a sürmüş ve ayda bilmem kaç altın maaş bağlayarak orada oturtmuş...İsmail Safa da, Sivas'ta veremden ölmüş...
-Vay. hain Abdülhamid benim babamı öldürdü!
Peyami'nin kanaati buydu ve benden bir gün su cevabı almıştı:
-Abdülhamid senin babanı öldürmedi, kesesinden besledi. Ben onun yerinde olsaydım, babanı astırırdım!.
Yine Peyami Saf a'dan dinlediğime göre, Abdülhamid bu sürgün hakkında hesap soran İngiliz sefirine şöyle diyor:
-Siz burada yabancı bir devletin temsilcisi misiniz, yoksa beni murakabe etmeye memur bir fevkalade komiser mi? Huzurdan çıkı-
nız ve bir daha böyle mevzular üzerinde benden görüşme istemeyiniz! Aynı hareket, İngiltere'de yapılsa acaba yapana nasıl bir ceza verirdiniz diye sormaya lüzum görmüyorum!
Peyami'ye bu naklinden sonra şöyle demiştim:
-Ne yazık ki, ben bunu bilmediğim halde Abdülhamid'i haklı
görüyorum da sen, bile bile, onu takdir etmek için elinde en büyük
vesika varken aleyhinde bulunduruyorsun!..
Peyami Safa, Abdülhamid aleyhtarları arasında en hafifi, en zararsızıdır; ve bu aleyhtarlıkta ruh haleti herkesde daima birbirinin aynıdır. Tek fikir ve hakikat kaygısı olmayan nefs ve şahıs kini..." (196)
Sultan Abdülaziz ve Sultan V. Murat'ın hal'inde aktif rol oynamış olan Mithat Paşa'ya karşı II. Abdülhamid Han, daha şehzadeliği zamanında temkinli olmaya çalışıyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:28
Abdülaziz Han'in ÖldürülmesiAbdülaziz Han, Sultan Abdülmecid Hanın vefatından sonra 1861 yılında, 32 yaşında padişah oldu.
Abdülaziz Han, güçlü kuvvetli, ata sporlarından güreşe, ciride, ava meraklı, kahraman yapılı bir hükümdardı. Halk kendisini sevmekte, ikinci bir Yavuz olarak görmekteydi. Üzerinde durduğu en mühim mesele ordu ve donanmanın yeniden tanzim edilmesi, yeni usullere göre tekamül ettirilmesiydi. Avrupa'dan elde edilen kredilerin pek çoğu bu sahada sarf edildi. Donanma, dünyanın sayılı donanmalarından birisi oldu. Nizamiye, ihtiyat, redif ve müstahfız adıyla 700.000'i aşkın askeri bir kuvvet hazırladı. Bunların top ve tüfek ihtiyaçları için de modern tesisler kurdurdu.
II. Abdülaziz Han, zeki, anlayışlı ve dünya siyasetine vakıf olduğu için saltanatının ikinci yılında (1863) Mısır'ı ziyaret etti. Kalabalık bir heyetle beraber, Mısır'a yapılan bu gezi çok gösterişli oldu. Yavuz Sultan Selim'den sonra Mısır'a gelen ilk Osmanlı sultanına halk çılgınca sevgi gösterilerinde bulundu. Sultan Abdülaziz. Kahire'yi at üstünde dolaştı. Bu seyahat Mısır halkının Hilafet makamına olan bağlılıkının güçlenmesini sağladı.
1867 yılında Paris'te açılan büyük bir sergiyi görmek için imparator Napolyon'un davetini kabul ederek Fransa'ya gitti. Oradan, ingiltere, Belçika, Almanya, Avusturya, Macaristan yoluyla memlekete döndü. Bu seyahatlerinde Fransa imparatoru Üçüncü Napolyon, İngiltere Kraliçesi Victoria, Belçika Kralı İkinci Leopold, Prusya Kralı Birinci Wilhelm, Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Birinci Fransuva-Josef, Romanya Prensi Birinci Karol ile görüştü. Sekiz ülkeye gitti. Beş hükümdarla görüştü. Ve bu seyahatlarının çoğunda şehzade Abdülhamid Han'ı yanında götürdü.
Balkanlarda Rusya ve diğer devletlerin desteklemesi ile çıkan isyanlar, devrinin en mühim hadiselerindeııdir. Rumeli ve Girit'teki gayri müslim halkın ayaklanmaları devletin başına büyük gaileler açtı. Karadağ, Sırp, Bulgar ve Girit isyanları ile hükümet hem nüfuz, hem de mali bakımdan kayıplara uğradı. Karadağ'a yapılan savaşlar kazanılarak bu mesele bir müddet için kapandı. Sırbistan'da bazı kalelerdeki askerlerin geri çekilmesi ile anlaşma yapıldı. Girit'teki isyan, başarılı bir askeri harekat ile bastırıldı.
Mahmud Nedim Paşanın sadareti, hem dışta hem de içte devletin itibarının sarsılmasına sebeb oldu. Tarafdarı olduğu Rus Sefiri İgnatiyef'in tavsiyeleri ile hareket eden Mahmud Nedim Paşa, aldığı kararlarla Avrupa devletlerinin tepkisini çekti. Bilhassa devletin senelik ödediği borcunu beş sene müddetle ödenmeyeceğini bildirmesi üzerine Avrupa'da Osmanlılar aleyhine gösteriler yapılmasına yol açtı. Zaten Rusya'nın da istediği buydu. Nitekim, Ruslar bu karışıklıktan faydalanarak Balkanlarda Panislavizm propagandasını yaygınlaştırıp büyük huzursuzluklar çıkardılar. 1875 yazında Bosna-Hersek'te isyanlar çıktı. Bunu Rusya'nın teşviki ile 1876'da Sırbistan'ın Osmanlı Devletine savaş ilanı takip etti. Osmanlı Devleti sıkıntılar içinde olmasına rağmen Sırbistan'ı kısa sürede mağlub etti. Ardından Bulgaristan'da karışıklıklar çıktı ise de mahalli kuvvetlerle bastırıldı.
Sultan Abdülaziz Han, Balkanlardaki tehlikeli gelişmeyi önlemeye çalışırken daha önce görevlerinden azl edilmiş bulunan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdi paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi ihtilal hazırlığı yapıyorlardı. Bilhassa Hüseyin Avni Paşa, Mahmud Nedim Paşa tarafından azledilip, sürüldüğü için padişaha kin bağlamıştı. "Kinim dinimdir" diyen bu adam, padişahı tahttan indirip öldürmeye karar verdi. Londra'ya gidip İngilizlerle bu işi planladı. İkinci adam olan Midhat Paşa ise, batı kültüründen ve din bilgilerinden tamamen yoksun birisiydi. Tuna valiliği zamanında yaptığı işler, bilhassa İngilizler tarafından reklam edilerek şişirilmişti. İçki masalarında devlete ait kararlar alırdı. Memleketi kurtaracak tek insanın kendisi olduğuna inanırdı
Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdi ve Süleyman paşalar, padişahın tahttan düşürülmesi için geniş bir propagandaya giriştiler. Halkın gözünde Sultan'ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. 30 Mayıs 1876 Cuma günü sabahı, saat 04.30'da harekete geçtiler. Taşkışla'dan gelen taburlarla, Mekteb-i Harbiyyenin 300 kadar talebesi, Dolmabahçe Sarayını çevirdi. Donanma da deniz tarafını kontrol altına aldı. Sultan Abdülaziz Han kayıkla alınıp, Topkapı Sarayına götürülerek, Sultan Üçüncü Selim Hanın şehid edildiği odaya hapsedildi. Sonra Fer'iyye Sarayına götürüldü.
4 Haziran 1876'da Avni Paşa, çoktan planlamış olduğu cinayeti saraydan elde ettiği adamlarına yaptırdı. Cezayirli Mustafa Pehlivan, Mabeyinci Fahri Bey, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Sultan Abdülaziz Hanın kaldığı odaya zorla girdiler. Büyük mücadeleden sonra iki bileklerini kesip dışarı kaçtılar. Avni Paşa çığlıkları duyar duymaz, Kuzguncuk'taki yalısından Fer'iyye Sarayına geldi. Henüz ölmemiş olan Sultan Abdülaziz Han, pencereden çıkartılan adi bir perdeye sarılarak yakın bir karakola nakledildi. Ölüm raporunu imzalamak istemeyen iki doktordan birini Avni Paşa hemen Trablusgarb'a sürdü. Diğerinin de apoletlerini söktü. Üç pehlivana maaş bağlanarak gerçeği açıklamaları önlendi. Sultan Abdülaziz'in naaşım yıkayan imamlar, sonradan verdikleri ifadelerde, Sultanın iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu belirtmişlerdir. Pehlivanlar da, yaptıklarını sonra itiraf etmişlerdir. İsmail Hami Danişmend 5 ciltlik İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı kitabında Sultanın ölüm sebebinin intihar olmayıp, cinayet olduğunu 31 delil ile izah etmektedir. İntihar eden bir kimsenin iki bileğini küçük bir makasla kendisinin derince kesmesi adli tıbba göre mümkün değildir. Sultanın cenazesi 5 Haziran 1876 günü büyük bir merasimle kaldırıldı. Babası Sultan İkinci Mahmud Hanın Çemberlitaş'taki türbesine defnedildi.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:28
SALTANAT
Abdülhamid Efendi'y i büyük bir görev ve sorumluluk bekliyordu. Kendisine şimdi Sultanlık teklif edilecekti. O vatan ve milletin selameti için bu fırsatı kaçırmayacaktı:
"Tarihin acımasız çarkını, İmparatorluğu korumak, daha da iyisi, onu onarmak için durdurmak zorundaydım. Bu nedenle, ne derece tehlikeli olursa olsun, Mithat Paşa'nın söndüğü fırsatı yakalamaya kararlıydım. Görevimi beni ona çağırıyor, iradem beni oraya itiyordu." (197)
Bilahare Abdülhamid Han, Mithat ve Rüştü paşalarla yaptığı görüşmeyi şu şekilde dile getirecektir:
"Biraderim Sultan Murat'ın hastalığı üzerine bana gelmişlerdi. Bana sordular: Hükümet şekillerinden hangisini tercih buyurursunuz? Meşrutiyet'i mi, yoksa mutlakiyeti mi? Dediler. Ben kendile-126 rine cevaben, Avusturya imparatoru, Macaristan'a gider, başına Ma-* car şapkasını giyer, Macar olur. Avusturya'ya gider oralı olur. Bu misali vermekten maksadım, yani biri gemi kaptanı nasıl ki icabe-den hale göre gemisine kumanda verir ve idare ederse, ben de kumanda mevkiine geçince, memleketin selameti hangi idare şeklinde olduğuna kanaat hasıl edersem, onu ihtiyar ederim dedim...Onlar benim bu cevabımı kafi görmediler. Ama bunu bana hissettirmediler, fakat ben anladım. Fikrimi daha açıkça söylemek icap etti. Onun için şu sözleri de ilave ettim. Benim şimdiki kanaatim şekli meşru olan meşrutiyettir. Çünkü mutlakiyyet idaresinde iyi kötü her işte mesuliyet hükümdara aittir. Yönetici ve diğer alakadarlar, hiçbir mesuliyet kabul etmezler. Fakat Meşrutiyet'te böyle değildir. Hükümdar daha az mesuliyet altında kalır. Bütün mesuliyet idarecilere aittir. Dedikten sonra güldüm. Latife olsun diye. Bilmem amma belki bu, sizin işinize gelmez dedim. Onlar da gülüştüler. Sonra ben de onlara "Eh söyleyin bakalım; Bu babtan sizin fikriniz nedir? Diye sordum. Rüştü Paşa fikrini açıkça söyledi. Onun düşüncesi, bizde daha Meşrutiyet olmayacağı merkezinde idi..."(198)
Mithat ve Rüştü Paşalar, Sultan V. Murad'ın Hal'i ve Abdülhamid Etendi'nin tahta çıkmasına kesin karar verdiler.Ve Abdülhamid Han, Tahta çıkmış, kendisini tebrik için ziyarete gelenlere şu nasihati etmiştir:
"Devletimizin halini düzeltmek için birliğe muhtacız. Nazarımda birlik her kuvvete faiktır. İttifak, yöneticilerden başlayıp, tabaka tabaka herkesin zihninde yerleşmelidir. Ve umur-u devlet de bu noktaya tevcih etmelidir. Bu encümenin tertibi de aranızda zeval bulmaz bir ittifak rabıtasını tesis etmek maksadına mebni olduğundan ümit ederim ki siz de bu niyetimi iyi karşılarsınız. Bunun için meselenin birliğini daima faaliyetlerinizle ispat etmenizi emir ve tavsiye ederim. "
aksavaşçı
12-27-2007, 18:28
HALK IÇINDE OLMAK
Dolmabahçe Sarayı'nda oturan Sultan, tahta çıkışının ilk günlerinden başlamak üzere halkın arasında bulunuyor, halkın oturduğu yerde oturuyor, halk ile birlikte namaz kılıyor, halkın dertlerini dinliyor ve halkın ne istediğini, hastalığın nasıl teşhis edileceğini araştırıyordu.
Sultan, Rüştü ve Talat Paşalar tarafından kendisinin bir kukla gibi kullanılmak istendiğini biliyordu. Fakat kukla olmayacak, Osmanlı devletini ayakta tutmak ve halka hizmet için hertürlü sıkıntıya girmeye başvuracaktı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:29
MEMLEKET MENFAATI
Mithat Paşa ve taraftarlarının Avrupalılara yaranmak için hazırladıkları ve Sultan İkinci Abdülhamid Han'a kabul ettirdikleri Kanuni-i Esasi 23 Aralık 1876'da ilan edildi. Kanuni esasi, Batılılara şirin gözükmek ve Gayri Müslimlerin haklarının Müslümanlarla eşit hale getirilmesi maksadına matuftu. Nitekim Kanuni Esasi ilan edildiğini bildiren top sesleri duyulunca o sırada Batılı devletlerin Osmanlı'daki gayri Müslim tebaayla ilgili yeni düzenlemeleri zorla yaptırmak üzere toplandıkları İstanbul Konferansı, Haliç Tersanesinde devam ediyordu. Hariciye Nazırı Saffet Paşa;
"Bu işittiğimiz top sesleri Kanun-i esasinin ilanını müjdelemektedir. Gayri Müslimlerin haklarının Müslümanlarla eşit hale ge-
tirildiğini belirtmektedir. Artık toplantımız lüzumsuz olur" dediyse de Avrupalı devletler Kanu-i esasi çocuk oyuncağıdır diyerek karşılık verdiler. (199)
Cahil, şöhret, Mevki ve makam peşinde koşan yöneticiler büyük felaketlere sebep olurlar.
Halk o zaman Mithat Paşa'yı bir kurtarıcı gibi görmekte idi. II. Abdülhamid Han, Kanuni Esasi hakkında
"Madem ki millet, kendi mukadderatını bir de kendisi idare etmek tecrümesinde bulunmak istiyor, milletin istediği olsun dedim ve eldeki layihalar arasında Mithat Paşa'nm küçük bir düzeltme ile onaylayarak bilinen Hatt-ı Hümayunu çıkardım. Mithat Paşa'nm layihasını öncelikle kabul etmek zorundaydım. Çünkü Mithat adının ebced hesabıyla "Deva-i Devlet" olduğunu keşf ve ilan etmiş olan hasta bir halka, yine onun hazırladığı devayı vermek zorundaydım...Başka türlü susturamazdım." (200)
II. Abdülhamid Han, milletin menfaatine olacak herşeyi yapmaya hazır idi. Nitekim bir keresinde Tahsin Paşa'ya : "Bir hükümdar için lazım olan şey memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat Kanun-u Esasinin ilanında ise, o yapılır; fakat iyi tatbik olunur mu, Türkün menfaati mahfuz kalır mı. burasını kestiremiyorum." Diyordu.
Kanuni Esasinin ilanını Hıristiyanlar ve diğer azınlıklar sevinçle karşıladı. Mithat Paşa, Ermeni ve Patrikleri ziyaret etti. Ve Kanuni esasinin uygulanması için onlardan destek istedi. Böylece Osmanlı tarihinde ilk defa bir Sadrazam Ermeni ve Rum patriklerini ziyaret ediyordu. (201)
O dönemle ilgili Abdurrahman Şerefin tespitleri ilginçtir;
"Kanuni esasi ilam bir dahili ihtiyacı tatmin ettikten başka, ortaya çıkmış olan siyasi pürüzü hafifletmeye ve dindirmeye yardımcı olması için bir parmağa sürülen bal gibi ortaya konmuştu. İçte tesiri gençler ve safdillerce hasıl oldu ama dışta ihtiyat ile karşılandı. Rusya başbakanı Gorcakof ise; maymun taklitçiliği tabirini kullan-
mıştı. İngiliz basını, tatbikattaki problemlere dair uzun makaleler ve neşriyat yapıyordu. Aklımız bir karış yukarıda gezen bizler de onları bilgisizlikle suçluyorduk. Bir gün Mektebri Sultam Müdürü Sani-si (İkinci Müdürü) mösyö Grane ile görüştüm. Tarih öğretmenliğinden yetişmiş bu ihtiyar bana "geçirdiğiniz şekil değiştirmede yeni usûlden doğabilecek sarsıntılara memleketinizin hayırlısıyla mukavemet etmesi temennimdir. Zira bu çeşit inkılaplara alışkın olmayan milletlerde dayanılmaz sarsıntılar meydana gelir" demişti. Ben ise ihtiyar öğretmenin sözlerine kulak bile asmadım. Çünkü Kanuni Esasinin ilanıyla memleketimizin, tarihinde okuduğumuz ingiltere gibi olduğu zannı içinde idim."(202)
İşte bir ilacın her bünyeye uygun olacağını zanneden bir gençliğin, Yeni Osmanlı gençliğinin durumu. Aşağı Yukarı Mithat Paşa ve arkadaşlarını destekleyen gençliğin,kişilerin durumu bundan ibaretti.
Mithat Paşa ve arkadaşaları Sultan Abdülhamid Han'ın hiçbir işe karışmamasını bir kukla olarak kalmasının taraftarı idi ve bu şe- 129 kilde kendisini tahta çıkarttıklarım ima ediyordu. Ama Sultan Ab- • dülhamid, bunu kabul etmiyor, mücadelesine devam ediyordu.
Tersane (İstanbul) Konferansı, Balkan Krizine bir çözüm yolu bulmak amacıyla 23 Aralık 1876'da altı Avrupa devleti delegesinin katılmasıyla toplandı. Konferans'in Osmanlı Devleti aleyhine olan kararlarını atıl bırakmak gereçekçesiyle Meşrutiyet'in (Kanun-i Esasi'nin) ilanı da bu güne denk getirilmişti.
İstanbul Konferansı'nda Büyük Devletlerin delegelerinin Osmanlı devletine kabul ettirmek istedikleri yenilik şartları çok ağırdı. Adeta Balkanlar için Bir sevr andlaşması özelliğindeydi. Sırbistan ve Karadağ'da harpten önceki statüko korunacak, yalnız ileride bir ihtilaf çıkmasını önlemek için adı geçen iki prensliğe bir miktar toprak bırakılacaktı. Bosna-Hersek ve Tuna vilayeti dışında Bulgaristan'a muhtariyet verilecekti. Osmanlı askeri buralarda yalnız kalelerde kalabilecek, ahalinin elindeki silahlar toplanacak. Müslümanlar ve Hıristiyanlar'dan meclisler kurulacak, mahalli gelirlerin bir kısmı hazineye aktarılacak, iş bu teşkilatın icrasına uluslararası bir komisyon nezaret edecekti. (203)
Bilhassa İngiliz delegesi, Ruslara karşı üstünlük elde etmek gayesiyle İstanbul Konferansı şartlarının kabulünü istiyor ve bu hususta Padişah ile Mithat Paşa ile görüşüyordu. Mithat Paşa ülkenin felaketine sebebiyet verecek bu kararlara karşı göğüs gereceğini Kanuni Esasi'nin çıkması ile buna gerek kalmadığını belirtiyor ve kabul etmiyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:29
MITHAT PASA'NIN INGILIZLERDEN TALEBI
Bununla birlikte "Kanuni Esasi"nin korunması ve tatbiki için hukuk danışmam Krikor Odyan Efendi'yi gizlice Londra'ya göndererek İngiliz desteğini istedi. 10 Ocak 1877'de Londra'ya ulaşan Odyan Efendi, Mithat Paşa'nm mektubunu İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Debre'ye verdi. Mithat Paşa mektubunda; "Reformları öngören Anayasa'nın uygulanmasını Büyük Devletler'in güvencesi altına almasını, yani uygulamanın Babıali için uluslararası bir zorunluluk haline sokulmasını önerdi. ..Padişah, Avrupa şemsiyesi altındaki Anayasa'yı kolay kolay çiğneyemeyecek, değiştiremeyecek ve 130 rafa kaldıramayacaktı. Bu şekilde Balkan Slavları için hak arayışın-• daki Avrupa'yı ve özellikle Rusya'yı surturmayı, öte yandan Sultan Abdülhamid Han'ın elini kolunu bağlamayı amaçlıyordu.
Bu talep Avrupalı Devletlerin Osmanlının içişlerine karışması demekti. Buna rağmen İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Debry, Mithat Paşa'nm teklifini red etmiş, bu konuların tartışma yerinin Londra değil, İstanbul Konferansı olduğunu söylemiştir. (204)
Mithat Paşa'nm bu işini haber alan Padişah kalır olmuş ve bu konuda şunları söylemiştir;
"Mithat Paşa en yakın çalışma arkadaşlarından biri olan Anayasa yazıcılarından Odyan Efendi'yi sözlü bir mesaj ve Britanya hükümeti için eliyle yazdığ bir mektupla Londra'ya göndermişti. Bir Anayasa elde etmekle öğünüyor ve vaadlerimden dönmek durumunda onu güvenceye almalarını İngiltere'den istiyordu. Karşılğın-da da bu devlete, onun şevketli ilgisine layık olabilmek için, dileyeceği bütün hizmetleri yerine getirme taahhüdünde bulunuyordu. Dehşete kapılmaktan ziyade daha da allak bullak olmuştum. İmparatorluk'un en üst düzeyindeki sorumlulardan birisinin, hükümdar-larının yetkilerini kırpmak için bir yabancı gücün müdahalesini dilenmesini aklım almıyordu. Çevrem öfkemden haberdar olmuştu. Mithattan nefret eden çalışma arkadaşlarım ellerimi ovuşturuyorlardı. Ona çoktan istifasını vermiş... daha da iyisi, hapse atılmış ve yargılanmış gözü ile bakıyordum."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:30
KİN
"Kinim Dinimdir" diyen Mithat Paşa'dan Abdülhamid Han her zaman çekinmiştir. Mithat Paşa'ya karşı takip ettiği siyaseti Mahmut Celaleddin Paşa'dana dinliyelim:
" Gerçi, tahttan indirmek içindeki rolü sebebiyle Mithat Paşa'nm da devlet idaresinden uzaklaştırılması Saray'ca gerekli görülüyordu. Fakat halk arasındaki şöhreti sebebiyle, cülusu müteakip böyle bir yola gitmek uygun görülmediğinden, bir defa onun da sadrazamlığa getirilmesi daha sonra ikbalinin zirvesinden düşürülmesi şekli tercih edilmişti." (205)
Sultan Abdülhamid Han da şöyle diyecektir:
"Mithat Paşa, hal'işine karışmakla, idare adamı olmaktan çıkarak ihtilalciler sınıfına geçti. Hükümdarların hiçbiri hal' işine karımış bir adama güven duyamaz. Meğer ki, hal edilen hükümdar yerine geçenin can düşmanı olsun. Ve dünyada hiçbir ihtilalci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı yapmakta da göstermiş olsun..."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:30
RUSYA'YA KARSI ZORLU MÜCADELE
Rusya, Osmanlıyı tehdit ediyor, Balkanlarda bir kargaşa ve bağımsızlık hareketi başlatıyordu. Mithat Paşa ise Rus ile herhangi bir savaş ihtimalinde İngilizler'in Osmanlı'nın yanında savaşa gireceğine inanıyor ve onlara güveniyordu.
Abdülhamid Han, Rusya'ya karşı devamlı temkinli, en yakınımızda gayet büyük ve korkunç bir düşman olduğunu belirtirdi.
Mithat Paşa gerektiğinde harp istiyordu. Sultan Abdülhamid
Han ise aksine harbi istemiyor, harbin kazanılsa bile felaket olduğuna inanıyordu. Harp çıkmasından çekinen Sultan, Mithat Paşa'dan konferans kararlarının değiştirilerek kabulü ile harbin önüne geçilmesini istemiş, fakat bunu başaramamıştı. Hatta bu uğurda onu azil ile Rüştü Paşa'yı yeniden sadarete getirmeyi bile düşünmüştü.
Paşayı saraya çağırarak : "Paşa Hazretleri! Sizi buraya çağırmanın sebebi, Konferans'in kararı Babıali'de Meclis-i Unıumi'ye konulup müzakere olunacatır. Bunun üzerine hazırlanan raporun birkaç yerinin değiştirilerek kabulünü Mithat Paşa'ya söyledimse de kabul etmedi. Raporun içindekiler bütün devleti savaşa sevk için meydan okuyor. Devletlerden müttefikimiz yoktur. O ise vardır diye ısrar ediyor. Saffet Paşa da iki derede bir arada kalmış adam gibi ne yapacağını bilmeyip, ağlıyor. Bana gelince ağlayıp, Mithat Paşa'ya gidence ne diyeceğini bilmiyor. Benim nazarımda Saffet Paşa'dan başka kimse göremiyorum. Sizin ise Anadolu'lu bir Türk ve pederim zamanından beri devletin nan-ı nimetiyle nimetlenmiş, tec-, 22 rübeli bir zat olduğunu biliyorum. Sizi makama getireyim. Meclis-i —j— Umumi'de devlet için ileride meydana gelecek sıkıntıyı bildirin. Benim arzumun da bu olduğunu bildirin." (207)
Savaşları kazananlar da kaybederler.
Sultan, İstanbul Konferansından istediği kararlan çıkartama-mıştı. Bunu, özellikle Mithat Paşa'nm altından çıktığına inanıyordu. Mithat Paşa sadarete getirilince Sultan Abdülhamid Han onu sıkı bir takibe almıştı. Özellikle, Sadrazam'ın konağında olup bitenleri yakından izliyordu. Paşa'nm konağı, Kanuni Esasi ilanının müteakip yeni Osmanlılar'ın sürekli toplantı yeri olmuştu. Her akşam burada içki içiliyor,sarhoşluğun tesir ile sultan'm kulağna kadar gelen ve onu rahatsız edici uygunsuz konuşmalar yapılıyordu. (208)
" devrid ü bürid ü şekest ü bi best"
Mithat Paşa aynı zamanda sözlerine itiraz edenlere derin kin duyar, yüzüne karşı meth edilmekten de aşan hoşlanırdı. Bu ise liderliğin, yöneticiliğin en zayıf yönlerindenden olup onların felaketini hazırlayan sebeplerdir.
Mithat Paşa'nm mizacı diktatörceydi. "Yıkıcı atılganlığı ile nam salmış olup, her işte kendi görüşüne tutkun olmakla dediğim dedik bir adamdı. Yükselmek hırsı ile dolu olduğu için 'Yeni Osmanlılar' adını alan cemiyetin başkanlığına geçerek 600 yıllık devletin yapısını bir anda değiştirmek, ülke ve milletin törelerini ve geleneklerini istediği kalıba sokmak gibi elde edilmesi imkansız bir kudretin kendisinde bulunduğunu sanmış ve çok defa "devrid ü bürid ü şekest ü bi best" (parsaladı, kesti, kırdı ve bağladı) şiirini anarak, devletin idare ağını parçalamayı, saltanatın otoritesini kırmayı kafasına koymuştu" (209)
Haddini Bilmek
Sultan Abdülhamid Han Mithat Paşa hakkında şunları ifade etmektedir;
"Sadrazam olduğunun ilk gününden itibaren bana adeta emir verir kesildi. Ve işlerinde Meşrutiyet'ten ziyade istibdada yatkındı. Mithat Paşa'yı yakından tanıyanlar rey ve icaraatında ne kadar müstebid (katı) olduğunu gizlemezler. Paşa, hürriyeti yalnız nefsi için istiyordu. Diyorlar ki, bizde Kanuni Esasi'yi Koyan Mithat Pa-şa'dır. Halbuki o öteden beri Meşrutiyet taraftan idi Lakin ismini bazı kitaplarda, methini işitmekle hasıl olmuş bir taraftarlıktı. Mithat Paşa, Meşrutiyet idaresinin Avrupa'da temin etmiş olduğu faydaları yalnız görmüş, fakat bu ilerlemenin diğer sebeplerini tetkik etmemiştir. Sulfatömör, her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi usul-i Meşrutiyet de her kavme her milletin bünyesine fayda olmayacağını zannederim. Şimdi ise ( 1. Meşrutiyet'in tatili yıllarında) zararlı bulunduğuna eminim. Mithat Paşa, Kanuni Esasi'nin behemehal ilan olunmasını teklif ettiği zaman hiçbir devletin Kanuni Esasi'ni tetkik etmemiş ve bu babta esaslı bir fikir edinememiş idi. Rehberi Odyan Efendi idi. Odyan Efendi ise, o zaman bile bizde en mümtaz bir hukukşinas değildi. Zannederim ki, bu bilgisizlik Mithat Paşa ile Taif Kalesi'ne kadar beraber gitti." (210)
Mithat Paşa, aynı zamanda Sultan'a gayri Müslimlerden vali tayin edilmesi ve bunların da harp okuluna alınmasını isteyen bir dilekçe göndermişti. Abdülhamid Han ise bunu kabul etmeyerek : "Devletin temelini yıkacak olan istekler" şeklinde nitelendiriyordu. (211)
II. Abdülhamid Han'ı bir kukla gibi kullanamayacağını anlayan Mithat Paşa, sert bir mektup yazmaya karar verir. Bu mektubunda: "Meşrutiyeti getirmek ve ilandan maksadımız İstibdadı ortadan kaldırmak ve Zat-i Şahanenizi vazifesinde ikaz ve vükelayı devletin vazifesini tayin ve milletimizin meyamnda süratli gelişmeyi tamin edip elbirliğiyle ve gerçekten memleketin ıslahına çalışmaktır...Padişahım, Osmanlılar, kendi kendilerini ıslah ve idare iktidarına haiz olmalıdırlar. Usul-i Meşrutiyetle idare olunan her memlekette nizam nedir bilir misiniz? Tarife hacet yoktur. Bendenize emniyet ediniz efendim, bununla beraber rical-i milletten de emini olunuz..." (212)
Sultan'a karşı takındığı bu tavırları neticesinde 5 Şubat 1877 günü sürgüne gönderildi. Ve ne İngiltere'den ne de halktan beklediği tepkiyi bulamadı.
II. Abdülhamid Han, bu konuya şu şekilde değinir: "Mithat Paşa, sadaretinde milletin kendisini sevdiğine o kadar inanmıştı ki, azlettiğim anda büyük bir ihtilal çıkarak benim hal' ve belki de idam edileceğimi bile saklamaya gerek görmedi. Halbuki, ben onu Avrupa'ya uzaklaştırdığım zaman, hiç kimse ağzını açmadığı gibi, birçok vezirler ve devletadamları beni kutlamışlar, şairler bana övgüler, ona yergiler yazarak, gazetelerle, kitaplar bunları yayınlamışlardı...
Kendisine hürriyet vermiş olan bir velinimetinin, henüz eserinin mürekkebi kurumadan, sadaretten ve memleketten uzaklaştarıl-masına halkın suskunluğu, aydının teşekkür ettiği bir memleketin Meşrutiyet idaresine ne kadar layık olduğunu ben söylemek istemem. Beni istibdad idaresinin en büyük taraftarı ve dünypamn en büyük müstebidi ilan edenler, hakikati hiç olmazsa ben dünyadan el çektikten sonra itiraf etsinler ve onlar da benden el çeksinler..."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:30
BIR KARIS TOPRAK UGRUNA
Yeni birTürk-Rus Harbi'nin çıkıp çıkmaması, Osmanlı Devletinin İstanbul Konferansı kararlarını kabul edip etmemesine bağlanmış görünüyordu. Bu kararlar. 18 Ocak'ta toplanan Meclis-i Umumi'de rededildi. Böylece Harbin olma ihtimali çok yükseldi. Rusya, Avrupa devletlerinden çekinerek taleplerini de azaltmıştı.31 Mart tarihinde Londra'da Büyükelçiler arasında "Londra Protokolü" adıyla anılan bir protokol imzalandı. Protokolde, İstanbul Konferansı kararlarında Osmanlı Devleti lehine değişiklik yapılıyordu. Osmanlı Meclis-i Mebusam bu protoklu 10 Nisan'da redet-ti. İngiltere'den çekinmeye devam eden Rusya, bir adım daha gerileyerek Petersburg'a bir elçi gönderilmesinin vaadedilmesini ve Karadağ'a yalnızca Nikşik kazasının verilmesini istedi. Bulgarlar sindirilmiş, Sırbistan'la sulh yapılmış, sıra Karadağ ile barış andlaş-masına gelmişti. Ona Nikşik verilse idi iş bitecekti. Burada Müslüman bulunmayan Türk düşmanı bir ilçe idi. Rus Çarı da giderek bütün isteklerini bu ilçenin Karadağ'a verilmesine kadar indirgemiş, verilmesi halinde harbin önüne geçileceğini, aksi takdirde bunun kendisi için bir "onur meselesi" yapılacağını söylemişti. Bu istek de Meclis-i Mebusan'da "bir karış dahi olsa toprak vermeyiz" denilerek retedilince, sulh müzakereleri için gelen "Karadağ memurları" İstanbul'u terk ile Hocabey (Odesa) yolu ile Kişnev ordugahına giderek ve Rus İmparatorunun himayesine sığınarak kendisinden yar- 135 dım vaadi almışlardı ki, bu keyfiyet Rusya ile harbin açılmasına • başlıca sebep oldu.
II. Abdülhamid Han, harp istemiyor. Osmanlı devleti için bir felaket olduğunu, devletin içindeki iç çatışmanın yanında dışta bir başarı elde etmesinin zor olacağım çok iyi biliyordu. Ama dinletemedi.
Harp taraftarlarının başını çeken Mithat Paşa, Konferans kararlarını kabullenmektense harbi tercih ediyordu. Genlerde bu uğurda doldurulmuştu. Medrese talebeleri Saray'n önüne gelerek "harp isteriz" diye bağırıyordu. Sultan Abdülhamid Han bu konuda şunları yazar: "Zat-ı Şahaneyi oraya (Saray'ın meydanına) kadar devletle biz muhabere isteriz, mutlaka muharebe olmalıdır. Padişah 11 sen gençsin korkma, bizim milyonu aşkın askerimiz vardır, biz gömleğimize varıncaya kadar fedakarlığa hazırız" (Kocabaş)
Hatta Sultan, V. Murat'ın tekrar tahta çıkarılması söylentileri ve kendisinin "Moskof taraftan" olması propagandasıyla savaş lehine iyice sıkıştırılmış, bu sebeplerden hastalanmıştı.
Meclis-i Mebusan'da Rus, Ermeni. Yahudi azınlıklar da vardı. Bunlar bilhassa bir harbin çıkmasında Mithat Paşa'yı destekliyordu. Aynı zamanda Mithat Paşa Sultan'ı yanlış bilgilendiriyordu. Mithat Paşa'nın her zaman 500 bin askerimizin hazır olduğundan sözetme-si, askeri yönetimin defter kayıtlarına dayanıyordu. Gerçek durum ve askerin gönderilmesi işi bunun askerlik kertesini ve ihtiyatlar da içinde olduğu halde toplanan askerlerin değerinin yetersizliğini ortaya koydu.
Milletin bu kadar dahili karışıklarla uğraştıktan sonra Rusya gibi güçlü bir devletle, müttefiksiz olarak savaşa girecek güçte olmadığı delillerle ortadaydı. Böyle iken, savaşın çıkmasını çabuklaştırmaktan başka tedbirler alınmadı ve meclislerde ""Atı-yedi yüzbin silahlı askerimiz hazırdır, durumumuzu harpten başka bir şey düzeltmez gibi sözler söylemekten geri durulmadı. (214)
Savaş hazırlığı olmadan savaşa kalkışmak en büyük ahmaklıktır.
İngiliz delegesi Salisbury Sultan'ı ve Sadrazam Mithat Paşa'yı devamlı harbin Türkiye için felaket olacağı, İngiltere'nin destek vermeyeceği uyarısına rağmen Mithat Paşa diretiyordu. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid Han, Mithat, Saffet, Namık, Said ve Redif Paşalar'la Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi'nin katıldıkları toplantıda, onlara şunları söyliyecektir:
"Ahali ve herkese Rusya ile savaşacak yedi yüz bin asker olduğunu bildiriyorsunuz. Halbuki Ahmet Muhtar Paşa'dan alınan telgrafta 300 bin asker yerine 30 bin asker olduğunu bildiriyor-lar.Lord Salisbury da böyle bir uyarmada bulunuyor. Halbuki siz şimdiye kadar İngiltere'nin Devlet-i Aliyye'nin dostu olduğunu, her hususta birlik olduğunu, yardım edeceğini, gerek bana ve gerekse gazetelerle halka açıklamış bulunuyorsunuz. İngiltere devletinin resmi delegesi bir savaş halinde İngiltere'nin Devlet-i Aliyye'ye yardım etmeyeceğini resmen bildirmiştir. Bu durumda beni ve halkı aldattığınız, kandırdığınız anlaşılıyor. Avusturya'nın Bosna-Her-sek hakkında Rusya ile ittifak halinde olduğu da bilinmektedir. Yu-nanlılar'ın niyetleri de malum...Devlet, Karadağ'a karşı 30-40 bin asker bulundurmak zorundadır. Devletin elindeki tüfek cephane de
ek******. Bu durumda savaşa girmek büyük sorumluluktur. Bundan daha büyük alçaklık tasarlanamaz. Bir taraftan softalar Saray'a kadar gelip savaş diye bağırıyor, öte yandan da en küçük çocuklar ellerinde tüfeklerle gösteri yapıyorlar. Uykumu ve sıhhatimi yitirdim. Bu duruma acele ve kesin bir çare bulunmalıdır." (215) Bu sert ikaza rağmen "İngilizler bize vaat ediyorlar" diyerek direten Mithat Paşa devleti acımasız bir harbin pençesine terk edecektir.
Ve nihayetinde Rusya, 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı devletine harp ilan etti. II. dülhamid Han'ın tahmin ettiği gibi Osmanlı yalnız kalmıd
aksavaşçı
12-27-2007, 18:31
KAHRAMANLIK
II. Abdülhamid Han, komutanların ehliyetsizlikleri sebebiyle harbe müdahele etti. Fakat bütün çabalarına rağmen maalesef harp keybedildi. Edirne Ruslar'ın eline geçince ateşkes ve sulh istendi.
Sulhun istendiği 1878 Şubat'ında Osmanlı devleti en buhranlı günlerini yaşıyordu. Başkent İstanbul kaybedilme tehlikesiyle karşı karşıya idi. Rus orduları buraya bir günlük mesafede bulunuyordu. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid Han, Rus ordusu Başkomutanı Grandük Nikola'ya bir mektup yazarak İstanbul'a girmemesi için onu uyardı. Mektubunda şöyle diyordu:
"Eğer İstanbul'a girmeye teşebbüs ederseniz, şimdi Mesudiye Zırhlısı'na bizzat bineceğim, Ayastefanos önüne gelip Rus ordusunu topa tutacağım. Şayet mağlup olursam, cephaneliği ateşe verip berhava olacağım. (216)
Grandük Nikola'nın Osmanlı Donanmasının teslimi isteğine ise cevabı şu olmuştur: "...Yeminle beyan ederim ki, Donanma-ı Humayun'un elden çıkarılmasına katiyyen rey ve rızam yoktur. Her türlü fedekarlığı eder, fakat donanma maddesini esasından reddederim. Ve mucip sebeplerini dahi beyana muktedirim. İcabında donanmayı kayıp etmemek için canımı fedaya hazırım."
