fatih kısaparmak balon baskılı balon Türkü Hikayeleri - AK Parti |AKParti Forum |AK Gençlik |Recep Tayyip Erdoğan |AKPARTİ Gençlik Forumu|

PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Türkü Hikayeleri


Tarantula_
02-12-2009, 14:15
AĞ GÜL SENİ CAMEKANDA GÖRMÜŞLER

Ağgül'e varıp sorsalar; deseler ki, "Söyle terk edermisin? Yıllardır yavuklu bildiğin Mustafa'nı terek edermisin ?" Ne der acep Ağgül. Terkederim dermi ki hiç seven sevdiğini terk edermi? Ama töreler gelenekler ana babanın baskısı koparıp götürür seveni sevdiğinden. Geride kalan derdini türkülere döker. Türkülere sığınır, içini türkülere boşaltır. Giden gittiğini bilir, içine atar dertlenir kaygulanır o kadar.

Derler ki, Ağgül köyün varsıllarından Mürsel ağanın kızıdır. Güzel mi güzel simsiyah saçlar, kestane rengi gözler, salına salına yürüyüşü yürekleri yakarmış. Köy gençlerinin gözü Ağgül’de ama kimse de yan gözle bakamazmış. Nedeni de Mustafa. Herkes sayar severmiş Mustafa 'yı. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Mustafa babası öldükten sonra evin bütün sorumluluğunu yüklenmiş, anasını ele muhtaç bırakmamış. Alnının teriyle geçimini sağlıyor. Bazen zorlansa da yakınmıyor Mustafa. Ağgül'üne de kavuşursa tasası kalmayacak. Gel gör ki, Ağgül'ün babası verimkâr değil. "Mustafa kim oluyor ki bizden kız isteyecek o ilkin karnını doyursun" diyormuş. İyi hoş ama Ağgül öyle demiyor. "Bir lokma bir hırka olsun yeter artığını istemem" diyor diyor ya dinleyen kim. Babası tam bir şehirli düşkünüymüş "Şehirli köylüden daha iyidir bizim Şefketgil şehire gitti de eli yüzü açıldı temiz yiyor temiz giyiniyorlar, benim kızım da şehirliye layık" diyor da başka birşey demiyormuş. Onlar böyle diye dursun Mustafa ile Ağgül sık sık buluşup akşam karanlığı çöküp el ayak çekildi mi soluğu Ağgül'lerin bahçesindeki ceviz ağacının altında alırlar ve "Yarın son olsun kaçıp gidelim burdan" diye kavilleşip ayrılırlarmış. Üç gün beş gün, üç ay beş ay hep kavilleşiyorlar, hep yarına bırakıyorlarmış. Sözün kısası altı ay geçiyor aradan.

Günlerden bir gün Mustafa yine gelip cevizin altında beklemiş. Ay tepede, ay tepeyi aşıyor, ay kayboluyor Ağgül yok ortada. Cevizin altında uyuyup kalıyor. Mustafa, sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyor; gördüğü düşleri hayıra yormaya çalışıyor. Daha sonra kalkıp köyün kahvesine gitmiş. Dalgın dalgın çayını içerken çocukluk arkadaşı Zamir gelmiş kahveye. Varıp Mustafa'nın yanına yavaştan "Seninkini akşam vermişler lokumu dağıttılar elini çabuk tut kaçır yoksa havanı alırsın" demiş. Mustafa ayıkmış birden "Demek işin içinde iş varmış demek onun için gelmemiş Ağgül" diye konuşmaya başlamış kendi kendine. "Şehirden bir tanıdıklarının oğluna vermişler. Keleşzadeler'in oğluymuş. Zengin adamdırlar konakları dillere destan saray gibi. Elini tez tut yoksa gitti gider Ağgül" deyince yüreği bir ateş harmanına dönmüş Mustafa'nın. Yan babam yan. Akşamı zor etmiş Mustafa. Hemen koşmuş ceviz ağacının altına sabahı etmiş ertesi akşamı etimiş yok. "Daha kaçgün oldu kavilleşeli ne çabuk sözünden döndü" diye içi içini yemeye başlamış. Bir yandan da umudunu yitirmiyor "Ağgül bensiz olmaz döner gelir bir gün" deyip ceviz ağacına gidiyormuş sık sık. Derken düğün günü gelip çatıyor Keleşzadeler'in düğünü de şanına uygun davullar çifter çifter, kazanlar kaynıyor. Düğün üç gün üç gece sürmüş. Mustafa da daha fazla dayanamıyıp köyden kaçıp dağlara gitmiş. Ama uzaklaşamıyor gözü ceviz ağacındadır hep. Dönüp dolaşıp düğünün son günü köye geri gelmiş. Ağgül’ü arabaya bindirmişler araba ağır ağır yola düşmüş. Mustafa da köyün en yüksek tepesi olan Kırlangıçtepe'ye tırmanmış. Şehre inen yol ayaklar altında düğün alayını gözden kaybolana dek seyretmiş. Mustafa artık kolu kanadı kırık deli gibidir ne yapacağını bilemez. "Ben Ağgül'süz nasıl yaşarım, ama döner bir gün mutlaka kaçar gelir bana" deyip umutlanır. Günler günleri eskitir, aylar ayları. Hiçbir haber yoktur. Tek haber, arada şehre inenlerden yolu düşüp konağın önünden geçenlerden gelirmiş. Ağgül'ü yüzünü cama dayamış dalgın dalgın düşünürken görürlermiş. Mustafa'yı da en son elinde bir ceviz fidanıyla Kırlangıçtepe'ye tırmanırken görmüşler. Tepenin en görünür yerine diker fidanı sonra da yanık sesiyle bir türkü tutturmuş. O günden sonra kimse bilmez Mustafa'ya ne olduğunu. Kimi Çukurova'ya yerleşti der kimi ‘canına kıydı’ der. Ama Mustafa'nın son gün söylediği türkü kimsenin dilinden düşmemiş. Köyün de sınırlarını aşıp yankılanmış.