Sultan, Osmanlı devletinin harbe hazır olmadığını, Meşrutiyet meclisinden İstanbul Konferansı kararlarının tadil edilerek kabul
edilmesini istemişti. Bu durum, Nikşık kazasının Karadağ'a verilmesi ve Petersburg'a bir elçi gönderilmesi noktasına kadar gelmişti. Meclis-i Mecubun'a Hariciye Nazırı Saffet Paşa'yı göndererek "Hükümetin sulh taraftarı olduğunu " bildiriyor, son antlaşma şartlarının kabul edilmesini istiyordu. Fakat Meclis'ten aleyhte karar çıkmıştı. Sultan, bu karardan hiç memnun olmadı. Kanuni Esasi gereği son kararı Meclis verecekti ama Sultan kendi kararının da en azından gözetilmesini ummuştu. Ama umduğu olmamıştı. Kendisini uzun bir zaman sonra ziyaret edecek olan Enver Paşa'y a şunları söyleyecektir:
"Padişah olarak bu memleketin tarihinde ilk Meclis-i Mebu-san-ı ben açtırdım. Fakat mebusların kafi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce, aynı meclisi ben kapattım. Bilir misiniz ki Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın verdiği ilan-ı harp kararı bize neye ma-
loldu?"
Ve II. Abdülhamid Han; "93 Harbi için Karadağ'a bir karış toprak tekretmekten sakındık. Fakat sonra bunun yerine az kaldı Os-138 manii İmparatorluğu'nü İstanbul kapılarına yürüyen Rus ordularına • teslim edecektik."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:31
DEHA
II. Abdülhamid Han, tahta geçince bir sene beş ay devlet idaresine karıştırılmadı. Memleketi sadrazam Midhat paşa ve arkadaşları idare etti. Bunlar, 24 Nisan 1877 günü Rus harbine sebep oldular. Bu savaş Mâlî 1293 senesine rastladığı için (93 harbi) denildi. 93 harbi Edirne mütârekesine kadar dokuz ay sürdü. Müşir [Mareşal] yaptıkları Süleyman paşa, Şıpka geçidindeki gafletiyle en seçkin Türk birliklerinin harcanmasına sebep oldu. Bu hezimete kahramanlık denilerek, başkumandan yapıldı. Fakat, Filibe'ye ve oradan Edirne'ye kaçtı. Edirne'de de tutunamayıp mütâreke istedi. Mütâreke Abdülhamid hânın, kraliçe Viktorya'ya çektiği telgraf üzerine mümkün olabildi.
Ruslar ve Bulgarlar, onbinlerce Türk kadın ve çocuğunu kestiler. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan'dan, İstanbul'a göç etti. O zaman Rusya'nın nüfûsu doksan, Osmanlıların ise altmışdört milyondu. Sultân Abdülhamîd hân. faciaları görünce. Edirne mütâreke-
sinden 13 gün sonra, 13 Şubat 1878'de Meclis-i mebûsânı kapattı. Devlet idaresini eline aldı. Mebusların ancak yüzde kırkı Türktü. Bu parlamento devam etseydi, Osmanlı devleti, daha o zaman parçalanacaktı. Sultân Abdülhamîd hânın ilk ve büyük başarısı, bu felâketi görmesi ve önlemesi oldu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:32
HATAYI KABULLENMEK
Meclis-i Mebusan'ın (Meşrutiyet'in) kendi ifadesiyle ehliyetsizler elinde olması Osmanlı için bîr felaket olduğunu söyliyen Pa-tişah bütün tepkilere rağmen takip edeceği politikayı şu şekilde ifade edecektir:
" Babam Sultan Abdülmecid'i taklit ederek, bağımsız müesseseler vasıtasıyla ve ikna yoluyla ıslahat yapılmasına teşebbüs et
mekle büyük hata ettim. Bundan sonra büyük babam Sultan Mahmut'un yolunu takip edeceğim. Büyük babam, korunması Allah ta
rafından bana verilen milletimin ancak kuvvet ve şiddetle idare edilebileceğini anlatmıştı." (218)
Patişah, Hanedan ve devleti bir emanet olarak görür. Onu en güzel şekilde korumak için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz.
Meclis-i Mebusan'ın Osmanlı devleti için bir felaket olduğuna ikna olan Padişah, kapatmasına karar verir. Ve 28 Şubat 1887 tarihli muhtırasında şunları söyler:
" Meclis,devlet,memleket ve saltanat aleyhine giriştiği beklenmedik politikalarıyla dost ve düşmanın alay konusu durumuna düşmüştür. Milletin vekilleri ve memleket çakırlarının hizmetçileri olması lazım gelen mebuslar, paraya olan açgözlüklerinden bir takım nüfuzlu kişilerin dalkavukları kertesine düşmüşlerdir. Hıristiyan mebusların herbirisi, kendi milletlerinin emel ve maksatlarını yürürlüğe koymaya pek çok çalışıyorlardı. Ermeniler, Ermenistan hakkında nutukları çekiyorlar; Rumlar da Tırhala ve diğer yerler hakkında isteklerini yaptırmaya girişerek Meclıs'in içinde, vekillere emretmeye cesaret etmişlerdir. Mebusan Meclisi, devlet ve memleketin gelişmesine yarayacak yerde az zaman içinde bir çok zararın meydana çıkmasına sebep oldu. En sonunda memleketin maddi II. Abdülhamid Han'ın Liderlik Sırları Mehmet AYDIN
ve manevi gücünü felç eden Rusya savaşına sebep olmakla sonuçlanmıştır. Bir müddet daha devam etmiş olsaydı,daha pek çok zararlar gittikçe büyüyüp korkunç şekil alacağını tahmin etmek güç değildir. Allah korusun, memlekette, nifak tohumları ve aldatmalar öylesine gelişir.öylesine genişlerdi ki her tarafta karışıklıklara ve ihtilaller çıkmasına sebep olurdu...İşte henüz tecrübesiz ve memleketin gerçek yararlarının neler olduğunu tam olarak kavramamış ve bir taratan da birçok fesatçı ve sinsi düşmanların hile ve desisselerine kapılarak devlet ve millet için esaslı tehlike sebepleri olan bir takım maddelerini, bilerek veya bilmeyerek, mutlak ve gelişme sebepleri sanan kişilerin elinde,Kanuni Esasi'nin zararlı ve tehlikeli bir silah olduğu görüldüğünden, Meclis'in süresiz olarak tatiline, saltanat ve devletin hayat ve huzuru adına zaruret duyulmuştur. " (219)
Bir kanunun, bir memlekette, devletin ve halkın hayatını teminat altına aldığı halde, aynı kanun bir diğer memleketi harap edebilir. Çünkü kanun halkın din, yaratılış, mizaç ve ahlakına uygun olmalıdır.
Abdülhamid Han'ın Meşrutiyet'in o zamanın şartlarına uymadığını ve millet ve memleket için zararlı olduğunu muhtelif zamanlarda dile getirdiği sözleri;
" Meşrutiyet'le idare edilebilmek için memleketimiz kafi derecede olgun değildir. Bu bizim için biri felaket olur; çünkü bu idare bütün fertler arasında eşitlik icap ettirir. Biz de ise böyle bir şey düşünülemez. İmparatorluğumuz, Türkler'den, Araplar'dan, Rum-lar'dan, Ermeniler'den Bulgarlar'dan, Ulahlar'dan, Arnavutlardan, Yahudiler'den teşekkül etmiştiri. Bu unsurlar kazai istiklallerinden ve kiliselerini kendileri idare temek hakkından vazgeçmek istemezler. Bundan başka müşterek bir dilimiz olmadğı da malumdur.Gene bu unsarlardan hiçbirinin anadilinden vazgeçip Türkçe'yiresmi dil olarak kabul etmeyeceği de aşikardır. Bu şartlar altında Osmanlılar'da milli his nasıl köklenebilir? Zaten Hıristiyan tabaamız.büyük devletlerle işbirliği yapmaktadır. Slavlar'ı Rusya, Ermeniler'i İngiltere, Rumlar da kah biri, kah öbürü himaye etmektedir.
Bir kanunun, bir memlekette, devletin ve halkın hayatım teminat altına aldığı halde, aynı kanun bir diğer memleketi harap edebi-
lir. Çünkü kanun halkın din, yaratılış, mizaç ve ahlakına uygun olmalıdır.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:32
JÖN TÜRKLER
"Bizim Jön Türkler hayalperesttirler. Çünkü bizde Kanuni Esasi'yi meşruti hükümeti ilan etmek, umumi bir kargaşalığı davet etmek, herkesi birbirine düşürmek demektir. Bu, bütün Osmanlı İmparatorluğu'nü sarsar. İngilizler'in, her vesileyle Jön Türkler'i tutmaları dikkat çekicidir ve bizim memleketimizde Kanunu Esasi'yi getirmek için ellerinden geleni yaparlarken aynı şeyi Hindistan için reddetmektedirler. Halbuki Hindistan'ın umumiyeti bizimkine benzemektedir. Orada herşeyden evvel kast teşkilatını yok etmek icabeder.
Orada da bizimki gibi Müslüman,Hıristiyan, Budist, Brahman gibi gayrimütecanis kitilelerin aynı mecliste beraber çalışmaları pek güçtür." (221)
Osmanlı Devleti'ni çok yakın takibe alan ve her defasında fitne ve fesatlarla kadın ve para ile yöneticileri elde etmeye ve gayri Müslimleri aleyhte kullanmaya çalışan İngilizler, Meşrutiyet'in iyi bir şekilde işleyişinin de kendi felaketleri olacağını bilmekte idiler. Bunun için her türlü hile ve desise ile Osmanlı'da siyasi istikrarı baltalamaya çalışmışlardır.
İngilizler bu nedenle Jön Türkleri, kendilerine muhalif olan Sultan Abdülaziz ve Abdülhamid hanın politikalarını bertaraf etmek için desteklediler. İngilizler Birinci ve İkinci meşrutiyeti etkisis hale getirmeyi başarmışlardır.
İkinci Meşrutiyet sonrası 31 Temmuz 1908'de İngiliz Dışişleri Bakanı Edvvard Grey, İstanbul Büyükelçileri G. Lowther'e gönderdiği bir telgrafta: "Şayet Türkiye Anayasa'yı tam olarak ayakta tutar ve kendisi de kuvvetlenirse bunun sonuçlan bizim şimdi göre-meyceğimiz kadar uzaklara gidebilir. Bu hareketin Mısır'daki tesiri inanılmayacak kadar büyük olacaktır. Kendisini Hindistan'da hissettirecektir. Biz şimdiyekadar idaremiz altında bulanan İslamlara kendi dinlerinin başkanı olan milletin (Türkler"in) kötü bir despot
tarafından idare edildiğini söylüyorduk. Halbuki biz idare ettiğimiz İslamlar için iyi bir despottuk ve bizim idaremiz altında daha mesuttular. Zira bu insanlar mukayese imkanına sahip değillerdi. Dolayısıyla farkın kendi lehlerine olduğunu kabule hazırdılar. Fakat şimdi Türkiye bir anayasa yapar, parlamento kurar ve hükümet şeklim değiştirirse. Mısırlılar da bir anayasa isteyeceklerdir. Bizim bu kuvvete karşı koymamız çok güç olacaktır. Şayet Türkiye'de anayasa iyi işler ve Türkiye'de işler iyi giderse Mısır'da ayaklanmalar ola-catır. Bu vaziyette bizim durumumuz çok garip kaçacaktır. Biz asla ne Mısır halkıyla ne de Türk hükümetiyle mücadeleye girmeyeceğiz. Bizim mücadelemiz Türk halkının hisleriyle olacaktır. Bunu, yakın veya uzakta çok dikkatli ele alınacak bir konu olarak veriyorum. Bu hususun haricinde bütün reform hareketlerini tutar görünün ve bana bilgi verin. "(222)
İngiliz casusu Fitz Maurice de 25 Ağustos 1908 tarihindeki Londara'ya gönderdiği raporunda, aynı endişeleri dile getirmiş, Osmanlı Meclis-i Mebusan'ındaki gayri Müslim mebusları tavlayarak 142 Meşrutiyet'in işleyişini baltalamaya çalışmıştır.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:32
BÜNYEYI IÇTEN TAHRIP ETMEK
İstanbul Patriklerinden olan Gregorios, Sultan İkinci Mahmûd Han zamanında çıkan Rum İsyanının baş planlayıcısıydı. Bu suçundan 1821 'de Patrikhane kapısında îdam edildi. Patrik Gregorios'un Rus Çarı Aleksandra yazdığı mektup, târihî önemi hâiz olup, ibret verici olması bakımından mühimdir.Mektupta şöyle demektedir:
"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i îmân sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıkları ve kadere rızâ göstermeleri yanında kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda yönetecek reislere sâhib oldukları müddetçe de çahşkandırlar.Gâyet kanâatkârdır-lar.Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecaat duyguları da, geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden ileri gelmektedir.
Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve manevî rabıtalarını (bağlarını) kesretmek (parçalamak), dînî metanetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak (zayıflatmak) icâb eder. Bunun da en kısa yolu, an'anât-i milliyetlerine (millî geleneklerine), maneviyâtlarına uymayan haricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır.
Maneviyâtları sarsıldığı gün,Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devletini tasviye için mücerred olarak harb meydanındaki zaferler kâfi cleğildir.Hat-tâ, sâdece bu yolda yürümek Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden, kendilerini anlamalarına sebeb olabilir.
Yapılacak olan, Türklere birşey hissettirmeden, bünyelerindeki tahribi tamamlamaktır."
Osmanlı Türklerinin tanıdığı hürriyetten istifâde edenler içinde böyle hâince çalışan şahıslar olmuştur. Patrikhanede, bu hâin pat- 143 riğin idam edildiği kapı hâlen kapalı olup, "Kin Kapısı" diye anıl- • maktadır.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:33
MILLETLERARASI REKABET POLITIKASI
Osmanlı Rusya ile başbaşa kalmıştı. Plenve düştü. Rusya, her an İstanbul'u istila edebilirdi. Bunun üzerine Sultan "milletlerarası rekabet" politikasını takip etti. İngiliz -Rus rekabetini çok iyi bilen Sultan, Rus orduları Edirne üzerine ilerlerken Harp Meclisi'ni topladı ve üyelerine hitaben:
"Harbi ben istemedim. Birtakım maceraperestler istedi ve milleti de peşlerinden sürüklediler. Görüyorum ki, mağlup olduk. Ne hale geldiğimiz de meydandadır. Şimdi asıl dava, İngiltere ve Rusya arasındaki rekabetten istifade ederek ayakta durabilmektedir." Bu düşünceye üyelerin olumlu yaklaşımı neticesinde uygulamaya konuldu.
İstanbul ve boğazların Ruslar tarafından ele geçirilmesi İngilizlerin Hindistan yolunun kapatılmasına, sıcak denizlere ulasan Ruslar'ın İngilizler için büyük tehlike olacağına inanılıyordu. İngilizler bu nedenle Boğazların ve İstanbul'un Ruslar tarafından işgalini istemiyordu. Sultan Abdülhamid Han, Ruslar İstanbul'a 10 Km. Mesafedeki Ayestefanos bugünkü Yeşilköy'e gelerek burada karargah kurdular. Sultan Abdülhamid Han, İngiliz Kraliçesi Viktoria'ya bir mesaj göndererek Rusya ile ateşkes ve sulh müzakerelerinin başlamasında arabuluculuk yapmasını istedi ve bir İngiliz donanmasının İstanbul'a getirilmesini usta politikası ile temin etti.
İngilizlerin araya girmesiyle ateşkes sağlandı. Sulh andlaşma-sı 3 Mart 1878'de Ayastefanos'da imzalandı. Sultan Abdülhamid Han, Ruslar'ın andlaşma şartlarını hemen hemen tamamını kabul etti. İyi bir diplomat olan Sultan, Ayastefanos Andlaşması ile verilen vilayetlerin bir kısmının ileride geri alınacağı ümidindeydi. Ve Koparılan her vilayetin İngiltere'nin öfkesini artıracağını umuyordu. Böylece sulh andlaşmasım,usta politikasıyla "milletlerarası rekabet doğurmak" ve bundan faydalanmak hesapları doğrultusunda yapıyordu.
Ayastefanos Andlaşmasın'da büyük Devletleri Rusya aleyhinetahrik eden önemli maddeleri, Balkanlar'da Rusya'nın kontrol ve nüfuzunda slav üstünlüğünün oluşturulmasına yönelik Tuna Neh-ri'den Ege Denizi'ne kadar uzanan Büyük Bulgaristan'ın kurulma-sı,Anadolu'da Rusya'nın Batum, Kars, Ardahan ve Beyazıd'ı ilhak ederek Mezopotamya ve Basra Körfezi'ne daha da yaklaşması üstelik, Ermeniler'le ilgili ıslahat vaadi kopararak onları nüfuzuna almak avantajlarını sağlamış olması teşkil ediyordu.
BeklenenTepkiler
Sultan Abdülhamid Han'ın beklediği ilk tepki İngiltere'den geldi. O'nu Avusturya takip etti. Bu iki devlet Balkanlar'da Rusya'nın ileri karakolu olacak kuvvetli ve büyük bir Bulgaristan istemiyordu. Ayastefanos Andlaşması'nın şartlarım öğrenen İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi Layard, durumu Başkan Lord Beacons-field'e şöyle bildirecektir. "Eğer İngiltere Sultan'ı terkedecek olursa, Sultan aklını kaçırabilir ve çeşitli tehdit ve entirikalara maruz kalabilir. Burada olup bitenler ciddiyetle mütaala edilmelidir. İngiltere'nin olduğu kadar, diğer Avrupa devletlerinin de menfaatlerine aykırı olan Ayastefanos Andlaşması'nı şayed mevcut şekliyle kabul edersek, o zaman biz Asya'daki nüfuzumuzu kaybetmiş oluruz. Acaba İniltere buna hazırmı? Eğer değilse, Türkiye bize hala çok faydalı olabilir. Sultan'ı Asya'daki müttefikimiz olarak kabul etmek ve vilayetlerden hala elinde bulunanları bir arada tutmak bizim menfaatlerimize uygundur. Ayastefanos Andlaşması şartlarından bazıları değişmedikçe, Avrupa'daki Türk İmparatorluğu'nün tamamen yok edileceği gibi Asya'da ve neticede Afrika'da da zayıflamasına sebep olacaktır." (225)
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Salisburi de tepkisini şöyle dile getirecektir: "Ayastefanos Andlaşması'yla, Rusya hükümeti, Karadeniz civarında fevkalade bir tesire sahip olacak, şimdiden Ermeniler Rusya'nın nüfusuna düşecek,bunun sonucu Trabzon üzerinden İran'a yapılmakta olan yaygın Avrupa ticareti, Rusya'nın keyfine uygun olarak kısıtlanabilecek veya yasaklanacaktır."
Böylece Sultan Abdülhamid Han'ın usta politikasıyla İngiltere ve Avusturya ittifakı Osmanlı Devleti'ni birlikte Ruslar'a karşı himayeye karar vereceklerdir.
Avusturya, Viyana'dan Selanik'e büyük Avusturya politikasını takip ediyor, Bosna Hersek, Yeni Pazar ve Makedonya yoluyla Ege Denizi istikametinin açık bulunmasını istiyordu. Yunanistan, Sırbistan ve Romanya da menfaatlerine aykırı olduğu için Ayastefanos Andlaşması'na karşı çıktılar.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:34
BÜNYEYE UYGUN ILAÇ
1877-78 Türk-Rus Harbin'in kesin sulhunu görüşen Berlin Andlaşması imzalandı ve andaşmayla, Osmanlı toprakları adeta yağmalandı. Türk-Rus harbi felaketine sebep olan meşruti idaresinin memleket hayrına olmadığını anlayan Patişah, meşruti idaresini fesh edecek ve yeni bir politika ile enkaz halindeki ülkeyi yıllarca ince siyasetiyle dünyayı hayran bırakacak şekilde yönetecektir. Çeşitli zamanlarda yeni politikası hakkındaki beyanları;
"Harb sona erince herşey daha da berbat olmuştu. Harp sırasında, kumandanlarımızın dirayetsizliği, birçok yüksek rütbeli memurun satılmışlığı, muhaberede yenilmemiz ve İmparatorluğumuzun
bir kısım topraklarını kaybetmiş olması ruhi bir çöküntüye sebep olmuştur. Bu tabiidir. Fakat herşeye rağmen, Osmanlılar'm, kadere boyun eğme temayüllerinin bu derece tereddi etmemesi icab ederdi. Milleti düştüğü yeisten kurtarmak imkansız hale geldi. Hiç kimse rahatsız edilmesini keyfinin bozulmasını istemiyor...Herkes, her zaman olduğu gibi baştaki padişah ve müşavirleri icap edeni yaparlar diye düşünüyordu."
Korku ve kuşkular kesin karar kabiliyetini yok eder.
"Said Paşa, gerek sadrazamken, gerek değilken, kendisiyle ne zaman istişare etsem, kesin bir kanaat söylemezdi, Sorumluluktan, kamuoyundan, tarihten ve bunlar kadar benden korkardı. Bu korku ve kuşkular onda, kesin bir söz söyleme kabiliyetini yok etmişti."
"Ben hayatımda akıllı adam aradım, Ne yazık ki bulamadım" "Maneviyatı sönmüş, din, diyanet ve hamiyet damarları kurumuş olan işbu memurların kötü iş ve rüşvetleriyle ülke nereye kadar gö-türülebilirdi?"Hocaoğlu, (226)
"Güveneceğim adamları bulamıyorum, ne yapayım. Gördüğünüz gibi etrafım bencil, amansız ve namussuz insanlarla çevrili. Genç nesil arasında yetenekli, dürüst ve vatanperver adamlar yetişene kadar sağlığım için tehlikeli olsa dahi, yalnız başıma çalışmaya mecburum"
Yalnız başına koskoca bir devlet. Ve bu devleti nasıl idare edecekti.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:35
ZORUNLU MERKEZI YÖNETIM POLITIKASI
Avrupa'dan bağımsız bir politikanın takibi ve içte huzurun temini için bütün yetkilerin sarayda toplanmasına karar verir. Bu kararı üzerine Babıali'nin (Hükümet)in bütün yetkilerini Saraya taşır ve ülkeyi buradan idare etmeye başlar. Bu politikası nedeniyle idari, iktisadi, askeri, mali gibi bütün ülke meseleleri ile temas etme imkanını bulur.
II. Abdülhamid Han, her meseleyi öğrenmek ister, her şeyi sorar, herkesin halini tetkik eder, tayinleri lazım olan her memurun
tercüme-i halini okuturur ve bazan bunlardan biri arzu ettiği şekilde değilse o mefYıurun tayinini kabul etmezdi. Sadece Hakimlerin tayinine karışmaz, o makama kim münasip ise onun tayinini isterdi. Mülki ve askeri büyük memurların seçim ve tayinlerini yakından ve büyük bir alaka ile takip ederdi. Bu tayinlerin bazılarını hemen kendisi ve bazılarını da danışarak yapardı. (227)
II. Abdülhamid Han, saraydaki memuriyetlere tayinedilecek zatları kendisi imtihan ederek seçerdi. Yaşam tarzını, tabiat ve ahlaklarını incedeninceye tetkik ederdi. Yıldızda müstahdem memurların fotoğraflarından müteşekkil bir koleksiyonu vardı. Alacağı memurların kibarzade olmasına bakmaz şahsi liyakati, gayret ve faaliyeti olanlar daha çabuk itimadına mazhar olurlardı. Abdülhamid Han, hangi meslekte olursa olsun ehliyet ve dirayet sahiplerini asla gözünden kaçırmazdı.Saraydaki nedimleri arasında fakir aile evladından birçok kimseler vardı.Bunlar bu yüksek mevkie sırf mektepten birinci çıkmak sayesinde seçilirlerdi. Çünkü Abdülhamid han, okullarda böyle en iyi imtihan vererek çıkanları kendi kadrosuna alırdı.
Mabeyncilerin büyük bir kısmı resmi devlet mekteplerinden en iyi derece almış gençlerdi ve birkaç yabancı lisanı mükemmel konuşur ve yazarlardı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:35
SADAKAT VE EHLIYETLI
Yöneticiler için İtaatkar ve sadık yardımcılar bulunmaz hazinedir
II.Abdülhamid Han, yanında bulunan insanların bir kısmından vazifeleri gereğince işinde uzmanlık (ehliyet-i ilmiye) arar, diğerlerinde ise bilgiden ziyade sadakate önem verirdi. Vükela (vekilleri) ile kendisi arasında aracılık yapan mabeyncilerin eğitim, söz kavrama ve aktarma, tebliğ liyakati ve kabiliyetine önem verir, bunlardan başka aradığı şey kayıtsıs şartsız sadakat ve itaat idi. (229)
Aynı zamanda insanların memnuniyetinden ziyade karamsarlığa düşmemelerine dikkat ederdi. (230)
Ülkenin yetişmiş devlet adamlarının, yöneticilerin düşman eline geçerek devlet aleyhine kullanılmamalanna da çok dikkat eder ve üzerinde hassasiyetle dururdu.
Komutanlar, valiler istek ve dileklerini doğrudan Sultan'a iletebiliyordu. Dış ilişkilerde de durum bundan ibaretti. Abdülhamid han, kendisini bu nedenle "istibdatçı" diye suçlayanlara kulak asmıyor, işi malum çevrelere bıraktığı takdirde çok hassas dengeler üzerinde bulunan devletin hemen dağılacağına inanıyordu. Nitekim, Sultan, bu endişesinde haklı çıkacak, 33 yıllık imparatorluk 11. Meş-rutiyet'ten sonra 10 yıllık kısa bir süre içerisinde yerle bir olacaktır.
Hileye Karşı Hile
Vembery hatıratında şunları yazar : "Açıkça söylemeliyim ki, Sultan Abdülhamid gibi devlet mekanizmasının kurumlarını elinde tutan başka bir lider dünyada yoktur. O, kelimenin tam anlamıyla yönetimin yüreği ve eksenidir." (231)
İngiliz Büyükelçisi Layard'a şunları söyliyecektir: "Tahta çıktığımda etrafımı, dolapçı ve beni esir etmek isteyen insanlarla çevrilmiş gördüm. Bunun üzerine hayatımı ve hanedanı muhafaza etmek için hileye karşı hile ile karşı koymam gerekti...""(232)
II. Abdülhamid han, devlet idaresini Abdülmecid han gibi sadrazam ve vezirlere bırakabilir veya Abdülaziz han gibi belirli bir alandaki işleri, üzerine alarak saltanatı sürdürebilirdi. Bürokrasinin bu isteğini Sultan Abdülhamid Han yapmadı. Eski dedeleri sultanların yaptığı gibi devlet işlerini bizzat kendi üzerine aldı. Ana gayesi, dedelerinden kalma mirası ve hanedanı yaşatmak, din-i İslamı aleme yaymaktı. Bu maksadına ulaşmak için herçareye başvurmaktan geri kalmadı. Hile yapanlara karşı hile yaptı. Düşmanlarını silahları ile vurdu. Abdülhamid han, mevcut şartlan gerçekçi bir gözle her cepheden inceleyerek ele alır, en uygun yolu seçer ve uygulamadan asla çekinmezdi.
Büyük başarılar, güçlü kadrolarla gerçekleştirilir.
II. Abdülhamid Han, idareyi yalnız başına taşımanın ağırlığını biliyordu. Fakat idareci bulamıyordu. Dürüst, vatansever, imanlı ku-
mandan ve yöneticileri tespitinde hemen görev dağılımından da asla çekinmedi. Çünkü yöneticiler liderin yükünü hafifletir, ona destek olurlar. Yeterli kadroya sahip olamayan liderler çabuk yıpranır, büyük hedefleri gerçekleştiremezler.
Mesela,Sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşa hataları düzelmek için yardımcı olmuş fakat bilahare fitne ve fesatçılar araya girerek bu ilişkinin bozulmasına sebep olmuşlardır. Tekrar, yük Sultan'ın omuzlarında kalmıştır.II. Abdülhamid Han, saltanatının ilk günlerini Dolmabahçe Sa
rayı'nda geçirdi. Saray halka ve aydınlara açıktı. Buraya herkes ra
hatça girip çıkıyor, Sultan herkesle görüşüyor, halkın içine karışı
yordu. Sultan ve şehzadelere hiçbir kısıtlama yoktu. Öyle ki Sultan,
önceki üç selefinden daha iyi bir görüntü sergiledi. Çok iyi bir ni
yet, karakter, psikolojiye ve akıl yapısına sahipti. Dindarlığı, alkol
kullanmaması ve israftan uzak duruşu ile dikkati çekiyordu. Halk
arasında dolaşmakta, camilerde halk arasında namaz kılmakta, te
mas ettiği isanlarla samimi ve bir insan gibi konuşmaktaydı.
Dış ve iç tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak korkaklık alameti değil, insanlık icabıdır.
Bilahare Yıldız Sarayı'na taşınan Padişah, ülkeyi buradan idare etmeye başladı. İç ve dış düşmanların saldırıları, suikast teşebbüsleri dinmek bilmedi. O ise bütün bu saldırılara karşı tedbirlerini alıyor onlara karşı koyuyordu. Düşmanların sinsi saldırılarına karşı devlet idaresini Sarayda toplamış, amcasıyla kardeşinin hal'i, 93 harbi ve ülkenin içinden çıkılmaz perişanlığı merkezi otoritenin kuvvetlendirmesine sebep olmuştur.
Sultan Abdülhamid Han'ın bu tedbirlerini düşmanlar "vehim, içine kapanıklık" olarak algılıyor, halkın gözünde düşürmeye çalışıyorlardı. Ama o bütün bu saldırı ve antipropagandalara rağmen tedbiri elden bırakmıyor,sebeplere yapışıyordu.
"Hayatıma kasd edildiğini ve birçok defa da suikastçıların muvaffak olmalarına ramak kaldığını biliyordum. Bu şartlar altında herkesten şüphe etmemde ve iyilik yapmak istediklerimden bile uzaklaşmamda şaşılacak bir şey yok. Bu tamamiyle beşeri ve anlaşılır bir iştir." (233)
Abdülhamid Han, kendisinde topladığı yetki ile dağılmak üzere olan devleti 33 yıl yıkılmaktan korumuş, 300 milyon altınlık borcu, otuzda birden daha aşağı bir seviyeye indirmiştir. İlk milli tesisleri kurmuş ve hem iç hem dış siyaseti kontrol altına almış ve hassas dengelerde götürmüştür. Zamanın şartları icabında bütün yetkileri Sarayda toplaması sayesinde hükümet ve devlet sırlarına nüfuz eden, Batı emperyalizimine karşı setler çekilmiş ve devrin memur kadrosundaki ahlak ve anlayış zaafı sarayca telefa edilmiştir. Abdülhamid Han'ın tahta çıkması sırasında sürüklendirildiği Rus harbi bir yana, bütün saltanatı boyunca verdiği ve zaferle bitirdiği Yunan Harbi de, Askeri hareketlerin saraydan idare edilmesi ve dışarıya hiçbir şey sızdırılmaması sayesinde ve en kısa zamanda başarı ile neticelenmiştir.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:35
HAFIYE TESKILATI
Devletler, dış düşmanların içteki sinsi faaliyetlerinin önlenmesi için güçlü istihbarata sahip olmak zorundadır. Sultan Abdülhamid Han da, emperyalist devletlerin ve ülke içindeki uzantılarının sinsi faaliyetlerinin tespiti ve bu faaliyetlerinin imhası için güçlü bir istihbarat teşkilatı kurdu. Yine Sultan'ın kurduğu bu güçlü istihbarat teşkilatını baltalamak için kendisini çekemeyenler onu "vehimlik" ve "korkaklık" la suçladılar.
Sultan Abdülhamid Han, amcası Abdülaziz Han ve kardeşi Sultan Murad'ın nasıl tahttan indirildiklerini, ne şekilde perişan edildiklerini bildiği için kendisinin de aynı akıbete uğramamasına büyük bir dikkat gösterir ve bütün tedbirlerini buna görer alırdı. Ve hatta İngilizlerin saraya kadar yerleştirdikleri ajanların varlığının tespitini dahi yapan Sultan'ın tedbirsiz davranması mümkün değildi.
Tahsin Paşa hatıratında senelerce Abdülhamid Han'ın hizmetinde bulunan Hacı Ali Paşa'dan Sultan'ın bir ara şüphelendiğini, kendisine acıdığı için şüpheyi merak ettiğini ve nihayette ingiliz ajanı olduğunu öğrenince hayrette kaldığını belirterek yabancıların saray içindeki entirikalarmı dikkat çekici bulduğunu belirtir. (235)
(Düşmanın şerrinden korunmanın ancak bütün hareketlerini yakından takip etmekle olacağına) inanırdı.
II. Abdülhamid Han, devlet bünyesinde haber alma mekanizmasının hayati önemini kavrayarak dünyada ilk defa, merkezi sisteme bağlı bir gizli polis, istihbarat şebekesi kurdu. Bu istihbarat teşkilatı sayesinde maddi ve mânevi fesatçıları tespit ederek ülke içerisindeki faaliyetlerini bertaraf etti.
Sultan Abdülhamid'in daimi misafirleri vardı. Devletin çeşitli yerlerinden getirilmiş Kürt liderleri, Arap alimleri gibi insanlardı. Yemeklerinin Saray mutfağından gönderildiği ve Hazine-i Hassa'dan kendilerine maaş verildiği aynı zamanda çocuklarının parasız okullarda okutulduğu bu insanlar sayesinde bulunduğu beldelerin ahalisi hakkında yakinen haberdar olurdu.
Aynı zamanda memlekette olup bitenlerden herkesten önce Abdülhamid Han haberdar edilirdi.
Abdülhamid han, yüksek mevki sahibi devlet adamlarına, bazı yabancı elçilerin ileri gelenlerine kendi kesesinden düzenli bir ödenek ayırmıştı. Bu şekilde büyük devlet adamlarını kendisine bağlamıştı. Bazı insanların şerrinden korunmanın ve devlet için fa-ideli hizmetler yaptırmanın ancak maddi menfaatle olabileceğine inanarak kendi kesesinden harcadığı çok olurdu. (236)
Vember II. Abdülhamid Han'dan şunları nakleder: "Haber alma düzeni bulunmayan bir hükümet, bir devlet ya da bir devlet adamı düşünülebilir mi? Zirvede bulunana kişi tüm yanı bışında olup biteni bilmezlik edemez. Amcam Aziz'in kanlı alın yazısına bakın. O benim için bir ders bir ibret olmamalı mı? Ben de jurnalleri keşfettim böylece. Sözgelişi azizim Vembery. onlar bana, sizin kısa zaman önce benim amansız muhaliflerimle ilişkiye girdiğinizi haber verdiler."(237)
II. Abdülhamid Han, amcası vakur bir patişah-olan Sultan Abdülaziz Han'ın ve temiz kalpli olan kardeşi V. Murat'ın hal'inin güçlü bir istihbarat teşkilatının olmayışına bağlıyordu. Sultan sarayı asker ve donanma ile ablukaya alınırken bile kendisine yönelik
hal' planlarından habersizdi. Haberi ancak. Hüseyin Avni Paşa'nın yatak odasının kapısını kendisini tevkif etmek için çaldığı sırada olmuştu.
Menfaat ve istihbarat
Sultan, Başkent'ten ülkenin en ücra köşesine kadar istihbarat ağını mükemmel denecek şekilde yaymıştı.. Bunun sayesinde ülkede olup bitenlerin hepsini takip ediyor, biliyordu. Ve bu teşkilatın paralarını bizzat kesesinden harcıyordu. Nimetin, ihsanın, kısaca menfaatin arkası kesilirse şebekenin gevşeyeceğini, hatta dağılacağım ve arzulanan nimetlerin son bulacağı muhakkak idi. İşte Sultan Abdülhamid han, bazen göze batacak kadar fazla para dağıtmaya sevkeden sebeb bu idi. Bunun ise, hususi hayatta iktisat ve tasarruf ile hiç bir münasebeti yoktur. (238)
Abdülhamid Han, cömert olduğu kadar düşmanının şerrini bertaraf için de eli açık bir Sultanidi. Ondan iyilik görmemiş, onun-nimetine ermerniş,etrafmda,düşmanlarıııa kadar,hemen hiç kimse yoktu. Mesela, İstanbul'da Batılı sefaretlerden birinin mensubunu adımadım takip ettiriyor, onun kumara düşkün olduğunu biliyor ve-belki bu noktadanbir zaafını kolluyor bir gece Avrupalı diplomatın muazzam bir para kaybedip ödeyemeyecek hale düştüğünü tespit edince de, onu hemenkendisinemüracat ettirerek borcunu ödüyor. Buşekilde adamı kendisine bağlıyor. (239)
Kendisini kurduğu güçlü istihbaret teşkilatı dolayısıyla suçlayanlara özetle şu cevabı vermiştir. "Geniş bir haber alma teşkilatı kurmamış olsaydım, etrafımı saran tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olmazdı. Diğer hükümdarlar da mesala Çarlar da aynı şekilde hareket etmiyorlar mı?" (240)" "İmparatorluğun dahilinde cereyan eden hadiselerden haberdar olmadığımı söylüyorlar. Halbuki istihbarat teşkilatım o şekilde kurulmuştur ki, hiçbir şey benden saklanamaz...Fevkalade işleyen istihbarat teşkilatımın sayesinde ,kimin ne dediğini, kimin evinde ne söylendiğini gayet iyi biliyorum..."(241)
Güler yüz, tatlı dil ve sır saklamak başarının temel prensiplerindendir.
II. Abdülhamid Han, güleryüzlü ve tatlı dilli olması hasebiyle insanlar heybetine rağmen huzuruna çıkıp talep ve şikayetlerini rahatlıkla anlatabiliyorlardı. Bu hasletleri kendisinin birçok işinde muvvaffak olmasını temin etmesine sebep olmuştur.
II. Abdülhamid Han'ın bir meziyeti de her işi gizli tutması ve sır saklamasını çok iyi bilmesiydi. (242) Bu meziyeti dolayısıyla birçok olayların üstesinden gelmiş, düşmanların hilelerini bertarafetmiştir.
Basiret, emniyetin babasıdır.
Tahsin Paşa hatıratında şunları dile getirir; "Sultan Hamid bir gün bana basiret emniyetin babasıdır; Evvela basiret, sonra emniyet demişti. Bundan dolayıdır ki Sultan Hamid, lazım gelen bütün tedbirleri almadan hiçbir şeye ve hiçbir kimseye emniyet etmezdi.(243)
Kendisi güçlü bir teşkilatın kuruluşunu şöyle anlatacaktır: "Amacam Abdülaziz ve ağabeyim Murat'ın bahtsızlıklarına uğra mamak için gizli polisi yeniden örgütledim. İstihbarat elemanları raporlarını günü gününe veriyorlardı. Bu örgüt işime mükemmelen yaramaktaydı." (244)
Sultan Abdülhamid Han, casusluğun kötüye de kullanılabileceğini iyi bilmekte ve aldatıcı haberlerin doğru haberlerden ayrıt edilmesini istemektedir. Bu konuda şunları anlatır: "Dünyanın hiçbir yerinde entrikaların bizde olduğu kadar feci olabileceğini zannetmiyorum. Fakat kendilerine ehemmiyet payı çıkarmak isteyen gayretkeşlerin yazdıkları abartılı raporların diğerlerinden ayrılmasını istiyorum" "birçok insanların hafiyelerin, jurnalcilerin alçak, namussuz insanlar olduklarını, dinimizin de münzevirleri men ettiğini gayet iyi biliyorum...İktidara geldiğimden beri bana gösterilen zeli-lane dalkavukluktan iğreniyorum" diyordu. (245)
Sultan Abdülhamid Han, istihbarat şebekesini gevşetebileceği ihtimali ile yalan haber sahiplerini cezalandırmazdı. Ama onlara önem de vermezdi. Böyle kişilerin verdiği bilgilerin içinde doğru bilgiler olabileceği düşünülerek her haber, sultan tarafından değil, Saray'daki ilgili memurlar tarafından okunurdu. Ve hatta bazen bazı jurnaller okunmazdı. Hal'inden sonra kendi odasında sandıklar dolusu kapalı ihbar maksadıyla gönderilen zarflar bulunması bunun en büyük delilidir. Sultan'ın ehemmiyet verdiği istihbarı bilgiler, bunları takdim eden adamların şahısları ve mevkilerine bağlı idi. Sadrazam,Şeyhülislam ve nazırlara inhisar eden bu bilgiler ekseriyetle açar okurdu. Sultan'ın bilhassa jurnallere el sürmediği hal'inden sonra kendi dairesinde sandıklarla kapalı jurnal bulunmasıyla sabittir. (246)
Sultan, aslı bulunmayan istihbari bilgilere çok hiddetlenir ama bilgiyi veren kişiyi cezalandırmazdı. (247)
Meşrutiyetin ilanından bir müddet sonra, Abdülhamid han tahttan indirilince Yıldız'ı basıp bu hafiyelere ait raporları gözden geçirenler çoğunun altında, padişahın el yazısıyla "itibara değmez" tarsında notlar bulunduğunu hayretle görmüşler ve Abdülhamid'in kendi hafiyelerini de kontrol altında tuttuğunu görerek hayrete düşmüşlerdir. O hem vatanın selameti için hafiye kullanıyor, hem de 154 bunlara karşı emniyet tedbirleri almaktan ve itimatsızlık gözüyle • bakmatan geri kalmıyordu. (248)
Sultan'ın haber alma teşiklatı, çok ince metodlarla çalışmıştır. Bu teşkilat sayesinde, yabancılarla düşüp kalkanlar ve sefarathane-lere girip çıkanlar, Beyoğlu eğlence yerlerinde gezip dolaşanlar, bazı postahanelerden Avrupa postalarını gözetleyip kollayanlar, yabancı vapurlarından çıkıp şehri ziyaret edenler, Avrupa'ya gidenler ve oradan dönenler, bütün idare ve icra cihazlarında söylenip konuşulanlar ve düşünülüp tasarlananlar, maili ve iktisadi mahfellerde, fikir ve siyasi muhitlerde, jvrilip çevirelenler, hiçbir müdahale olmaksızın anı anına kayt ve zapt edilmiştir. (249)
Bir ara, Müşir Fuat Paşa'nın çıkarmak istediği askeri isyan, bu teşkilat sayesinde bastırılmış ve mensuplarından 146 subay ele geçirilerek çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Kumandan ve elçilerin birçoğu, düşmanının devlet aleyhindeki faaliyetleri hakkında istihbarat bilgileri yolluyordu. Münir Paşa, Paris'te Türkiye aleyhindeki bütün hadiseleri takip ediyor, bir koldan Avrupa devletlerinin oyunlarını gözetlerken, diğer tarafdan Abdülhamid Han'a karşı Jön-Türk faaliyetlerini günü gününe Yıldız'ı haberdar ederdi.
Ermeni meselesi hakkındaki İngiliz Seferinin "Daha ne kadar Ermeni öldürecekseniz"? sorusuna Abdülhamid Han şu cevabı veriyordu;
"Filan gün, filan saatte Karadenızin filan noktasına yaklaşıp, karaya, Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu kadar sandık malzeme çıkaran ve komitecilere teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç silah bulunuyorsa tam o kadar Ermeni ölderece-ğiz!"..Cevap karşısında dehşete düşen İngiliz seferi başını tutmuş ve Abdülhamid han da acı gülüşüne devam etmişti. (250)
Mert İnsanların ahlak ve meşrepleri zamanla değişmez. Fethi Okyar Bey'e de şunları söyliyecektir:
"...Jurnal bir hadisenin izahıdır, y..ni raporudur, fezlekedir, layihadır, izahnamedir. Bunlardan müstağni, bunlara ihtiyaç hissetmeyen hükümdar, devlet ve devlet adamı tasavvur edilebilir mi?
,rr Haber alamayacak da kararını hayalinden mi verecektir?..Yalnışlık- -^— lar, hatalar, hatta haksızlıklar olabilir ve olmuştur. Fakat ben, herşe-yi öğrenmek mevkiinde ve zaruretinde idim. Jurnal verenler içinde bugün onları tel'in edenler ve imha etmeye çalışanlar vardır ve çoktur. Neden bunlar içinde, sizin bugün söylediklerinizi o gün söyleyenler çıkmamıştır? Bunu hiç düşündünüz mü beyfendi oğlum? Bugün neden bu jurnaller teker teker neşredilmiyor? İmza sahiplerinin milletçe malum olmasından mı endişe ediliyor? Mert İnsanların ahlak ve meşrebi zamanın tahavvülü ile değişmez. Sabit kalır. Hatta ve nisyan da beşer içindir. Düşününüz ki, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, muhtelif din, ırk, millet, cins-ü mezhebin asırlardır kaynaşmaması kazanıdır.Her yerde olanları, devletin resmi hüviyeti içinde öğrenmek mümkün değildir. Başta olan, en yakın muhitinde cereyan edenden haber .alamıyor. Amcam Sultan Aziz'in kanlı akıbeti bunun misali değilmidir? Yanıbaşında, Sadrazam ve Seraske-ri'nin (Harbiye Nazırı'nın) tertip eyledikleri suikasdden haberdar olamamıştır." Başka bir zamanda; "Bana verilen hiçbir jurnal atılmamış, yakılmamıştır. Muntazaman tasnif ve muhafaza edilmiş-tir.Hepsi milletin önüne konulursa çok istifadeli ve ibretli olur." Demiştir. (251)
Günümüzde güçlü istihbarat teşkilatlarının ehemmiyeti daha da iyi anlaşılmaktadır. Bazı tarihçiler, Sultan Abdülhamid Han'ın kurduğu gizli teşkilatın günümüz CIA'sından da daha güçlü olduğunu ve CIA'nın bu konuda araştırmaları olduğu bildirilmiştir.
Nihayetindeolumlu ve olumsuz yönleriyle Sultan Abdülhamid Han'ın Osmanlı devletini 33 yıl ayakta tutmasının sırlarından birisi de Sultan'ın kuvvetli ve mükemmel denecek istihbarat teşkilatı olmuştur. Jön Türkler Sultan Abdülhamid Han'ı devirince bir millet ve devletin gözü kulağı olan istihbarat teşkilatını dağıttılar. Ama daha sonra bunun büyük bir hata olduğunu anlayarak yerine "Teşkilat-ı Mahsusa"yı kurdular.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:36
KAN-PARA VE TOPRAK
II. Abdülhamid Han, memleketin bütünlüğü konusunda çok büyük bir hassasiyet gösterir, düşmana bir karış toprak vermemek için sonuna kadar mücadele ederdi.
Osmanlı devleti içinde diğer gayri müslimler olduğu gibi Yahudiler de geniş bir hoşgörü ve adaletle yönetiliyorlardı. Kendilerine çeşitli imtiyazlar tanınmış, toplum içerisinde zenginleşmelerine, serbestçe ticaret yapmalarına izin verilmişti. 11. Beyazid zamanında İspanya'dan kovulan Yahudiler'e kucak açan tek ülke Osmanlı olmuştu. Aynı şekilde, 1850'li yıllarda Rusya'dan göçe zorlanan veya mallarım mülklerini geride bırakarak kaçmak zorunda kalan Kırım Yahudileri'ni de Osmanlı Devleti kabul etmişti. 1856'da Kerç'ten Osmanlı devletine göç eden Yahudiler'e, farklı mezhepten oldukları gerekçesiyle, kendi hahamlarını seçme ve o hahamın dini liderliği altında yaşamaları imtiyazını vermişti. 1857'de yine Kırım'da göç eden bir başka Yahudi muhacir grubu da Rumeli'nin en verimli arazilerinin yer aldığı Doburca'ya yerleştirilmişlerdi. (252) Böylece Osmanlı devleti, siyasi amaçlı olmayan Yahudi göçmenlerine 19. Yüzyıl boyunca hep sıcak yaklaşmış ve gelenleri kabul edip, Rumeli'de iskan etmişti. Yahudi göçlerinin siyasi bir mahiyet kazanmasından sonra Yahudilerle ilgili politikada önemli değişikler yapıldı. Özellikle 11. Abdülhamid döneminde alınan siyasi, ekonomik ve idari tedbirlerle Filistin'e yönelik Siyonist faaliyetler engellenmeye çalışıldı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:36
INGILILIZ FITNESI
Avrupalı devletler, Yahudileri topraklarından çıkarıp Filistin'e yerleşmelerini teşvik ederek, hem ileride ortaya çıkabilecek siyasi ve sosyal sıkıntıları önceden bertaraf etmeyi, hem de bunlar vasıtasıyla Osmanlı devletinden yeni tavizler koparmayı hedefliyorlardı. İngiltere, himayesinde, Filistin'de kurulacak bir Yahudi Devleti ile Ortadoğu ve Hindistan'da çıkarları açısından faydalar ummaktaydı. Kurulacak bu devlet , İngilizler için bölgede bir üs vazifesi görebilirdi. Almanya ve Rusya da Siyonizm'in başarıya ulaşmasında ciddi menfaatleri vardı. Bunlar, bir yandan kendi bünyelerinde yasayan siyonist unsurları ihraç ederek rahatlamayı, diğer tarafdan da Yahu-diler'i dış politikalarında "malzeme" olarak kullanmayı düşünüyorlardı.
Siyonistlerin faaliyete geçmelerini sağlayan diğer bir sebep de Osmanlı devletinin içerisinde bulunduğu iktisadi, siyasi durum idi. Balkanlarda devletten kopmalar başlamış, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya gibi yeni devletçikler ortaya çıkmıştı. Diğer 157 taraftan Osmanlı Devletinin mali ve ekonomik durumu da endişe * vericiydi. 1854'de başlayan dış borçlanmalar zamanla büyümüş, 93 harbinin ağır savaş tazminatı, hazinenin üzerine bir kabus gibi çökmüştü. 1875'de devlet, borç faizlerini bir süre için ödeyemeyeceğini ilan etmiş; 1881'de Avrupalı alacakların temsilcilerinden oluşan Düyun-i Umumiye idaresi devreye sokularak Osmanlı'nın bir çok gelir kaynaklarına el konulmuştu. Yahudi liderler, Osmanlı maliyesinin içinde bulunduğu bu çıkmazdan istifade edip, Padişah'ı da ikna ederek Filistin'e yerleşebileceklerini zannediyorlardı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:37
ILERI GÖRÜSLÜ OLMAK
Avrupadaki mason locaları Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Harbi'ne girmesini büyük bir memnuniyetle karşıladılar. Çünkü Osmanlı devletinin yıkılması Filistin'de bir Yahudi Devletinin ortaya çıkması demekti. Bunun için İslâmiyyeti yok etmek için, yeni plânlar hazırlıyorlardı. Masonlar, ittihatçılara yaptırdıkları cinayetleri Mithat paşa ve arkadaşları gibi kişilerle daha 31 yıl önce ve çok rahat yaptırabilirlerdi. Fakat, çok akıllı, zekî, ileriyi görüşü keskin ve tam Müslüman olan, ikinci Abdülhamid hân, bunu anlamış, bu felâketleri önlemiş, islâm âlemine saadet, huzur sağlamıştı. Bunun için, bu yüce hakana, kızıl sultân, korkak, zâlim gibi isimler taktılar. Böylece gençleri aldatmağa, onun sevgisini, büyüklüğünü gönüllerden çıkarmağa uğraştılar
aksavaşçı
12-27-2007, 18:37
YERI DOLDURULAMAYAN BIR SULTAN
Sultân Abdülhamid Han'ın kansız ve huzur içinde geçign jjg.resinden sonra memleket, siyâsî idamlar, sû-i kastlar ülkesi oldu.
Çok kimseleri idam ettiler. Birbirlerini, hattâ kendi başkumandanları olan Mahmûd Şevket paşayı da dört aylık sadrazam iken Hazîran 1913'te öldürdüler. Yerine getirilen Mısır prensi Sa'îd Halîm paşanın 3 sene, 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat paşanın bir buçuk senelik iktidarları zamanında memlekette; huzur kalmadı. Herkes, ölüm, hapis korkusu içindeydi. Can, mal ve namûs emniyeti kalmadı. İslâm düşmanlığı, küfr ve irtidâd moda olmağa başladı. Her vilâyette zâlimler çoğaldı. 1911 Arnavıutlar isyan etti. Mahmûd Şevket paşa çok büyük bir kuvvetle önleyemedi
Bunun üzerine Sultân Reşâd 16 Hazîranda Kosova'ya gitti. 522 sene önce, dedesinin zafer kazandığı yerde, 100 bin Arnavut ile Cum'a namazı kıldı. Huzuru temîn etti. Mahmûd Şevket Pasanın sekseniki taburla yapamadığını, sultân Muhammed Reşâd, bir gövde gösterisi ile yaptı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:37
BUHRANLI GÜNLER
Meşrûtiyyetin başlangıcı, Osmanlı devleti için büyük felâket ve ziyanlara sebep oldu. Çünki 19H'de Trablusgarb İtalyan[ara bırakıldı. 1912'de Balkan harbi bozgunu yaşandı. İki büyük lafa [\& ilişkiler kesildi. Afrikada l milyon 100 bin, Rumeli'de 250 bm kilometrekare ecdad toprağı elden gitti. Birinci Dünya savaşınd;;l \ milyon kilometre kareden fazla toprak elden çıktı. Koca devlet ya&ma edildi. Bu felâketlere, ittihâd ve terakkinin, gafil, câhil, fırkacı mat. cı, bölücü idaresi sebeb oldu."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:37
OSMANLI KURTLAR SOFRASINDA
İttihatçıların Devleti Birinci Dünya Harbine sürüklemeleri ile milyonlarca Müslüman hayatını kaybetti. Osmanlılar, Birinci dünya savaşına 3 milyon askerle katıldı, 1 milyonu zayi edildi. Bunun 400 bini cephede şehit edildi. Müttefiklerin toplam mevcucıu 93 milyon'du. 3.5 milyonu cephede olmak üzere toplam 15,5 milyon insan öldü. Düşman ordularının mevcudu 43 milyon idi. 5,3 milyonu cephede olmak üzere toplam 23 milyon kişi öldü.
İttihat Terakki Fırkasının emr-i vakisi ile Birinci Dünya savaşına girdik. Dalmaçya'dan Filistin'e kadar çok cephede savaştık. Nihayette Hıristiyan Batı'nın hazırladığı "Sevr" şer programı ile Osmanlı devletinin yıkılışı gerçekleştirildi. (Enver-Cemal-Talat) paşalar, Almanya hayranı idiler. Almanya'nın kazanacağına inanmışlardı ama uzak görüşlü değildiler. İttihat Terakki, Ermeni, Yahudi, Rum, Makedon ve diğer gayrimüslim mensuplarının teşviki ve desteği ile Sultan Abdülhamid Han'ı devirdiler. Bunun da iki temel sebebi vardı;
1.Batı'nın Sultan Abdülhamid'in yakın bir gelecekte patlaması beklenen dünya savaşında tarafsız kalacağı korkusu. Şayet Osmanlı savaşa girmemiş olsa dünyanın süper gücü olarak varlığına devam edecek. Bunu önlemek maksadıyla Almanya, (İngiltere-Fransa-Rusya) ile anlaşarak Abdülhamid'in devrilmesinde işbirliği yaptılar, ikinci sebeb ise Yahudilere Filistin'de toprak vermeyen Sultan Abdülhamid'den intikam alınma arzusu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:38
AYNI DININ MENSUPLARI
Birinci Dünya Savaşı"nda Türk ve Alman askerleri omuz omuza savaştılar. Bu sırada Kudüs'ü İngilizler işgal edince Alman subaylar sevinç çığlıkları attılar. Osmanlı paşalarından biri dayanamayarak Alman subaylarına; "Yahu aynı safta mağlup olmadık mı, siz işgalcileri ne diye alkışlıyorsunuz?" deyince şu ibret verici cevapla karşılaştı; "Evet her nekadar Osmanlı ve Alman olarak ayni safta çarpışıp mağlup olmuşsak da kazanan (haçlılar) oldu. Onlar bizim siyasi muhalifimiz, ama ayni dinin mensuplarıyız"
Neticede Sultân Abdülhamît Han'ı tahtından indirenler, sonunda memleketi düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver paşa, Tal'at paşa, doktor Behâeddîn Şâkir, doktor Nâzım, 30 Ekim 1918 de Mondros mütârekesini imza ettikten bir gün sonra, gece yarısı kaçtılar. Tal'at paşa Berlin'de, Enver 1922'de Türkistânda, Cemâl paşa 1922'de Tiflis'te öldürüldüler.
Tarih boyunca Müslümanlara karşı Hıristiyan-Yahudi-putperest-hindu işbirliği aksamadı. Aralarında kıyasıya mücadele ettikleri halde Müslümanlara karşı birleşmekten çekinmediler.Batı, Ortadoğu'da aynı dil, din, kültür ve milleti parçacıklara bölerek (Bayraklı kabileler) haline getirdi. Ve bugün dahi İslâm aleminin birleşmesini hertürlü çareye başvurarak engellemektedir.
Batı dünyası el ele vermiş savaştan uzak durup sadece ekonomi ile uğraşırken, dış güçler İslâm ülkelerini birbiriyle boğazlatıyor. Avrupa Birliği içinde sınırların kalkması, tek bir merkez bankası, tek para birimi, tek parlamento, tek adalet divanı ile "karşılıklı bağımlıhk" (interdependent) politikası benimserken; İslâm dünyası her konuda bölünmüştür.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:38
TARIH SIYASET DEGILDIR
İkinci meşrutiyetten sonra gelen yeni rejim, II. Abdülhamid Han'ın lehinde ve hatta tarafsız yazmayı ve konuşmayı tehlikeli sayıyordu. Bunun bir sebebi, ikinci Abdülhamîdin, asla mürteci', gerici olmamak şartı ile, muhafazakâr olması ve imparatorluğu otuz yıl şahsen adalet ile idare etmesidir. İkinci Abdülhamîd'i düşürenler birbirinden inkılâpçı oldukları için, tabîatiyle, bu hükümdarın muhâfazakârlığım beğenmemek durumunda kalmışlardır. Ancak târîh, siyâset değildir. Günün modasına göre söyleyen, yazan kimse, târîhçi değildir. Çünkü, siyâsî rejimler ve fikir modaları dâima değişir. Yakın tarihi halka kötü tanıtmak gibi hissî görüş, ilmî tetkîk yapılmasına mâm' olmakdadır. Ba'zı kıt görüşlü kimseler, günlük olayları küçültür, gölgede bırakır diye, eski kahramanları küçültürler. Târihî realiteden korkmak ma'nâsızdır. Türkiyede, yine de, ikinci Abdülhamîd aleyhindeki yalanları nakil etmek modası yürürlükdedir.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:38
KIZINA NASIHATI
Kızı Ayşe Sultan, Selanik'te "Ah Efendimiz! Bir an evvel şu meşrutiyeti keşke vermiş olsaydınız" deyince, II. Abdülhamid Han yüzüne bakarak .şu cevabı verir;
" Kızım, siz de mi yanlış düşünüyorsunuz? Ben daima meşrutiyet taraftarı idim. Hatta padişahlığımın ilk zamanlarında o zamanki idarecilere bunu kabul ettirmek için ısrar etmiştim. Sonradan bunu kaldırmamız, milletin çok büyük zararlara uğrayacağı anlaşılmasından dolayı idi.
Maazallah devletimizin dağılmasına ramak kalmıştı. Beni meşrutiyet taraftan olmamakla itham edenler emin olsunlar ki yanıldıklarım anlayacaklardır. Kızım, bunu iyi biliniz ki bu İkinci meşrutiyet'i kendi arzumla verdim. Eğer mani olmak isteseydim, yapacak şeyi de pek ala bilirdim. Esasen meşrutiyetin ilanından önce bütün devletlerin kanun-i esasiyelerine malik olmak, meşrutiyeti bu suretle ilan etmek istiyordum. Ne yapalım. Allah nasib etmedi. Milletimin başında tecrübeli bir baba gibi bulunmak, böylelikle vatanımın selameti uğrunda çalışmak azmu kararında idim. Düşmanlarım bu fırsatı bana vermediler. Türlü güçlükler ve iftiralar icat ettiler. Nihayet 31 Mart Vak'ası meydana çıkarıldı. Ben, muş-rute bir hükümdarın yapacağını bir adım aşmadım. Ne ileri, ne de geri gittim. Lakin beni başka türlü başlarından def edemezlerdi. Ben takdire inanırım. Bu bize Allah'tandır. Eğer 31 Mart Vak'asını ben ihdas etmiş olsaydım bu şekilde yüzüme gözüme bulaştırmazdım. Nasıl yapılacağını pekala bilirdim. Tarih bu hakikati birgün meydana çıkaracaktır. Bundan dolayı kalbim müsterihtir. Kızım! Şahsım için iki Türk'ün, asker evlatlarımın birbirini kırmasını, kan dökülmesini Allah hakkı için istemedim. Bana bu iftirayı yükleyenleri Al- 181 lahıma havale ediyorum. Kızım! Bizim memlekettte kaht-ı rical var- • dır. Karşımda aklına ve ilmine güvendiğim yalnız iki vezir görüyordum. Bunlardan biri Said Paşa, biri de Kamil Paşa idi. Her ikisi de çok değerli oldukları halde daima bir ipte oynayan iki cambaz gibiydiler. En sıkıştığını zaman bunlardan birini getiriyor, tecrübelerinden istifade etmek istiyordum. İşte ben tarihe karıştım. Meydan onlara kaldı. Kızım! Gördüğünüz bu zabit efendilerin cümlesi zamanımda yetişmiş., mektepten çiKmışlardır. Bugün ilmi irfan ocaklarımızdan çıkmış bunlar gibi birçok kimseler vardır. Maarifimiz de ilerlemiştir. Otuz sene evvelki gibi değiliz. İnşaallah idare ederler de devlet bir zarara uğramız. Kızım! Görüyorsunuz ki bize gazete, kitap vermiyorlar. Ahvali bizden gizliyorlar. Fakat maalesef gidişimizin iyi olmadığını hissediyorum. Fakat ahvali bilmiş olsa da ne faydası olacak? Bilmemeyi daha hayırlı görüyorum. Ben çok görmüş, çok çekmiş bir insanım. Şimdi yaşımız da ilerledi. Eski takat ve kuvvetimiz de kalmadı. Hayırlısı, çekilip, devlete millete dua ederek ibadetle ahır-i ömrümüzü geçirmektir. Şunun bunun hakkında fena söz söylemeyin. Kaderinize razı olun. Hayır ve şer Allah'tandır. Deyin. Hayırlısını isteyen kimseye intizar etmeyin. Bunlar boş şeylerdir. Biliyorsunuz ki ecdadımızdan bizden ziyade çekenler,
başlarına büyük felaketler gelenler hallerinden sonra bizim kadar da huzur ve rahat görmeyenler de vardır. İşte ben burada evladü ayalimle oturuyorum. Bu halime şükrediyorum. Siz de şükredin. Millete dua edin. Allah millete zeval vermesin. Namaz kılacağım. Abdest almak lazım" (300)
II. Abdülhamid Han, bir padişahtı. Dünya altınları, mücevherler hep elinin altındaydı. İsteseydi kendisini ve çocuklarını baştan başa altınlarla donatırdı. Fakat o Allahu tealadan korkan, kul hakkından sakınan, her şeyi İslaıniyetin emrettiği şekilde yapmaya çalışan bir sultandı. O hem padişah, hem de halife idi. İslam aleminin başı idi. Müslümanlara örnek olmak, hepsinden daha iyi İslamiyetı yaşamak, adaletle hükmetmek vazifesiydi. O da öyle yaptı. Devletin malına, parasına el sürmedi. Ticarette kazandığı parasının bir kısmını gelecek nesillere aktarmak için ayırmıştı.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:39
DÜNYA MALI
Tanzimatçılar, Abdülhamid Han'ı tahttan indirmekle kalmadılar, elindeki bütün mal varlığını talep ettiler. Ve hatta ticaretten kazandığı ve çocuklarının ihtiyaçlarım karşılamak için birikterdiği parasını bile istiyorlardı.
Hükümet, Sultan Hamid'in Doyçebank ve Selanik bankalarındaki nakit parası ile hisse senetlerinin alınmasına, ikinci ve Üçüncü Orduların ihtiyaçlarına kullanılmasına karar vermiş, paralar,hisse senetleri ve ehhamın bulundukları Avrupa merkezlerinden Selanik'e getirilerek sabık padişaha verilmesini, onun da bir mazbata ile Orduya teslimi için gerekli evrak hazırlanmıştı. Önce, banka umum müdürlüklerine Sultana Hamid'in para ve hisse senetlerinin Selanik'e gönderilmesi için hazırlanması mektupları imzalaması geriki-yordu(301)
Diretince de ölümle tehdit ettiler. Bunun üzerine:
"Ben kalabalık bir ailenin babasıyım. Padişah olduğum zaman şehzadeliğimde çalışıp kazandığım paranın bir kısmını cülus bahşişi olarak kendi kesemden verdim. Çünkü ben biraderlerim gibi avare yaşamaz, oturmaz, dinlenmez, çiftliklerimde çalışırdım. Kazandı-
ğım parayı benden sonra evladü iyalim alsın diye bankaya yatırdım. Ben hazineye ait mücevheratı da muhafaza ettim. Devletin parasını kimseye vermedim. Evlatlarıma bu paradan, mücevherattan bir dirhem dahi vermedim. Padişahlığımda devletin borçlarını hafiletme-ye muvaffak oldum. Oğullanma ancak bir han vermiştim. Kızlarım evlendiği zaman birer ev almıştım. Şadiye, Ayşe, Refia Sultanlar'ı evlendıremedim...Yalnız Şadiye ve Ayşe Sultanlara birer ev verdim. Refia Sultana o dahi kısmet olmadı. Bu kızlarıma birer taş yaptırmıştım. Çeyiz paralarını onar bin lira olarak ayırmıştım. Bunlar da zavallı çocuklarıma verilmedi. Ellerinden gitti. Haremlerimin (hanımlarımın) ellerinde hemen hiç para yoktur. Küçük erkek evlatlarım Abdürrahim, Nureddin, Abid efendiler beş parasızdırlar. Sonraları ne olacak? İşte bu sebeplerden dolayı bankadaki parayı veremem." (302)
Bu sözler üzerine ikna olmayı bırakın, tehdit etmeye başladı
lar. Herşeyini almak istiyorlardı. Ve hatta öldürmeyi. Ama halkın
sevdiği patişah ölürse halk ne der korkusu ile bunu yapamadılar. Ni
tekim Rasim Bey, "Vermezseniz sizi de kızlarınızı da bodruma indi-
rip hapsederler" tehdidinde bulunuyordu.
Sultan "Ben hayatta çok şey gördüm. Padişahlığımda hiç rahat huzur görmeden çatışmakla ömrüm geçti. Şehzadeliğim bahtiyardı. Halbuki bu zavallı masum evlatlarımın hali ne olacak? Bu üç kızımı evlendirmek bile nasip olmadı. Bu çocuklar benim felaketimle kavrulup hayatlarını kayebediyorlar. Burada gençlilklerini heba etmelerini asla istemem. Gitsinler, mesut olsunlar. Oğlum da tahsile gitsin. Bakınız ne hale geldi. Sinir içinde kıvranıyor" diyerek son derece üzülüyordu. Ama dinleyen kim. Yine Sultan Abdülhamid Han, bu zalimlere karşı belli şartlar ileri sürerek bankadaki parayı onlara teslim etti. (303)
Paraların tesliminden bir gün sonra Rasim bey, Abdülhamid Han'a "Efendim, bu paraları verdiğinizde gösterdiğiniz metanete hayran oldum. Vallahi ben on liramı düşürmüş olsam otorduğum odanın kapısını bulamayacak kadar kendimden geçer, kederimden ne yapacağımı şaşırırdım" deyince ;
"Rasim Bey! Mal habistir. Bir elden gelir, diğerinden çıkar. Siz benim elimde büyümüş, yetişmiş adamlarsınız. Ben ise nice şeyler görmüş geçirmiş insanım. Maruf tabiriyle sakalımı değirmende ağartmadım. Bana bunları Allah verdi. Yine o aldı" (304)
Hakan Hazretlerinin muhafazasına memur erkan-ı harp binbaşısı Ali Fethi Okyar Bey'e de "Bu istenen servet, senelerce, ceb-i hümayunumuzun aidatından ve Hazine-i Hassa'dan tasarrufu edilmiş olan meblağın sadece mütavasi birkısmıdır. Ben otuzki sene içinde şahsıma kanunen, örfen, irsen ayrılmış bu paraları, seleflerim gibi har vurup harman savurmadım, mektepler, hastahaneler, her türlü hayrat yaptım. Şimdi Ordumuzun ihtiyacı için isteniliyor. Feda olsun...Milletin verdiği millete gidiyor." (305)
"Adalet Bir gün Tecelli Edecek, Hak yerini bulacaktır. "
Daha sonra yine şahsına ait mücevher ve kıymetli ziynet Avrupa merkezlerinde satılarak bedelinin Osmanlı Donanma Cemiyetine armağen edilmesini belli şartlar muacehesinde kabu ediyordu. Bu şartlardan biri de hayatının emniyet ve kefalet altına alınması isite-ği idi. Bunun için Fethi Okyar Bey'e ; "Ben, ferdlerin en iyi veya en kötü şahsi düşüncelerinin, onların ancak kudret ve karar sahibi olabildikleri müddetçe kıymet ifade ettiklerinin sonsuz tecellilerine şahit olmuşumdur. Hayatımın teminat altına alınmasını sırf bu itibarla devletin Resmi taahhüdüne bağlanmasını istiyorum. Yoksa, adil bir mahkeme önüne çıkarılıp saltanatımın hesabını vermeye ve böyle bir mahkeme beni cezaya müstehak görürse bunu çekmeye hazırım." "..Allah adildir. Hakikat zayi olmaz. Birgün gelir, bu adaletle hak, doğruyu yanlışdan ayırır..." (306)
Sultan'ın Osmanlı Bankası'ndaki nakit mevcudu yüzüçbin ye-diyüz küsur Osmanlı altını idi. Doyçebank'ta ondört çanta içinde onaltı bin dörtyüz doksanüç Anadolu Şimendifer tahvili, doksanse-kiz Bonne de Jouissance, üç bin Selanik Limanı hisse senedi, Kre-diliyone'de elliiki bin dörtyüz otuzbur Osmanlı altını vardı. (307)
Sultan Abdülhamid Han, hiçbir yere çıkmama ve kimse ile temas kurmama yasağı bütün aile ve yanındakiler için de tatbik ediliyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:39
ACI VE IZDIRAP
II. Abdülhamid Han ve maiyeti Selanik'e Alatini köşküne götürüldüğünde ve orada kaldıkları süre zarfından çok büyük acı ve ızdırap içerisinde bırakıldılar. Hapis hayatından daha zor şartlar...Ve Hatta kızı Şadiye sultan'in anlattığına göre oradaki askerlerin alçakça teklifleri ve Sultan'ı madden ve manen iflas ettirme çabaları korkunç derecede... 33 yıllık saltanat sürmüş bir Padişah'a yapılanların sadece bir miskalini kızından dinleyelim:
Güneş ve Havadan mahrum bırakılan bir Hayat...
"İlk yemeklerimizi hatırlarım; Büyük bir teneke tabla içinde getirildi.Pilav ve yoğurttan ibaret...Çatal ve bıçak yoktu.Ellerimiz-le,yiyebildiğimiz kadar yiyorduk. Babamın yemek takımını, kahvecisi, beraberinde getirmişti. Musluklar pis ve sular zehir gibi acıy-dı.Bu suyu avucumuzla içiyorduk. Bardak yoktu. Pancurların açılması yasak edilmişti. Güneş ve havadan da mahrumduk, üzerimdeki elbiseyi çıkarır, yıkardım. Kuruyuncaya kadar, çıplak oturur bek-lerdim. Diğerleri de aynenböle yaparlardı. Bahçede nöbetçi devriye-ler dolaşırdı.Kapıların anahtarları onlardaydı. Bizi dışarı çıkarmazlardı... Sarayımızın hazineleri, yaldızlı salonları, konforlu yatakları, ayaklarımıza kapanan Cevat Bey gibi murai memurlarımızın neka-dar kıymetsiz ve boş şeyler olduğunu; bu ot minderler üzerinde haşerelerle birlikte uyumaya, yıkadığım elbiselerin kurumasını, çıplak bir halde, beklemeye çalıştığım o anlar, bana öğretmişti... " (309)
Perdeler Yorgan Olunca...
Muhafız Süvari Yüzbaşı Fetih Okyar Bey'i dinleyelim; "...İşin en hazin tarafı Abdülhamid'in sevgili kızı ile, alelacele birkaç ça-mışırla saraydan çıkarılıp Sirkeceye getirilmeleri, oradan da ışıkları yanmayan bir vagon içinde,şimendiferle (tren) Selaniğe gönderilmeleri idi. Yolda, sudan başka bir şey verilmeyen sakit hükümdarla kızı, Selanikte uzun zamanden beri kullanılmayan, bomboş odaları ile insana herşeyden evvel hüzün veren bir köşkte ikamete mecbur edilmişlerdi. Bir çok geceler, çok üşüyen Abdülhamid, köşkün kadife perdelerinden birini yorganının üstüne örterek ısınmağa çalışmıştı"
aksavaşçı
12-27-2007, 18:39
SEREF VE HAYSIYET
Ayşe Sultan'a Selanik'teki Alatini köşkünden sağlık sebebiyle ayrılarak İstanbul'a gitmesine izin verilir. Babasının dizlerinin dibine oturan Ayşe sultan'a Abdülhamid Han şu nasihati yapar:
"Melek evladım! Takdir böyle imiş. Söyleyeceklerimi iyi dinle. Kulağında kalsın. Ömrün oldukça unutma. Hanedanımız çilelidir. Hepsinin başına bu gibi şeyler gelmiştir. Fakat takdire tevekkül lazımdır. Dokuz ay benimle beraber kavruldunuz. Bundan fazla feda olmanızı istemem. Kızım, sana en büyük, en son nasihatim Hanedanımızın şeref ve namusunu canınızdan ziyade sakınmanızdır. Kızım olduğunuzu asla unutmayınız. Bana dokunacak her türlü hal ü hareketten sakınıp kendinizi muhafaza ediniz. İsmimi yere düşür-meyiniz. Melek evladım. Sen akıllı bir çocuksun. Senden daima iyilik beklerdim. Allah seni mesud etsin. Duam üzerinde bakidir. Kızım! Bugün amcanız yerimi işgal etmektedir. O na da benim kadar hürmetkar olur, itaat ederseniz beni çok memnun edersiniz. Onun 186 her emrine tabi olmanızı isterim. Politika icabı, biraderim, zevcele-* rinizi münasip bulmazsa karşı gelmeyiniz. Bütün hayatınızca afif olunuz. Mümkünse sık sık mektuplarınızı, sıhhat haberlerinizi almak isterim. " (311)
"BEN DE BİR NEFER GİBİ ÇARPIÇAŞAĞIM"
Alatini Köşkü muhafız kumandanı kolağası Resim Celaleddin Bey, II. Abdülhamid Han ile konuşmak için izin isteyerek huzuruna gelip; "Zat-ı hümayununuzu rahatsız ettim, beni mazur görünüz, dört düvelle harp halinde olduğumuzu söylemem gerekiyor!..." deyince, Sultan hayretle; "Dört düvelle mi?..Kim bunlar Rasim Bey? Hemen Allah ordu-yı hümayuna nusret, kuvvet versin, inşaallah zafer bizimdir?" deyince, Rasim Bey başını yere eğmiş, ağlayacak gibi konuşuyordu: "Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan'la hakanım. Ve maalesef yenilmek üzereyiz!.. " Sultan, "Dört düvel birleşir de haberimiz olmaz mı Rasim Bey? Bu nasıl bir gaflettir! Bu devletler birleşemezler ki!.. Aralarında kilise kavgası var...Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyormusunuz?..." diye sordu. Rasim Bey; "Kiliseler kanununu çıkararak, Meclis-i Mebu-san ve ayan bu ihtilafı hal etti. Başımıza bu işlerin açılacağını kim
bilebilirdi ki? Selanik bugün yarın düşmek üzere...Sizi İstanbul'a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emir aldım" dedi. Buna çok üzülen Sultan Abdülhamid Han, büyük bir öfke ile; "Rasim Bey! Rasim Bey!...Selanik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Nasıl bırakılıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek tarih ve ecdad bizim yüzümüze tükürmez mi?..Biraderim hazretleri buranın tahliyesine razı mı oldu? ..Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın...Bana bir tüfek verin, asker evladlarımla beraber Selanik'i ben son nefesime kadar müdafaa edeceğim!" dedi. (312)
Fakat Sultan Reşad'ın selamı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensubu olarak Padişah'ın iradesine boyun eğmek durumunda olan sultan Abdülhamid Han, İstanbul'a nakledilmeyi kabul etti."İmparatorluğumuz yıkılıyor"
Sabahın erken saatlerinde Ali Rıza Paşa ile Hadi Paşa Sultan'a gelmişler ve bunlara "kiliseler ittifak ettiler mi?" diye sormuş. " Bi- 187 zim elçiler, ateşeler uyudular mı? Dört devlet ittifak eder de hükü- * met nasıl haberdar olmaz? Ben makamda bulunduğum müddetçe daima bunların birleşmesini önledim. Bu ne gaflet! Allah devleti bu hale getirenleri kahrettsin. Demek selanik şimdi müdafaa edilmeden teslim ediliyor. Hayır, ben buradan gidecek değilim. Ben de herhangi bir şahıstan farklı olmadığım için müdafaaya iştirak etmek istiyorum. Bana da silah veriniz. Ölünceye kadar birlikte müdafaa edelim" diye tekrar ısrar eter. Paşalar gittikten sonra : "Felaket! İmparatorluğumuz yıkılıyor" diyerek üzüntüsünü dile getirmiş. (313)
Düşman Birleşirse...
Herşeye rağmen Selanik elden gidecek, sabık Padişah tekrar İstanbul'a getirilecektir. Kendisini Alman Sefaret gemisi almaya gelir. II. Abdülhamid Han, hanımları, çocukları ile gemiye binince Alman kumandan gelip İmparatorun selamını bildirir. Herhangi tarafa emir buyuruluyor ise o tarafa götürmeye hazır olduklarını ve emre amade bulundukları teklifini yaparlar. Sultan Abdülhamid Han da, gösterdikleri dostluğa teşekkür ederek vatana gitmek istediğini bildirir. Alman Konsolosunun teklifine de aynı cevabı verir.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:39
IKI GEMI IÇIN FEDA OLDUK
Birinci Dünya Harbine bir oyunla Türkiye dahil edilir. II. Abdülhamid Han büyük bir üzüntü ile olayları takip etmekte; "İki gemi için feda olduk. Üç büyük devlete karşı bu harbe girmemiz akıl karı değil. Vahim bir neticeden pek korkuyorum. Nasıl olur? Bu bir deliliktir" demiştir.
Tanzimatçılar Cihad ilan ederler. Bunun üzerine Padişah şaşırarak; "Cihadın kendisi değil, fakat ismi bizim elimizde bir silahtı. Ben bazen sefirleri tehdit etmek istediğim vakit 'Bir İslam halifesinin iki dudağı arasında bir kelime vardır. Allah bunu çıkartmasın' derdim. Cihad bizim için ismi olup da cismi olmayan bir küvetti. Bunun altında nasıl çıkacaklar, İngiltere buna aldanacak mı?" (314) diyerek üzüntülerini bildirmiştir.
İngilizlerle Fransızlar Çanakkale'ye saldırdıkları zaman İstanbul tehlikeye girdi diye telaş edilmiş ve hatta padişahın Konya'ya, Sultan Abdülhamid han'ın da Bursa'ya gideceği haberleri üzerine;
~
"Hiçbirimiz payitahtı terketmemeliyiz. Bu nedenle kendileri ölünceye kadar burada kalmalıdırlar. Biz bütün Hanedan, en küçük ferdimize kadar burada memleketi müdafaa ederek ölmeliyiz. Bizler son Bizans İmparatoru kadar da mı olamayacağız? Ben İstanbul'dan katiyyen çıkmanı. Burada ölmeye razıyım"
aksavaşçı
12-27-2007, 18:40
GEMIYI YÜRÜTEN KAPTAN...