AKSARAY DEVELİSİ

Yaklaşık 1900 yıllan... Temmuz güneşinin Anadolu'yu yakıp kavurduğu günlerde, Konya 'ya yakın köylerden birindeyiz. Bir evin temelleri yeni bitmek üzere. İri yan bir adam koca elleriyle güneşe inat, koca koca taşlan yontup, temeli yükseltmek için ha bire çalışmakla meşgul. Bir yandan da çamur isteyip, amelelere daha sıkı çalışmalarını tembih ediyor. Dört beş amele, bir ustaya çamur ve taş yetiştirmekte güçlük çekiyorlar. Etraf an kovanı gibi. Taş ve çekicin işlemenin ve işlenmenin verdiği hazla çıkardıkları ses, dalga dalga çevreye yayılıyor. İri yan koca elli adam bir terini siliyor, bir temele taş koyuyorken, gözü tulumbanın başında, su içme bahanesiyle oyalan ameleye takılır. Gümbür gümbür bir ses ile amelenin yüreğini oynatır. Amele hemen küreğini alıp çamur karıştırırken, ''Ne sert bir adam'' diye düşünür.

Oysa bilmez ki, kaba saba adam diye tasvir ettiği kişi ne kadar ince ruhludur!..

Oysa bilmez ki, taş kıran ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) kesen o eller, kanun üzerinde dolaşırken, al yazmalı körpecik köylü kızının kınalı narin ellerinden farksız olduğunu!..

Nerden bilsin ki o koca elli adamın Gökmen Hasan Hüseyin Ağa olduğunu. Nerden bilsin ki, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'nın Konya'da namı olduğ1mu, Konya oturaklarının değişmez siması olduğunu.

Ve yine bilmez ki, geleli daha birkaç gün olmasına rağmen, yüreğinin sıla hasretiyle çarptığını. Konya'yı, tozlu Aksinne'sini.

Külahçı sokağının karşısındaki alçacık da köhne ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) evini.

Muhabbetin pervasızca sunulduğu, günlerin haftaların kısaldığı Konya oturaklarını, "Şabab oğlan" türküsünü, ihvanını, yaranını özlediğini, kanun tellerin nağme olup gezinmeyi arzu ettiğini nerden bilsin ki?!..

O koca elli adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, bir yandan terini siliyor, bir yandan yonttuğu taşı itina ile yerine yerleştiriyor.

Taş yontarken çekicin çıkardığı ses sanki akşam yakacağı türkünün, dillerden düşmeyecek türkünün, çığ çığlık habercisi idiler.

Derken, güneş kızgınlığını yitirip gece ülkesine yolculuğunu hızlandırınca, işi bırakırlar.

O koca elli, ruhu kanun telinde dolaşan adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, bulgur aşını yedikten sonra bir ''Kalıp carası2'' yakar.

Başını aktaşa koyar, uzanır. Sigara dumanının adında Emmiler türküsü yankılanırken uyuya kalır.

Rüyasında yaranı, kadınlar pazarında bir ara bekçilik yapan ''Gavur İmam'ı'' görür. Asıl adı Hüseyin olan Gavur İmam, o sıralar bir camide imamlık yapmaktadır. Her günkü gibi yatsı namazını kıldırıp, caminin kapısını kilitlemiş, başında sarığı, sırtında cüppesi, elinde şak şak tespih ile ağır ağır evine giderken birden irkilir!. Kulak kabartır?! Bir saz dövünmektedir uzaktan!.. Gavur İmam olduğu yere mıhlanır. Bir süre evi dinler. Evet! Evet! Artık şüphesi kalmamıştır, bir oturaktır bu. Olanca haşmetiyle dışarıya taşan ahenk onu cezbeder, eli gayri ihtiyari kapının tokmağına gider. O da ne?!.. Kapı açıktır, dalar. Bu bir bağ evidir. Daha iyi duyabilmek için, gider, pencerenin altına çöker. Şuh zil sesleri arasında, yanık yanık türkü söyleyen Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'yı tanır;

Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın

Bunu duyan Gavur İmam, artık dayanamaz, kapıyı tıklatır, kapı açılır, içeri girer. Bir oturak kadını zarif, kıvrak hareketlerle, ayaklan adeta yere basmamacasına zil dövmektedir. Dem, nargile ve ahenk birbirlerine sinmiş; içeriyi tatlı bir sarhoşluk kaplamıştı. Gavur İmam, hemen kapının yanına çöktü ve terbiyeli sesiyle dövünmeye başladı;

Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın;

derken herkes onu fark etti. Başında sarık, sırtında cüppeyle onu görünce şaşırdılar, fakat şaşkınlıktan kısa sürdü; tanımışlardı.

Hoşgörüsü ve muhabbet ehli olmasıyla tanınan Gavur İmam'dı. Türkü bitti, ara verdiler.

Oyuncu kadın boşalan kadehleri testideki kaçak rakıyla tazeledikten soma, bir kadeh de Gavur İmam'a uzattı. Gavur İmam içmedi. O muhabbetten, zaten sarhoşlamıştı. Bunun üzerine oyuncu kadın, eline koca bir döğme gümüş tabaka alarak sigara sardı ve meclistekilere tek tek ikram ederek yaktı.

Saatler çabucak geçmişti. Ortalık ağarmaya başlayınca, Gavur İmam'ın aklı başına geldi. Bir süre düşündü, soma ani bir kararla sırtından cüppesini, başından sarığını ve saltasının cebinden camiinin anahtarını çıkarıp, kendisine kapıyı açan gencin eline verdi ve kulağına şöyle fısıldadı;

''Bunları camiye götür, cemaatten birine ver, Gavur İmam artık gelmeyecek, Eremedim vefasına dünyanın türküsünü çağıracak de!''

Gökmen Hasan Hüseyin Ağa yatsı ezanlarıyla uyandı. Kendini hala oturakta zannediyordu. Fakat yüzüne çarpan serin yel, ona rüya gördüğünü hatırlattı. O ne biçim rüyaydı öyle? Hem öyle bir türküsü de yoktu. İçinden yakılmamış türküyü okumak geldi, salıverdi sesini;

Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın

Aksaray'dan Bakırtolu'na yol gider
Sürmelenmiş ela gözlü yol gider

Uzamışsın hay sevdiğim dal gibi
Gelip geçen selam vermen el gibi

Beyler besler merrak için tazıyı
Kadir mevlam böyle yazmış yazıyı

Devem yüksek atamadım urganı
Susadıkça ver ağzıma gerdanı

Saçım uzun ben saçımı tararım
Var mı benim Konyalıya zararım

Ağzından dökülen sözlere kendisi de şaşırdı. Tuhaf duygular içindeydi. Bir an ürperdi. Kalktı, yatmak üzere ahır sekisine3 doğru yollandı. Döşeğini serdi, soyundu, yattı ve uyudu.

Bu gün Hacı Fettah Mezarlığında uyuyan Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'nın bu türküsü, yıllarca dillerden düşmemiş, oturak alemlerinin baş köşesine oturtulmuş, sazların iniltisinde nağmeleri dolanmış, sıla hasreti, yar hasreti çekenlerin, dünyanın vefasına eremeyenlerin gönlünde günümüze kadar ulaşmıştır.

1-Kaynak Kişiler: 1.Mazhar Sakman; 2.Hüseyin Çağıllar
2-Eskiden hazır sigaraya verilen İsim
3-Konya köy evlerinde ahırın yanındaki büyük oda


ANKARA'DA YEDİM TAZE MEYVAYI

Anakara'nın keskin ilçesinin cin ali köyünde 1924 yılında Sefer adında bir erkek çocuk doğar. İlkokulu köyünde okuyan Sefer 15 yaşından sonra ailesinin tüm rençberlik işlerine yardım eder yürütür. Güçlüdür kuvvetlidir Sefer. Köyde herkes tarafından sevilir. 20 yaşına gelince de Seyfli köyünden Hatice yi istetir. Söz kesilir düğün olur evlenirler.

Aradan üç ay geçince Sefer ince hastalık denilen vereme tutulur. Doktorlar bir çare bulamazlar. Taa Ankara lara götürülür ve 20 Haziran 1944 te garip Sefer ölür. Aşağıdaki türkü Sefer için yakılmıştır.



Ankara'da Yedik Taze Meyvayı
Boşa Çiğnemişim Yalan Dünyayı
Keskin'den De Sildirmeyin Künyeyi
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın

Ankara'yla Şu Keskin'in Arası
Arasına Kara Duman Durası
Çok Doktorlar Gezdim Yokmuş Çaresi
Söyleyin Anneme Annem Ağlasın
Babamın Oğlu Var Beni Neylesin

Trene Bindim De Tren Salladı
Zalim Doktor Ciğerimi Elledi
İy- olursun Dedi Geri Yolladı
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın

Benzim İçtim Ciğerlerim Tutuşur
Ağlama Hatice, Sefer Yetişir
Söyleyin Anneme Çalsın Nennimi
Kim Alırsa Alsın Nazlı Gelini

Binmiş Taksiye De Sefer Geliyor
Annesinin Ciğerini Deliyor
Gelin Hatice'yi Eller Alıyor
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Gelin Hatice'yi Kimler Eylesin