Enver Paşa, Birinci Dünya harbinin felaketi, üzerine Sultan Abdülhamid Han'a gelerek harb durumunu anlatır ve fikrini sorar. Şu cevabı alır;
"Bir gemiyi kaptan yürütür. Fırtına ve tehlikenin ne tarafan geleceğini yine kaptan keşfeder. Gemisini de ona göre idare eder. Dışardakiler bunu nasıl anlayabilir? Bu vaziyette benim ne yürütecek bir fikrim, ne de teklif edilecek bir tedbirim olabilir. Ben tecerrüt etmiş bir adam olduğum için şimdiki hal karşısında bir şey söyleyemezsem de, denizlere hakim olan devletlere karşı Almanya ve Avusturya -Macaristan'ın ne yapabileceğini düşünmek kafidir." (316)
Enver Paşa gittikten sonra da: "Günün birinde umumi bir harbin çıkacağına hiç şüphe yoktu. Fakat bizim bu işe atılmamız büyük bir cehalet ve tedbirsizlikti. Selametimiz tarafsız kalmaktaydı. Bu hale geldikten sonra çaresiz sonuna kadar gidilecektir. Allah, devleti bu hale getirenleri kahretsin!" diyerek üzüntüsünü belirtmiştir.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:40
TESHIS KABILIYETI
II. Abdülhamid Han, kendisini öldürmek isteyen düşmanlarına dahi memleketin selameti için fikrini söylemekten çekinmiyordu. Tecrübelerini, yapılması gerekenleri fırsat buldukça anlatıyordu. Bünyedeki hastalığı mükemmel teşhisi ve çare sunuşu düşmanlarını çileden çıkarıyordu. 11.Abdülhamid Han'ın Selanik'teki Alatini köşkünde muhafızlığını yapan İttihat Terakki fırkasına mensup Fethi Okyar, Talat Bey'e sorulan suallerin cevaplarını anlatınca Dr. Nazım ;
"Vallahi şu adamı boğacağım geliyor!...Şu hale bakın: Hepimiz biraraya gelsek beceremeyeceğimiz mükemmeliyette olan-bite ni anlatıyor, dertlerin şifası için reçete veriyor da, otuz şu kadar se-neneden halletmedin diye soramıyoruz..." Bunun üzerine Cavit Bey: " O bunları hemen tatbk edin demiyor.. Ş artlar temin edilirse tedbirler bunlardır diyor.Her birinde hakikat hissesi, hatadan çok fazla..." diyordu.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:40
GÜVEN"Emniyetsizlik, insan için her an ölümdür."
II. Abdülhamid Han'ın yazdığı ve askerin, meclisin ve milletin bilmesini talep ettiği açık mektubunda özetle şöyle demektedir: "...İyi ve kötü, fakat temizniyetle otuzüç sene, vallahi ve billahi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şeyhülislam Efendi vasıtasıyla ettiğim yemine muhalif hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhine nüfuzumu kullanmadım. İstanbul'daki asker (31 Mart Vakası) hadisesinden vallahi malumatım yoktur. İşte bunları, yeminle temin ederim...Hayatta emniyetsizlik, insan için her an ölümdür. Hayat ise mukaddestir.Hayattan emin olmamak gibi felaket olamaz...Cenab-ı hakka kasem ederim ki, bu fani dünyada yegane maksadım yalnız devlet ve millete duacı olarak son nefesimi vermektir. Kat'iyyen başka fikrim yoktur..." (319)
Ölüm
Millete hizmet için mücadele içinde geçen bir ömrün artık sonu yaklaşıyordu. O güçlü, çevik vücut artık yorulmuş, iştahsızlık başlamış, ağrılar kendisini hissetirmişti. Ölümünden üç gün önce yorgunluktan bahsettiği halde adeti üzere giyinmiş, istirahat etmeyerek dolaşmış, 9 Şubat 1918 günü akşamı yine adeti üzerine ha-nımlarıyla birlikte sofraya oturmuştu. İştahsızlıktan bahsederek çok az yemek yiyebilmiş ve yemekten kalkınca göğsünün sol tarafından sağa doğru bir sancıyı hissettiğini belirtmiştir. Bu hasta haliyle sabah kalkarak banyo yapmayı istemiş. Hastalığı dolayısıyla bundan vazgeçirmeye çalışmışlarsa da "Beni banyodan mahrum ederseniz hakkımı helal etmem" diyerek banyosunu yapmış ve banyodan sonra hastalığı ağırlaşmış. II. Abdülhamid han, oturduğu yerde, kolu-190 nün altına yastık koydurarak iki rekat sabah namazını kılmış. Son-• ra sütünü istemiş ve adeti üzere yarım bardak madensuyuna karıştırılmış sütünü içerek, "Hamdolsun Yarabbi! Daha iyiyim" diyerek yine istirahat odasına çekilmiş. Bu sırada doktorların geldiği kendisine haber verilince ; Hayır, ben doktor istemem, iyiyim" ısrarı üzerine hanımı "Aman efendiciğim! Biraderiniz gücenir, müsaade edin de bir kere gelsinler" deyince "Doğru! Belki biraderimin gücüne gider, gelsinler" demiş. Doktorlar muayene etmişler. Rahatlamak için kan aldırmalarım söylemiş, kan aldırmışlar. Bunun üzerine "Evet, kendimi iyi hissediyorum" demiş. Doktorlar giderken Rasim Bey, yanına giderek elini öpmüş ve gözleri dolarak "Hakanım! Hakkını helal et" sözlerine padişah hayretle yüzüne bakarak bir şey söylememiş. Rasim Bey gittikten sonra "Rasim Bey bizden ümidini kesmiş olacak ki elimi öptü, bana hakkını helal et dedi." Ve Bir ah çekerek "Bütün hizmetime bir kara çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok" diyerek gözleri dolmuş.
Sulu bir kahve istemiş. Bu sırada odada bulunanlarla adeta ve-dalaşarak hepsinden helallik dilemiş. Kahvesinden bir yudum içmiş, fakat ikinci yudumu içemeden "Allah" diyerek ruhunu teslim etmiş.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:40
BEDDUA
II. Abdülhamid Han'dan sonra memleketi alevler aldı. İttihatçıların içteki baskı ve şiddetleri,sokaklarda yapılan idamlar ve Birinci Dünya harbine girmekle devletin yağma edildiği, Arabistan'ın tamamiyle elden çıktığı, İngilizlerin Suriye ve ırak'tan, Fransızların
Makedonya tarafından ana vatan sınırlarına huzuca geçtikleri, Moskoflann bütün Şark Anadolusunu derinlerine kadar işgal edip 1917
Rus ihtilali yüzünden çekilme zorunda kaldığı,halkınekmek yerine saman tozu ve mısır koçanı yediği,yakmaya tezak ve kefen yapma
ya bez bulamadıı mevsimde, bir gün Enver Paşa, Talat Paşayla beraber,Beylerbeyinde Abdülhamid Han'ı ziyarete gidiyor. Kendileri
ne karşılayan muhafız subay, Abdülhamid Han'a haber vermeksizin yol gösterdiği için, kapısının önüne kadar geliyorlar...Kapı yarı ara
lıktır ve Abdülhamid Han, sırtı kapı'ya doğru, seccade üzerinde dua etmektedir. Gelenleri görmüyor,gelenler de ona kendilerini göstermiyor.Enver Paşa, önde,yarı açık kapıyı biraz daha aralamış,olduğu yerdentabloyu seyretmektedir. Abdülhamid,elleri hacet dergahına uzatılmış, gözyaşiyle nemli bir dua esesi çıkarmakta: •
"Allahım; bana yapılanları helal etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime yapıldığı için affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın.senin hesap gününde davacıyım!"
Enver Paşa bu duayı işitince, çarpılıpkalıyor, Hünkarın huzu-rana çıkamıyor,geriye dönüyor, Talat Paşayı kolundan çekereksü-rüklüyor,rıhtımda bekleyen istimbota götürüyor ve orada,ağlaya ağlaya, Talat Paşaya diyor ki:
"Başımıza ne geldisye bu adama yaptıklarımızdan geldi ve daha ne gelecek o yüzden gelecek!.." (3210)
İttihat ve Terakki'nin Türk ve milliyetçi kadrosu, Abdülha-mid'in ne büyük, hatta emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor,fakat onu makamına iade etmek ve tutulan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle görüyorlardı...Vatan başkalarının kontrolüne geçmişti...
aksavaşçı
12-27-2007, 18:41
"ASRININ EN BÜYÜK SIYASETÇISI"
II. Abdülhamid han'ı gerçek manada anlatan eserlerin sayısı çok azdır. Ve hatta yerli yazarların kaleme alınmayacak şekilde Sultan Abdülhamid Han'a düşmanlığı insaf ehli batılı yazarların birçoğunda görünmez. Osmanlı Donanması'nm ıslahı ile görevli İngiliz Amiral Henry Fe. Woods hatıralarında : "Sultan Abdülhamid'i layık olduğu şekilde anlatan herhangi bir yazılı belgeye şimdiye kadar rastlamadım. Özellikle düşünceleri ve karakteri hakkında doğruya yakın herhangi bir fikir ileri sürülmemiştir. Bana kalırsa, Abdülhamid, şimdiye kadar gelmiş geçmiş Osmanlı padişahları arasında en müstesna yeri işgal edenlerden biridir." (322)
Tahsin Paşa da hatıratında "Sultan Hamid'in devr-i saltanatına ait neşriyat, ekseriyatı itibariyle, o devrin hayatını bilmeyen ve bütün malumatı kıymetsiz dedikodulara istinat eden kimseler tarafından yazılmış eserlerdir."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:41
EN AKILIL VE ZEKI PADISAH
"Sultan Abdülhamid, Osmanlı yönetiminde gelmiş geçmiş diplomatların en akıllı ve zeki olanlarından birisidir." "Abdülhamid olmasaydı, bu satırların yazıldığı şu anda (1920-1921) ne bu kadar geniş ve bağımsız bir Osmanlı Devleti ne de ileride tarihçiler ve diğer devletler tarafından tanınacağına şüphe etmediğim, bugünkü henüz yerine oturmamış Ankara Hükümeti bulunacaktı. (324)
İngiliz Büyükelçisi O'Connor "Avrupa'da sulhu muhafaza eden adam" derken ingiliz Akdeniz Filisu komutanı amiral Fisher "Abdülhamid bütün Avrupa'nın en mahir ve seri intikal diplomatlarındandır" demiştir. ( 325)
"Abdülhamid Han kadar Avrupa'da dış politikaya aşina diplomat yoktu"
Fransız Büyükelçisi Bobpart; "Sultan Abdülhamid, kendisiyle oynanılır bir padişah değildir. Çünkü muhakkaktır ki, onun zamanında bütün Avrupa'da onun kadar siyaset-i hariciyeye aşina bir diplomat yoktu. Büyük bir feraset sahibi bir diplomat olduğundan po-
litika işlerini tehlikeli yerlerden geçmeyerek idare ederdi." (326) "Abdülhamid 11. Mahir bir adamdı. Yaşamak ve herkesi hoşnut etmek sırrını bulmuştu. Vakıa, Avrupa'nın da kendi hakkında pek ziyade iyi niyet belirtmiş olduğu açık ve bellidir. " (327)
İngiliz Başbakanı Disraeli : "Abdülhamid, ne sefih ne müstebit ne müteassıp ne de müfsit bir adam değil, adil, memleketini ve milletini seven bir adamdır." "Mükemmel bir diplomat olan Abdülhamid, genişleme arzusu içinde Büyük devletlerinin birbirleri arasındaki rekabetten ve kıskançlıktan azami ölçüde nasıl faydalanacağını çok iyi biliyordu. Amacı, Osmanlı İmparatorluğu'nun Büyük devletler'le dostluğunu muhafaza etmek suretiyle harp tehlikesini bertaraf etmekti.
aksavaşçı
12-27-2007, 18:41
SIYASI DEHA
California Üniversitesi'nde Türkçe ve Yakındoğu tarihi sahasında profesörlük yapan, Osmanlı arşivleri konusunda yaptığı geniş araştırmalarla tanınan Prof. Dr. Stanfort Shaw İstanbul'da verdiği "Sultan II. Abdülhamid Han" konulu konferanstaki konuşmasından kısa bir özet sunmak istiyorum.
"II. Abdülhamid Han, en önemli Osmanlı Padişahlarından biridir. Ülkenin en çalkantılı ve zor döneminde başta bulunmuştur. Birçoklarının haksız Osmanlı İmparatorluğuna 'Avrupa'nın Hasta Adam' lakabını kullandığı devirde, İmparatorluğun tamamen çözülüp dağılmasına engel olmuştur. Abdülhamid Han, bir ıslahatçı, reformcu olarak görmekteyim. Saltanatı sürecinde bir çok yenilikler getirmiştir. Padişahlığı sırasında uyguladığı mali ıslahat projeleriyle imparatorlğu nisbeten bir refah havasına sokmuştur. Onun zamanında yeni karayolları, demiryolları inşa edildi. Kapitülasyonlardan faydalanarak gelişmiş yabancı postanelerle rekabet edebilecek bir posta teşkilatı kurdu. Tanzimatla ortaya çıkan yetki ve denetim alanları kesişen idari kuruluşlar düzenli bir hale geldi. Çeşitli alanlarda eğitim ve öğretim kuruluşları yapıldı. İmparatorluğun her tarafında hastane, yetimhane gibi kurulmar açıldı.
"Sultan II. Abdülhamid Han'ın muhafazakar veya gerici olduğu düşüncesi veya yorumunun, onun mutlak idaresi yanısıra İslamcı tutumuna dayanmaktadır. Muhakkak ki ülkede İslam dinini ve kuruluşları güçlendirme hareketlerini teşvik etti. Yeni yeni camiler inşa edildi. Eskiler tamir gördü. Dini öğretim yapan mektepler teşvik edildi. Abdülhamid devrinden günümüze kadar İslam inancının güçlenmesi, kuvvetlenmesi, İslam dininin teşvik edilmesi, Batı tarafından yanlış olarak çoğu zaman basit bir görüşle 'gericilik" olarak nitelendirildi. Halbuki günümüzde İngiltere, Fransa, Almanya ve Amerika Birleşik Devletlerinde ve başka ülkelerde dine ilginin yoğunlaşması, dini kuruluşların değişik alanlarda faaliyetleri gericilik ve yobazlık olarak görülmüyor. Sovyetler Birliğinde ve Doğu Avrupa'da dine ve kiliseye özgürlük tanınması memnunlukla karşılanıyor. Olgun ve hoşgörülü İslam dinini tehlikeli bir tutuculuk akımı diye yorumlayanlar, Hıristiyan dininin yenilenmesini demokratik bir çağdaşlaşma olarak görebiliyorlar.
Kısaca özetlersem, II. Abdülhamid Han'ı kendi anlayışı ve zamanı çevresi dahilinde bir ıslahatçı olarak görüyorum. İmparatorluğu maddi yönden modernleştirerek birinci Dünya Savaşı sonuna ka-194 dar dayanmasını mümkün kıldı. Bunu müstebit bir idare kurarak • gerçekleştirdi; Ama Tanzimatla gelişmekte olan demokratik düşünce, hareket ve kuruluşları bunları baltaladı. Son söz olarak söylemek isterim ki, Sultan 11. Abdülhamid Han, zamanının en büyük padişahıydı. 19. Asırda ondan daha iyi bir siyasi adam göstermek mümkün değil"
"Abdülhamid Han, başta olsaydı devlet felaketlere duçar olmazdı"
Sultan'ın Jön Türk muhaliflerinden Ahmet Reşit Bey hatıralarında şunları yazar: "Düşünülebilir ki, acaba Sultan Hamid'in siyasi hariciyesi devam etseydi bu neticelerden ihtilas (l. Dünya Harbi'nin kötü sonuçlarından kurtulma) mümkün olabilir miydi? Bu suale müsbet cevap vereceğim. Zira, 1. Dünya Harbi Avusturya ile Rusya'nın , daha doğrusu Islavlık'la Cermenlik'in müsademesiydi. İngiltere ile Fransa'nın bu harbe iştiraki de Almanya'nın mülken ve ikti-saden gösterdiği büyüme ve genişlemesinin neticesiydi. Kaldı ki, Balkanlılara Türkiye ile muharebe cesaretini veren ve binaenaleyh harbe sebep olan ahvalden biri Arnavutluk seferi, İkinci İtalyan Harbi (1911 Türk-İtalyan Harbi) idi. Devletin ipleri Sultan Hamid'in
elinde bulunsaydı, ne o sefer vukua gelir ne de o harp. Çünkü Arna-vutlar'a şikayet sebebi verilmez, Trablusgarp'ın müdafaası terk olunmak şöyle dursun ihmal bile edilmeyerek İtalyanlar'a taarruz kapısı açık bırakılmazdı."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:42
NEZAKET
Selanik'teki muhafızlarından İttihat.ve Terakki Fırkası mensuplarından Fethi Okyar ; "Hayatımda Sultan Hamid kadar nazik,terbiyeli, buna rağmen karşısındaki ile mesafesini muhafaza eden şahsiyet görmediğimi söyleyebilirim. Benim, şahsımdan çok temsil ettiğim ordunun manevi varlığı için olduğu kadar, kendisine hürmette kusur etmemek çabamın samimiyetinin de mükafatı olarak diyeceğim, beni "Beyefendi oğlum..." iltifatkar hitabına layık görüyordu. (330) Yine Fethi Bey'den : "Çok haysiyetli, vakur, azametli idi. Bu vasıfları, asla yapmacık değildi: Mağrurdu diyemeyeceğim,hatta aşırı terbiyesi içinde samimi, şefkatli olduğu kanaatindeyim. Hiç şüphesiz şahsen merhametliydi..."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:42
GERÇEK AILE REISI
II. Abdülhamid Han'ın şahsiyeti hakkında, İngiliz koramirali Sir Henry Woods hatıratında şöyle demektedir:
"Bana göre Sultan Abdülhamid, gelmiş geçmiş osmanlı padişahları arasında en müstesna mevkii işgal edenlerden biridir...Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri gelen ve başarılı hükümdarlardandır. Çok sakin ve gösterişten uzak bir halde yaşardı. Bir meseleye çözüm ararken, mütehassıslarını dinler, ancak onların fikirlerine esir olmazdı. Şehzade iken de akıllı, nazikti ve o zaman da İstanbul'a gelen seçkin Avrupalılar kendisini ziyaret etmek isterlerdi....Eğer Sultan Abdülhamid Han olmasaydı, devleti akıllı idare etmeseydi, devlet çoktan yıkılmış olurdu. Türkiye'yi para ve personel bakımından kemiren, yoksul bırakan, gelişmesini durduran Doksa-nüç Rus harbininin yaralarını sarabilmesi hayrete şayandır. Dış borçlan ödedi, orduyu kuvvetlendirdi ve Osmanlı devletini gene dostluğu ve ittifakı aranır bir hale getirdi...
Sultan Abdülhamid düşürülmeseydi, Birinci cihan savaşı patlamayacaktı. Aksine farz etsek bile Sultan, Türkiye'yi tarafsız bırakacak ve harbden sonra hiç yıpranmamış bir Türkiye, yıpranmış devletler arasında sivrilecekti...Yoksul halk tabakalarının bütün dertleriyle üzülerek ilgilendi ve doğrusu hıristiyan tebaasını da ayırmadı. Çok büyük olan servetini bu yolda kullandı...Devlet yönetimini Bab-ı Ali'den Yıldız'a alarak sistemi bozdu. Avrupa büyük basınını günü gününe ve mühim kitapları yayınladıkları aynı yıl tercüme ettirip okur veya okuturdu. Bu şekilde 6.000 kitap tercüme ettirmiştir ki, defterler halinde kütüplanesinden çıkmıştır.
Mükemmel dış politikasının esas prensipleri; soğukkanlılık, hareketsizlik, harp tehlikesini atlatmak, devletlerin aralarındaki en uyuşmaz noktaları, düşmanlıkları, kıskançlıkları derhal teşhis edip, Osmanlı lehine kullanmaktı...Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar çalışarak pek az uyurdu. Halifelik sıfatına, diğer padişahlardan çok daha ehemmiyet vermiştir. Dünyanın her tarafındaki Müslümanlarla meşgul oldu. Onları İslanbul'a sevgi ve saygıyla bağladı. İstanbul'da devamlı olarak binlerce yabancı Müslüman bulunur, Orta Afrika'dan Çin'e kadar olan ülkelerdeki Müslümanlar gelip gider, telkin ve emir alırlardı...Gerçek aile babası, çocuklarına düşkün, onları iyi terbiye eden, hoşsohbet bir hükümdardı. Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiçbir kuvvet onu tahtından in-diremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zaten savaşa ve kavgaya değil, ince diplomasiye inanırdı. Her seviyedeki adamın bir değeri olduğunu bilirdi... Hareket ordusu, üç beş bin kişiden ibaretti. Arnavud, Yahudi, Rumlar çoğunluktu. Yalnız subayları Türk'tü, son Cuma selamlığında birkaç gün önce kendisine refakat eden 8.000 çok iyi yetişmiş hassa askeri bile bu kuvveti bir çarpışta darmadağın ederdi. Halk kendisini çok sevmiştir. Hal'inden birkaç gün önceki son selamlığında "patişahı'ım çok yaşa" avazeleriyle yeri göğü inleten halk, samimi idi..."
aksavaşçı
12-27-2007, 18:42
YUNANLI YAZARIN TESPITLERI
Yunanlı meşhur yazar Michel de Grece ile Sultan Abdülhamid Han'ı anlatan " Le Dernier Sultan" (Son sultan) isimli eseri hakkında "Poin de Vue" dergisinin yaptığı röportajda ilginç tespitlerde bulunuyor;"Osmanlı sanatı ve medeniyetine büyük bir hayranlık dumaktayım. Ama sanırım Türkiye'de başka zenginlikler de var. Şovenizmi sevmem. Bugün olması gereken bir şey bu. Hınç, öfke yaşatılmamalı.
"Osmanlı Devletinin yıkılmasına üzülüyorum."
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından esef duyuyorum. Çünkü Osmanlı imparatorluğu, dünyanın bu kesimini dengede tutan bir güç olmuştu. Ve sevilsin ya da sevilmesin, Osmanlı'nın çöküşünden beri, Ortadoğu'daki çalkantılar durmak bilmiyor. Bu, biraz da Avusturya-Macaristan Impatratorluğu'nun yok olmasının Avrupa'da yol açtığı meseleye benziyor. Yıkılış, Avrupa'da İmparatorluğu dahil bölgeler ve kıtanın geri kalan kısmı için bir sıkıntı kaynağı oldu.
Abdülhamid'in kaderinde yüreğimi sızlatan bir şey var. Onun hayatı, bir umutsuzluk hikayesidir. Genç adam tahta çıktığı zaman, oyunun kaybedildiğini ve imparatorluğun yıkılacağım anlar. Fakat müthiş bir mücadele örneği verir. O kadar ki, Avrupalı güçler, o tahtta kaldığı sürece imparatorluğu yok edemeyeceklerini düşünürler. Bu sebepledir ki onu devirmeye çabalamışlardır. İmparatorluğun yıkılmasından hemen sonra İngiltere petrol kuyularına el atmıştır. Bu yüzyılın başında petrol, emperyalizm için en önemli konulardan biriydi. 'Le Dernier Sultan'da sürükleyici olan, Sultan Abdülhamid'in şu veya bu yolla başardığı meseleler. Onun tahttan indiril-mesiyle, "Pandora'nın kutusu' açılmışçasına felaketler yağıyor.
Sultan Abdülhamid'in katliam olaylarından (Ermeni) sorumlu olmadığına kesinlikle inanıyorum. Kendisi mutlak hakim olmakla birlikte, Merkez dışındaki bölgelerde düzeni sağlamakla görevlendirdiği kişiler onu dinlemediler. Osmanlı İmparatorluğu'nda, çeşitli ırk ve dinlere mensup insanlar huzur içinde birarada yaşıyorlardı. Yahudi düşmanlığı yoktu. Yunanlılar'in, yani benim soydaşlarımın evleri vardı. Ermeniler rahattı ve çoğu da en güzel yerlerde ve sarayda yaşıyorlardı.
Ermeni olaylarından yabancı güçler de sorumludur. Bağımsızlık vaad ederek Ermenileri kışkırttılar. Bu, planlanmış bir umuttu.
Önce kışkırtmak, sonra yalnız bırakıp, katliama terketmek...Bu hoş-görülemez. Ayırca Sultan Abdülhamid döneminde Ermenistan'da olanlar, onun döneminden sonraki olaylarla kıyaslandığında hiç mesabesinde kalır.
Ailemin Sultanla olan ilişkileri sıkıydı. Sultan, büyükbabam Kral I. George ve Kraliçe Olga'nın düğünü vesilesiyle hediyeler göndermişti. Her yıl Rusya'ya giderken istanbul'da duraklar ve Sul-tan'la görüşürlerdi. Bir gün Sultan, o sırada 20 yaşlarında olan büyükbabam Girit Valisi Prens George de Grece'den İstanbul'a geldiğini bildiren telgraf alır. Saray muhafızları eşliğinde bir saltanat arabası, büyükbabamı karşılamaya gider. Gemiden inenler arasında üç yaşında bir çocuk da vardır. Bu çocuk valinin en genç erkek kardeşi bababm Christophe'dur. Babam Yıldız Sarayı'na götürülmüş ve orada Sultan Abdülhamid ile çay içmiş.
Abdülhamid'in gerçek hayatı, hayali yendi. Herşeyden önce
Abdülhamid bize çok yakın bir şahsiyet. Çok sayıda delilimiz var.
198 Hiçbir roman yazarı bir tek kişinin etrafında dönen bunca cinayet,
• inkılab, devlet darbesi ve drama uyduramaz. Abdülhamid'in hayatı
gerçekten de romaneks unsurlarla dolu.
Kendimi bildim bileli gezerim. Bu gezilerimde çok ilginç bulduğum şahsiyetlerle karşılaşınca, onlar hakkında düşünme, yazma isteği uyanır içimde. Bana Sultan Abdülhamid'den bahseden ilk kişi bir Türk dostumdu. Daha sonra Yıldız Sarayı'nı gezdim. Burası öyle biryerdi ki, Sultan hakkında söylenen her şeyin yanlış olduğuna beni inandırdı. Bu sarayda yaşamış büyük bir insan bu şekilde tanınmamalıydı. Saray dediğim her büyük bir park ve içinde irili ufaklı villalar mevcut. Abdülhamid han, adeta evlerle alay ediyordu. Gerçek tutkuları çiçekler ve kuşlardı.
İki yıldır eser üzerinde çalışıyorum. İşe zemin açısından çok zengin olan ABD'de başladım. Burada Osmanlı İmparatorluğu'nun fertleriyle tanıştım. Ardından Türkiye'de araştırmalar yaptım. Bütün bu şeyler, Abdülhamid'in bozulmuş, yapay ve propaganda amaçlı imajında gerçeği görmeme yardım ettiler.
Çok uzun süre Türk tarihçiler ekolü, Sultan Abdülhamid'i aşa-ğılamaya çabaladı...Gözden düşürdüğü insanlar, intikam alanlar, inkılab yanlıları vesaire...Ama hiç olmazsa, ona itibarını iade edecek yeni bir eğilim ortaya çıkıyor. "
aksavaşçı
12-27-2007, 18:42
SON SÖZ
II. Abdülhamid Han (rahmetullahi aleyh) 633 yıllık Osmanlı devletinin en müstesna Sultanlarından biri...Devletine, milletine ve hatta dünya insanlığına yaptığı hizmetleri arşivlerde, eserlerde...Tarafsız, insaf ehli yabancıların dahi siyasetine, güzel ahlakına, merhametine, sabrına, tevekkülüne, kuvvetli imanına hayran kaldığı bir Padişah...Onun hayatı sırlarla dolu...Dile getirdiğimiz sadece bir kaçı...Bu güzel sırlan gelecek nesillerce daha da deşilecek...Seven seviliyor,unutmayan unutulmuyor...II.Abdülhamid Han'da milletini sevdi milleti de kendisini...Yıllarca aleyhinde sürüp giden kampanyalara rağmen gönüllerden düşmedi. O hep kalplerde "Veliyi kamil" olarak kaldı ve öyle de kalacak...Kadrosu olmayan ve hep çevresinin nankörlerle çevrili bir devirde yalnız başına bir kahraman... Düşmanlarını afetti...Kendisine hıyanet edenler, bedduasını alanlar iflah olmadı...
Ve çevik vücudu, geniş kalbiyle kucakladığı devleti ancak 33 yıl götürebildi...Ondan sonrası kendi ifadesiyle ancak 10 yıl götürüldü... O'nü müstebidle itham edenler İstanbul sokaklarını dara-ğaçlarıyla donattılar... Kendi yandaşlarım dahi astılar...O'na saldıranlar arkasından ağıt yaktılar. Kendisinden özür dilediler... İşte Süleyman Nazif, "filozof lakaplı Şair Rıza Tevfik ve Abdülhak Ha-mit...
"Tarih adını andığı zaman, Sana hak verecek ey Koca Sultan, Bizdik utanmadan iftira eden, Asrın en siyasi padişahına! Padişah hem zalim, hem deli dedik, İhtilale kıyam etmeli dedik, Şeytan ne dediyse, biz belli dedik, Çalıştık fitnenin intibahına!
Divane sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz,
Sade adi değil edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegahma!" (Rıza Tevfik)
"Kaç zamandır gelmişken yade biz,
İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler basarsak feryada biz,
Padişah'ın hasret olduk eski istibdade biz" (Süleyman Nazif)
Ya Rabbi-i zü'lcelal-ü eya Halike'i beşer,
Senden gelür bu aleme madam hay ü beşer,
Sultan Hamid-i adile takdir-i hayr kıl,
Sultan Hamid'e malik ü memlûk olan bu halk,
Hiçbir zamanda behyemez reh-ber-i diğer. ( Abdülhak Hamid)
aksavaşçı
12-27-2007, 18:43
KAYNAKÇA
- Şapsıh: Çerkez kabilesinden. Kafkasya'da doğmuş ve İstanbul'a gelerek 1839'da Abdülmecid Han'ın hanımları arasına girmiştir. Kabri İstanbul Yeni Camii türbesindedir.
1-Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)". Selçuk Yayınları,
istanbul 1984, s,22
2-Haslıp. Woan "II. Abdülhamid" tercüme; zeki Doğan, Fener Yayınlan, 1998, s.51 3-Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" M. Ahmet halit Kitaphanesi,
İstanbul, 1933. s. 7-8
4-Vehbi, Ali "Sultan Abdülhamid (Siyasi Hatıratım)3, Hareket Yay. İstanbul,
1974, s. 193
5-Koloğlu, Orhan "Abdülhamid Gerçeği", Gür Yay. İstanbul 1987, s.43 6-Öztuna, Yılmaz "Sultan Abdülhamid", Türkiye Gazetesi, 23 Nisan 1991. 7-Okyar, Fethi "Üç devirde Bir Adam", Tercüman Yay. İstanbul, 1980 8-Osmanlı Tarihi ansiklopedisi, C:l, s.49 9-Kısakürek, Necip Fazıl "ulu Hakan Abdülhamid Han", Toker Yayınları, İstanbul,
1970, s. 161-163Osmanoğlu, Ayşe 3babam Sultan Abdülhamid 5Hatıralarım)" s. 182Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 34112-a.g.e, s. 36 Öztiina, Yılmaz "Sultan Abdülhamid" Türkiye, 23 Nisan 1991Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi C:l, s.49Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 317Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s.34.a.g.e, s.32
18-a.g.e, s.27tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 47Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam", s.65Kısakürek, Necip Fazıl "Ulul Hakan Abdülhamid Han", s. 327Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları", s. 17Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.329a.g.e. s.332
Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan abdülhamid (Hatıralarım)" s.33Tahsin paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları", s. 356Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.181Osmanoğlu. Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s. 141Ali sait Paşa, "Saray Hatıraları", Münir Mat. İstanbul, 1338, s.23Kısakürek, NEcip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 189Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid (Şahsiyeti ve Politikası)", Vatan
Yayınları, ' İstanbul, 1995, s. 142Vehbi, Ali "Sultan Abdülhamid (Siyası Hatıratım)" s. 104-10533- Osmanoğlu, Ayşe "Babam sultan Abdülhamid (Hatıralarım)", s. 116
34-a.g.e. s. 15-16
35- Öke. Prof. Dr. Mim Kemal "Saraydaki Casus" 4. Baskı, Hikmek Neşriyat,
istanbul 1991. s.54Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s.28Kısakürek, Necvip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 317Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım) s.30Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s.20Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam", s. 57Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 11a.g.e. s. 12
Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s.31a.g.e. s.31a.g.e. s.42a.g.e. s.180-181-182
Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 462
48-a.g.e. s.36149- Vehbi, ali "II. Abdülhamid, siyasi hatıratım" s. 164 50-a.g.e. s. 162Osmanoğlu, Şadiye "Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri", Bedir Yayınevi, İstanbul
1966, s.23Allı Said Paşa, "Saray Hatıraları", s.33Vehbi, Ali "II. Abdülyhamid, Say isi hatıratım" s. 16254- Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 187
- a-g-e- s-301
—r~ 56- a.g.e. s.303a.g.e. s. 307a.g.e. s.359
Tarih ve Medeniyet, Şubat 1995, s.25Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 361Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, s.48Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.239Nutku, Emrullah "Yakın Tarihimiz", 22 Mart 1962 Sayı: 4, s. 120Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 338-339-340Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi c.l. s.41
Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s.60Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi c: 1. s.41
68-a.g.e. c: l s.50Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.291Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları", s.70Hashp, Joan "II. Abdülhamid". s.226Öke, Mim Kemal "Saraydaki Casus", Hikmet Neşriyat, s.64Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.223a.g.e. s.225a.g.e. s.227a.g.e. s. 228Kocabaş, Süleyman "Sultan H. Abdülhamid", s. 261a.g.e. s.262
Kodaman, Bayram "Sultan II. Abdülhamıd'in Doğu Anadolu Politikası".Orkun yy. İstanbul 1983, s. 30a.g.e. s.35-38Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.264a.g.e s.266Hocaoalu,.Mehmet "Abdülhamid'in Muhtıraları". Türkiye Mat. İstanbul,
1989,8.127Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s. 287Vehbi, Alı "Abdülhamid, Sayisf Hatıratım3. s. 182Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid", s.288-289Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım", s. 121,23.24,25Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid", s.292Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, siyasi hatıratım" s.100Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.55.56,57,58-59a.g.e. s.563Ali Vehbi "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım", s. 100Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyet ve Politikası" s.296Hashp, Woan "II. Abdülhamid" s.96Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.313Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s. 196Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid şahsiyet ve politikası" s.296Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.63-6499- Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyet ve politikası" s.298
100-a.g.e s.300Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s. 115-116Vehbi. Alı "11. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s. 176J03- Kocabaş, Süleyman "II. Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.313 104- Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, siyasi hatıratım" s.64 105-a.g.e. s. 102Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid HAn" s.549Kocabaş, Süleyman "II Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.313a.g.e. s.314
109-a.g.e. s.317Hocaoğlu, Mehmet, "Sultan Abdülhamid Han vöe Muhtıraları" s. 839-840Vehbi, Ali, "II. Abdülhamid siyasi hatıratım" s.175Kodaman. Bayram, "Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi" Ötüken Yay. İst. 1980
s.251-252Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.81-82-83114- Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.319-320
115-a.g.e. s.320Öke, Mim Kemal, "II. Abdülhamid ve Dönemi "Üçdal Neşriyat, İstanbul,
1983, s.69Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.321118- Öke, Mim Kemal, "II. Abdülhamid ve Dönemi" s.41
1-19-a.g.e s.85
120-a.g.e. s. 84
121- Tahsin Pasa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıratı3 s.85Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid şahsiyeti ve Politikası" s.204Öke, Mim Kemal "II. Abdülhamid ve Dönemi" s.43Osmanoğlu, Şadiye "Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri" s.29-Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.205
126-a.g.e. s.205127-a.g.e. s.206Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.244Haslıp, Joan "II. Abdülhamid" s.218-219Kısarkürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s249
131-a.g.e. s.250132-a.g.e249 133-a.g.e. s.253 134-a.g.e. s.256Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s.55-56Okyar. Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.94-95a.g.e. s.94-95-96-97-98-99Kısakürek, Necip Fazıl, "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.548Osmanlı Tarihi Ans. s.38-39-40Kısakürek, Necip Fazıl, "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.18Dr. Philip H. Stoddard, "Teşkilat-ı Mahsusa," Çev: T. Demirel Arba Yay.
İstanbul 1993, s.14204 142- Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid, Şahsiyeti ve Politikası" s.251 -7- 143- a.g.e. s.242-243De Grece, Michel "II. Abdülhamid Yıldız Sürgünü" Çev: D. Bayladı,
Milliyet Yay. fstanbul 1995, s. 180Yeni Rehber Ansiklopedisi, C:4, s.308-309Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid" s.257a.g.e. s.232148- Vehbi, Ali "II Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s. 166
149-a.g.e. 164-165Özcan, Azmi, "Panislamizm Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve
İngiltere,1877-1914",TDV. İslam araştırmaları Merkezi, İstanbul 1992, s!23-126Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid", s.237Tarih ve Medeniyet, Ekim 1996, s43Komatsu, Kaori, "Ertuğrul Faciası" Turhan Kitabevi, Ankara, 1992, s. 15-43Kısakürek, Necip Fazıl, "Ulu HAkan Abdülhamid Han", s.264Okyar, Fethi, "Üç Devirde Bir Adam3, slOl-102-103Kocabaş, Süleyman "Iı. Abdülhamid Han" s.240Sırma, İ.Süreyya "Birkaç Sahife Tarih". Selam Yay. Konya, 1988, s. 16a.g.e. s.67159- Kocabaş, Süleyman "II. Abdülhamid Han" s.241
160-a.g.e. s241Özcan. Azmi "Panislamizm, Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve
İngiltere I877-1914-" s.151Martin. B.G. "Sömürgeciliğe Karşı Afrika'da Sut'i Direniş". Çev. F.
Tathoğlu, İnsan Yay. İstanbul. 1988. s. 18Tarih ve Medeniyet. Ekim 1999. s.44a.g.e. s.44a.g.e. s.44De Grece, Michel "Iı. Abdülhamid Yıldız Sürgünü" s. 188Tarih ve Medeniyet, Ekim 1996, s.44Kocabaş, Süleyman "Sultan Iı. Abdülhamid". s.237
a.e.e. s.237Tarih ve Medeniyet, Ekim 1996, s.44
171-a.g.e. s.46Eraslan, Cezrni "Iı. Abdülhamid Han ve İslama Birliği" Ötüken Yay.b İstanbul
1992 s.217-218Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.233
a.g.e s.236Hocaoğlu, Mehmet "Abdülhamid'in Muhtıraları" s259a.g.e. s^261Şakir, Ziya "Yarım Asır Evvel Bizi İdare Edenler" C: l, Anadolu Türk
Kitabevi, İstanbul, 1943, s.98Kocabaş, Süleyman, "Sultan Iı. Abdülhamid", s.260180- Kısakürek, Necip Fazıl, "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.240
181-a.g.e. s.241
182- Ortaylı, İlber "Osmanlı İmparatorluğu'da Alman Nüfuzu" Kaynak Yay. İstanbul,
1983,s.93
183- Kocabaş, Süleyman "Sultan Iı. Abdülhamid" s.306
184-a.g.e. s.306Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.243Tahsin Paşa "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s.28Kocabaş, Süleyman "Sultan Iı. Abdülhamid" s.309
188-a.g.e. s.309189- Rüştü Pasa, Akabe Meselesi. Matbaa-i Amire İstanbul, 1326. s. 137
19ü- Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.242-243
191-Türkiye Pazar, 10 Mayıs, yıl: l,s:13
192- Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.284
193-a.g.e. s.284
194- a.sj.e. s.284
195-a.g.e. s.286
196-a.g.e. s.288de Grece, Michel "II. Abdülhamid Yıldız Sürgünü" s.23Şakir, Zayi, "Abdülhamid'in Son Günleri" (Abdülhamid'in Selanik'teki
Muhafızı Rasim bey'in hatıraları) Anadolu Türk kitabevi. İstanbul, 1943- s:228
Yem Rehber ansiklopedisi. C:ll, s.113Vehbi, Ali, "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s.21 -22Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.44Şeref Abdurrahman. "Tarih Musahabeleri" Matbaa-ı Amire. İstanbul.