Mezarımı Derin Kazın Dar Olsun
Edirafı Lale Sümbül Bağ Olsun
Ben Ölüyom Ahbaplarım Sağ Olsun
Söylen Kardaşıma Çalsın Sazımı
Kadir Mevlam Böyle Yazmış Yazımı

Tarantula_
02-12-2009, 14:16
AŞAN BİLİR KARLI DAĞIN ARDINI

Her biri bilinmez bir mezar şimdi.Mezar taşları ürpertir,ürkütür insanı.Ama beni,o hassas melteme bile dayanamayacak kadar hafif vucutları,yüreklerinin çektikleri,katlandıkları ve yaşadıkları dillere destan, ateş dolu, acı dolu hayatları daha çok ürpertmiştir hep.Mezar taşlarından daha fazla.“Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” demiş ozan.Demişya! Ne yürekten demiş,ne Doğru demiş.Anadolum benim.Günde bin güzellik görüp, birine vurulduğumuz.Gam ile dert ile yogrulduğumuz.Gök gözlü,güneş yüzlü,derin sözlü,yarım özlü.Ekmek’ini el ile paylaşan, çarşambasını sel alan, sevdiklerini el alan.Kor yürekli, demir bilekli,başı bulutlarda yiğitlerin, vefalı, sadık,vefakar,örük saçlı, uzun boylu yapalakların,tuğ sunaların, toraşamların, gül yüzlü güzellerin, ceylanların,efsanelerin, lav gibi fişkıran yüreklerin, düğünlerin, halayların, türkülerin, ağaların, beylerin, ozanların, ve dillere destan aşıkların diyarı anadolum. Anadolum benim.Kerem ile Aslı’sı var,Ferhat ile şirin’i var, Leyla ile Mecnun’u var,Elif ile Mahmut’u, Sürmeli bey’i, Şah İsmail’i, Sümmani’si var. Dil hangi birine döner,yürek hangi birine katlanır.Ve kalem hangi birini yazabilir. Yazıpta başedebilirki.

İşte Senem ile yazıcı oğluda bu yürek yangınlarını çekmiş binlerce kor yığınından sadece ikisi.

Tülü mayalar, kırk atlar koçlar, taylar kuzular, gökce gelinler ve koç yiğitlerden kurulu yörük kervanı Binboğa dağlarının üstünden aşıp, güneş’in kızıla boyanıp battığı Tanır yaylasına doğru ince bir çizgi gibi, bir uçtan bir uca süzülüp geçti. Günlerdir at üstündeki aşiret mensupları yorulmuşlar, bunalmışlardı.Ama yol bitmiş sınırın hemen yanıbaşındaki konak yeri Yapalak görünmüştür. Akşamüstü yaylaya ulaşınca kervanın en önünde giden tülü mayadan yaşlı bir yörük beyi sıçrayip indi.Arkasinda uzanan kervana dur etti ve bagırdı. “Konak yerimiz buradır.At lar baglana, denkler çözüle tez elden çadırlar kurula ALLAH hayıra getire dedi”Yigitler atlarından, gelinler tülü mayalarından indiler.Birkaç genç kadın, yörük beyinin indiği devenin yedeğindeki al bir at’tan, genç bir kızı incitmekten korkar gibi tutup indirdiler yere.Altına kilim serildi.Üstüne gölgelik çekildi hemen. Bağdaş kurup oturdu genç yörük kızı yere.Omuzunun bir ucundan bir ucuna fişeklik çevriliydi.Belinde gümüş saplı bir hançer takılıydı.İran ipeğindendi tüm giysileri. Samur saçları başındaki yeşil berenin içinde toplanmış, kenarlarından taşmıştı.Uzun boylu, beyaz tenli, simsiyah gözlü, ceylan bakışlı, bakanın bir daha baktığı, gürenlerin yüreklerini yaktığı bir ahuydu bu. Ne Tanır, ne Binboğalar nede bu küçük Yapalak, böyle bir güzele çadır açmamış,böyle bir ceylana raslamamışlardı.Yayla böyle bir güzel görmemişti.

Tez elden çadırlar kuruldu.Atlar kuzular koyunlar çayır’a salındı.Beyin siyah çadırından geniş obası kuruldu.Tüfekler, sazlar asıldı çadır direklerine.Ay orta yere gelip dolandı.Mehtap bir uçtan bir uca ışığıyla doldu yapalak’a.Yörükler meydan yerinde yaktıkları, gökyüzüne uzanan bir ateş yığınının başında, geceye teslim ettiler ilk günlerini.

Ertesi sabah hemen duyuldu Tanır’a yörüklerin gelip yerleştikleri.Adettendi, yerli halk gelip hoşgeldiniz derdi.Birkaç ay
kalıp sonra gidecek olan bu göçebe yörükleriyle kardeş gibi geçinirlerdi.Hoşgeldine gitmek bölgenin ağasına düşerdi.Ağa yanına bölge büyüklerini toplar,kadın’ını yanına alır, gider yeni misafirleriyle tanış olurdu. Yine öyle oldu. Tanır’ın şanlı Bey’i Yazıcı oğlu köyünün büyüklerini çağırıp, başlarınada oğlu Osman’ı katıp hoşgeldine gönderdi yörük içine. Atlayıp atlarına, vardılar yörük yaylasına yerliler.Yörükler hürmetle yürekten karşıladılar gelenleri.Koşup ağaya haber verdiler.Kara çadırından önce ak saçlı yörük beyi,ardında o ahu gözlü, fidan boylu ceren çıktı.Bir hançer gibi dikildi karşılarına.Başı yularda iki eli böğründe Daha buyrun diyemeden, ziyaretcilerin başında atın üstünde bir kartal gibi duran yemyeşil gözlü, kartal bakışlı çınar gibi heybetli Osmana takıldı gözleri. Bir yıl gibi sürdü ikisi içinde bu bakışlar. Bakıştılar.

Buyrun dedi yörük bey’i.Yanında hala,yere saplı bir hançer gibi duran kıza döndü.Senem dedi: Atı tut kızım.Koştu Senem adetleri gereğince, gelen kafilenin bey’i ile hanım ağasının atının yularına sarıldı.Kadında Osmanda indiler atlarından. Tam kafile yörük illeri gelenekleri gibi halka tutup oturdular.Hoş geldiniz edildi.Kahveler, katıklar içildi, konuşulup tanışıldı. Ama iki genc’in aklı ve gözleri bir an bile ayrımadı birbirlerinden. İşte diyordu Senem! Kendimi kollarına teslim edebileceğim, erim, erkeğim diyebileceğim çınar gibi bir yiğit.İşte diyordu Yazıcı oğlu Osman’a.Yazıcı oğlu Osmanda; Baba evine götürebileceğim, övünç duyup yaslanacağım, bir ahu diyordu kendi kendine.

Akşama kadar kalındı yörük yaylasında.Geniş sofralar yazıldı yere, koyunlar kızartıldı, katıklar yayıldı,yenildi içildi.Ama Senem le Osman bir kere düşen bir kor yığını gibi, bakıp durdular birbirlerine.Akşam yörüklerden ayrılıp Tanır’a dogru yola çıktıkları zaman,Osman yüreğinden bir parçanın yapalakta kaldığını hissetti.Senem yüreğinden bir parçanın kopartılıp alındığını, içinden bir şeylerin eksildigini sandı. Günler akıp geçti.Ne Senem nede Osman unutamadılar birbirlerini.Bir bahane bulup yeniden gidemedi Osman yörük çadırına.Senem obadan dışarıya ayak atamadı.

Ama seven yürek neler etmezki, her şeyin çaresi bulundu.Bir yörük kadını yardım etti bey kızına Bey oğlu atlayıp atına Seneme koştu.Ay ışığında her buluşup konuşmalarında daha çok yandı yürekleri,Daha çok sevdiler, daha çok bağlandılar birbirlerine.

Sevda bu. Çaresi olmazsa sarartıp soldurur, öldürür adamı.Senem de Osman da aynı ateşte kavruldular.Senem seviyordu ama çaresizdi.Biliyorduki babası oba dan dışarı kız vermezdi.Töreler böyleydi.Osman düşündü, bir yörük kızını eve almazdı babası. Kaçalım dediler bir gün. Yok dedi Senem. Kaçalım dedi oğlan yok dedi Senem. Ben böyle bir ateşle yana yana ölürümde kaçmam.Kaçıp yere yıkmam başını babamın.Babamın başını yere yıkamam. Başka çare yok. Kaideleri yıkacak, iki sevdalıyı birbirine kavuşturacak, ağır kuvvetli Yörük beyine bir dünür kafilesi gerekti.

Bir yiğit sararıp solar erir giderde,bir bey kadını hatun ana’sı hissetmezmi.Gayrı sordular, Osman anlattı.Bir tek oğlanın derdine çare bulmak,onu bu dertten bu acıdan kurtarabilmek için kaideleri bir bir yıktı babası.Etraf çevrelerden ağalar toplandı.Dünür kafilesi ve hediyeler hazırlanıp varıdı yörük ağasına. Bir sevinç bir umut düştü içine senemin,bir sevinç doldurdu içini Osman ağanın.Ne kaldıki aha bugün olsa yarın kavuşuverirler.Birbirlerine yakışan nazarlık bir çift olular. ALLAH'ın emriyle dediler kızını istediler.ALLAH yazdıysa biz ne edek velakin obamızın kanunları vardır. İhtiyarlarımıza soralım, bir kaç gün izin verin düşünelim,iletiriz kararımızı.İsteriz ki kızımız oğlunuza kurban ola,böyle bir beyin gelini ola.Ama töreler dediler.

Umut içinde döndü dünür kafilesi.Bir yangın düştü içine yörük beyinin.Ama ölürde törelerini yıkmaz, aşiretin dışına kız vermezdi.Fakat bu çevrenin en güçlü adamı dünür geliyor.Vermezlerse basarlar obayı alır kaçırırlar kızı.Onlar basmadan biz kaçmalıyız dedi oba yaşlılarına. Hemen o gece çadırlar söküldü, sürü toplandı, kervan hazırlandı.Ve Senem içi kan ağlıyor.Bir ölüden farksız.Tüm oba yiğitlerinin arasında çekilip gittiler Yapalaktan.Bir gecede toplandılar gittiler.