I339.S.42Nuri. Osman "Abdülhamid-i Sani ve Devr-i Saltanatı". Batbaa-i Hayriye.
İstanbul 1327, C:l. s: 165De Grece. Mıchel "II. Abdülhamid Yıldı/. Sürgünü3, s. 109-110Mahmut Celalcttin Pasa. Mir'al-u Hakikat. C:l-l l. Haz. İsmet Miroğlu.
Bereket Yay. ' İstanbul, 1983, s.20Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, siyasi hatıratım", s. 16Türkgeldi, Ali Fuat Türkgeldi, "Mesail-i Mühimme-i Siyasiye" C: l T.T.K.
Yay. Ankara "l987, s. 17Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.54Mahmut Celalettm Paşa, "Mır'al-ı Hakikat, C: 1-11. s.97Ali Haydar Mithat, "Hatıralarım" Güler Basımve, İstanbul, 1946, s.16
Vehbi, Ali "Abdülhamid, siyasi hatıralarım" s. 41-42Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.57Vehbi, Ali "Abdülhamid, siyasi Hhatırlarım". s.23-24Mahmut Celalettm Pasa, "Mir'at-ı Hakikat. C MI", s.286Hocaoğlu, Mehmet, "Abdülhamid'in Muhtıraları" s.42Karal, Ord. Prof. Dr. Enver Ziya, "Osmanlı Tarihi" C VIII, s. 366Osmanoğlu, Şadiye " Hayatımın acı ve Tatlı Günleri" s. 107Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid" s.70Hocaoğlu. Mehmet. " Abdülhamid'in Muhtıraları" s. 113
a.g.e. s" 57Vehbi, Ali "Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s. 107222- Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid" s.80
206 223-a.g.e. s.80
-^- 224-Yeni Rehber Ansiklopedisi, c 8, s. 110-111Zia, Dr. Nasim, "Kıbnb'ın İngiltere'ye geçişi ve Ada'da Kurulan İngiliz
İdaresi" Türk Kültürünü Arşt. Ens. Yay. Ankara 1975, s. 14-15Hocaoğlu, Mehmet, "abdülhamid'in Muhtıraları", s.116227- Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.335
228-a.g.e. s.35 lTahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 48-49
a.g.e. s.66Öke, Mim Kemal " II. Abdülhamid ve Dönemi", s.61Koloğlu, Orhan "Abdülhamid Gerçeği" Gür. Yay. İstanbul, 1987, s.356Vehbi, Ali "Abdülhamid, siyasi hatıralarım" s.50-51Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.357Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 50-51
a.g.e. s.55Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid" s.237Tahsin Paşa. "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 11-12Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.318Vehbi, Ali "Abdülhamid, siyasi hatıralarım" s.81
a.g.e. s.61Celal Nuri. "tarih- İstikbal" C:Iı. Yeni osmanlı Mat. İstanbul 1331, s.96Tahsin paşa "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s.59Kocabaş. Süleyman "Sultanlı. Abdülhamid". s. 118Vehbi. Ali "Abdülhamid. siyasi hatıratını" s. 199Tahsin Pasa "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları", s.32Rey. A. Reşit "Gördüklerim, yaptıklarım 1890-1922" Türkiye Yayınevi,
İstanbul. ' " 1945, s9Kısakürek Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.219
a.g.e. S.22Öa.g.e. s.22225 i - Okyar Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.78-79Tarih ve Medeniyet, Kasım 1996, Sayı: 32, s.23
a.ü.d.s. 24a.g.d.s. 24a.g.d.s. 24a.g.d.s. 24a.g.d.s. 24Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi c:l, s.42a.g.e. 42Tarih ve Medeniyet, Kasım 1996. Sayı: 32, s.27
261-Herzi Vol. III. S.1080Okyar, Fethi, "Üç Devirde Bir Adam", s.20Tarih Medeniyet, Haziran 1999, Sayı: 63. s 21
264-a.g.d.s. 21a.g.d.s. 21
Mim Kemala Öke, Siyonizm ve Filistin Davası sh. 104. 105Turan, Mustafa "31 Mart Faciası" s.27-29Tarih ve Medeniyet, Haziran 1999, Sayı 63 s 18a.g.d. s.24
Avranm Galamı de, "Türkler ve Yahudiler" s.93-94a.g.e. s.94a.g.e. s.41Tarih ve Medeniyet, say:63, s.24a.g.e. s.24
Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s.81-82Kazım Karaberikir, "Cihan Harbi'ne neden girdir, nasıl girdir, nasıl idare
ettik-" Tecelli Mat. İstanbul 1937, s.95de Grece, Michel "II. Abdülhamid Yıldız Sürgünü" s.49Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.148Tarih ve Medeniyet, Haziran 1999, Sayı: 63 s 2?a.g.d. s.22
Şehsuvaroğlu, N. Bedii "Türk Yükselme Cemiyeti İdeal Kolu" İstanbul
1964, s.6-8
Tarih ve Medeniyet, Haziran 1999, Sayı 63 s 22a.g.d. s.23
Geniş Bilgi İçin Angelo Lacovella'nın "II trıanaolo E La Mezzaluna"
Tarih ve Medeniyet. Kasım 1996. Sayı: 63 s 24a.g.e. s.24
Kocabaş, Süleyman "Sultan H. Abdülhamid". s. 148
Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s 28a.c.e. s.28290- Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid", s. 143 291-a.g.e. s. 145a.g.e. s. 147Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.5 19-520Okyar, Fethi, "Üç Devirde Bir Adam" s.46Osmanoğlu. Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s. 155
296-a.g.e. s. 155Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.58Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han. s.551Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. C: l s.45Osmanoğlu, Ayşe, "Babam Sultan Abdülhamid", s. 174Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.60Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s. 175
303-a.g.e. s. 176304-a.g.e. s.180Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.61a.g.e. s.63a.g.e. s.68a.g.e. s.64KTsakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han, s.543-544a.g.e. s.552208 311- Osmanoğlu. Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s. 186 -^- 312- a.g.e. s.216-317
313-a.g.e. s.216
314-a.g.e. s.231
315-a.g.e. s.231
316-a.g.e. s.232a.g.e. s.232Okyar, Fethi, "Üç Devirde Bir Adam" s. 121
319-a.g.e. s.74-75Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s.237Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han. s.590Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid". s.225Tahsin Paşa. "Abdülhamid ve Yıldız Hatıratı" s.75F. Woods, Henry, "Türkiye Anılan" Çev: F. Çöker. Milliyet Yay. İstanbul,
1976, s. 123Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid", s.225İnal, Mahmut Kemal, "Son Sadrazamlar" C. li Dergah Yay. İstanbul, 1982,
s. 1285Driault Edovard "Şark Meselise" Çev: Nafiz Muhtar Halil Kıtaphanesı.
İstanbul, 1328, s.500F. Woods. Henry, "Türkiye Anılan'' s. 123
Rey, A.Reşit "Gördüklerim, yaptıklarım 1890-1922". s.35-37Okyar. Fethi. "Üç Devirde Bir Adam" s.59Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. C: l, s.50Tarih ve Medeniyet. Şubat 1995. Şayi 12. s.28
aksavaşçı
12-27-2007, 18:43
http://home.arcor.de/abdulhamidhan/images/abdulha2_480.jpg
aksavaşçı
01-08-2008, 18:33
'..33 yıl boyunca Osmanlı Devletini başarıyla yöneten Abdülhamid Han Hazretlerinin günlük yaşayışını inceleyelim dedik ve bu minvalden olmak üzere şöyle bir manzarayla karşılaştık...'
http://image.haber5.com/haber/3936.jpg
Padişahların, sultanların, devlet adamlarının günlük yaşamları hep merak edilir. Hele bu çok sevilen, sayılan, rahmetle anılan Sultan II. Abdülhamid Han ise merak daha da katmerleşir. Biz de bu cihetten olmak üzere çöküş sürecinde 33 yıl boyunca Osmanlı Devletini başarıyla yöneten Abdülhamid Han Hazretlerinin günlük yaşayışını inceleyelim dedik ve bu minvalden olmak üzere şöyle bir manzarayla karşılaştık:
Sultan Abdülhamid erken yatar ve erken kalkardı. Güneşi asla üstüne doğdurmazdı. Her zaman âdeti olduğu üzere sabah banyosunu yapardı. Hasta olduğu zaman dahi banyo yapmak âdetinden vazgeçmezdi.
Vefatından bir süre önce Beylerbeyi Sarayı’nda ağır soğuk algınlığına, doktorların yasaklamasına rağmen banyo yapmaktan imtina etmedi.
Doktorların tavsiyesi üzerine başladığı denize girip yüzmek, zamanla en büyük tutkuları arasına girdi. Deniz tutkusu ömrünün sonuna kadar devam etti. Ayrıca avcılık, binicilik ve atıcılık gibi başka tutkuları da vardı.
Sabah banyodan sonra giyinirdi. Giyim konusunda çok titiz davranırdı. Giyimde sadeliği tercih ederdi. Temiz, düzgün giyinmeye özen gösterirdi. Şatafattan kaçınırdı. Sıhhate uygun giysileri tercih ederdi. Giyim kuşam konusunda çevresindekileri de uyarmaktan imtina etmezdi. Sonra sabah namazını kılar, dua eder ve akabinde bir süre Kur’an okurdu. Ardından kahvaltısını yapardı. Kahvaltıda mümkün olduğu kadar hafif yerdi. Kahvaltısı yarım bardak sütü maden suyuna katarak içmesiyle sona ererdi. Bunu kahve içme faslı takip ederdi.
Kahveyi sigarayla içerdi. Günde 8–10 defa kahve içerdi. Özellikle yemeklerden sonra ya da çalışma arasında kahve tercihiydi. Bu fasıldan sonra bazen kendisine gelen “jurnalleri” inceler, bazen de masasına geçip hemen çalışmaya başlardı. Bu çalışma saat 11’e kadar sürerdi.
Günlük yaşayışı alabildiğince muntazamdı. Çalışma yemek ve istirahat saatlerine harfiyen uyardı. Çalışmasına yemek için ara verirdi. Öğle yemeğini 11’de, akşam yemeğini saat 17’de yerdi. Yemek vakti geldiğinde masaya geçer, eşiyle ve çocuklarıyla birlikte yemek yemeye özen gösterirdi. Ailesiyle ve çocuklarıyla yakından ilgilenirdi. Yemekten sonra 25- 30 dakika uzanarak dinlenirdi.
Sonra yine devlet işleriyle hemhal olmayı sürdürürdü. Yaptığı ve yapması gereken şeyleri mutlaka not ettirirdi. Öğle namazını eda eder, akabinde başkâtibiyle görüşür ve bu görüşmeyi randevu verilen devlet adamlarıyla görüşme takip ederdi.
Bunu ikindi namazı izlerdi. Namaz sonrası sofraya geçer akşam yemeğini yedikten sonra Sarayın bahçesinde yürüyüş yapardı. Bu yürüyüş esnasında beyleriyle ve paşalarıyla gezer, onlarla fikir teatisinde bulunurdu. Konuşması etkileyiciydi. Sohbeti çevresindekileri sıkmazdı. Tane tane konuşur, konuları bütünüyle analiz eder, konuşma üslûbundaki nezaketi her daim korurdu. Akşam namazını eda eder, çocuklarıyla ilgilenirdi.
Yatsı namazını kıldıktan sonra dinlenmeye çekilir, yatmadan önce mutlaka kitap okur ya da okuturdu. Mütercimlerin kendisi için hazırladığı eserleri çok dikkatle dinlerdi. Hatta çoğu zaman kitap okurken uyumayı tercih ederdi. Lâkin uykuya düşkün değildi. Bazen sabahlara kadar çalışırdı. Özellikle de devlet meseleleriyle ilgili geceleyin uykusundan uyandırılmayı hoş görür ve uyandırılması konusunda kesin emir verirdi.
Kitap hususunda alabildiğine titizdi. Gençlik, bir başka ifadeyle şehzadelik yıllarında başlayan kitap okuma tutkusu yaşamının sonuna kadar devam etti. Bazen günün belli saatlerini de kütüphanede geçirirdi. Dünyanın çeşitli yörelerinden getirttiği kitaplarla zengin bir kütüphane oluşturmuştu.
Bir de meşhur marangozhanesinde vakit geçirmek en önemli tutkularından biriydi. Çok usta bir marangoz olarak; çok incelikli eserler yapar, marangozhanede çalışırken yorulmak yerine dinlendiğini çevresindekilere söyler, onlara da bu tür çalışmalar yapmaları için zaman ayırmalarını tavsiye ederdi.
Planlı çalışma ve intizam onun en hassas olduğu konuların başında idi. Bir işin yapılmasını emir vermekle yetinmez, onun neticesini çok yakından takip ederdi. Bir işe başladı mı onu mutlaka sonuçlandırırdı.
İnanç bağlamında kavi bir imana sahipti. Ona “Cennetmekân”, “Ulu Hakan”, ya da “Abdülhamid Han Hazretleri” denmesinin arka planında, zühd ve takva içerikli bir yaşamı yeğlemesi vardı. Onun meşhur sözü olan “Bu milletin hiçbir evrakını abdestsiz imzalamadım” ifadesi bunun bir göstergesidir. Nitekim başkâtibi Esad Bey’in şu ifadeleri bunu çok güzel anlatmaktadır:
“Bir gece yarısı çok mühim bir haberin imzası için Sultan Abdülhamid’in kapısını çaldım. Fakat kapı açılmadı. İkinci, üçüncü defa yine kapıyı çaldım ve merak içinde bekledim. Uzun bir bekleyişten sonra kapı açıldı. Tebessüm ederek, “evlad kusura kalma. İlk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Lakin mühim bir iş için geldiğinizi anladım ve hemen abdest aldım. Onun için kusura bakma, sizi beklettim. Ben bu kadar yıldır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım diyerek evrağı alıp inceledi ve besmele çekerek imzaladı…”*
Evet, bu çok anlamlı ve düşündürücü ifadelerden sonra mekânı cennet olsun, diyerek yazımızı noktalayalım…
* Geniş bilgi için bkz. Hüseyin Tekinoğlu, Abdülhamid Han’ın Yönetim ve Liderlik Sırları, İstanbul 2007; Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, İstanbul 1984; Necip Fazıl, Ulu Hakan Abdülhamid Han, İstanbul 1994.
Fahri Güven'in yazısı
Milli Gazete
ümitli_bekleyis
01-08-2008, 18:47
“Bir gece yarısı çok mühim bir haberin imzası için Sultan Abdülhamid’in kapısını çaldım. Fakat kapı açılmadı. İkinci, üçüncü defa yine kapıyı çaldım ve merak içinde bekledim. Uzun bir bekleyişten sonra kapı açıldı. Tebessüm ederek, “evlad kusura kalma. İlk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Lakin mühim bir iş için geldiğinizi anladım ve hemen abdest aldım. Onun için kusura bakma, sizi beklettim. Ben bu kadar yıldır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım diyerek evrağı alıp inceledi ve besmele çekerek imzaladı…”*
Mekanı cennet olsun inşaAllah .Ecdadımızda öyle örnek alınacak hadiseler var ki ; bunların hepsini yapabilsek keşke .En azından yapmaya bir yerlerden başlasak.Teşekkürler paylaşımların ve verdiğin emek için ++++++.... :)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:26
“Bir gece yarısı çok mühim bir haberin imzası için Sultan Abdülhamid’in kapısını çaldım. Fakat kapı açılmadı. İkinci, üçüncü defa yine kapıyı çaldım ve merak içinde bekledim. Uzun bir bekleyişten sonra kapı açıldı. Tebessüm ederek, “evlad kusura kalma. İlk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Lakin mühim bir iş için geldiğinizi anladım ve hemen abdest aldım. Onun için kusura bakma, sizi beklettim. Ben bu kadar yıldır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım diyerek evrağı alıp inceledi ve besmele çekerek imzaladı…”*
Mekanı cennet olsun inşaAllah .Ecdadımızda öyle örnek alınacak hadiseler var ki ; bunların hepsini yapabilsek keşke .En azından yapmaya bir yerlerden başlasak.Teşekkürler paylaşımların ve verdiğin emek için ++++++.... :)
bende teşekkür ederim
aksavaşçı
01-08-2008, 20:28
Filistin Dramı/ Kadir Mısıroglu
Theodor Hertzel
19. asir nihâyete ererken Viyana'da "Neue Presse" (yeni basim) adiyla bir gazete yayinlanmakta idi. Bunun Paris muhabiri olan Theodor Hertzel, gazetecilik mesleginden istifâde ederek, batidaki nüfûzlu Yahudi âilelerin durumunu inceden inceye tedkik etti.
Siyonistlerin lideri Teodar Hertzel, II. Abdulhamid'e Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödemek karşılığında Filistin'de kendilerine toprak verilmesini teklif etti. Sultan Abdulhamid Han siyonistlerin teklifini şiddetle geri çevirdiiği gibi, Filistin'de geniş mülkler satın aldı.
Filistin'de bir Yahudi devleti kurma fikri 19. yüzyılda müşahhas hale geldi. 19. asra gelindiğinde Yahudiler batıda müthiş bir güç olmuşlardı. İktisâdi ve siyâsi hayata hâkimdiler. Eskiden memur olamayan Yahudiler, artık politikacı ve subay bile olabiliyorlardı. Fransa'daki meşhur Dreyfus meselesi bunun tipik bir misâlidir. 19. asır nihâyete ererken Viyana'da "Nueie Presse" (yeni basım) adıyla bir gazete yayınlanmakta idi. Bunun Paris muhabiri olan Theodor Hertzel, gazetecilik mesleğinden istifâde ederek, batıdaki nüfûzlu Yahudi âilelerin durumunu inceden inceye tedkik etti.
http://home.arcor.de/abdulhamidhan/images/filistin02_160.jpg
aksavaşçı
01-08-2008, 20:28
Abdulhamid'i kandıramadılar
Muvaffakiyetin üç şartı
Bunun neticesinde, Yahudilerin Filistin'e dönmek için kuvvet ve kudretlerinin kâfi olduğuna inandı. Bunun için önce fikri yaymak gerekiyordu. "Der Juden Statt" yâni "Yahudi Devleti" ismiyle, Almanca bir kitap yayınladı. Böyle bir dâvâda muvaffakiyetin üç rüknü olması lâzım geldiğini bilebilecek bir kimseydi. Bu üç rükün (esas) şöyle sıralanabilir: 1. Fikir, 2. Kadro, 3. Para. Teodor Hertzel, fikirlerini duyurmak için 1882 yılında İsviçre'nin Basel şehrinde bir Yahudi Kongresi topladı. Bu, Yahudilerin Filistin'e dönme hareketini ifâde eden siyonizmin ilk kongresidir. Hertzel de bu hareketin babası ve İsrâil devletinin kurucusu kabûl edilmektedir.
Yahudi işadamlarına kanca
Basel kongresine bâzı Yahudi münevverlerinin katılmasına mukâbil, hiçbir Yahudi zengininin iltifat etmemiş olmasına dikkat eden Teodor Hertzel, bunu temin için bir plân düşündü. Herhangi bir Yahudi zenginini bulunduğu yerde emniyette olmadığı yolunda iknâ ederek Yahudi devleti için destekçi kılmak gerektiğini düşündü.
Bunun için o gün dünyânın da Yahudilerin de en zengin olan Rochild âilesini seçti. Kendi tespitlerine göre Rochild âilesinin yapmış olduğu bâzı kânunsuz işlerin bir kısmını Münih'te bir gazetede yayınlattı. Sonra bu gazete kupürlerini alarak Rochild'in merkezi olan Frankfurt'a geldi. Bunları Rochild'e göstererek, Almanların onun ticâretindeki istismarları öğrendikleri taktirde kendisini mahvedeceklerini söyledi. Rochild, buna ehemmiyet vermez görünerek, gerekirse Arjantin'e nakledebileceğini söyledi. Çünkü onun Arjantin'de çiftlikleri vardı.
Filistin'e karşılık Osmanlı borçları
Teodor Hertzel, Rochild'e, Yahudilerin fakirlerini o çiftliklerde çalışmak üzere Arjantin'e taşımakta olmasından dolayı da kızıyordu. Çünkü o günün şartlarında Arjantin'den Filistin'e dönmek, Avrupa'dan dönmekten daha güçtü. Teodor Hertzel, Arjantin hükümetinin herhangi bir talep vukuunda kendisini Almanya'ya iâde edeceğini ama dünyada bir Yahudi devleti olsa orada emniyet içinde yaşayabileceğini anlatarak onu iknâ etti. Peki ama bu nasıl olacaktı? Hertzel, plânını şöyle anlattı:
"-Osmanlı Devleti'nin pek çok dış borcu vardır. Sen ise dünyânın en zengini olan bir yahudisin. Ben senin nâmına İstanbul'a gidersem, pâdişah bir yatırım yapacağım düşüncesiyle beni kabûl eder, ben de ondan dış borçlarını ödemek mukâbilinde isteyen Yahudi'nin gidip Filistin'e yerleşme müsâadesini koparabilirim" dedi.
Bu esas üzerinde anlaştılar. Teodor Hertzel, bu maksatla iki defa İstanbul'a geldi ve Sultan Abdülhamid Han ile görüştü. Binnet'ce emeline muvaffak olamadı. Zirâ o büyük hükümdar:
"-Ecdâdımın kan dökerek aldığı toprakları benden para mukâbili satmamı mı bekliyorsunuz?!" diyerek bu Yahudi ideoloğunu huzurundan kovdu.
Araplara toprak karşılığı bol para
Bu hâdise üzerine Sultan Abdülhamid Hân'ı bertaraf etmedikçe emellerine muvaffak olamayacaklarını anlayan Yahudiler, o mübârek şahsiyet için dâhil ve hâriçte bir karalama kampanyası başlattılar. Harc-ı âlem olan "Kızıl Sultan" lâkâbı, Ermeniler'e mâl edilirse de aslında bir Yahudi icâdıdır. Esâsen, Rus tahrikiyle daha evvel harekete geçmiş olan Ermeniler, bu târihten itibâren propaganda ve silâh temini husûsunda Yahudilerden büyük ölçüde destek görmüşlerdir. Viyana'da imâl edilmiş olan bir saltanat arabasına saatli bir bomba yerleştirerek onun aylar sonra Yıldız Câmi-i Şerifi ile Yıldız Sarayı arasındaki kısacık mesâfede patlayabilmesinin dakik hesâbını yapan da Yahudilerdir. Ancak böylece Ermeni kıpırdanışına destek vermekle iktifâ etmeyecek olan Yahudiler, ondan daha ehemmiyetli olarak iki çâreye başvurdular:
1) Filistin'de birtakım Arapları menfaatlendirerek satın aldılar ve onlar vâsıtası ile arsa ofisleri kurdular. İsteyen herkesin yerini bedelini peşin ve kat kat fazlasıyla ödeyerek satın almaya hazır bulunduklarına dâir, ilânlar dağıttılar. Alıcılar Arap göründüğü için, buradaki hileyi kimse sezmedi. Araplar, arsalarını satmak için kuyrukta birbirleriyle kavga ediyorlardı. Arâzisini satan, gidip Beyrut'a, Mısır'a, Şam'a yerleşiyordu. Hattâ:
"-Bir aptal gelmiş, râyiç bedeli bilmiyor, fazla para ödüyor. Parası biter de benimkini alamaz" kaygısıyla birbirleriyle mücâdele ediyorlardı.
aksavaşçı
01-08-2008, 20:28
Sırları ifşa edildi
Bu durumu zamanında haber alan Sultan Abdülhamid Hân, oraya bir heyet gönderdi. Bu heyet, oynanan oyunu halka izâh etti ve bu arazilerin Yahudiler için toplandığı gerçeğini ifşâ eyledi. Diğer taraftan hakikaten arâzilerini satmak isteyenler varsa bunları Sultanın şahsi servetiyle satın almak üzere oraya gelmiş bulunduklarını beyân ederek Yahudi hareketine engel olmaya çalıştılar.
Sultan Abdülhamid Han'ın "Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi" adıyla bilinen araziler ve çiftlikler, böylece ortaya çıktı. Lâkin, bir müddet sonra gâfil ve Yahudi güdümlü İttihatçılar, o mübârek şahsiyeti tahttan indirince, emlâkini millileştirdiler. Böyle yapmasalardı, o topraklar kaybedildiği taktirde bile şahsi mülkiyet hakkı, beyne'l-milel hukuk kâidelerine göre bâki kalacaktı.
İttihad ve Terakki'ye destek
2) Dışarıda Sultan Abdülhamid Han'ı karalama kampanyası yürütmekte olan Yahudiler, dahilde de İttihad ve Terakki Cemiyeti'ni kurup destekleyerek iktidar mevkiine getirdiler. Bu cemiyetin tamamen Yahudi usûl ve esasları dâhilinde ve onların tâlimatlarıyla hareket ettikleri şüphesiz olmakla berâber, bunu Rumeli'de dağa çıkarak Meşrûtiyet'in ilânını bir emr-i vâki hâline getirmiş bulunan hürriyet kahramanı (!) Resneli Niyâzi de hâtırâtında açıkça itirâf etmektedir. Fakat, ne hâcet! O devrin vukuâtını ferâsetle tedkik ve ittihatçılardan hâtırat yazanların söyledikleri bu gerçeği bin delil ile ispata kâfidir.
II. ABDULHAMİD, KARASU'YA ÇOK KIZDI
Sultan Abdülhamid Hân'ı hal'eden yâni tahttan indiren kararın tebliği için huzûruna çıkan dört kişiden biri Selânik mebûsu Emanuel Karasu Yahudisi değil midir? Mübârek pâdişah bunu görünce vukuatın gerçek müessirini ifşâ edercesine o heyete dönerek: "-Ben Müslümanların halifesiyim. Bu makamda bulunmamı isteyip istememek Müslümanlar için bir haktır. Lâkin bu Yahudi Karasu Efendi bu heyette ne sıfatla bulunmaktadır!?" suâlini tevcih edince, heyetteki gâfiller başlarını önlerine eğmek mecbûriyetinde kalmışlardı. Emanuel Karasu ve Metir Salem gibi su yüzüne çıkmış Yahudilere mukâbil, mason localarında faâliyet gösterenlerin bizi arka arkaya 1911 Trablusgarb, 1912 Balkan ve 1914-18 Harb-i Umûmî'ye sürükleyerek nasıl mağlup ve perişan ettikleri ve bu hâdiseler dolayısı ile Yahudilerin oynadıkları rolü anlatmaya bu yazı dizisinin hacmi kadar kânûnî imkanlar da müsâid değildir. Şu kadarını söyleyelim ki Filistin'in harb-i umûmî hengâmında elimizden çıkması, iddiâ edildiği gibi "Arap İhâneti"nin eseri değil, Filistin havâlisinde Yıldırım Ordular Cephesi'nin –askerî bir mantıkla îzâhı kâbil olmayan– hezîmeti sebebiyledir. Burada sırası gelmişken müstakillen yazılması îcâb edecek derecede ehemmiyetli olan şu Arap İhânetî (!) palavrası hakkında da kısa bir îzâhta bulunmak istiyoruz. Zira yukarıda temas ettiğimiz vechile, Türk basınında bazı güdümlü kalemlerin bugünkü Filistin dramı dolayısıyla dillerine doladıkları en ehemmiyetli mes'ele budur.
aksavaşçı
01-08-2008, 20:28
Arap ihaneti palavra
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan "Vehhâbî Hareketi" gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı Devleti'ne sâdık bir şekilde bağlı kaldılar.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arapların Osmanlı Devleti'ni arkadan vurdukları iddiası yıllardır gündeme getirilmektedir. Bu Arap ihâneti palavrasına muhatab oluşumuz yeni değildir. 1964 yılında "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" adlı eserimizin ilk cildi yayınlandığı zaman, o zamanki Ulus gazetesinde Cihad Akçakayalıoğlu imzasıyla bu eser hakkında uzun bir tenkid ve ta'riz mâhiyetinde bir seri yazı yayınlanmıştı. (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 25 Şubat-3 Mart 1966) Bu yazıda bize tevcih edilen çeşitli ta'rizler meyânında, şu satırlara da yer vermişti:
"Şunu iyi bilmeliyiz ki, mukaddes cihadlar artık devrini tamamlamıştır. Birinci Dünya Savaşında imparatorluk çökerken (ilikleri, kemikleri Türk'ün parası ve emeğiyle dolu Müslüman ve Arab Ålemi) Halifenin bayrağı altında toplanmak şöyle dursun, onu ateşe vermiş, kahraman Türk ordularını düşmanlarla el birliği ederek arkadan vurmuştur." (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 1 Mart 1966) Biz bu tarihî gerçeklere aykırı iddiayı, daha o zaman şu şekilde cevaplandırmıştık:
Haçlı ordularına karşı iman seddi
"Türkler, Arab memleketlerini takriben dört asır kudretle siyânet ve mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu bir sıyânetti: Çünkü maksadı İslâm'ı yok etmek olan "Haçlı Orduları"na karşı aşılmaz bir iman seddi teşkil ettikleri tarihin şehâdetiyle sâbittir. Gerçekten Selçuklular ve daha önceki devirlerde Anadolu ve bazen da Sûriye'ye kadar ilerleyebilen Haçlılar, İslâm Dünyası'nın şerefli temsilciliği Osmanlılar'ın kudretli ellerine geçtikten sonra, Tuna Nehri'ni aşamamışlardır. Haçlı Seferleri'nin her biri üssü'l-harekelerine bitişik olan Orta Avrupa Ovaları'nda karşılanıp mağlup edilmiş ve bu sayede Arab memleketleri ve hâssaten 'Mukaddes Beldeler' yüzyıllar süren sâkin bir hayat geçirmek imkânını bulabilmişlerdir. Osmanlılar, bu ülkeleri aynı zamanda gayet mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu yüzden aslen Arabî değil, Arnavutî olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan 'Vehhâbî Hareketi' gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğumuzun yıkılışına kadar gayet sâdıkâne bir sûrette bize ve bütün Müslümanlar'ın devleti olan 'Devlet-i Aliye'ye bağlı kalmıştır.
Araplara kardeş muamelesi
Esâsen Osmanlılar, hiçbir Arab memleketini yerli Arab idârecilerin elinden almamış, her birini zâlim ve yabancı bir müstevlînin pençesinden kurtarmışlardır. Irak ve Sûriye'yi Acemlerin, Mısır'ı Çerkes asıllı Kölemenlerin, Şimâlî Afrika ve Yemen gibi uzak Arab ülkelerini ise İspanyol, Portekiz gibi müstevlî garblıların elinden almış ve bu memleketlere bir 'kurtarıcı' olarak girmişlerdir. Üstelik Kur'ân'ın ölümsüz umdelerine son derece riâyetkâr oldukları için de bütün Müslümanları 'kardeş' ve İslâm Alemini tek bir 'devlet' kabul ettiklerinden sahip oldukları ülkeler arasında hiçbir fark gözetmemişlerdir. Sırf ümmetin birlik ve bir merkeze bağlılığını te'minden ibâret olup hiçbir Müslümana ağır gelmeyen hareketleri ile İslâm'ın emir ve îcâbını yerine getirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Teb'a arasında vazife ve mevkîler için sadece ehliyet ve liyâkati bir kıstas olarak tanıyan Osmanlılar'ın tarihi, bu bâpta alâka çekici misallerle doludur. Mesela Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ın fethini müteâkiben dönerken yolda, Mısır Beylerbeyliği'nin elinden alınmasına münfail olarak kendisine at üstünde:
"-Bu kadar zahmet çektik Mısır'ı gene bir Çerkes'e verdik. Çekilen emekler boşa gitti" diyen Vezir-i âzamı Yunus Paşa'yı derhal idam ettirmiştir. (Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, 1963. s.31)
Osmanlı Devleti'nin takip ettiği bu siyaset, Arab âleminde diğer beldelerden daha da iyi neticeler vermiş ve bir çok yerlerde -mesela Rumeli ve bilhassa Anadolu'da- görülen 'eşkiyâ' ve 'Celâlî İsyanları'na benzer hâdiseler buralarda ortaya çıkmamıştır. Birinci Cihan Harbi esnasında Araplar'ın Halife'nin 'Cihad Fetvası'nı dinlemedikleri iddiası ise; menfî bir propaganda maksadına bağlı olarak büyütülmüş bir mes'eleden ibarettir.
Arap isyanları münferit
Bu fetva, Hilâfeti İslâm Dünyası üzerinde cidden nâfiz bir kudret hâline getiren II. Sultan Abdülhamid Han Hazretleri gibi mübarek bir hükümdara karşı her tarafta derin akisler uyandıran bir ihtilal yaparak işbaşına gelen 'İttihatçı güruhu'nun elinde irâdesiz bir oyuncak mevkiine düşen Sultan Reşad tarafından ilan edilmiştir. Üstelik "Halife İradesi"nden ziyade "Alman menfaati"ni temsil etmekte olduğu âşikârdı. Ayrıca da dörtyüz senelik aşırı bir müsâmahakârlığın arkasından, bir tek kelime Türkçe bilmeyen Arab halkına, Türkçe konuşmak mecburiyeti tahmil etmek gibi saçmalıklarla dolu ittihatçı idaresinin incelenmesi de Arab aksülâmelinin sebeplerini keşf ve tesbit için zarûrîdir. (Bak: Şerif Abdullah, Müzekkirati, Kudüs 1945)
Böyle olduğu halde bu fetvanın hiçbir te'sir icra etmediği de söylenemez. İngilizlerin bu yüzden Mısır ve hatta Hindistan'ın idaresinde karşılaştıkları müşkilât ve bu memleketlerde ortaya çıkan karışıklıkların izahı uzun bir mes'eledir. Mutaarrız İtalyanlar'a karşı vatanını müdafaa etmekte iken bu fetvaya ve verilen husûsî emre itaat ederek İstanbul'a gelen Şerif Ahmed es-Sünûsî Arab değil miydi? Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Arab Alemi'ndeki bu "itaatsizlik" sadece bir âileye, yani Şerif Hüseyin ve avanesine münhasır olduğu halde onu bütün Arab Alemi'ne şâmil göstermek isteyenler kasıtlıdırlar. "İslâm kardeşliği"nin, hatta daha emin bir tâbirle söylemek gerekirse "İslâmın düşmanıdırlar. Onlar böyle bir iddia ile İslâm'ı (hâşâ!..) modası geçmiş gibi göstermek istemekte ve sırf bu maksadla bu hâdiseyi sık sık tekrarlamaktadırlar." (Bak: Lozan zafer mi hezimet mi, Kadir Mısıroğlu, s.44-47)
HİNTLİLER İNGİLİZLER'E İSYAN ETTİ
Bizim, "Arap İhaneti (!)" palavrasına 40 seneye yakın bir zaman evvel vermiş bulunduğumuz cevap İslâm düşmanlarını susturmaya yetmemiş ve bu iddia, temcid pilavı gibi tekrarlanıp durmuştur. "Geçmişi ve Geleceği ile Hilâfet" isimli eserimizde Sultan Abdülhamid'in, hilâfeti, müstevlî Batılılara karşı nasıl silâh olarak kullandığı anlatıldıktan sonra İttihatçılar ve onların elinde bir kukladan farksız durumdaki Sultan Reşad'ın "fâil-i muhtar" bir padişah olmadığı izah edilmiş ve müteâkiben: "Böyle olmasına rağmen onun tarafından 23 Kasım 1914 tarihinde îlan edilen Cihâd-ı Mukaddes fetvası yine de umulandan fazla alâka görmüştür. Gerçi bu güne kadar bu fetvanın hiçbir işe yaramadığı hatta buna rağmen binlerce müslümanın İngiliz, Fransız ve Rus ordularında yer alarak bize karşı fiilen silâh kullandığı iddia edilegelmiştir. Hilafet müessesesinin hiçbir tesir ve faydasının görülmediği görüşünü te'yid ve isbat zımnında ortaya atılan bu iddiada hakikat payı yok değildir. Ancak unutmamak gerektir ki, bu Müslümanlar iddia edilen hareketi kendi hür iradeleriyle yapmış değillerdir. Bunlar, ordularına katıldıkları Hıristiyan devletin esiri idiler. Kaldı ki, binlercesi de hapsedilmek veya asılmak sûretiyle maruz kalacakları tehlike ve musibetlere aldırmayarak metbûlarının bu husustaki emirlerini dinlememişlerdir. Sadece Hindistan'da İngiliz idaresinin bu sebeple hapsettiği müslümanın adeti 30.000'in üzerindedir. 1914 yılında Türklere karşı dövüşmek üzere Irak cephesine gönderileceğini öğrenen Hindli Müslümanlar ânî bir sûrette isyan ederek başlarındaki İngiliz subaylarını katlettiklerinden bunların binlercesi hemen oracıkta kurşuna dizilmiştir.
aksavaşçı
01-08-2008, 20:29
350 adamı zor buldu
İngilizler, Medine'nin Şerif Hüseyin'e teslim edilmemesi durumunda Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulundular. Direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa hile ile yakalanarak Şerif Hüseyin'e teslim edildi. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır Mısır vesâir Arap ülkelerinde de bir tesiri olmadığı söylenen Cihâd-ı Mukaddes fermanı sebebiyle ecnebi idarecilere karşı birçok isyan ve karışıklıklar çıkmış ve binlerce Müslüman katledilmiştir. Halifenin davetine gönüllü olarak icabet eden birçok Arap da görülmüştür ki, bunlardan teşekkül eden iki tabura bizzat M. Kemal Paşa kumanda etmiştir. İştirakin fazla olmayışı İttihatçılar'ın Arap ülkelerindeki yakışıksız tutumlarından ve Araplar'ın asırlardan beri gayr-i muharip bulundurulmalarından doğmuştur. Kaldı ki, düşman saflarında yer alan Müslümanlar'dan dahî umulmadık istifadeler sağlanmıştır. İstanbul'da silâh depolarında bekçilik yapan Hindliler'in Anadolu'ya silâh kaçırılması işinde gösterdikleri kolaylıklar Kemalist kalemlerde bile ma'kes bulmuştur. Rus ordusundaki Müslümanlar ise Rus-Ermeni mezâlimini önleyici istikamette ehemmiyetli bir rol oynamışlardı. İlaveten söyleyelim ki, cihad fetvasına rağmen Türkler'e silah çektiği söylenen Şerif Hüseyin Medine'yi teslim almaya geldiğinde emrinde 350 kişi vardı. Bunlar da o derecede derme çatma insanlardı ki, kendisi Türk kumandanlarından silah depolarının kapısında bir müddet daha Türk askerlerinin nöbet tutmalarını rica etmiş, bu silahların kendi adamları tarafından yağmalanmasından korktuğunu açıkça ifade etmiştir (Bak: Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, s. 473-474). Bu demektir ki, Ceziretü'l-Arab'a oluk gibi akan İngiliz altınları, Türkler'e karşı silah kullanabilecek ancak 350 adam bulunmasını temin edebilmiştir. Halbuki aynı çarpışmalarda Türk ordusu tarafında yer alan Araplar bu sayıdan katbekat fazlaydı. Hem de bölgenin ileri gelen insanlarından olarak... Şerif Hüseyin'in sokaktan topladığı adamlar nev'inden değil!...
Celali isyanları daha uzun sürdü
Osmanlı târihini tedkîk edenler hayretle müşâhede ederler ki, Anadolu'da 'Celâlî İsyanları' adıyla, müteaddid isyan hareketine şâhid oldukları hâlde, 450 sene hükmettiğimiz Arap Yarımadası'nda benzer bir hâdiseyle karşılaşılmaz. Üstelik oralarda Anadolu'daki gibi ciddî bir askerî kuvvet bulundurulmuş değildir. Yemen isyanları, bu ülke halkının ekseriyetle Şia'nın bir kolu olan Zeydiye mezhebine mensup bulunmaları dolayısıyla 'hilâfet'e değil, imâmete inanmış olmalarındandı. Yâni onlar, mezhepleri îcâbı olarak, Osmanlı hükümdarını halîfe sıfatıyla tanımak istemiyorlardı. Buradaki bâdirenin temel sâiki budur. Arap Yarımadası, kâhir ekseriyetiyle Sünnî olduğu cihetle burada asırlar boyunca sulh ve sükûnet devâm etmiş, karışıklık ancak İttihâtçılar'ın devlete hâkim olmasından sonra ortaya çıkmıştır. Bundan daha önce görülmüş olan birkaç Vehhâbî hareketi de Yemen'deki gibi ve fakat ondan farklı bir ictihâdın netîcesidir. Üstelik çok mevzî kalmıştır. Anadolu'daki Celâlî isyanları gibi taaddüdü mevzu-i bahs değildir. Celâlî isyanları, ilk isyan eden grubun başında Celâl isminde bir Alevî bulunduğu için bu ismi almış ve zaman zaman tekerrür etmiş ise de bugün hiç kimse Anadolu Alevîleri'ni, bizi arkamızdan vurmuş olmakla ithâm etmemektedir. Hattâ biz Yunan'la harb ederken Konya'da isyân zuhûr etmiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Bunun benzerleri Yozgat, Bolu, Düzce vs. yerlerde de tekerrür etmiştir. Bugün kimse çıkıp da Konyalılar'a, Düzceliler'e, Yozgatlılar'a.. ilh.: "-Siz Türk-Yunan Harbi gibi buhranlı bir zamanda bizi arkadan vurdunuz!.." diyerek bir târizde bulunmamaktadır.
İbnürreşit Osmanlı'ya bağlıydı
Medine müdâfîlerinin yanında aşîreti, itibarı ve çıkarabileceği silahşör sayısı Şerif Hüseyin ile kıyaslanmayacak durumda olan Şammarî aşireti reisi İbnü'r-Reşid gibi bir şahsiyet vardı. İngilizler, burası ona bırakıldığı takdirde de kendi adamları olan Şerif Hüseyin nâmına mücadele edeceklerdi. Hakîkaten Mısır'dan kaldırdıkları uçaklarla Medine halkı üzerine propaganda broşürleri atmış ve bölge Şerif Hüseyin'e teslim edilmediği takdirde Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulunmuşlardı. Bundan endişe eden birtakım subaylar, direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa'nın huzuruna avuçlarında mangal külü dolu olduğu hâlde girerek selâm verir gibi bir hareketle külü onun gözlerine serpmişler, elini kolunu bağlamışlar, kendisini Şerif Hüseyin'e teslîm etmişlerdir. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır. Irak havâlisinde İbnür-Reşid emsâli mahallî aşiret reisleri çoktur. Bunlardan biri de Uceymî Sâdun Paşa'dır
İngilizler'e kök söktürdü
Arap ihaneti palavrasına en susturucu cevap Uceymî Sâdûn Paşa'dır. Bunu, Cemal Kutay'ın yayınladığı 'Tarih Konuşuyor' adlı dergiden ve bir görgü şahidinin ağzından arzediyoruz. Görgü şahidi Demokrat Parti devrinde Sakarya milletvekilliği yapmış Hamza Osman Erkan'dır. (Bak: Cemal Kutay, Son Havadis gazetesi, 15 Temmuz 1978) Hamza Osman Erkan, meşhur Şeyh Şamil'in Medine muhafızlığı yapmış olan damadı Osman Paşa'nın torunudur. Görgü şahidinin ifadesiyle bir sâdık Arap liderinin yaptıklarını dinleyiniz:
"Birinci Dünya Harbi'nin ilk haftalarında, 'Teşkilât-ı Mahsusa' hücum taburları Reisi Süleyman Askerî Bey'in maiyetinde Kafkas cephesine gitmek üzere iken vak'alar ve hâdiseler bizi Irak'a sevketmişti. Müntefik mutasarrıflığının merkezi olan Nâsırıyye'den Nuhayle çöl karagâhına Ferhan isminde yerli bir kılavuz ve birkaç Kerküklü jandarma ile gidiyorduk. Nuhayle mevkiinde setir kuvvetlerimiz kumandanı Yarbay Seyfullah Bey'e ve aşâiri teşkilatlandırmak vazîfesiyle yanında bulunan 'Teşkilât-ı Mahsûsa' subaylarından Fâtihli Lutfi Bey'e merkezin gizli bir emrini ve bir miktar para götürüp avdet edecektik. Yolculuğumun üçüncü günü idi, şiddetli bir kum fırtınası esiyordu. Mukâbil taraftan kum rüzgarının içinden bir süvari müfrezesinin bize doğru geldiğini gördük.
"-Aşiret atlıları", "-Hayır, süvari, asker" diye tahminlerde bulunurken, atlılar müthiş bir kum rüzgarı şeklinde birkaç saniye içinde yanımıza yaklaştılar. Bunlar, 30 yaşlarında, kibar yüzlü, buğday çehreli, parlak siyah gözlü, çok zeki bakışlı, zayıf, nahif bir aşiret reisi ile muhafızları idi. Mütekâbilen durduk, selamlaştık, bir an sükut içinde bakıştık. Genç aşiret reisi, çok tatlı bir sesle bir arzumuz olup olmadığını sordu, büyük bir tevâzu ve nezaketle: -Bana bir emriniz var mı? Yanınıza adamlarından birkaçını tefrik edeceğim, dedi ve sonra eliyle selam işareti vererek hızla ayrıldı. Kim olduğunu iyice bilmediğim bu kibar çöl şövalyesi kayboluncaya kadar arkasından manyetize olmuş halde bakakaldım, yanımdaki kılavuza sordum:
'-Kim bu adam?'
-'Necidî hudutlarına kadar ahkâm ve emirleri kayıdsız ve şartsız cârî olan Şeyhlerin Şeyhi Emir Uceymî Sâdûnî işte budur. Emir Sâdun Paşa'nın oğludur. Asalet, servet, mertlik ve şecaatiyle Irak'ta meşhurdur.
Bağdat'tan beri menkıbe ve hikâyelerini işitmekte olduğumuz, düşman kuvvetleri ileri karakollarının rüyalarına giren ve uykularını kaçırarak dehşet uyandıran Müntefik aşiretleri reisini o gün ilk defa görmüş oluyordum. ..Basra'nın tahliyesinden sonra anavatanla irtibat ve münasebetleri tamamen kesilmiş olan ve çok fâik kuvvetler karşısında kahramanca müdafaalardan sonra merkezden verilen emir üzerine çekilmek mecburiyetinde kalan fedakar cenub müfrezemizi ıssız bir çölden geçirerek muhakkak bir esaretten kurtaran Uceymî Paşa'dır.
İngilizler Basra'yı işgal ettikten sonra Uceymî Paşa'ya mektub göndererek Türkler'den ayrılıp Irak'a kurtarıcı olarak gelen ordularıyla teşrik-i mesai ettiği takdirde istiklalini aldığı zaman Irak tahtının uhdesine tevdî olunacağı va'd olunuyordu. Büyük Britanya hükümet-i fâhimesi namına yapılan bu teklif Uceymî Paşa'nın 24 saat sonra İngilizler'e yaptığı müthiş bir baskınla cevaplandırılıyordu. İşte bu asil çöl çocuğu tâ Basra kapılarından Urfa'ya kadar ordumuzun kahraman bir muavini olarak harb ede ede çekilerek geldi. Daha sonra Millî Mücadele'nin ilk ve felaketli günlerinde Diyarbakır'a ve orada'ya gelerek vatanın hizmetine koşmuş, cenub hududlarımızda mühim ve unutulması küfrân olacak hizmetler etmişti. Büyük zaferden sonra Urfa'da Atatürk'ün emriyle hükümetimizin kendisine verdiği bir çiftlikte ziraatle iştigal ettiğini işitmiştim." (Bak: Tarih Konuşuyor Dergisi, Temmuz 1964, Sayı:6)
ATATÜRK'TEN UCEYMÎ PAŞA'YA
Mustafa Kemal Atatürk'ün Uceymî Sâdun Paşa'ya yazdığı telgraf:
"Irak Şeyhu"l-meşâyihi Uceymî Sâdun Paşa Hazretlerine, Diyarbekir'e teşriflerinizi istibşâr (müjdelemek) ile harb-i zâilde (bitmiş olan harpte) ikinci ordu kumandanlığı ile Diyarbekir'de ve dördüncü ordu komutanlığı ile Halep'te bulunduğum sıralarda nesl-i necîbinize (temiz soyunuza) has olan evsâf-ı merdânelerini (yiğitlik vasıflarını) duymuş ve mine'l-giyâb (gıyâben) şahsiyet-i muhteremelerine karşı büyük bir muhabbet-i kalbiye hâsıl eylemiştim. Bütün cihân-ı İslâm'ın iki gözbebeği olan -Türk ve Arab milletlerinin- iftirak (ayrılık) yüzünden ayrı ayrı zayıf olması, ümmet-i Muhammed için şanlı bir halde buna karşın elele vererek ümmet-i Muhammed'in hürriyet ve istiklâliyeti uğrunda mücâhede eylemek bizler için farz-ı ayndir. Unsurların sufûf (saflar) ve an'anâtını siyânet (ananelerini korumak) ile istilâcıların esaretinden tahlis-i girîbân eylemeye (kurtulmaya) mücâhedâtınızda zât-ı necîbânelerinizle beraber olduğumu arz ederim. Bu bâbdaki mütâlalarımın onüçüncü kolordu vâsıtasıyla işârı sûretiyle müdâbele-i efkâretmeyi (görüş alış verişinde bulunmayı) rey-i necîbânelerine terk ile takdim-i ihlâs eylerim efendim." 15 Haziran 1335 (1919) Üçüncü Ordu Müfettişi MUSTAFA KEMAL
aksavaşçı
01-08-2008, 20:29
Suriye ile federasyon
Fransız mandasına girmek istemeyen Suriyeliler Ankara'ya temsilci yolladılar. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa federasyon için yeşil ışık yaktı, ancak gerçekleşmedi. Önceki yazımızda Irak havalisinde Uceymi Sadun Paşa'nın Osmanlı Devleti'nin yanında İngilizlere karşı verdiği mücadeleyi anlatmıştık. Gelelim Filistin ve Sûriye havâlîsine.. Bu havâlide Ordu Kumandanı sıfatıyla bulunan İttihat Terakkî reislerinden Cemâl Paşa, "Deriye Dîvân-ı Åli-yi Örfîsi" kararlarıyla pek çok Sûriye ileri gelenini Fransızlarla teşrîk-i mesâi etmek töhmetiyle astırmıştı. Fakat bundan dolayı, Sûriye halkı hiçbir zaman:
"-Türkler bize şöyle zulmetti, böyle zulmetti dememiş, haklı veya haksız sâdece Cemâl Paşa'yı ithâm etmekle iktifâ etmiştir. Bugün de aynıdır. Bize ne oluyor ki, bir Şerif Hüseyin'i dilimize dolayarak bütün Arapları ihânetle ithâm etmeye devâm ediyoruz. İngilizler dağılan imparatorluklarını, yeni Dünya şartlarında 'Commenwelt' adıyla bir birlik hâlinde ayakta tutmaya çalışmışlardır.
Faysal Ankara'ya kurye yolladı
Suriye halkı Fransız idâresi altına girmek istemiyor, nisbî bir muhtâriyetle veya kayıtsız şartsız bizimle birlikte bulunmak düşüncesine sâhip bulunuyordu. Bu keyfiyeti Mustafa Kemâl Paşa Birinci Büyük Millet Meclisi'nin 24 Nisan 1920 (1336) târih ve Cumartesi günkü gizli celsesinde uzun uzun anlatmakta ve şöyle demektedir:
"...Sûriye'de İngilizler ve Fransızların tarz-ı idâresine, muhakkirâne idâresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki (kısımlardaki) ehl-i İslâm, pek büyük bir hatâya dûçâr olduklarını takdîr ettiler ve onu müteâkip bir kısmı kendi dâhillerinde müstakil olmak ve yine bir sûretle, bir şekilde câmia-yı Osmâniye dâhilinde bulunmak cihetini düşündüler. Bittabî, makâm-ı muallâ-yı hilâfete karşı olan merbûtiyetleri (bağlılıkları) cümlemiz gibi bütün ehl-i îmân için bir vazîfe-i mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha da ileri gittiler. Bize hiçbir şekil ve sûrette istiklâlin lüzûmu yoktur. Biz halîfemiz ve pâdişâhımıza merbût (bağlı) olarak câmia-yı Osmâniye dâhilinde bulunacağız, dediler..."
"...Binnetîce Emir Faysal (Şerif Hüseyin'in oğlu) dahî husûsî murahhaslarını bizimle temâsa geçirdi. Dedik ki:
"-Hudûd-ı millîmiz dâhilinde bulunan menâbi-i insâniyyeyi (insan kaynaklarını) ve menâfi-i umûmiyeyi (umûmî menfaatleri) hudûdumuzun hâricinde isrâf etmek istemeyiz. Fakat ittihad, kuvvet teşkil edeceğinden bütün âlem-i İslâm'ın mânen olduğu gibi maddeten de müttefik ve müttehid olmasını şüphe yok ki büyük bir memnûniyetle karşılarız ve bunun içindir ki bizim kendi hudûdumuz dâhilinde müstakil olduğumuz gibi Sûriyeliler de hudûdu dâhilinde ve hâkimiyet-i milliye esâsına müstenid olmak üzere serbest olabilirler. Bizimle îtilaf (uzlaşma) veya ittifâkın fevkinde bir şekil ki federatif veya konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat peydâ edebiliriz.
Halk da uzlaşma istedi
Ahâlî bunu arzuları fevkinde lehlerine telakkî etmiş olacaklar ki, Emir Faysal milletin bu arzusu karşısında kendi emellerinin sarsılmakta olduğuna vâkıf oldu ve mürâcaatları bunun üzerine oldu. Sûriye dâhilinde bâzı ef'âl ve herekât bittabî mesmûunuz olmuştur. İşte bu fiiliyât başladıktan sonra Emir Faysal sühûletle (kolaylıkla) tesis-i hâkimiyet edemeyeceğini ve Fransızlar da bir müstakil devlet hâlinde orasını kolaylıkla kullanamayacaklarını zannettiler ki; ağleb-i ihtimâl (gâlip ihtimâl) müştereken ahâlîye demek istediler ki, biz de sizin fikrinizdeyiz. Ancak bizim yaşamak için paramız yok ve hâricin tazyîkâtına mukâvemet edecek vesâitimiz yoktur. Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları memleketimizden kovabiliriz. Bunu biz samîmî telakkî etmedik. Onun için vukû bulan siyâsî mürâcaatta biz de siyâsî cevap vermiş bulunduk. Ancak hakîkî irtibat hükümet şeklinde değil, fakat Sûriyelilerle olmuş oldu. Ve oradaki bu hareket, hakîkaten bize mânevî kuvvetle berâber maddî kuvvet zammetmiştir. Hudûd-ı millîmizin cenûb cephesindeki harekâtı nazar-ı dikkatten geçirecek olursak bu fiiliyâtın semerât-ı maddiyyesini görebiliriz..."
aksavaşçı
01-08-2008, 20:29
ATATÜRK, ŞEYH SÜNÛSİ'YE NE DEDİ?
Ahmet es-Sünusi, Anadoluyu vilâyet vilâyet dolaşmış, câmilerde vaazlar vererek millî mücadeleyi desteklemiş ve bir çok gencin cepheye gitmesine âmil olmuştur. Bunu, Türkiye'den ayrılacağı sırada Ankara'da şerefine tertib edilmiş bulunan toplantıda, M. Kemal Paşa uzun bir konuşma ile anlatmıştır ki, bu konuşmanın tamamını iktibâsa imkân olmadığı cihetle, şu birkaç cümleyle dikkatlerinize sunalım: "...Kendileri şimdi Afrika'da bulunmuş olsalardı her halde orada düşmanlarımıza vurulacak daha müessir olacaktı. Fakat aramızda bulunmak sûretiyle bize kattıkları mânevî değer orada bulunmaktan daha pek fazladır. Sünûsî tarikatının büyük müessislerinden sonra aramızda mevcûdiyetleriyle bize şeref ve kıymet kazandırmış bulunan büyük din adamı Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri, pederleri ve kendileri İslâm dünyasında büyük bir değer taşıyan teşkilatın en mühim sîmâları olarak tarihe geçmişlerdir. Bütün âlem-i İslâm'ın hürmet ve muhabbetini hakkıyla kazanmış olan bu tarikatı ve onun mümtaz mümessilini riyasetinde bulunduğumuz Türkiye Büyük Millet Meclisi nâmına hürmetle selamlar ve kendilerine gösterdikleri necîb alâka ve bizi bu yolda mücadeleye devam husûsunda vâkî teşviklerinden dolayı minnetle anarız. Afrika'nın en tabîi reisini, en selâhiyattâr hükümdarını, ve bize mazideki emsalsiz mücadeleleri ile rehber olmuş Sünûsîleri, kalbimizden gelen en büyük takdir ve takdîs hisleriyle alkışlarız. Şeyh hazretlerinin âlem-i İslâm'da îfâ buyuracakları hidâmâtı (hizmetleri) şimdiye kadar sebkat etmiş hizmetlerinden üstün olacak ve bu sayede İslâm'ın yegane ümidi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti bütün dünya nazarında büyük bir mevkî ihraz edecektir. Kendilerini ve necîp milletlerini gerek şahsım ve gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisi nâmına şükranla selamlar ve teşekkürlerimi arz ederim."
Libya'dan Anadolu'ya gelen mücahit
Bize sâdık diğer bir Arap lideri de şudur: Irken Arap olan, hatta seyyid olan, yani Peygamber soyundan bulunan, buna ilâveten de şimâl-i Afrika'nın en büyük tarîkati Sünûsîlerin şeyhi ve hatta Libya'nın devlet reisi bulunan Şerif Ahmed es-Sünûsî bu 'Arap ihaneti (!) palavrasına' karşı tek başına kâfî gelecek bir misaldir. Kendisi o sırada İtalyan işgaline mâruz kalmış bulunan vatanını müdafaa için silâhlı bir mukâvemet hareketinin başındaydı. Buna rağmen halîfenin davetine icâbetle İstanbul'a gelmiş, lakin harbin nihayete ermek üzere bulunması sebebiyle düşünülen hizmeti îfâ etmesine imkan olmamışsa da, az sonra zuhûr eden Türk-Yunan harbi dolayısıyla M. Kemal Paşa'nın büyük ölçüde takdirlerini celb eden hizmetleri sebkat etmiştir.
SÜNÛSİ, ATATÜRK'E NE CEVAP VERDİ?
Mustafa Kemal Paşa'nın yaptığı konuşmaya Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sünûsî, Türk milletini göklere çıkaran iltifatlarla mukâbele etmiş ve bu uzun konuşmasını şu cümleyle bitirmiştir:
"-Sizinle beraber mücadele eden ve muvaffakiyetinize duâ eden bir insanım. Gayemiz İslâm'ın îtilâsıdır (yükselişidir). Bu sebeple her sûrette ben ve memleketim hizmetinize âmâdedir. Allah muîniniz, Hazret-i Peygamber şefaatçiniz olsun. Amin."
Bu ailenin diğer bir ferdi olan Şeyh İbrahim bin İdris es-Sünûsî, biz muhâtaralı bir şekilde Sakarya'da Yunan'la harp ederken te'lîf eylediği "Parıldayan Nûr" isimli eserinde bizim hakkımızda şu takdirkâr sözleri söylemekteydi:
".... Yeri gelmişken şunu tam bir gerçek olarak arz ve itiraf etmemiz lazımdır ki, bu gün İslâm milletleri arasında en kuvvetlisi ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idare yönünden en ümid vericisi, Türk milletidir. Binâenaleyh bütün İslâmî harekât ve dayanışmanın kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk milletini bu yakın alaka ve müzâherete ve bu çok mühim vazifeye ehil kılan bir çok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilafeti temsil etmiş olması bütün âlem-i İslâm'ın kalbgâhı olan Haremeyn civarının hâdim ve hâmisi olmak şerefine sahip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz bulundurması, asırlar boyunca İslâm'ın alemdârlığını yapmış olması ve onu Rabbânî bir lütufla her türlü tehlike ve saldırıştan koruması, nihayet hâl-i hazırdaki tutumunun hâlâ ümid verici olması gibi sebepler bu büyük milleti bu günde İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için çırpındığımız topyekun kurtuluşun kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir. Türkiye'nin ve İslâm âleminin kurtuluşu, Allah'ın izniyle, ancak Müslüman Türk milleti sayesinde olabilir ve böyle de olacaktır."
aksavaşçı
01-08-2008, 20:29
Şehzadeye Filistin teklifi
1948'de İngilizler Filistin'de federal bir Arap-Yahudi devleti kurarak çekilme düşüncesine ağırlık verdiler. Kurulacak devlette Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edilecekti.
Filistin cephesinde üç ordumuz vardı: Dördüncü, yedinci ve sekizinci ordularımız. Bunlardan 4. Ordu'nun geriye çekilmesi üzerine İngilizler yedinci ve sekizinci orduları -aşağı yukarı kâmilen- imhâ ettiler. Asker perişan kitleler hâlinde Şam'a çekildi. Fakat burada da tutunmak imkânı kalmayarak kuzeye doğru dağınık kâfileler hâlinde ilerledi. İngilizler, kuvvetlerini ikiye ayırarak bir kısmını Musul istikâmetinde, bir kısmını ise Filistin'e doğru harekete geçirdiler. 1918'in Eylül ayı sonlarıydı. Bu askerî mağlûbiyetin netîcesindedir ki, devletimiz 30 Ekim 1918 târihli Mondros Mütârekenâmesi'ni imzâlamıştır. General Allenbi kumandasındaki İngilizler Kudüs'e girdiklerinden az bir zaman sonra, İngiliz Hâriciye Nâzırı Lord Balfour bir beyannâme yayınlayarak Filistin'e Yahudi göçüne kapıları açmıştır.
Bol para verip toprak aldılar
O târihe kadar Kudüs civârında âzamî 50-60 bin Yahudi varken bu sayı sür'atle çoğalmaya başladı. Yeni köyler, çiftlikler tesis ediliyor ve bu da birçok ihtilaflara sebep oluyordu. İngilizler'in Araplarla münâsebeti ve binnetîce menfaati vardı. Bu sebeple iki yüzlü bir siyâset tâkip ederek kâh Araplar'ın, kâh Yahudiler'in gönlünü almak yolunu tutuyordu. Filistinli Araplar, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseynî'nin etrâfında toplandılar, onun teşvikiyle tedhişçi bir milis kuvveti hâline geldiler. Karışıklıklar, İngiliz idâresini müşkil durumda bırakıyordu. Yahudiler de mukâbil bir askerî düzenlemeyi gerçekleştirmekte geç kalmadılar: Hagânah Teşkilâtı... Bu yarı milis, yarı asker mukâbil teşkilatla Emin el-Huseynî ve adamlarına büyük zâyiât verdirmeye başladılar. Emir Faysal'la Yahudiler arasında imzalanan anlaşma ortalığı yatıştırmadı.
Filistin'e bir kral namzedi
İngilizler'de Filistin'de federal bir Arap-Yahudi devleti kurarak oradan çekilme düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edileceklerdi. Devlet reisinin Arap olmasını Yahudiler, azınlık olan Yahudiler'den bir devlet reisi seçilmesini ise Araplar kabûl etmezdi. Çâreyi İngilizler'le Yahudiler müştereken şöyle buldular: Federal Arap-Yahudi Filistin devletinin, devlet reisi bir Osmanlı şehzâdesi olmalıdır. Bunu Yahudiler uygun gördüler. Araplar'ın da uygun bulacağı düşünüldü. Mısır'da olan Şehzâde Mahmud Şevket Efendi üzerinde karar kılındı. Şevket Efendi, Sultan Aziz'in oğlu Seyfeddin Efendi'nin mahdûmu idi. Hânedân, vatan-ı azîzinden tard edildikten sonra Mısır'a yerleşmişti. İyi yetişmiş, siyâsî ahvâli kavramakta ve tahlil etmekte mâhir ve faal bir insandı. Bu vasfı sebebiyledir ki, daha sonra Nâsır ondan endişe edecek ve kendisini Mısır'dan tard edecekti. Şevket Efendi, Mısır'dan çıkarıldıktan sonra Fransa'nın bir kasabasında oturuyordu. Burada Cezâyir istiklâlinden sonra Fransa'ya göç eden Araplar'a bir rehabilitasyon merkezi kurulmuş bulunuyordu ki; oniki dil bilen kızı Nermin Sultan'a tercümanlık vazifesi verilmişti. Şevket Efendi'yi, 1965'de Fransa'da ziyâret ettim. Ona Filistin krallığı meselesini de sormuştum.
İNGİLİZLER HÜKÜMET KURACAKLARDI
1965'de Osmanlı şehzadesi Mahmut Şevket Efendi ile yaptığımız röportaj:
-Size Filistin'de hükümdarlık teklif edilmiş, değil mi efendim?
-1948 senesindeydi. İngilizler, Filistin'den çekiliyorlardı. Çekilmeden önce, orada yerli bir hükümeti kurmak istemişlerdi: Bir Filistin hükümeti. Fakat bu, ne bir Arap ve ne de bir Yahudi hükümeti olacaktı. Şüphesiz, orada büyük çoğunluk o zamanlar Araplar'da idi. Gayet az miktarda da Yahudi vardı. İngilizler, bu iki ceamatten müteşekkil bir hükümet teşkilini düşünmüşlerdi. Araplar bunu kabul etmediler. O zaman Araplar'ın, eski Kudüs Müftüsü Emîn el- Hüseynî'nin riyâseti altında 'Lecnetü'l-ulyâ el-Arabiye-t-ül Filistiniyye' adında bir cemiyetleri vardı. Teklif edilen devlette her hususta Araplar üçte iki, Yahudiler ise üçtü bir nisbetinde temsil edileceklerdi. Bu cemiyetin vâkî teklifi reddetmiş olmasına mukabil, Yahudiler kabul ediyor ve büyük bir tehalük gösteriyorlardı. Zira, Yahudiler azınlıktaydılar. Fakat kuvvetli bir azınlık!... Araplar ise, onlardan pekçok fazla idiler, amma bu sadece bir sayı üstünlüğü idi. Başkaca bir mânâ ifâde etmiyordu.
Bu iş için Araplar'la Kâhire'de temasa geçen İngilizler, hiçbir müsbet netice elde edemediler. Emin el-Hüseynî'nin riyaseti altındaki Arap liderlerinden müteşekkil bu onüç kişilik cemiyet, teklifi kabule yanaşmamışsa da müzâkereyi devam ettiriyordu. Bu cemiyet mensuplarından müteşekkil bir hey'et bu maksatla Londra'ya gönderilmişti.
Bu mes'elenin Araplar'la İngilizler arasındaki müzakereleri Londra'da devam ederken ben o zaman Mısır Başvekili olan Mehmed Mahmud Paşa'nın evinin karşısındaki bir apartmanda oturuyordum. Londra'ya giden Araplar, yine hiçbir netice elde edemeden Kahire'ye dönmüşlerdi. Tam o arada bir gün vaktiyle İngilizler'le münasebette olduğunu sonradan işittiğim bir Türk bana telefon etti. Ve dedi ki:
'-Sizi muhakkak görmek istiyorum. Lütfen beni kabul eder misiniz?'
O ana kadar Mısır'da yaşadığı ve bir Türk olduğu halde kendisini tanımazdım. Fakat nasıl:
'-Sizi tanımıyorum, gelmeyin!...' diyebilirdim. Üstelik telefon eden bir vatandaşımdı. Bu sebeple:
'-Buyurun!..' dedim.
Adamcağız az sonra çıkıp geldi. Kelli felli bir adamdı. Otomobilli, şoförlü filândı. Karın, göbek de o biçim. Parmağında güzel, iri taşlı pırlantalı mırlantalı eski sistem yüzükler vardı. Bir erkeğin parmağında da böyle kadın gibi mübalâğalı yüzükler bulunsun, doğrusu akıl alacak bir şey değil. Nihayet dedi ki:
'- Efendim, burada Yahudi 'Hagana' Cemiyeti'nin bir mümessili var.'
Sözünü keserek:
'-Peki bundan bana ne?,..' diye karşılık verdim.
'-Yoo...' dedi. 'Sizinle görüşmek istiyor.'
'- Allah, Allah!.. Yahudi Hagana Cemiyeti'nin mümessilinin benimle ne alâkası var, niçin görüşmek ister?..'
'-Zararı yok' dedi. 'Herhalde bir söyleyeceği olmalı. Ne söyleyeceğini ben bilmiyorum ama, bir kere görüşürseniz iyi olur zannederim.'
Ben ona sorabilirdim. 'Madem ne söyleyeceğini bilmiyorsunuz niçin bu görüşmeye tavassut ediyorsunuz? Sizin bu Yahudi cemiyeti ve onun mümesssili ile münâsebetiniz nedir?' Nezaketsizlik olmasın diye sormak istemedim. Ayrıca da, ben bu işe ehemmiyet atfetmiyor ve adamı baştan savmak istiyordum. Kendisini sırf bir nezaket eseri kabilinden kabul etmiş, konuşuyordum. Onunla da görüşmeyi teklif ettiği, Yahudi cemiyeti ile de hiçbir münâsebetim yoktu ve olamazdı.
'-Vallahi' dedim, 'evet veya hayır diyebilmek için, rica ederim bana bir iki gün müsaade ediniz! Şöyle bir düşüneyim, ondan sonra reyimi size söylerim...'
Kendisinin telefonu vardı.
'-Size telefon ederim beyefendi' diye ilâve ettim.
'-Peki' dedi.
Gayet nâzik ve terbiyeli bir adamdı. Zannedersem evvelce Türkiye'de emniyet şube müdürlerindenmiş. Son derecede zeki ve kurnaz bir kimseye benziyordu.
aksavaşçı
01-08-2008, 20:29
Tarihî fırsatı kaçırdılar
İngilizler 1948'de Filistin'den çekildikleri takdirde üçte iki Arap, üçte bir Yahudi olmak üzere mahallî bir hükümet kurmayı düşündüler. Hükümetin herşeyi üçte iki nisbetinde Arap, üçte bir nisbetinde Yahudi olacaktı.
Şehzade Mahmut Şevket Efendi ile 1965'te Fransa'da yaptığımız görüşmede Arap-Yahudi devleti fikrinin nasıl akim kaldığını da konuştuk. Dün Mahmut Şevket Efendi'nin Yahudi Hagana Örgütü temsilcisi ile yaptığı ilk görüşmeyi vermiştik. Bu tarihi hadisenin devamını Şehzade Mahmut şöyle anlatıyor:
"Yahudi Hagana Cemiyeti'nden gelen mümessille, İngilizler'e haber vermeden görüşmeyi doğru bulmadım. İngiliz Sefârethânesi'ndeki Philip Taylor'a durumu açtım: 'Ben sizin arkanızdan bu teklifi kabul ederek Hagana Cemiyeti'nin mümessili ile görüşmek istemedim. Araplar'la Yahudiler'den müteşekkil bir hükümet kurmak istediğinizden de haberim var. Bu hal şeklini, Araplar'ın kabul etmediğini, Londra'daki müzarekelerden netice alınamadığını da biliyorum. Acaba sefâret bu hususta ne düşünür?'
'-Bak' dedi, 'ben size bir dostunuz sıfatıyla söyleyeyim ki, bu zâtla görüşün, fakat bu benim söylediğim, hükümet ağzından değil, sefâret ağzındandır. Şimdi lâzım gelen yerlerle görüşür, konuşur, onların bu mesele hakkında ne düşündüklerini size bildiririm.'
Şark İngiliz Orduları Başkumandanlığı büroları ve Sefâret'in alâkalı kimseleriyle görüşerek bana telefon etti ve: '- Size' dedi, 'Kolonel Benster gelecek. O sizi daha fazla aydınlatabilir. Kendisiyle görüşüp konuştuktan sonra bir karara varırsınız!...'
Kolonel Benster çıkıp geldi; 'Ben Wilson (İngiliz Başkumandanı) ile görüştüm, bu hususta tam bir salâhiyetim vardır. Siz, Lord Clarn'e (Kahire'deki İngiliz Sefiri) değil bana bakın, benim söylediğimi yapın!. Siz lütfen, bu Yahudi Hagana Cemiyeti'nin mümessili ile görüşün! Kendisini dinleyin, istediği neyse bundan bizi haberdar edin!'
İngilizler çekilecekler
O gitti. Teklifi getiren Türk'e telefon ettim.. Biraz sonra ikisi birlikte geldiler. Mümessilin ismi de Mister Shivery idi. Bu Yahudi, İngiliz ordusunda nüfuzlu bir binbaşı imiş. Adam derhal söze başladı. '-Bak' dedi, 'İngilizler 1948 senesinde Filistin'den çekilecekler. İstiyorlar ki; orasının geleceği için şimdiden ciddî bir adım atsınlar. Orada üçte iki Arap, üçte bir Yahudi olmak üzere mahallî bir hükümet kurmayı düşünüyorlar. Hükümetin bakanları, polisi, jandarması, memuru, hâsılı herşeyi üçte iki nisbetinde Arap, üçte bir nisbetinde de Yahudi olacak! Araplar, bu teklifi kabul etmiyorlar. Biz kabul ediyoruz. Böyle bir devletin reisinin, Arap olmasını istemiyoruz. Hele Yahudi hiç olmasın! Çünkü Araplar kabul etmezler. Mısır kral ailesinden bu iş için birisini seçmek istiyoruz. Bu zâtı da bulduk, Prens Abbas Halim!. Prens Abbas Halim kabul etmiyor. Mısır hükümeti bu işe mâni oluyor. Kurulacak bu Filistin devletinde, devlet reisi olmayı kabul eder misiniz?'
Ben tabiatiyle çok şaşırdım. Çünkü Filistin kat'iyyen aklımdan bile geçmezdi. Ahâlisinin bir kısmı Arap, diğer kısmı ise Yahudi'dir. Ben ise bir Türküm. Allah, Allah!.. Bu nasıl olur? Dedim ki: '- Bana müsaade edin, bir iki gün sonra ben size haber veririm.'
Aziz Mısri Paşa destekliyor
Ertesi günü kendisine telefon ettim. Onu çağırmadan önce İngilizlerle temas etmiş ve durumu bildirmiştim. Misler Shivery'ye dedim ki: '-Benim Filistin'le hiç bir alâkam ve ona dair hiçbir düşüncem yoktur. Hiç!... Ben bir yabancıyım. Siz Yahudi'siniz. Devlet reisi olmamı siz istiyebilirsiniz, acaba Araplar ne diyecekler? Bu zorla olacak bir iş değildir. Araplar'la Yahudiler'in ittifakıyla olabilir. Bu nasıl gerçekleşebilir, onu da, bilmiyorum, bu sebeple bu işe niyetli değilim. Böyle ihtilaflı bir meseleye, karışmak istemem.'
'- Peki' dedi. 'Madem ki Araplar'ın kabul edip etmemesi noktasında tereddüde düştüğünüz için karışmak istemiyorsunuz, o halde önce onlarla temasa geçiniz!'
'- Pekâlâ, öyle olsun! Tekrar haberleşiriz' dedim. Mes'eleyi Araplar'a açmak için bir vasıta düşünmeye koyuldum. Hatırıma meşhur Aziz Mısrî Paşa geldi. Araplar üzerinde son derecede nüfuzlu bir kimseydi. Paşa, bu habere çok sevindi. '-Ben' dedi, 'Araplar'ı buraya çağırırım. Mes'eleyi kendiniz anlatırsanız iyi olur.'
İki gün sonrası idi. Vâki davete hepsi gelmişti. Bunlar İngilizler'le anlaşmak için Londra'ya kadar gitmiş olan Arap liderleriydi. Paşa, mes'eleyi onlara izah etti. Dedi ki: '-Bakınız, yarın Araplar'la, Yahudiler arasında patlayacak olan uzun mücâdelenin en kestirme yolu budur. Yoksa ileride daha fena olacaktır. Bunu kabul etmelisiniz.'
O toplantıda muhataplarının çoğu Paşa'ya 'evet' demişti. Az bir kısmı ise 'hayır' dememişler, fakat müstenkif davranmışlardı. Paşa, onların tereddüdünü görünce, 'Bunu kabul etmelisiniz' diye ısrar etti. Bunlar da cevap olarak:
'-Müftü ile konuşalım. Hey'etimizin reisi odur. Biz sâhib-i selâhiyyet değiliz!' dediler. Paşa: '-Peki' dedi, 'Konuşun görüşün, fakat vakit kaybetmeyin!'
İnat Yahudiler'e yaradı
Ben bunu başlangıçta istememiş, arzu etmemiştim. Sonra düşündüm ki, Araplar'la asırlarca beraber yaşamıştık. Dinimiz, örf ve âdetlerimiz bir, çok şeyimiz beraberdi. Gerçekleştirilmek istenen teklif de onların muhakkak ki lehinde idi. Yarın orası Türkiye'ye karşı birinci derecede bir üs olabilirdi. Bu sebeple sonradan taraftar oldum. Kısmet değilmiş, iş bu şekle girince İngiliz süngüsüne istinad ederek ahâlinin kendi dinimden olan ekseriyetine karşı ve onlara rağmen bir hareketi gerçekleştirmeyi doğru bulmadım. Benden başkası olsa, bu son teklif istikametinde hareket ederdi. Böyle bir şeye girişmeyi vicdanıma sığdıramadım. İngilizler de iş bu şekli alınca, öteden beri mâni oldukları Arap muhaceretine bigâne kalmaya başladılar. Onlar da fırsatı ganimet bilip oradan bir an önce çıkmaya koyuldular.
Yahudi göçüne teşvik
Diğer taraftan Yahudi göçüne karşı müsamahakâr davranmaya hattâ onları bu iş için teşvik bile etmeye başladılar. Bu sûretle dünyanın her tarafından İkindi Cihan Harbi'ni görmüş, tecrübeli, mütefennin, iyi yetişmiş Yahudiler'in akın etmesiyle Filistin'deki nüfus dengesi değişmeye yüz tuttu! Bunlar Araplar'ın veya bizim bildiğimiz o eski Yahudiler değildiler. Cesur, komitacı, azimli ve çalışkan insanlardı. Biliyorsunuz kısa zamanda oraya hâkim oldular ve altı gün içinde de Araplar'ı ummadıkları bir mağlûbiyete uğratarak perişan ettiler. Allah korusun belki bilmem daha beter neler de olacak! Bugünkü harbler artık bambaşka olmuştur."
İngilizler, ânî bir kararla, "-Ne haliniz varsa görün!" kabîlinden bir hissiyât ve düşünceyle ânî bir sûretle Filistin'den çekildiler. Bunu müteâkiben zaten hazır olan Yahudiler, 14 Mayıs 1948 tarihinde bütün dünyaya Filistin'de bir "Yahudi devleti" kurulduğunu ilan ettiler. Arap devletleri hariç hemen hemen bütün dünya, kurulan bu devleti tanımakta gecikmedi. II. Cihan Harbi'nden sonra İngiliz imparatorluğunun -âdeta- tasfiyeye uğradığını gören siyonistler, Amerika'nın yıldızının yükseldiğini farketmiş ve bu ülkeye intikal etmeye başlamışlardı. Bundan böyle daha önce İngilizler'in desteğiyle yürüttükleri siyasetlerine, daha yeni ve müessir bir destek elde etmiş bulunuyorlardı.
aksavaşçı
01-08-2008, 20:29
İNGİLİZLER ŞEHZADEYİ SIKIŞTIRIYOR
Şurada burada Araplar resmen İngilizler'e karşı isyan halinde bulunuyorlardı, İngilizler bu pürüzlü ve ihtilaflı mes'eleyi bir an önce sağlam bir esasa bağlamak hususunda acele ediyorlardı. Orada oturan Yahudiler ise İngilizler'in, ekseriyetle Araplar'ın teşkil edeceği bir devlete taraftar olmalarından dolayı onlara diş biliyor ve bâzı huzursuzluklar çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Bu sırada doğrusu İngilizler'in Araplar'a büyük bir yardımı da olmuştu. Filistinli Araplar'ın hicretlerine mâni oluyorlardı. Diğer taraftan da Yahudiler'in gelip oraya yerleşerek, ekseriyet teşkil etmelerini önlüyorlardı. Gerçek budur. Bu yüzden Yahudiler İngilizler'e karşı suikastlara, sabotajlara teşebbüs ediyorlardı. Bundan huzursuz olan Araplar, İngilizler'in mâni olmasına rağmen çeşitli yollarla oradan kaçıyorlardı. Malını satan, bir yolunu bulup, sıvışıyordu. Bunlar ekseriyetle Filistin'in mal mülk sahibi zenginleriydiler. İşler böyle uzayınca Yahudiler fenâ halde sinirlendiler, kendilerinin kabulünü muvafık görmedikleri bir teklifi dahi Araplar'ın kabul etmeyerek daha fazlasına talib görünmeleri onların, giriştikleri sabotaj, mal mülk satın alma, sûiskast gibi çeşitli faaliyetlerini artırmalarına sebep oldu. Araplar'dan iş çıkmadığını gören Weismann gitti. Arkasından Shivery de gitti. Ortada İngilizler'le ben kaldım. Meğerse müftü, bana mektubu göndermekle beraber, adamlarına başka türlü söylemiş. Bu işin kabul edilmemesini bildirmiş. Demek ki müftü iki yüzlülük ediyordu. Shivery ve Weismann gidince, İngilizler, bana yeni bir teklif yaptılar. Bu da şu idi: Henüz Filistin'den çekilmemiş olan İngiliz Ordusu'nu arkama alarak, oraya gidip 'Filistin Hükûmeti'ni ilân etmem arzu ediliyordu. Kabul etmedim. Araplar ekseriyette, Yahudiler ise ekalliyette idi. Yahudiler istiyor, Araplar'sa taraftar değildi. Ekalliyetin istediğini gerçekleştirmek için ekseriyetle çatışmak mecburiyeti hasıl olacaktı. Üstelik bir müddet sonra İngiliz Ordusu çekilecekti. O zaman ben, kurulacak olan hükümeti devam ettirebilmek için Yahudiler'le beraber mi hareket edecektim?! Sizler benim yerimde olsaydınız, bunu kabul edip Yahudiler'le bir olup kendi dindaşlarınız olan Araplar'a karşı çıkar mıydınız? İşte ben de bu düşüncelerle bu teklifi sûret-i kat'iyyede reddettim, işte işin hülâsası budur.