Ertesi gün tüm Tanırlılar boş buldular yaylayı.Bin yerinden hançerlenmiş gibi inledi yıkıldı , bir ölüden ferksız oldu Osman. Her yana haberler salındı, sözcüler gönderildi.Aylar yıllar sürdü bu arayış.Ama ne yörük kervanının izine raslandı, nede Senemden bir haber alındı.

Yıllar geçti aradan yandı yıkıldı Osman, ama Senemden bir haber alamadı.Talih’i her gün biraz daha karardı.Bir düğünde bir gözünü kaybetti.Değen saçmalarla birlikte anası babası öldü.Günler yel gibi geldi geçti.Onun içindeki yangın geçmedi unutamadı Senem’i.On yıl, yirmi yıl, elli yıl, atmış yıl geçti, bir haber gelmedi Senemden.

Sonra bir yaz günü evinin önünde oturup çocuklarıyla oynarken; Köyün çerçicisi bir ermeni vardı.O geldi koşarak yanına. Ağam dedi! Ağam kurban olam haberler neki haberler.Desem yıkılırmısın yoksa sevinirmisin. Eski bir yaraya tuz mu atarım. Anlat dedi Yazıcıoğlu.Anlat hele ne istersin.Haberin hayırlıysa tarla veririm, değilse çek git.

Kozan’daydım dedi ermeni çerçi, mal satardım. Açmış oturmuştum metamı, buğday almış kumaş verirdim.İki büklüm bir ihtiyar geldi yanıma.Saçları ak, gözlerinin feri sönmüş bir ihtiyar kadın.Oğuk dedi nerelisin.Tanırlıyım ana dedim. Osman ağayı bilirmisin dedi.Bilirim elbet dedim.İnsan köyünün ağasını bilmezmi?

Kuşağından bir çıkını çıkarttı.Aha bu lapatan’ı elime tutuşturup, Osman ağaya söyle Senem ananın selamı var, yüreği yüreğinle birdir.Kimseye yar olmamıştır.Bir yayla kızı gibi sevmiş bir yayla kızı gibi sadık kalmıştır de,Ama gayrı her şey geçti.gelip aramaya, arayıp sormaya de. Ağam selam yerde kalmazmış getirdim sana, Gayrı sen bilirsin dedi ermeni
çerçi. Yüreğinde yetmiş yıl evvelin koru yeniden yandı.Osman Ağanın içinde kaynar bir şey aktı.Altınlar tarlalar verdi ermeni çerçiye.At hazırlattı, yanında iki adam düştü kozanın yoluna. Osman Ağa Senem le buluştumu bunu bilmiyoruz ama, Maraş'ta Tanır da. Toros'larda,Avşar illerinde ne zaman bir düğün kurulsa;Önce osman ağanın aldığı haberden sonra söylediği türküyü söyler kadınlar erkekler.Yankıları Torosların Binboğaların ötesine doğru yanık bir ses, yanık bir yürek. Nerede bir gece toplantısı olsa, yaşlılar genç'lere Senem ile yazıcıoğlu Osmanın sevdalarını anlatırlar hep.


Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
Çeken Bilir Ayrılığın Derdini
Bülbül Kaça Aldın Gülün Nargını
Gül Alıp Satmanın Zamanı Değil

Yaprak Gazel Olmuş Duruyor Dalda
Vefasız Güzelden Bize Ne Fayda
Bu Ayda Olmazsa Gelecek Ayda
Ölürüm Vazgeçmem Sevdiğim Senden

Selvinin Dalları Boyundan Uzun
Yavrular Gözüme Bir Salkım Üzüm
Ölmeden Görseydi O Yari Gözüm
Koyun Kuzu Kurban Olur O Zaman

AYRAN TÜRKÜSÜ

Gurbet ellerinde eğlendim kaldım
Güzel cemalini görünce durdum
Gelin bu ayranı taze mi yaydın
Hüdanın aşkına doldur ayranı
Canım ayranı, güzel ayranı

İyi hoş doldursun ayranı ya, sen kimsin? Köylük yerde bir genç kız her isteyene bir tas ayranı uzatırsa ne olur, adı nereye çıkar? Demezler mi; falancanın kızını gördüm, bir yabancıya tası doldurup ayran verdi. Aralarında bir şey var, elin yabancısına yoksa verir mi ayranı? Hem köyün geleneklerine de ters düşmez mi? Hem de genç bir kız! Yok canım, bu işin içinde bir iş var mutlaka.