Kudüs müftüsünden şehzadeye mektup
Aziz Mısrî'nin Araplar üzerindeki nüfuzunu bilen İngilizler rahat bir nefes almışlardı. Filistin dâvasına halledilmiş bir mes'ele nazarıyla bakıyorlardı. Târih huzurunda bir hakikat söyleyeyim: Araplar'ın yaptıkları yaygaralar mübalâğalıdır, İngilizler Filistin'i Yahudiler'e terkederek çıkmak istemediler. Araplar'ın bu husustaki iddiaları asılsızdır, İngilizler hâkim unsuru Araplar'dan olan müşterek bir devlet kurmak istemişlerdir. Maksatları, kendileri çekildikten sonra anarşik hareketlerin sona ermesiydi. Yahudiler'i iyi idare edip etmemek mes'elesi Araplar'ın kabiliyetlerine terkedilmiş olacaktı. Araplar şimdi böyle söylemiyorlar, İngilizler bizi aldattılar, Filistin'i Yahudiler'e terkedip çıktılar, diyorlar. Bu doğru değildir.
Müftüden gelecek cevabı beklemek lâzımdı. Araplar'ın bir 'bukra'ları vardır bilir misiniz? Yarın demektir. Ah ne sonsuz bir şeydir o!... Bukra, bukra diye bizi oyalamaya başladılar. Bir türlü cevap vermiyorlardı. İşte Filistin bu bukralara kurban gitmiştir. Doğrusu bir taraftan da mazurdular. Hallerini görüyordum. Doğrusu kolay karar verilebilecek bir iş değildi. Acaba istikbal ne gösterecekti? Shivery merak içerisindeydi. Bana haber gönderdi, durumu izah ettim. Derken Dr. Weismann geldi. Adamların acelesi vardı. Çünkü İngilizler Filistin'den çıkmak üzereydiler. Binaenaleyh bu oluyor mu, olmuyor mu anlaşılması lâzımdı.
Shivery sabırsızlanıyor
Araplar hâlâ 'Bugün, yarın..' diyorlardı. Shivery sabırsızlanıyordu. Bir gün bana: '- Müftüden haber geleceği yok. Dr. Weismann otelde oturmaya gelmedi', dedi. Müftü Emin el-Hüseynî o sırada Lübnan'da oturuyordu. Bu işle meşgul Türk'lerden birisi kalkıp onun yanına gitti. Müftü demiş ki: '- Bu meseleden haberim var. Ben de Aziz Mısrî Paşa gibi düşünüyorum, ileride başımıza gelecek belâyı önlemek için en kestirme yol budur. Herhalde çok muvafıktır.' Bu cevap üzerine bizim Türk de diyor ki: '- Peki, bu husustaki düşüncenizi bana söylediğiniz gibi bir mektuba yazıp, Şehzade Mahmud Şevket'e bildirseniz iyi olmaz mı?" Müftü bu husustaki fikirlerini bir mektuba yazarak o zata verdi. O da alıp Mısır'a getirdi. Aziz Mısrî Paşa'yı haberdar ettim. Mektubu kendisine gösterdim. '-Bak, işte müftünün mektubu budur; fikirleri de budur!' dedim. Paşa memnun.. Lecne'ye mensup Araplar'ın bir kısmı da çok memnun.. Diğer bir kısmı ise hâlâ karışık ve mütereddit görünüyorlardı. Mütfüden haber gelince, işler hızlandı. Dr. Weissmann dönmek istiyordu. Fakat bukra meselesi bir türlü ortadan kalkmıyor ve bu iş bitmiyordu. Müftünün mektubu kâfi değildi. Hey'etin oturup ekseriyetle karar alması gerekirdi. Bugün yarın, bugün diye diye iş uzayıp gidiyordu. İngilizler de Filistin'den çıkmak için hazırlanıyorlardı.
aksavaşçı
01-08-2008, 20:32
Tarihten Alacağımız Dersler
Çağdaşlaşma Yolunda
Tarihten Alacağımız Dersler Vardır.
Çağdaşlaşma Yolunda
1930'lu yılların Türkiyesi'nin Urla gibi bir Ege şehrinde dahi açlıktan insanların öldüğünü...
Ortalama bir memurun aylık maaşının 50 lira olduğu bu dönemde, çağdaşlaşma yolunda(!) 75 000 lira gibi büyük paranlar ödeyerek heykel yaptırdığımızı (1)
Kendinizi Türklere Emanet Edin
16. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin gelişme yolu üzerinde direnmiş ve Türk orduları ile savaşa tutuşmuş olmasından dolay Katolik Avrupa tarafından kendisine "Hıristiyanlığın şövalyesi" ünvanı verilen Boğdan Beyi Büyük Stefan'ın ölüm döşeğin de, evlatlarına gayet ibretli bir şekilde:
"Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız Asla Rus'a yanaşmayın. Haindir, sizi yok eder. Fakat kendinizi Türklere emanet edin. Adil ve merhametlidirler" diyerek nasihat ettiğini …(2)
Talan Edilen Mirasımız
Şanlı Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazinin mübarek anası Hayme Hatunun Domaniç’teki türbesini ulu hakan Abdülhamid Han'ın, ecdadına hürmetinin ifadesi olarak büyük bir itina ile tamir ettirip pencerelerini atlas perdelerle kaplattırdığını ve zeminini de Hereke dokuması muhteşem bir halı ile, döşettiğini . . .
Daha sonraları iş başına gelen Halk Partisi döneminde ise o muhteşem halının türbeden gasp edilerek, partinin İnegöl ilçe yöneticilerinin kapılarına paspas yapıldığını ve atlas perdelerinin de kaymakamlık binasında kullanıldığını... (3)
Ecdadımızın Silinmez İzleri
1976 yılında Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde, deniz suyunu tatlı suya çeviren bir tesisin açılışından sonra meslektaşları ile sohbete girişen dönemin Türkiye Büyükelçisi Necdet Özmen'in bir ara söze: "Bu Suudi Arabistan'ın ilk tuzdan arıtma tesisidir" diye başlaması üzerine
Fransız Büyükelçisinin hayretler içinde kalarak:"No... Sör... Bu Suudi Arabistan'ın ilk tuzdan arıtma tesisi değildir. İlki Osmanlılar'ın 1800.lü yılların sonunda yaptığıdır" diyerek ecdadımızın eşsiz mirasından habersiz yaşayan elçimizi mahcup ettiğini ,,(4)
Bitmeyen Osmanlı Sevgisi
Balkanlar'dan Orta Doğu'ya kadar büyük bir coğrafyanın 1. Cihan Savaşından sonra elimizden çıkmasına rağmen, o topraklarda yaşayan halkın hala büyük bir hasretle "Osmanlı, Osmanlı " diye sayıkladığını ..
Budapeşte'den gelen bir yazarımıza bir Boşnak,ın'. "Madem ki İstanbul'a gidiyorsun Allah aşkına o şehrin toprağını benim için öp Allah benim canımı İstanbul'u görmeden . alması!" dediğini Trablusgarp'daki ihtiyar Cezayirlilerin , boyunlarına muska diye Osmanlı parası taktıklarını…(5) Biliyor muydunuz.
Avrupa'da Akıncı Korkusu
1534 yılında Viyana'daki St. Stephen Katedrali'nde. Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp çan çalarak haber vermekle vazifeli bir memuriyetin ihdas edildiğini ve bu memuriyetin ancak 1956 yılında, Viyana Belediye Meclisince. Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından, bu vazifenin lüzumu yoktur" diye bir karar alınarak iptal edildiğini...(6)
Cennette Yer
Osmanlı Devleti'nin zirvelerde şahlandığı, akıncılarının Avrupa içlerinde at oynattığı bir dönemde. kilisede bir papazın vaaz verirken"Dünya hakimiyetinin Türklere fakat Cennet'in de kendilerine ait olduğunu... " söylemesi üzerine. bu taksime aklı yatmayan cemaatten bazılarının büyük bir ümitsizlik içinde: "Dünyada bizi yurtlarımızdan çıkaran Türkler hiç Cennet'te yer bırakırlar mı?" dediklerini...(7)
Batışın Remzi
Yükseliş dönemimizin ruhunu yansıtan mütevazı Topkapı Sarayına karşılık, yıkılışımızı remzeden Varsay taklidi Dolmabahçe Sarayının Avrupa'dan borç alınan para ile, 9 ton altın ve 41 ton gümüş kullanılarak inşa edildiğini... (8)
Şefzade'nin Dolmabahçe Sefası
İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde, oğlu Ömer İnönü nün gerek talebelik gerekse daha sonraki yıllarda koskoca Dolmabahçe Sarayını ikametgah olarak kullanıp, yattığı bir oda için bütün sarayın kaloriferlerini yaktırdığın ve ayrıca bu şefzadenin sarayda kadınlı kızlı gece alemleri düzenlediğini...
Bütün bu olanların dönemin Millet Meclisinde ciddi tartışmalara yol açtığını ve o gün mecliste bulunan baba İnönü nün kulaklığı takılı olduğu halde müzakereleri işitmemezlikten geldiğini (9)
Ağaca Asılan Zekat Parası
Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslümanın. günlerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini arayıp bulamadığını
Bunun üzerine zekatının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp, üzerine de:
"Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al" diye yazdığını..
Ve bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığını (10)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:33
Nebiler Sultanı nın Güzellikleri
Aşk bahçesinin yanık bülbülü Hazreti Mevlana'nın, Peygamberimiz'in (sav) üstün vasıflarıyla alakalı olarak:
Nebiler Sultanı'nın (sav) vasıflarının şerhini. eğer ben devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez. " dediğini...
Sahabi efendilerimizden Amr bin As'ın (ra): "Benim gözümde Resulullah'dan (sav)daha sevgili, benim gözümde Ondan daha büyük bir kimse yoktur. Ne var ki, Ona olan tazimimden gözüm doya doya Ona bakamıyordu " dediğini. . .
İmam Kurtubi'nin de "Nebiler Nebisi'nin (sav) güzellikleri bize tamamıyla gösterilmemiştir. Gösterilmiş olsaydı, gözlerimiz Ona bakmaya takat getiremezdi " diyerek İki Cihan Saadet Güneş’inin güzelliklerini bir nebzecik olsun anlatmaya çalıştıklarını..(11)Biliyor muydunuz?
Osmanlı Arması
Merhum Necip Fazıl Kısakürek in 1954 lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, "padişahlık propagandası yapmak " gibi saçma bir gerekçe ile derginin o sayısının toplatıldığını ve kendisinin de suçlanarak mahkemeye sevkedildiğini
Necip Fazıl'ın mahkemede kendisini suçlayan savcıya gayet ibretli bir şekilde:
İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?" diye haykırdığını (12) Biliyor muydunuz?
Pasaport Farkı
Şanlı Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra, son derece üzgün ihtiyar bir Ürdünlünün, elindeki yeni Ürdün pasaportuyla İsviçre sefaretine giderek: "Herkes bu pasaportla alay ediyor Eskiden Osmanlı pasaportum varken selam dururlardı. Ben Osmanlı teb'asıyım ne olur bunu değiştirin" diye sefaret yetkililerine yalvardığını… (13)
Türk Köşesi
Devlet i Aliye yi Osmaniye'nin üç kıtada at oynatıp buyruk yürüttüğü ihtişamlı dönemlerinde, Avrupa'da Türk hayat tarzı ve modasının çok tesirli hale geldiğini Evlerinde Türk köşesi bulundurmayan sosyete mensuplarının ayıplandığını (14)
Reformun Böylesi
0 zamana kadar sadece batılıların kendi aralarında düzenledikleri balolara, yanlış batılılaşma hareketinin bir parçası olarak Türk devlet adamları da katılınca 11829), baloda bulunan bir Fransız kadının oldukça doğru bir teşhiste bulunarak Türkler reforma, bitirmeleri gereken yerden başladılar dediğini ...(15)
Birinci Dünya Savaşının Vahşet Yılları
Birinci Dünya savaşı sıralarında Musul'da halkın açlıktan perişan durumlara düşüp hergün sokaklarda kadın-erkek çocuk-ihtiyar birçok insanın inleye inleye ölüme gittiklerini ve buna bir çare bulunamadığını…
Açlıktan ölen bu zavallı çocukların etlerini kasap dükkanlarında koyun ve kuzu eti diye satan veya aşçı dükkanlarında pişirip halka yedirme vahşetini gösteren on-oniki kişinin idam edildiğini . (16)
Amerikan Yardımı (!)
Truman doktrini çerçevesinde Amerika Birleşik Devletleri'nden aldığımız 69 milyon dolar askeri yardım ile elde edilen askeri techizatın bakımı için ABD'ye her yıl 400 milyon dolarlık bakım ve ithalat parası harcaması yaparak ne kadar karlı bir anlaşma (!) yaptığımızı (17)
Hayal Müessesesi
Teb'asını "Emanetullah" olarak gören Osmanlı Devleti'nde, akıl hastalarına bimarhanelerde son derece şefkatle muamele edilip ceviz karyolalarda, ipekli çamaşır ve çarşaflarda yatırılıp musiki ile tedavi edildiğini.
Aynı dönemde Avrupa'da ise, akıl hastalarının ruhuna şeytan girmiş denilerek diri diri yakıldığını. . (18/a)
İstanbul'daki bimarhaneleri giren Mongeri Pere'nin: "Burası Avrupa'nın asırlar sonra tahayyül edeceği bir hayal müessesidir dediğini ve Osmanlı'nın uyguladığı bu musiki ile tedavi metodunun ABD'de ancak 1956 yılında uygulamaya geçebildiğini (18/b
Üçüncü Dünyanın Kobayları
Batıda ilaç üretmekle ilgili yönetmeliklerin son derece ağır olup, bir ilacın piyasaya çıkarılmadan önce kobaylar üzerinde yeterince deneme yapılması gerektiğini ve bunun ise uzun ve pahalı bir süreç olduğunu .
Buna çare bulan batılı hümanistlerin(!), yeni geliştirdikleri denenmemiş ilaçları üçüncü dünya ülkelerine pazarlayarak hem para kazanıp, hem de milyonlarca gönüllü kobay üzerin de ilaçlarını denediklerini
İlaç iyi çıktığı takdirde mallarını batıda pazarladıklarını, kötü çıktığında ise foyası çıkana kadar üçüncü dünya ülkelerine satmaya devam ettiklerini . . (19)
İçi Yivli Toplar ve Ecdadımızın Sızlayan Kemikleri
Yavuz Sultan Selim Han'ın Ridaniye Savaşı'nda, ileri görüşlü babası Sultan II Bayezid' ın icadı olan "içi yivli topları kullanarak büyük başarılar elde ettiğini..
Bugün ise bizlerin hala II Bayezid'in bu büyük icadını tarih kitaplarımızda: "Yivli top 1868 de Almanlar tarafından icad edildi" diye okutma gafletini göstererek ecdadımızın kemiklerini sızlattığımızı.. (20)
Tanzimat Dönemi Ordusu
II Mahmut döneminde Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi için danışmanlıkta bulunan Alman komutanı Helmuth von Moltke'nin Tanzimat dönemi ordusunun halini
"Bu ordu: kaputları Rus, talimatnameleri Fransız, tüfekleri Belçika, sarıkları Türk, eğerleri Macar, kılıçları İngiliz ve öğretmenleri her milletten, Avrupa sisteminde bir ordudur" diyerek tarif ettiğini .(21)
Bediüzzaman,ın Rızık Hususundaki Hassasiyeti
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin 1924 yılı yazında Van'daki Erek dağına çıkarak bütün vaktini tesbihat ve münacat ile geçirdiği günlerde, yanında bulunan talebelerinin dağlardaki yaban elmalarını koparıp yemek istemeleri üzerine Üstad'ın onlara izin vermeyip
"Bizim hissemiz bağlar ve bahçedekilerdir Bizim rızkımızı Cenab-ı Hakk oralarda tayin etmiştir. Bu yabani meyveler yabani hayvanların rızkıdır. Onların kısmetine dokunmamamız gerekir" dediğini… (22)
Milletlere Göre Fiyat Farkı
Osmanlı'nın son döneminde (1850) İstanbul'da uzun yıllar kalmış bir batılı tarihçi olan M A Ubicini'nin şehirde yaşayan değişik milletlerin karakter yapılarını öğrendikten sonra, hatıralarında:
"Bir kaide olarak, Ermeni ye istediği paranın yarısını, Ruma üçte birini, Yahudi ye dörtte birini veriniz. Fakat bir Müslümanla alışveriş ettiğiniz zaman istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz"diye yazdığını… (23)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:33
Batıda ve Osmanlı'da Yalan
1717 - 1718 yılları arasında İstanbul' da İngiliz elçiliği yapan G.Montagu nun hanımı Lady Montagu nun Osmanlı toplumundaki ticaret ahlakı ile alakalı hatıraların da, oldukça enteresan bir şekilde:
"İngiltere'de yalancılar yaptıklarıyla öğünürler.
Burada ise (Osmanlı'da) yalan söylediğinden emin olunduğu zaman yalancının alnına kızgın demir basılıyor. Bu kanun eğer bizde uygulanırsa ne kadar güzel yüzün bozulduğu, ne kadar kibar sınıfına mensup kişilerin kaşlarına kadar inen peruklarla dolaşmaya mecbur kaldıkları görülür. diye yazdığını… (24)Biliyor muydunuz?
Marks'ın Hayranlığı
Şeyh Şamil liderliğindeki Kafkas halkının, istilacı Ruslara karşı olan istiklal savaşlarında göstermiş oldukları büyük direniş karşısında Karl Marks' ın:
"Hürriyetin nasıl elde edilmesi lazım geldiğini Kafkasya dağlılarından ibretle öğreniniz. Hür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görünüz. Milletler, onlardan ders alınız. .. " diyerek hayranlığını itiraf etmek zorunda kaldığını... (25)
Osmanlı Devleti'nde ağaçlara çok kıymet verilip koruma altına alındığını . . . Sultan ll. Abdülhamid devrinde, Belgrad ormanlarına zarar verip ormanı tahrip ettikleri için bir köyün kitle halinde sürgün edildiğini. . .(26)
Kin
İkinci Dünya Harbi sonlarında yapılan lise mezunlarının olgunluk imtihanlarında sorulan "Ormanlar ve Ormanların faydaları" isimli kompozisyon sualine talebelerim bazılarının enteresan bir şekilde:"Türkiyemiz ormanlık bir ülkeydi, fakat o zalim padişahlar, yurdumuzu ormansız bıraktılar , gibi cevaplar verdiklerini . . .
Sebep olarak da; bu zavallı öğrencilerin öylesine bir kin terbiyesi içinde yetiştirilerek Osmanlı'yı kötülemeye öylesine alıştırıldıklarını ve böylece eğer bir fırsatını bulup da padişahlara hakaret ederlerse iyi not alacaklarına inandıklarından dolayı böyle cevaplar verdiklerini... (27)
Ecdad Nesline Hürmet
Merhum Adnan Menderes'in, İstanbul'un imarı faaliyetlerinin başlatıldığı l950'li yılların birinde, gece yarısı cennetmekan Sultan Abdülhamid Han'ın muhterem kerimeleri Ayşe Osmanoğlu ile annesi Müşfika Kadınefendi'nin kaldığı evin kapısını çalarak gizlice içeri girip her ikisinin de ellerini öptükten sonra :
"Siz bize veli nimetlerimizin emanetlerisiniz. Fakat maalesef sizlerle bugüne kadar alakadar olamadım. Çok özür dilerim Çevremiz böyle tavırları hazmedemeyecek insanlarla dolu!... " dediğini... Daha sonra da, Osmanlı'nın bu aziz analarına, kimseye muhtaç olmamaları için, içinde 10.000 lira bulunan bir zarf bırakıp ayrıca tahsisat-ı mestureden (örtülü ödenek) maaş bağladığını ve 2 7 Mayıs'da bu paranın kesildiğini... (28)
Peygamber Evine Benzeyen Ev
Gönüller sultanı Mevlana Hazretleri'nin hizmetçisine: Bu gün evimizde yiyip içecek birşey var mı?" diye sorup, hizmetçisinin de "Hayır hiç birşey yok" diye cevap vermesi üzerine sevince garkolup ellerini Yüce Dergah'a açarak:
"Allahım, sana şükürler olsun ki, evimiz bugün Peygamber evine benziyor" diye Muhammed Mustafa'nın(sav) yolunun tozu olduğunu gösterdiğini,,. (29)
Eşsiz Misafirperverlik
Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmış olmakla meşhur Comte de Marsigli'nin, Türk toplumunun misafirperverliği ile alakalı olarak :
"Türkler hiçbir din farkı gözetmeksizin bütün yabancılara karşı son derece misafirperverdirler. Ana yollar civarındaki köylerde oturanlardan hali vakti yerinde olanlar öyleden evvel ve akşamüstü gezintiye çıkıp yolcu bulmaya çalışırlar. Eğer bulacak olurlarsa evlerine davet ederler ve hatta çok defa misafirin hangi evde ağırlanacağını tayin ederken kavgaya bile tutuşurlar." dediğini (30)
Vahşetin Böylesi
1096 yılında Haçlıların Kudüs'e girerek 40. 000 Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra Gödofroi dö Buygom' un Papa II Urban' a yazdığı mektupta:
`Kudüs'te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malumunuz olsun ki, Süleyman Mabedi'nde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yürüyoruz. " diyerek barbarlıklarını belgelediklerini...(31)
İnsanlığın En Muhteşem Harikası
Osmanlı içtimai yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterrohta :
"Osmanlı Devleti, geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı'ndan mükemmel bir şekilde idare ediyordu. O saray da batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyordu?" diye sorulduğunda, Profesör Hutterroht'un:
"Sırrını çözebilmiş değilim. 16. asırda Filistin'in sosyal yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki hayretler içinde kaldım. Osmanlı, üç yıl sonra bir köyden geçecek askeri birliğin öyle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini planlamıştı. Herhalde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır" diye cevap verdiğini. . .(32)
Enderun Okulu
Üç kıtada altı asırlık bir hükümranlık şanlı ecdadımızın devlet ve medeniyet mirasının sırlarının bulunduğu ve dünyanın en büyük arşivi olan Osmanlı Arşivi'ni, bizler doğru dürüst incelememişken, bine yakın Amerikalı ile yüze yakın İsrailli tarihçinin yıllarca didik didik ettiğini. ..
Bugün ABD'de sadece "Enderun okulu" hakkında hazırlanan uzman eserlerin ve doktora tezlerinin sayısının 350 tane olduğunu. . .(33)
Ziya Gökalp'in Ölümü
Türkçülük fikrinin ünlü simalarından biri olan Ziya Gökalp'in hayatının son anlarında Fransız hastanesinde yatarken ebedi aleme intikal etmeden bir gece önce, mukaddesata galiz küfürler ederek başını duvarlara vura vura öldüğünü
Cesedinin de hastane morgunda Hıristiyan geleneklerine göre muamele yapılarak kaldırıldığını... (34)
Sözünün Eri Olmak
Mehmet Akif Ersoy'un sözünün eri bir insan olduğunu ve söz verdiği şeyi yerine getirmek için ölümden başka hiçbir şeyin onu engellemediğini...
İstanbul Vaniköy'de oturan bir ahbabı ile öyleden bir saat önce buluşmak için sözleştiklerinde, o gün yağmurlu, fırtınalı bir gün olup her tarafı sel bastığı halde Mehmet Akif' in binbir zorlukla sırılsıklam vaziyette söz verdiği yere vaktinde geldiğini, fakat arkadaşının gelmemesi üzerine çekip gittiğini... Ertesi gün. özür dilemek için gelen arkadaşını dinlemeyip: "Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir" diyerek tam altı ay o arkadaşıyla konuşmadığını... (35) Biliyor muydunuz.?
aksavaşçı
01-08-2008, 20:33
Kızılca Buğdayı
ABD'nin 1890 yılına kadar bizim Tuna boylarımızda yetişen "kızılca" ismi verilen buğdayımızı ithal ederek tohumluk olarak kullandığını ve bununla halkını beslediğini. .. (36)
Bir Yanlışın izahı
Padişahların, Osmanlı topraklarındaki muhtelif yerleri devletin ileri gelenlerine: "Sana orayı , bahşettim " demesinin.
"Verilen yeri imar et!' manasına geldiğini ve bu varlıklı Osmanlı paşalarının, o toprakların mamure haline gelmesi uğrunda servetlerini tükettiklerini . . . (37)
Hakiki Nişan
Kırım Savaşı'ndaki büyük hizmetlerinden dolayı Fransız hükümetince kendisine nişan verilen Deli Hasan Ağa'nın bu nişanı takmadığını farkeden Fuat Paşa'nın ona takmama sebebini sorması üzerine:
"Paşam, benim vücudumda harpte kazandığım yedi nişan(yara izi) var. Onlar varken elin Frenk'inin nişanını ben ne yapayım!" diye cevap verdiğini
Yabancı Gözüyle Lozan ve Neticesi
1922-1923 yılları arasında Sovyetler Birliği'nin Türkiye büyükelçisi olarak Ankara'da bulunan S. İ. Aralov'un, Lozan Konferansı' nın sonuçları ile alakalı olarak yazmış olduğu hatıratında :
"... İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, eskiden Türkiye'nin olan Musul'u ve daha başka yerleri Türkiye'den koparmayı, Yunanlıların yakıp yıktığı şehir, kasaba ve köyler için Yunanlılara tamirat parası verdirmemeyi ve Boğazlar meselesinde İngiliz planını gerçekleştirmeyi başardı.
Türkiye'nin Musul'u bırakması ve tamirat parasından vazgeçmesi karşılığı olarak kendisine küçücük Karaağaç bölgesinin verilmesiyle yetindi Bundan başka batılı devletler , Türkiye'yi, Osmanlı Devleti'nin batılı kapitalistlere olan borçlarının, Osmanlı Devleti'nden ayrılan ülkeler arasında bölünüşünden sonra, payına düşen bölümünü 20 yıl içinde ödemeye ikna ettiler" diye yazdığını...(39)
Acı İtiraf
Lozan Konferansına İsmet İnönü ile birlikte katılarak Türkiye aleyhine birçok entrikalar çeviren Hahambaşı Hayim Naum’un,daha sonraları hükümet erkanı ile araları çok iyi olmasına rağmen: Bu memlekete bu millete çok kötülük ettim, artık aralarında yaşayamam diyerek pişmanlık içinde Mısıra gittiğini...(40)
Mehterin Büyüleyici Tesiri
Batı musiki şaheserlerini yazmış olan Mozart,Bizet gibi büyük bestekarların mehter musikisinin büyüleyici tesiri altında kalarak,Türk tarzında Alla Turca denilen kısımlarını yazdıklarını....(41)
Türkiyede Türk Müziği Yasağı
Tek parti iktidarı döneminde,devletin açmış olduğu müzik okullarının bir tanesinde,öğrencilerden bazılarının ders arasında kendi öz müziği olan Türk müziği çalmaya teşebbüs ettikleri için yabancı uzman Herr Zuckmayer tarafından okuldan atıldıklarını....(42)
Senfoni Zulmü
1930lu yılların birinde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının,Anadoluyu tenviretmek için çıktığı turnenin Sivas durağında,bir konser verdikten sonra gazetecinin birinin konseri izleyen bir vatandaşa: Konseri nasıl buldunuz? diye sorması üzerine zavallı adamcağızın, sağına soluna ürkekçe bir göz attıktan sonra gazetecinin kulağına:
Valla beyefendi,Sivas,Sivas olalı,Timurdan beri böyle zulüm görmedi! diye cevap verdiğini....(43)
Bizim Dinazorlarımız
Bizim ülkemizde çağdaşlık ve bilimsellik(!)adına başörtülü öğrencilerin üniversitelere sokulmayıp,İmam Hatip Okulu öğrencilerinin varlığından ve devletin diğer okullarından daha başarılı olmasında rahatsızlık duyulduğu halde,dünyanın süper gücü sayılan ABD nin en iyi üniversitelerinden biri olan Massachussets Institute of Technology(M.I.T.)nin öğrenci yönetmenliğinde:
Dini inançların gereğini yerine getirmekten dolayı bir derse veya imtihana giremeyen öğrenciye telafi imkanı tanınır....diye hüküm bulunduğunu ve bu hususlarda alabildiğine müsamahalı davranıldığını....(44)
İlahi İkaz
Birinci Dünya Savaşı sırasında Dördüncü Ordu karargahında Mekke ve Medine yi kurtarmak için Hicaz Seferi Kuvveti hazırlanması meselesi görüşülürken,Harbiye Nazırı Enver Paşa nın bu iş için Mustafa Kemali atadığını ve bunun üzerine Mustafa Kemal in:
Değil Hicaza asker sevketmek,hatta oradaki askerleri de geri almak ve kuvvetleri verimsiz yönlere dağıtmamak gerek diyerek görüşünü belirttiğini ve sonunda M. Kemal in bu görüşünün kabul edilerek Medinenin boşaltılmasına karar verildiğini...
Tam bu sırada ışıkların aniden sönerek ortalığın zifiri bir karanlığa bürünmesi üzerine bunu İlahi bir İkaz kabul eden Cemal Paşa nın birden ürperip sarsıldığını ve daha sonra Hicazın boşaltılmasından vazgeçilerek Fahreddin Paşa nın Medine ye gönderildiğini....(45)
Medine Muhafızı
Osmanlı'nın edeple taçlaşmış iman anlayışının gereği olan Hazreti Peygamberi'nin(sav) şehrini bir valinin adının altına sokamayacağı saygı ve edebi ile, oraya göndereceği idareciyi `Vali " yerine "Medine Muhafızı " diye isimlendirme hassasiyetini gösterdiğini . . . (46)
Dünyanın ilk Toplu Sözleşmesi
Dünyada ilk toplu sözleşmenin Osmanlı Devleti tarafından gerçekleştirildiğini. Kütahya Vahid Paşa kütüphanesinde bulunan şeriye Mahkemesi sicilinin 57'ci sayfasında kayıtlı belgeye göre, yeryüzündeki bu ilk sözleşme Kadı Ahmed Efendinin tasdiki ile 24 işyeri ile işçileri arasında imzalandığını .
Bu sözleşmeye göre, "Kalfaların, yardımcıların, ustaların ve vasıfsız işçilerin yevmiyeleri"nin tesbit edilip, her gün belli sayıdaki fincan imali karşılığı alacakları ücretlerin tesbit edildiğini...(47)Biliyor muydunuz?
Osmanl Topçuluğu
Kanuni Sultan Süleyman devrinde yıllarca İstanbul'da kalan ve yazmış olduğu eserini en büyük Hıristiyan hükümdarı II Filib'e takdim eden İspanyol yazar Cristobol de Villalon'un, dönemin Osmanlı topçuluğu hakkında:
"Dünyada hiçbir devletin,Türk topçusu ile mukayese edilebilecek topçusu yoktur. İstanbul'da eski model olduğu için kullanılmayıp süs diye surlara konan topları inceledim Bunlar bile İspanya ordusundaki toplardan çok daha kaliteli idi.
Tophane sırtlarında çaptan düşmüş diye yığılan 40 kadar topu hayretle seyrettim. Bunları alıp topçu kuvveti oluşturmak istemeyecek hiçbir Avrupa devleti bilmiyorum dediğini . . . (48)
En Mütekamil ikmal Teşkilatı
Kore Savaşı sırasında bir Amerikan bataryasının isabet alıp parçalanmasından sonra, dört dakika gibi kısa bir süre içinde Amerikalıların bataryayı tekrar kurup ateşe başladıklarını ve bu çok süratli ikmal karşısında Türk binbaşısının hayretler içinde kaldığını gören Amerikalı generalin:
"Biz bu sistemi kurmadan önce bütün dünya ikmal teşkilatlarını etüd ettik. En mütekamil olanının Osmanlıların ki olduğunu görerek onu kabul ettik. Bu, sizden gelme bir usulün günümüze tatbikinden başka birşey değildir." dediğini, . .(49)
Gözyaşı Medeniyeti
İslam'ın ilk dönem zahidlerinin en belirgin niteliklerini Allah korkusunun tesiri ile çok ağlamaları, çok mahzun olmaları ve dünyaya hiç değer vermemeleri olduğunu.
Bunlardan Veysel Karani'nin Allah'tan korktuğu ve utandığı için başını hiç semaya kaldırmayıp, daima çenesi göğsün de bitişik gezdiğini...
"Ümmetin Rahibi" diye tanınan Amir bin Abdullah ın çok ağlayıp geceleri ayakları şişecek kadar ibadet ettiğini..
"Dünyayı üç talakla boşadım, ricat yok" diyen ve ruhbanlar gibi ibadet ettiği için "Gulam" adını alan Utbe bin Eban'ın çok ağlayan bir zahid olduğunu...
Zühdüne sevgi ve aşk hakim olan Rabiatü'l Adeviyye nin secde de başını koyduğu yeri çamur edecek kadar gözyaşlarını ceyhun ettiğini... (50)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:34
Hilal, Lale ve Allah
Tarihten Alacağımız Dersler Vardır.
Zulüm Zulüm Üstüne
İstiklal Mahkemesi'nin salkım salkım astığı insanlarla ilgili davaları yakından takip eden bir gazetecinin, başına giymiş olduğu şapkasından dolayı, mahkeme reisi Kel Ali (Ali Çetinkaya) tarafından: Anandan şapkalı mı doğdun?Gavur musun be herif!" denilerek tekme tokat merdivenlerden yuvarlandığını...
Aynı şahsın Atatürk'ün ilk defa Kastamonu'da şapkayı giymesi üzerine hemen bir şapka bularak protokoldaki yerini aldığını. . .(301/a)
Yine aynı şahsın, İskilipli Atıf Hoca'yı, hükümetten izin alarak yazmış olduğu Frenk Mukallitliği kitabından dolayı,savcının üç sene ceza istemiş olmasına rağmen idama mahkum ettiğini ve asılırken de Sehpanın yanına gelip mazlum Hoca'nın kafasına şapkayı geçirerek Giy domuz!" diye insanlık dışı muamelede bulunduğunu. .. (301/b)
Hilal, Lale ve Allah
Lale, hilal ve Allah(cc) lafızlarının ebced değerinin aynı olduğunu ve bundan dolayı kültürümüzde laleye apayrı bir değer verilip sevgi beslenildiğini... (302/a)
Özellikle Osmanlı kültüründe, lalenin oldukça yoğun bir alaka görüp bir lale soğanının bin altına kadar müşteri bulabildiğini ve zamanın padişahı III. Ahmed'in bir ferman yayınlayarak bu fiyatlara bir sınırlama getirmek zorunda kaldığını. . .
Bir devre adını veren bu tefekkür simgesi çiçeğin o dönemde 1108 çeşit renkte üretildiğini...(302/b)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:34
Bağ-ı İrem' de Gül-ü Muhammed Açtı"
Kosova fatihi dervişmeşreb Gazi Murat Han'a 30 Mart 1432 sabahı Edirne Sarayı'nda bir erkek çocuğunun olduğuna dair müjdeli haberi getirdiklerinde Murat Hanın önündeki Kur'an-ı , Kerim den Sure-i Muhammed "i okumakta olduğunu...
Şair ruhlu Sultan'ın, bu müjdeli haber üzerine okumakta olduğu Kur'an-ı Kerim'den başını kaldırıp: Bağ-ı İrem'de gül-ü Muhammed açtı." diyerek, geleceğin bir çağı kapayıp yeni bir çağ açacak olan Fatih'in adını "Muhammed", yani Mehmed" koyduğunu...(303)
Bir Yabancının Hac Düşünceleri
18. yüzyılda Osmanlı ülkesine gelerek intibalarını yazan Hristiyan tarihçi M. A Ubucini'nin Müslümanların Hac ibadetini araştırdıktan sonra kendi dini ile kıyaslayarak:
"Hac aslında sadece büyük Müslüman ailesinin dağınık fertlerini birbirine bağlamak hedefini gütmüyordu; Hac bilhassa, bu ibadeti yapmakta olan Müslümanlara, aynı imanı taşıyan kimseler arasında hüküm sürmesi gereken eşitlik kavramını hatırlatmak için tesis edilmişti. Biz Hristiyanlar böyle bir eşitlik örneğini, bu yüce ahlaki eşitliği gösterebiliyor muyuz? Değil kilisenin içinde, mezarlarımızda bile bu ulu eşitlik kavramından tek eser yok. Buyurun bir camiye girelim .. Orada Allah'ın şanına yakışmayan, lüzumsuz ve boş süslemeler,resimler,heykeller yok yalnızca şunlar var.
Duvarların üzerine işlenmiş bazı Kur'an ayetleri,bir mihrap,bir kürsü ve müminler için tertemiz sergiler. Hiçbir şeref kürsüsü hiçbir özel yer ve hiçbir derece farkı göremezsiniz. Müslüman mabetlerinde .. Sadece ibadet eden insanlar vardır ve ibadetten alıkoyacak veya ibadet edenleri rahatsız edecek hiçbirşeye rastlayamazsınız diye yazıp İslam'ın eşitlik anlayışına olan hayranlığını ifade ettiğini.(3O4)
Namusum Üzerine
10 Nisan l928'de İsmet İnönü ve 120 arkadaşının teklifi üzerine Anayasa'dan bütün dini terimlerin kaldırılması hakkında bir kanun çıkarıldığını... " Buna göre: Devleti dini ,dini İslamdır kaydı kaldırıldığını ve milletvekillerinin yemin şeklinin değiştirilerek vallahi" demek yerine namusum üzerine" tabirinin kullanılmasının kabul edildiğini...(305)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:34
Boğazdan Geçmeyen İlaç
Bediüzzaman Hazretleri'nin hasta olduğu zamanlar kulandığı Optalidon ilacı bitince yanındakilerden birine yüz kuruş verip eczahaneye gönderdiğini...
İlacın fiyatı yüz on kuruşa çıktığı için o kardeşin cebinden on kuruş ilave edip ilacı alarak Üstad'a getirdiğini...
Bediüzzaman Hazretleri'nin ilacı içmek için ağzına aldığı halde bir türlü yutamadığını ve bu işe birkaç defa daha teşebbüs edip bir türlü ilacı yutmaya muvaffak olamayınca ilacı alan
kardeşi çağırarak ilacı kaça aldığını sorup da on kuruşu onun ödediğini öğrenince, üstad'ın on kuruş daha verdikten sonra ilacı rahatça yutabildiğini ve ardında da oldukça ibretli bir şekilde:
Kardeşim, işte görüyorsun.. başkasının malını yiyemiyorum. Boğazımdan geçmiyor" dediğini..(306)
Çekiç
Lenin ile birlikte kominist ihtilalini gerçekleştirip binlerce insanı katleden ve yine binlerce insanın sürgüne gitmesine sebep olan Troçki'nin(1879-1940), her ihtilalin daha sonra kendi çocuklarını yediği gibi, kendisinin de sürgüne gönderilip Sığınacak ülke bulamadığını...
Hayatı orak-çekiç" davası ile geçmiş bu Sovyet liderinin daha sonra Meksika'da bir çekiçle beyni parçalanarak öldürüldüğünü. . .(307)
Nazım Hikmet'in Pişmanlık ve Arayışları
Tanınmış komünist Türk şairi Nazım Hikmet Ran'ın (1902/1963), hayatı boyunca komünist ideoloji peşinde koşturarak zikzaklar içinde geçen bir ömür sürdüğünü...
ömrünün son yıllarına doğru, arkadaşı Mustafa Mehmed'e, arayış içinde ve pişmanlık dolu olduğunu ifade ettiğini...Mustafa Mehmedin onunla Romanyadaki beraberlikleri ile alakalı olarak:
1960'lardan önceydi. Nazım Hikmet Romanya'nın davetlisi olarak Bükreş e gelmişti. İsteği üzerine Bilimler Akademisinden beni buldular. Nazım Hikmet'in kaldığı otele gittim. Açık olan radyosundan Türkiye'yi dinliyordu. Sohbet sırasında saatine bakarak bana Bu gece Kadir Gecesi' dedi ve benden kendisini Türklerin bir araya geldikleri camiye götürmemi istedi. Ben o gecenin Kadir Gecesi olduğunun bile farkında değildim. Bir an tereddüt ettim ama Nazım'ın ricası Romanya'da bir emirdi. Rus eşi Vera, ben ve Nazım taksiyle caminin bulunduğu semte yöneldik. Arabayı rica ve minnetle caminin bulunduğu parka sokabildik.
Biz camiye girdiğimizde Türkler mevlid okuyorlardı. Nazım mevlidi dinlerken coştu ve cemaate hitaben bir konuşma yaptı.
Konuşmasında: Ben komünistim ama sizin burada bir araya gelmeniz beni çok duygulandırdı' dedi. O sıralarda kalp yetmezliğinden muzdarip olduğundan ben heyecanlanmasından dolayı bayağı endişelendim. Gerçekten de endişelerim yerindeydi. Konuşmasından sonra kendisini kriz yokladı. Eşi Vera ile ben Nazım'ı dışarıdaki banklardan birinin üzerine yatırdık. Vera yanında bulundurduğu ilaçlardan verdi ve daha sonra koluna girerek güç bela taksiye bindirdik
Ben Nazımın Romanya'da camiye gittiğini şimdiye kadar saklı tuttum. İşte ilk kez anlatıyorum..." diyerek Nazım'ın pişmanlık dolu hikayesini gözler önüne serdiğini. . .(308)
İlme Hürmetin Böylesi
Fatih Sultan Mehmed Han döneminde ilme ve alime muazzam bir kıymet verildiğini...
Fatih'in hocalarından Molla Hüsrev'in Ayasofya'da derse başlamadan önce talebeleri tarafından Hoca' nın evine gidilip atına bindirilerek, arkasında da talebelerinin eşliğinde camiye getirildiğini. . .
Zamanın Ebu Hanife'si addolunan Molla Hüsrev, camiye girdiğinde, hürmet ifadesi olarak takrimen ayağa kalkıldığını ve hoca dersini bitirdiğinde talebeleri tekrar onu atına bindirerek evine kadar bıraktıklarını... (309)
Hasaneyn'in Ruhu İçin
Gençliğinde güçlü ve kuvvetli iken, savaş meydanlarında düşmana karşı kılıç sallayarak hizmet eden yeniçerilerin , artık sakalına ak düşüp de kılıç sallayacak dermanı kalmadığı zaman da, sırtlarına meşin bir su kırbası geçirip elde bir kalaylı tas alarak sokak sokak gezinip Kerbela'da bir yudum suya hasret giden "Hasaneyn'in(Hz. Hasan ve Hüseyin) ruhu için" su dağıtıp sevap kazanmaya çalıştıklarını. .. (31O)
Aziz Mahmud Hüdai' den İstenen Keramet
Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nin İstanbul' un Üsküdar semtine gelip zaviyesini kurmasından sonra , Sultan I. Ahmed'in bu gizli nur hazinesini keşfederek eteğine yapıştığını...
Bu Gönül Sultanı'nın birgün sarayda abdest alırken, Padişah 1.Ahmed'in abdest suyunu döküp annesi Valide Sultan'ın da havlu tuttuğunu...
Bir ara Valide Sultan'ln boşta bulunup kendini tutamayarak: Efendim, ne olur bize bir keramet gösteriniz" demesi üzerine tebessüm eden Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nin gayet latif bir şekilde devrin padişahı abdest suyumu döküyor validesi ise havlumu tutuyor. Bundan büyük ne keramet istersiniz.? cevabını veridiğini..(311)
Siyaset Şekerlemesi
Üstad Bediüzzaman Hazretleri'ne, Sünuhat, Rumuz ve Tuluat gibi "Eski Said"lik dönemi eserlerindeki mevzularla alakalı olarak "Neden ulvi hakaik-i diniye ile beraber, bazı mesail-i siyasiyeyi kitaplarında dercediyorsun?" diye sormaları üzerine Bediüzzaman,ın :
"Çocuğa ilacı içirmek için bir şekerleme gösterilir. Ta ki ağzını açsın, ilaç öylece , içirilsin. Efkar -ı amme dahi siyaset için ağzını açmış bekliyor. Ben de tiryakı(ilacı) içirmek için bazen siyaseti de zikrediyorum. diye cevap verdiğini... (312)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:34
Osmanlı' da Musiki
Musikiyi mehter ile savaş meydanlarından, tasavvufi tekke musikisi ile birçok hastalığın tedavisine kadar pek çok yerde kullanan Osmanlı Cihan Devleti temsilcilerinin, ayrıca bu sanatı çeşitli sosyal müesseselere kadar soktuklarını...
Ayasofya imaretine bağlı kalenderhanede(tekke) ve Edirne'deki ll. Murat imaretinde olduğu gibi bizzat sema ve musiki cemiyetleri için vakfiyelere maddeler konulduğunu. .. (313)
İlk Boğaz Köprüsü Projesi
Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlama düşüncesinin ilk olarak bundan yaklaşık bir asır önce (1900), dahi padişah II. Abdülhamid tarafından ortaya atılıp projelendirildiğini . . .
Avrupa'nın güney, güneybatı ve merkezindeki demiryollarını bu Boğaz Köprüsü ile Bağdat demiryoluna bağlamayı düşünen cennetmekan Abdülhamid Han'ın F. Arnodin isimli bir Fransız'a hazırlattığı bu dev köprüye ait projede, minareler, kubbeler kuleler ve askeri , savunmayı temin edecek topların yer aldığını...
Yine Abdülhamid Han'ın, bu köprüyle bağlantılı olarak oldukça ileri görüşlü bir bakış açısıyla çevre yolları projesi çizdirdiğini . . . (3 14) Biliyor muydunuz?
Fasulya Aşı Yemeye Razı Olmak
Vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un hayatında hiç boyun eğmeyip, kimseye eyvallah etmediğini...
Umumi seferberlik zamanında (1914) bir arkadaşı ile oturup fasulya aşı yerken nezaret erkanından birinin çıkagelip ona, yazılarında fazla ileri gitmemesini nazikçe söylemesi üzerine Akif'in pürhiddet yerinden fırlayıp:
Nazırına söyle, kendilerini düzeltsinler. Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulya aşı yemeğe razı olduktan sonra kimseden korkmam!" diyerek pervasızca cevap verdiğini. . .(315)
Tasavvufta Şeriata Bağlılık
Said Harraz Hazretleri'nin: Zahiri hükümlere aykırı düşen her batın batıldır"diye vecizeleştirdiği tasavvufta Allahın emir ve yasaklarına uymanın gerekliliğini, yine bir başka sufi olan Bayezid-i Bistami Hazretleri 'nin de:
Havada uçan insanlara mı hayret ediyorsunuz? Leş yiyen kargalar da havada uçmakta. Su üzerinde yürüyen insanlara mı şaşırıyorsunuz?Balıklar da suda yüzmekte. Önemli olan Allah'ın emirlerine uymak kaçınmaktır,, sözleriyle vurguladığını...(316)
Amerikan Hayat Felsefesinin Özeti
Meşhur Amerikalı yazar Mark Twain'e: "İnsan hayatının gayesi nedir? . Nasıl zengin olabiliriz?" diye sormaları üzerine onun .
"Eğer becerebilirsek şerefsizce, mecbur olursak namuslu yoldan. Tek ve gerçek tanrı kimdir? Tanrı paradır. Altın, dolar ve hisse senedi, Baba, oğul ve ruhları" cevabını vererek Amerikan hayat felsefesini formüle ettiğini...(317)
Nasreddin Hoca' nın Merkebine Ters Binmesinin Hikmeti
Türk halkının nüktedan hazır cevap ve zeki bir fıkra kahramanı olarak tanıdığı Nasreddin Hoca'nın(1208-1284 ), aslında medresede ders veren büyük bir müderris ve ayrıcada kadı olduğunu. . .
Talebeleri arasında oldukça sevilen Nasreddin Hocanın, ders verdiği medreseden merkebine binip evine giderken dahi talebeleri tarafından yalnız bırakılmayıp yolda kendisine sualler sorulduğu,..
Hem yol alıp hem de talebelerin sorularına cevap veren Nasreddin Hoca'nın, sual soran talebelerine arkası dönük olarak cevap vermenin İslami edebe aykırı olacağından dolayı,merkebine ters binip, talebeleri ile yüz yüze gelerek ders verdiğini. . .(318) -
Moskova Önlerinde Fetih Tuğları
Rusya'nın başkenti Moskovanın yaklaşık 150 yıl Türk hakimiyetinde kaldığı . . .
Moskova'nın merkezindeki altın kubbeli kilisenin Türk hakimiyetinden kurtuluşun şerefine inşa edildiğini... (319)
Ecdadın Ticaret Ahlakı
Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafının "Onu sana veremem, kusurludur" cevabını verdiğini.
Yabancı tacirin "Ziyanı yok, önemli değil" demesine rağmen Osmanlı esnafının o kumaş topunu vermemekte direterek: Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim biliyorsunuz. Fakat Siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları bize söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım.
Neticede Osmanlı'nın gururu şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekar sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem... diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah ettiğini... (320) Biliyor muydunuz?
İmamı Azam ve Yarım Milyon Meselenin Hükmü
Hanefi mezhebinin kurucusu çağının yetiştirdiği dev kamet İmam-ı Azam Hazretleri'nin kitap ve sünnetten beşyüzbin meselenin hükmünü çıkartıp dörtbin fetva verdiğini. .. (321)
Okumanın Dayanılmaz Cazibesi
Bir ülkenin kültürel yönden kalkınmışlığının, o ülkede bir yılda fert başına tüketilen kağıt miktarı ile ölçüldüğünü...
ABD'de kişi başına bir yılda tüketilen kağıt miktarının 391 kilo olmasına karşılık, aynı rakamın Avrupa ülkelerinde ortalama 90 kilo olduğunu ve ülkemizde ise bu rakamın sadece ve sadece 18 kilo olduğunu... (322)
Üstad Türkiye'de Okuma Çığırını Açtı
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri' nin talebelerinden Bayram Yüksel ağabeyin, Hasan Basri Çantay'ı ziyarete gittiğinde Çantay' ın, Bayram ağabeye dönerek:
"Kardeşim, sizleri tebrik ediyorum. Bizler Üstad'ın sayesinde müellif olduk. Korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk Ve nede kimseye birşey anlatabiliyorduk.
Üstad Hazretleri Risale-i Nuru telif etmeye başladı.
Türkiye'de bu sayede okuma çığırını açtı..."diyerek bir hakikati ifade ettiğini...(323)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:34
Dördüncü Murat'ın Sporculuğu
Osmanoğulları'nın onyedinci padişahı olan Bağdat Fatihi IV. Murat'ın çok kuvvetli biri olduğunu...
Bir gün sarayda Murat Han'ın, musahibi Musa Paşayı sağ eliyle kuşağından tutup kaldırarak ve öylece Has Odayı dolaştırdığını ve sonra da en küçük bir yorgunluk ve tıknefeslilik göstermeden, paşayı kaldırdığı gibi tek elle yavaşça zemine bıraktığını. . .
Bir cirit mızrağı ile, arka arkaya konan dokuz kalkanı bir atışta deldiğini . . .
200 okkalık bir gürzü kolayca kaldırıp salladıktan sonra fırlatabildiğini . . .
Savaş zamanlarında metrise girip topla nişan alıp düşmana isabet kaydettiğini...
Ve İstanbul Okmeydanındaki kemankeşlik müsabakalarda 1070,5 gez (706. 5 cm) mesafeye okunu ulaştırıp rekor kırdığını ve okun düşdüğü yere rekorunu belgeleyen menzil taşı dikildiğini . . . (324/a)
Musul'da bulunduğu bir sırada oraya gelen Hint elçisinin tüfek ve kılıç kar eylemez diye hediye ettiği fil kulağından yapılma üzeri gergedan postu kaplı çok sağlam siperi(kalkanın ) el mızrağı ile ortasından deldiğinı ve içini altın ile doldurup elçiye geri hediye ettiğini... (324/b)
İslam'ın Boğazına Geçirilmeye Çalışılan İp
İlk olarak Avrupa'yı ümit Burnu üzerinden doğuya bağla yan deniz yolunu keşfetmesiyle dünya sömürgecilik tarihinde yeni bir dönem açan "İsa tarikatı şövaIyesi" Portekizli denizci
Vasco da Gama(1460-1524)'nın Güney Hind adalarına ulaştığında :
"İşte şimdi İslam'ın boğazına ipi geçirdik. Bu ip çekilmeye devam edecek, neticede boğaz sıkılacak ve Müslümanlık ölecektir. " dediğini . . . (325)
Eski Bir Hamam Kitabesi
Eski İstanbul' un hamam kitabelerinden birinde karakter temizliğinin ehemmiyetini vurgulamak için:
"Tıynetin na pak ise, Hayr umma sen germabeden Önce tathir-i kalb et, sonra tathir-i beden."Yani (Kötü huylu, kirli karakterli bir kimse isen, hamamdan bir şey bekleme. Temizlik istiyorsan evvela kalbini temizle, sonra da bedenini..) diye yazdığını...(326)
Bir Ahlak Kahramanıydı
Vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un yakın dostu olan Mithat Cemal Kuntay'ın, Akif'le olan arkadaşlık münasebetini anlatırken yıllarca onun kusurlarını ve falsolarını araştırdığını ve otuzbeş yıl sonra onun karakterini kağıda dökerken, hayranlık hisleri içinde :
"İlk tanıdığım zaman ona inanmadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı. Fena aktör melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayri tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuzbeş sene bugün gelmedi.
Otuzbeş sene onun yanından her çıkışımda kendime hep bu sualleri sordum: Bu tevazu, kendi kendini inkar edercesine nasıl çıkıyordu? Mahrumiyetlerden yılmayan seciyesiyle kendisini nasıl kahraman sanmıyordu.? Onu yakından tanıyanlar için, her geçen gün, nasıl onun lehine geçen bir gün oluyordu? Onun temizliği yanında insan kendi günahlarından muzdarip olurken , o, kendisinin sizden başka olduğunu nasıl görmüyordu?
Onda bütünlük vardı; Kininde de, evlatlık, babalık, kardeşlik kuvvetini alan dostluğunda da, bütünlük... Dostunu, sevmek kelimesinin noksansız mefhumuyla seviyordu: Öldüğü zaman düştüğü zaman, dünya aleyhine döndüğü zaman, yanında olmadığı vakit ve sevmeyenlerin yanında bulunsa bile' diye yazdığını...(327)
Çile İle Kemale Eren Büyük Ruhlar
Milletlerin önüne düşüp onları aydınlığa çıkaran nice büyük şahsiyetlerin ömürlerinin bir bölümünün hapishanelerde çile ve işkence içinde geçtiğini ve böylece onların olgunlaşan ve aydınlanan gönülleriyle milletlerin diriliş yolunda birer ışık kaynağı haline geldiğini...
Büyük İmam Ebu Hanife Hazretleri' nin zindanlara atılarak saygısızca hırpalanıp inim inim bir hayat yaşadığını...
Ahmet Bin Hanbel Hazretleri' nin adi bir insan gibi tartaklanıp bayağı bir işkencelere maruz bırakıldığını...
Serahsinin El-Mebsut isimli koca kamusunu hapsedeldiği kuyu dibinde telif edip meydana getirdiğini . . .
Bediüzzaman Hazretleri'nin bir cani gibi muamele görerek memleket memleket sürgüne gönderildiğini...
Campanella 'nın zindanda Cervantes in esarette, Dostoyevski,nin de kürek mahkumu iken kendilerini keşfederek milletlerinin gönüllerinde ölümsüzlüğe ulaştıklarını... 1328)
Bediüzzaman,ın Emirdağı
Devrin hükümeti tarafından Bediüzzaman Hazretleri' nin sürgün olarak ikamet ettiği Emirdağ' da iftira ve fesat çıkarmakla vazifelendirilen vicdanlı bir komiserin, şehre geldikten sonraki ilk intibalarını :
"Çarşıya çıkıp kahvaltı için peynir ve zeytin aldım. Bir dükkandan da tereyağı aldık. dükkan sahibi tereyağını tartarken, yağı koyduğu kağıt kadar da, terazinin öbür kefesine kağıt koydu. Doğrusu bu hali ben başka bir yerde görmemiştim. Bediüzzaman işte Emirdağı'nı böyle yapmıştı diyerek hakperest bir şekilde anlattığını... (329)
Çalıntı Deve Katarı
Bir şairin , Vezir İbad'ın huzuruna gelip her beyiti bir divandan alınmış her nüktesi bir şairden çalınmış bir kaside getirip okuyunca, şiir literatürü çok geniş olan vezirin:
"Bizim huzurumuza öyle bir deve katarı getirdin ki, eğer bir adam onların yularını çözecek olsa, her biri bir sürüye gider!.' diye veciz bir söz söyleyerek şaire hatasını hatırlattığını . . . (330)
Yavuz'un Tevazuu
Büyük Cihangir Yavuz Sultan Selim'in günde üç saat uyku uyuyup tahta kaşıkla tek çeşit yemek yediğini...
Herhangi bir saray halkından ayırt edilemeyecek kadar sade giyindiğini ve bunun sebebini soranlara:
"Vezirlerin ve beylerin süslü giyinmeleri, padişahlarına saygıdan ileri gelir. Biz kime şirin görünmek için süslü giyinelim ki? Bizim Padişahımız(Allah c.c.) vücudun dışına değil, içindeki cevhere(imana) bakar" diye veciz bir cevap verdiğini. . .(331)
"Çocuğunuza Kur'an Telkin Ettiniz mi?"
İşadamı Sakıp Sabancı' nın, kızını batı standartlarında tahsil yapması için İngiltere'deki Harward kolejine kaydettirdiğini. . .
Okul idaresinin, kolejin çeşitli bölümlerini Sabancı'ya gezdirdikten sonra kiliseyi göstererek:" Burası da dini ibadet yeri " deyip "Senin kızın Müslüman olduğu için dini ibadet günlerinde Kur'anı Kerim getirsin, istediği günlerde okusun. Siz Kur'an okumasını kızınıza telkin ettinizmi?" diye sorduklarını . . . Sakıp Sahancı' nın daha sonra bu hadisenin değerlendirmesini yaparken :
"Allah var, doğrusu ben kızımla beraber Kur'an-ı Kerim getirmemiştim. Kızıma da telkinde bulunmamıştım çok utandım. Sırtım terledi. O 'gavur' dediğimiz bana verdiği dersten çok mahçup oldum. Adeta yüzüme bir şamar patlamıştı. Ve Türkiye'ye geldiğimde kızıma hemen bir açıklamalı Kur'an-ı Kerim gönderdim." diyerek kızına dini bilgiler öğretmediğinden dolayı mahcubiyetini itiraf ettiğini. (332)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:35
Kur'an'a Aşk Derecesinde Hayranlık
Fransa nın en tesirli gazetelerinden Figaro'nun Prof. And ile yaptığı bir röportajında ona:
"Kur'an'a karşı duyduğunuz aşk derecesindeki hayranlığın sebebini açıklayabilir misiniz?" diye sorması üzerine, Andre Miquel , in :
"Montpellier'de bir kitapçı dükkanında, en eskilerden olan Savary'nin bir Kur'an tercümesini gördüm. O sıralar 17 yaşındaydım.
Metindeki mesajda Allah'ın birliğinin açıkça ve kıskançca savunulması ve Allah'ın tarifi üzerine İslam'ın yüksek düşüncesi beni bir başka dünyaya götürdü. Tercümeye bile yansıyan metindeki müstesna edebi değerler beni tarifi . imkansız bir hayranlığa boğdu. Bu heyecanı hiçbir zaman kaybetmedim" diye cevap verdiğini...(333)
Rus Çarı'na Tokat Gibi Cevap
İmkansızlıklar içinde Kafkasya dağlarında yıllarca sürdürdüğü özgürlük mücadelesinden sonra Ruslara esir düşen Kafkas kartalı Şeyh Şamil'in büyük bir törenle Petersburg'a getirilip, şerefine büyük balo düzenlendiğini ve Çar ll. Aleksandr'ın.Şamil' e bu baloyu nasıl bulduğunu sorması üzerine Büyük İmam'ın:
"Çar hazretlerine meçhul değildir ki Cenab-ı Hak dünyayı Hristiyanlara ve ahireti Müslümanlara vaad buyurmuşlar. O İlahi 'Cennet'e gidemeyeceğinize göre, dünyayı Cennet'e çevirmekte çok isabet buyurmuşsunuz" diye müthiş bir cevap verdiğini . . . (334)
Çağın Doruğuna UIaşmış Müslüman Mühendis"
Batılı kaynakların "Çağın doruğuna ulaşmış Müslüman mühendis diye tarif ettikleri Ebul İz el-
Cezeri'nin(l 136/1206), kendisinden tam 800 yıl sonra ortaya çıkacak olan sibernetik bilimini ve otomasyon teknolojisini bularak böylesine sistemler kurulabileceğini tesbit edip, inşa ettiği makinelerle de bunu ispatlamış bir İslam alimi olduğunu... (335) Biliyor muydunuz?
Dualarla Arşa Uzanan Ordu
Alim, adil ve dindar bir şahsiyet olmasının yanı sıra cesaret ve isabetli kararlarıyla sultanların başarılarında büyük hisse sahibi olan Selçuklu veziri Nizamülmülk'ün, otorite ve dirayetle yirmisekiz yıl boyunca taçlandırdığı vezirlik makamını ve hayatını bir Batıni fedaisi tarafından hançerlenerek kaybettiğini...
Büyük nüfuzu sebebiyle muhalifleri tarafından sık sık sultana şikayet edilen Nizamülmülk için bir defasında: "Nizamülmülk her yıl fakirlere, sufilere 300 bin dinar veriyor. Eğer bu para orduya tahsis edilse, İstanbul'u bile fethetmek mümkün olur" diye Sultan'ın kulağına fısıldanınca, Melikşah'ın durumu Nizamülmülk'e sorduğunu ve bu büyük vezirden:
"Ey alemin sultanı ! . Allah sana ve bana, kullarından hiç kimseye nasib olmayan lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Buna karşılık sen, Allah'ın dinini yükseltmeye çalışan, O'nun Aziz Kitabı'nı hamil bulunan kimselere yılda 300 bin dinar sarfetsen çok mudur?
Sen askere her yıl bunun iki katını harcıyorsun. Halbuki onların en kuvvetli ve en iyi nişancısının oku bir milden ileri gidemez. Ben ise sarfettiğim bu para ile öyle bir ordu techiz ediyorum ki, onların orduları ta arşa kadar gider ve Allaha vasıl olmalarına hiçbir engel yoktur cevabını aldığını...(336)
Batılı Gözüyle Türkler
Birçok batılı yazarın, Osmanlı'yı muhteşem yapan dinamikleri öğrenmek gayesi ile bizim topraklarımıza seyahatler tertip ettiğini. . .
Bunlardan biri olan Edmondo De Amicis'in İstanbuI adlı eserinde Türklerin özellikleriyle alakalı olarak:
Türkler, uzak ve belirsiz bir şeyleri düşünen insanların görünümüne sahipler. Hepsi de sabit fikre dalmış filozof veya bulundukları yeri ve çevrelerindeki şeyleri fark etmeksizin yürüyen uyur gezerler gibi görünmektedirler.
Hepsi de büyük ufukları seyretmeye alışmış kimseler gibi ileriye ve uzaklara bakan ve gözlerinde ve ağızlarında belli bir üzüntü ifadesi vardır" diye yazdığını...(337)
İslam' ı Parçalama Planları
Napolyon Bonapart'ın sömürmek gayesi ile gittiği Mısır'ı işgali sırasında beraberinde getirdiği "Yakın Doğu Toplumu ve Kültürü " kitabının yazarı bir Fransız araştırmacısının:
"Biz her İslam ülkesinde İslam öncesi kültürleri ortaya çıkarmak için toprağı kazdık. Tabiatıyla, İslam öncesi inançları Müslümanlara . giydirmek mümkün değildir. Fakat çocuklarını, İslamiyetle o eski medeniyetler arasında mütereddit kılmak bize yetiyordu" diyerek sinsi düşüncelerini ortaya koyduğunu . . . (338)
Enteresan Bir Tüzük
Osmanlıda esnaf ve sanatkarlar hakkındaki tüzüklerden "hamamcılar" ile ilgili kısmında:
... Kafir başını ve uyuş başını tıraş ettiği ustura ile Müslümanların başını tıraş etmeyeler, onun
gibilerin usturaları ayrı ola. Ve natır (hizmetli), futayı (peştemal) pak ve temiz tuta ve adamına göre futa vere. Delikli ve kısa futa olmaya ve kafire ayrı futa vereler. Verdikleri futanın ayrı işareti ola. Ve kafir yüzünü sildiği rida ile Müslüman yüzünü silmeye. Velhasıl Müslümanların her nesnesi ayrı ola. Eğer inad ederlerse muhkem ta'zir edip haklarından geline " diye yazdığını...(339)
Fakir Ama İzzetli Bir Hayat
İstiklal marşımızın yaslı şairi Mehmet Akif Ersoy'un hayatının hep fakr u zaruretler içinde geçtiğini...
Memleketinden ayrılıp Mısır' a gittiğinde evinde eşya namına sadece birkaç kanepe, iki demir ayak üzerine konulmuş bir kaç tahtadan ibaret karyola vazifesi görür birşey bir hasır seccade, bir nalın ve bir divit bulunduğunu .
Ve bu büyük üstad' ın evden eve taşınırken konu komşu eşyalarını görmesin diye geceleri taşındığını . . . (340)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:35
Sin Şın a Girdiğinde
15 Aralık l516da Şama giren Yavuz Sultan Selim Han'ın,metruk halde bulunan Muhyiddin-i Arabi'nin türbesini ortaya çıkarttığını ve vefatından önce "Sin (Selim), Sin a (Şam) girdiğinde benim kabrim ortaya çıkacaktır diyen Muhyiddin Arabi'nin kerametinin gerçekleştiğini...(341)
Tokat
Bursa'yı Yunanlılar işgal ettiğinde Pir Emir türbesine bakan türbedarın, mezarı bastonla dürtüp.
"Ya pir Bursa'yı Yunanlılar işgal etti, kalk kurtar dediğini ve türbedarın gece rüyasında Pir Emir Hazretlerini görüp, Emir in kendisine :
"Behey ahmak, vatanı düşmandan kurtarmak ölülerin değil dirilerin hakkıdır!" diyerek hışımla bir tokat aşkettiğini , .
ve türbedarın korku içinde uyandığında çenesinin yamulmuş olduğunu gördüğünü ölünceye kadar çenesinin düzelmediğini. . .(342)
Büyük İbret
1971 öğrenci hadiseleri başladığında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde namaz kılan öğrencileri mescidde döven militanların daha sonra Nurhak dağlarında, hem de dövdüğü Müslüman öğrencinin babasının tarlasında askeri kuvvetler tarafından öldürüldüğünü . . . (343) .
Çocuğunu Satılığa Çıkaran Kadın
Çok zor şartlar altında devleti 33 yıl dahice idare eden Abdulhamid Hanın Osmanlı tahtından indirilmesinden sonra Osmanlı Devleti'nin başına Balkan gailesi açılıp, Sırp Yunan.
Bulgar ve Karadağlı çapulcuların İstanbul önlerine kadar gelmeleri üzerine, binlerce kilometre ötedeki Müslüman Hintli kardeşlerimizin , İslam'ın son hür kalesi olan Hilafet merkezi Osmanlı'ya yardım elini uzatmak için çırpındıklarını...
Genç kızların çeyizlerini, ihtiyarların cenaze masrafları için bir köşeye ayırdıkları paralara kadar neleri varsa ortaya dökdüklerini, , , Bu yardım toplama kampanyası sırasında Peşaver'de çok fakir bir kadının, verecek birşeyi olmaması üzerine kucağındaki mini mini yavrusunu halka gösterip onu satılığa çıkartıp, karşılığında alacağı parayı Osmanlı'ya yardım için vereceğini ilan ettiğini . . . (344)
Kur'an'ın Tazeliği
Bir batılı düşünür olan Bernard Shaw'a "Sizce yeryüzünde en ilgi çekici hadise nedir?" diye bir sual sorulduğunda, Shaw'ın :
"Yeryüzünde bunca kavga ve düşünce karmaşasına rağmen Kur'an'ın tazeliğini korumasıdır" diye cevap verdiğini,.. (345)
Cemiyetin Ahlaki Yapısının Çimentosu
Dini inanç ve manevi değerlerin gençleri sapmalardan ve aşırılıklardan koruyarak cemiyetin ahlaki yapısının çimentosunu oluşturduğunu . . .
Ruhi tatminsizliğin sapık cereyanlara dönüşerek akıl almaz derecede suç nisbetini artırdığı ABD'de, eski başkanlardan Ronald Regan'ın:"Sınıflarda dua etmek için verilen önergeyi destekleyeceğini ve okullarda, Allah'a imana ve disipline başvurularak anarşi ve uyuşturucu madde alışkanlığının sokağa atılacağını " ifade ettiğini...
Yine Regan'ın, "Kutsal kitabın on emrine uygun olarak yaşamak için daha çok gayret sarfedersek "alkolizimle ve bulaşıcı hastalıklarla mücadelede hükümetlerin harcadığı milyonları tasarruf edeceğiz" dediğini... (346)
İlk Dışkı Yedirme Hadisesi
İnsanlara dışkı yedirme hadisesine ilk defa CHP iktidarı döneminde rastlanıldığını
1947 yılında Demokratik Parti'li bir kooperatif başkanının hükümet tarafından vazifeden alınmasına karşı çıkan İsparta'nın Senirkent bucağı halkıyla, Jandarma kuvvetleri arasında çıkan çatışmalarda jandarmaların köylüleri dayaktan geçirerek, dışkı yedirme idrar yaptırdıkları şapkayı başına geçirme ve yere yatırıp üstüne binerek dolaşma gibi işkenceler uyguladıklarını . . . (347)
Ulu Çınarın Serencamı
Şanlı Osmanlı Devleti'nin 1299 yılında kurulup 1922 yılında tarihe intikal ederek benzersiz bir şekilde 623 yıl gibi uzun bir süre varlığını sürdürdüğünü...
Bu Kerim Devlet'in, kuruluşundan 230 yıl sonra Viyana kapılarına dayanarak, bir mille ve devletin; başka ırk, başka dil, başka din ve başka kültür dünyasına, bu kadar kısa zaman içinde böylesine hakim olup tesir edişine tarihte başka hiç rastlanılmadığını . . .
Fakat aynı tarihin, bu bu koca Osmanlı Devleti'nin 46 yıl gibi çok kısa bir süre içinde mahvoluşundaki süratine de şahit olmadığını...(348)
27 Mayıs Darbesinde Amerikan Parmağı
27 Mayıs hareketinin gerçekleştirilerek Adnan Menderes ve Fatin Rüşdü Zorlu'nun işbaşından uzaklaştırılmasını herkesten fazla Amerikalıların istediklerini...
NATO'ya girerek Türkiye'de Amerika Birleşik Devletlerine üs açan Menderes hükümetinin, bunun karşılığı olarak Amerika'nın teknik imkanlarından faydalanarak ülkemizi kalkındırmayı düşündüklerini, fakat Amerikalıların mükellefiyetlerini yerine getirmeyip savsaklayarak Türkiye'den azla idare etmesini istediklerini . . .
Bunun ilk örneği olarak, Türkiye için zirai alanda büyük bir atılıma sebep olacak olan traktör alımı meselesini Amerikanın kabul ettiğini, fakat bunları verirken, yapılan anlaşmada, bu traktörlerin pamuk ekimine tahsis edilen tarlalarda kullanılamayacağı yolunda bir hüküm koymak istediğini...
Oysa, o yıllarda Türkiye'nin ihracatında en büyük iki kaleminden birini pamuğun teşkil ettiğini...
Dünya pamuk piyasasının bir numaralı üreticisi olan ABD'nin, pazardaki payının yüzde 1-2 nisbetinde bile düşmesine tahammül edemediğini Menderes ve Zorlu'nun, ABD'nin bu sinsi politikasının farkına vararak ilişkilerde daha dikkatli bir tavır aldıklarını ve dolayısı ile menfaati zedelenen Amerikalıların DP iktidarını gözden çıkardıklarını . . . (349)
İlim Aşkının Yaptırdıkları
İlim aşkıyla yanıp tutuşan büyük alim Cahız'ın (V.255/ 866), kitap almaya para . .
yetiştiremediği için . kitapçı dükkanlarını geceleri kiralayıp sabaha kadar gözünü kırpmadan kitap okuduğunu . . . (350)
aksavaşçı
01-08-2008, 20:37
ilk denizalti
Türk denizaltıcılığı 1886 yılında başlamıştır . Bu yıl Türk Denizaltıcılığının 116. yılını kutluyoruz. Aslında dünya denizaltıcılığının yaşı da aşağı yukarı aynıdır. Hatta neredeyse diğer devletlere denizaltı silahının ne kadar önemli olduğunu kavramaları hususunda öncülük ettiğimiz bile doğrudur. Özellikle de yepyeni ve bilinmezliklerle dolu denizaltının esas silahının ne olacağını da o zaman binbir zahmetle satın alınan Abdulhamid ve Abdulmecid gemileri ispatlamıştır.
http://home.arcor.de/abdulhamidhan/images/abdlh_480.jpg
ABDULHAMID VE ABDULMECID DENIZALTI GEMILERI
IMAL EDILDIGI YER : INGILTERE / NORDENFELD TOP FABRIKASI IMAL TARIHI : 1886 ABDULHAMID DENIZE INIS TARIHI: 7 ZILHICCE 1303 (6/09/1886) ABDULMECID DENIZE INIS TARIHI: 04/08/1887 UZUNLUGU : 110 KADEM GENISLIGI :12 KADEM GARANTI UMKU : 100 KADEM AGIRLIGI :160 TON SU USTU SURATI : 10 MIL SU ALTI SURATI :3 MIL SU USTU VE SU ALTI TAHRIK KUDRETI:STIM ALABILDIGI KOMUR : 8 TON MAKINA GUCU : 250 H.P. BOLME ADEDI : 7 MURETTABATI : 1 GUVERTE SUBAYI, 3 MAKINE SUBAYI, 1 ER
aksavaşçı
01-08-2008, 20:38
masonlar
TÜRKIYE'DE MASONLAR (YA DA TAPINAK ŞÖVALYELERİ)
Masonluğun Türkiye'de ortaya çıkışı 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanmaktadır. Türkiye'de masonluk tarihi konusunda yapılan ciddi çalışmalarda genellikle 5 dönemden söz edilmektedir. Bunların birincisi "1909 yılı öncesi" dönemdir.
Bu dönem, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bir takım locaların kurulduğu, ancak özellikle Sultan Abdulhamid'in sistemli çalışmaları dolayısıyla bunların bir türlü toparlanamadıkları dönemi kapsamaktadır. Mason locaları bu dönemde dışa bağımlıdır ve yönetim mekanizmaları da yabancı localar tarafından belirlenmektedir.
Türk masonluğunun ikinci dönemi "1909-1935 yılları arası"nı kapsar. 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasının ardından Abdulhamid'in tahttan indirilmesi ile başlayan bu dönemde masonlar siyasi iktidarı ele geçirmiştir. Yurt dışından yönetilen mason locaları, halktan gelen tepkiyi hafifletmek amacıyla göstermelik olarak ilk kez milli bir kimliğe bürünmüşlerdir. Bu dönemin başlarında masonların kontrolündeki İttihat Terakki Cemiyeti ön plana çıkmıştır.
Üçüncü dönem "1935-1948 yılları arası" dönem olarak bilinir. 1935 yılında Atatürk'ün, kökü dışarıda ve zararlı kuruluşlar olduğunu söyleyerek locaları kapatması üzerine masonluk Türkiye'de "uyku" dönemine girmiştir. Ancak bu 13 senelik uyku döneminde masonlar faaliyetlerini Halkevlerinde sürdürmüşlerdir.
Türkiye'de masonların örgütlenmeleri "1948-1966 yılları arası"nda yeniden canlanır, ancak masonlar bu dönemde Fransız ve İskoç ritleri paralelinde ikiye bölünmüşlerdir.
Son dönem olarak da kabul edilen ve "1966 yılı ve sonrası"nı kapsayan dönemde masonlar, bölünüp iki farklı çatı altına girdikten sonra, faaliyetlerini sürdürmeye devam ederler. Günümüzde de hala bu durum geçerlidir.
http://home.arcor.de/abdulhamidhan/images/031_480.jpg
Sultan Abdülhamid,
Sultan Abdülhamid, yikilmanin esigine gelmis olan dev imparatorlugu 40 yil boyunca son derece akilci ve basarili bir politika ile ayakta tuttu. Dahasi gerçeklestirdigi reformlarla modern Türkiye'nin temellerini atti. Abdülhamid döneminin bazi önemli icraatlari: Bagdat demiryolunun açilisi, Dar-ül Fünun'un (bugünkü Istanbul Üniversitesi) açilisi ve Haydarpasa Gari'nin insasi.
aksavaşçı
01-08-2008, 20:40
abdulhamidhan belgeseli mirror 1 rapidshare.de (http://http://rapidshare.de/files/4308511/sultanabdulhamidhan.mpg.html)
ümitli_bekleyis
02-13-2008, 01:58
Sultan II. Abdülhamid' in kızı Ayşe Sultan Selanikte sürgünde iken babası ile beraber kalmıştı.Sonra İstanbul ' a dönünce evlenir ve erkek evladı olur . Neden sonra babası II.Abdülhamid de İstanbul ' a gelip Beylerbeyi Sarayına yerleşmiştir.Bir gün Ayşe Sultan oğlunu görmesi için babasına gönderir.Çocukları zaten çok seven Sultan torununu da koklayıp sever.Çocuk annesine götürülürken kızına şu haberi yollar :
- Allah bağışlasın.Ömrü uzun olsun.Beni unutturmayıp da çocuğa tanıttığından dolayı teşekkür ederim.Bu kadar terbiyeli büyüttüğüne de son derece memnun oldum.Elimden gelen duadır.Yalnız saçları çok güzel ama kestirsin...Erkek çocuğu erkek gibi büyümelidir.
Ben Sultan' ın sadelikten yana olan tavrındaki bu resimde Yavuz' u görür gibi oldum.Hani bir gün oğlu
Kanuni süslenip püslenip , takıp takıştırarak Yavuz 'un huzuruna çıkmıştı da Yavuz da oğlunun bu halini görünce :
-" Oğlum o kadar süslenmişsin ki ..Anana giyecek birşey bırakmamışsın " demişti ya ...
MUSTAFA TURAN 'ın kitabından alıntıdır.
vBulletin v3.8.4, Copyright ©2000-2025, Jelsoft Enterprises Ltd.