Cemile güzelliği dillere destan bir kız, Aziz köyün yakışıklı gençlerinden. Eh göz görüp gönül de sevince, her şey tamam gerisi büyüklerin bileceği iş. Üç-beş emmi dayı; köyün muhtarı imamı, bir de Aziz’in babası varıp istemişler Cemile’yi. Kız evi nazevi derler, olacak o kadar naz. Araya bir kaç görüşme daha girer, sonunda iş tamam. İş tamam da daha askerliğini yapmamış Aziz. Bugün yarın derken, nişanlarının haftası askerlik çağrısı gelmiş. Aman yaman daha yeni nişanlandım hiç olmazsa bir iki ay geçsin dese kimse dinlemez. Günü gelince vurmuş sırtına çantasını, dost ahbap helâlleşmiş, varmış Cemile’nin yanına. “Üç yıl çabuk geçer bak. Büyük seli hatırla beş yıl oldu, dün olmuş gibi. Esat emmi öleli dört yıl oldu. Demem şu ki günler tez geçiyor; bir göz açıp kapayınca burdayım gönlünü ferah tut” demiş. Bekleyeceklerine söz verip ayrılmış Cemile ile Aziz. Kara trenin düdüğü ile ilk kez köyünden ayrılmış Aziz. Sık sık mektup yazmış köyüne, içindekileri dökmüş mektuplarına. Anasına babasına, dolaylı olarak da nişanlısına selamlarını, özlemlerini iletmiş.

Aziz askerdeyken, kötü bir haber yayılmış asker ocağına; “Uzakdoğu’da savaş patlamış, bizi de savaşa çağırıyorlarmış”. Kimi “Yok canım yalan söylüyorlar dünyanın bir ucundaki kavgadan bize ne” dese de, “Bizim sözümüz varmış, onlar savaşa girerse biz yardım edeceğiz, biz girersek onlar yardıma gelecekmiş. NATO mu, ne diyorlar işte onun için” diyormuş kimileri. . Derken Aziz’in kura günü gelip çatmış. Adı cepheye gidecekler arasındaymış. Bir yandan üzülür ölürse yaban ellerde ölecek, hem ne için savaştığını da bilmeyecek. “Yurduma düşman saldırmadı, arıma, namusuma dil uzatan olmadı peki bu savaştan bize ne” der “Acep oraların havası nasıl olur, kaç gün de gidilir” diye kendi kendine düşünür durur. Çok geçmeden de cephede bulur kendini. Gecesi gündüzü yok savaşın Aziz gününü ayını şaşırıyor, tek amacı ölmemek ve bir an önce Cemile’sine kavuşmak.

Demokrat Partinin “Altın çağı” denilen bu dönem 1947 de ki yabancı sermayeyi teşvik kanunu 1951 de sermaye bölüşümünü daha da kolaylaştırıcı doğrultuda yapılan değişiklik ve Kore savaşına bir tugay asker göndermesiydi. ABD’nin isteği ve NATO’ya üye olmak için Tuğgeneral Tahsin Yazıcı emrinde 5 bin asker Kore’ye gönderilmişti. Türkiye savaşı standart 5 bin kişiyle sürdüreceğine söz verdiği için eksilmeler oldukça asker göndermeye devam etmiş ve savaşın Türkiye’ye faturası 717 ölü 5247 yaralı 229 esir 167 kayıp olmuştu. Bu da ABD’den sonra en fazla kayıp veren ülkenin Türkiye olduğunun göstergesiydi.

Her taraftan ateş yağmakta tam bir cehennem misâli. Bu arada şarapnel parçalarından biri de gelip Aziz’i buluyor ki, hem de yapayalnız. Düştüğü yerde kalıyor. Aziz eli yüzü paramparça esir kampına götürülür. Canı kurtuluyor kurtulmasına ya Aziz eski Aziz değildir artık. Radyo bültenlerinde kayıp listeleri okunur, birliğine gelemeyenler arasında Aziz’in de adı vardır. Cemile vurulmuşa döner. Herkes birbirini avutmaya çalışsa da Aziz’in artık dönmeyeceğine çünkü onun öldüğüne inanırlar. Ama Cemile hiç ümidini kesmemiştir, “Aziz ölmedi, ölse künyesi bulunurdu” diye diye aradan yıllar geçer ve tek bir haber çıkmamıştır Aziz’den. Günlerden bir gün Cemile çeşme başında yayığı almış önüne ayran yapıyormuş. Başını kaldırdığında bir atlının yoldan sapıp çeşmeye doğru geldiğini görmüş. Cemile kafasını önüne eğip göz ucuyla da yabancıya bakmış. Yüzü gözü yara bere içinde olan yabancı Cemile’den bir tas ayran istemiş. Cemile de yabancıyı terslemiş, çünkü yabancı ayranı sözle değil türkü çağırarak istemiş. Cemile de ayran vermek istemediğini yine türkü ile yanıtlamış. Karşılıklı türkü düeti başlamış. Türkünün sonunda yabancının Aziz olduğunu anlamış Cemile. Anlıyor da ayran yayığını bir yana, bakracı bir yana atıp boynuna sarılmış Aziz’in. Yılların özlemini bir türküyle dillendirip, iki sevgilinin kavuştuğu bu türkünün sözlerine bakalım...

Ayran Türküsü

Aziz:
Uzak yollardan da kıvrandım geldim
Tatlı dillerine eğlendim kaldım
Gelin bu ayranı tazemi yaydın
Hüda’nın aşkına doldur ayranı
Cemile:
Uzak yolların vefası mısın
Ak alnımın da sen cefası mısın
Yaydığım ayranın kahyası mısın
Anamdan habersiz vermem ayranı
Aziz:
Bunca yıldır gurbet elde dururum
Çeker silahımı seni vururum
Ya ayranı alırım ya da ölürüm
Gel kız kerem eyle doldur ayranı
Cemile:
Ayranı atlarıma yüklerim
Götürür de dağ başına dökerim
Gurbet elde yârim vardır beklerim
Ondan başkasına vermem ayranı
Aziz:
O nedir ki yer altında paslanmaz
O nedir ki suya düşer ıslanmaz
O nedir ki etin kessen seslenmez
Ya bunun cevabın ya da ayranın
Cemile:
O altındır yer altında paslanmaz
O güneştir su altında ıslanmaz
O ölüdür etin kessen seslenmez
Bilirim bunları vermem ayranı
Aziz:
Tepsiye koydum da binliği tozu
Ortadan kaldırdık hele Aziz’i
Bir kaşık ayranı ver hala kızı
Hüda’ nın aşkına doldur ayranı
Cemile:
Tepsiye koydum binliği tozu
Ortadan kaldırdım hele Aziz’i
Sana feda ettim iki ala gözü
Getir kabını da doldur ayranı

Tarantula_
02-12-2009, 14:17
BEBEK

Elmalı'dan çıktım yayan
Dayan hey dizlerim dayan
Emmim atlı, dayım yayan
Bebek beni del eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Vakit sabahın seheri. Köyün köpekleri acı acı havlıyor. Düşmana saldırır gibi havlıyor köpekler. Biraz sonra köyde ışıklar yanmaya başlıyor. Köylüler çıralar yakıp, fırlıyorlar dışarı. İlkin ağıllara koşuyorlar. Hırsızlar mı bastı köyü, yoksa kurtlar mı indi dağdan... Belki de Zeybek Karasu'lu geçiyordur köyün kıyısından. Çok geçmeden gün ağarıyor. Her şey ayan beyan görünüyor. Köyün karşısındaki Çatalçam sırtlarına yörükler konmuştu. Bütün sırt koyun sürüleri, deve katarlarıyla doluydu. Kara çadırların önünde, iri isli köpekler kıvrılmış yatıyordu. Yörük kızları, kollarında tulumlar, ağaç bakraçlarla dereye suya iniyorlardı. İlerdeki Boztepe'de dört beş atlı bir şeyler konuşuyorlardı. Bunlar Oba Bey'i ve Obanın ileri gelenleriydi.

Kuşluğa doğru güneş yükselip çadırlara gitmeye başladı. Çamların altına kilimler serildi, minderler döşendi. Kıl poturlu yörükler, yırtmaçlı entarili kadınlar çadırlardan çıktılar. Gölgelere oturdular. Öğleye doğru Yörük Bey'i obaya indi. Çamların alaca gölgesinde, otları, suları gözden geçirdi. Sonra da yanındakilere "Burada fazla kalamayız. Otlar kurumuş, sular çekilmiş. O güne kadar buradan göçüp Seki'ye konaklayacağız" deyip atını mahmuzluyor. Varıp çadırına giriyor, çok geçmeden av kuşamlarıyla çıkıyor dışarı. Atına atlayıp sırtlarına kovuyor.

Köylüler yörüklerin gelişine hem seviniyor, hem üzülüyor. Üzüntüleri şundan ki; yörük deyince akla koyun, deve, keçi, at gelir. Malı bol olur yörüğün. Zaten geçimi de bunun üstüne. Mal da söz anlamaz ki, ekindi, bağdı, bahçeydi girip ziyan verir. Bunun için köylü, yörüğü istemez. Ama, elindeki üzümünü buğdayını satması için de sevinir yörüğün geldiğine. O günde öyle oldu. Köy kızları omuzlarına aldılar sepetleri, üzümüdü, incirdi taşıdılar yörük çadırlarına. Üstelik bayram yakın olduğu için, para gerekliydi herkese.

Fadime de evdeki iki sepet üzümden birini yüklendi omzuna. Yetim kardeşlerine bayram giysileri alacaktı üzüm parasıyla. Bir yandan alacaklarını düşünüyor, öte yandan dilinde türküsü çadırlann bulunduğu Çatalçam'a doğru yürüyordu. Çadırlara yaklaşırken, obanın köpekleri havlayıp, sardılar çevresini. Ne yapacağını şaşırdı ilkin. Sonra yanındaki taşa ilişti gözü. Sıçrayıp taşın üstüne çıktı. Bir yandan da bağırıyordu. Çok geçmeden, en yakın çadırdan yaşlı bir kadın çıktt. Köpekler huylandı. Fadime'yi taşın üstünden indirip çadırına aldı. Bir yandan soğuk ayran; bir yandan höşmerim sundu konuğuna. Biraz sonra da Oba Beyi geldi atıyla. Avladığı keklikleri uzattı anasına. Sonra da atını bağlayıp, girdi çadırına. Fadime'ye ilişti gözü. Anası "Yanıkhan'dan üzüm getirmiş satmaya. Köpekler çevirdi de zor kurtardım" dedi. Beyin bakışlan Fadime'nin iri kara gözlerine takıldı. Bir süre ayıramadı. Sonra, "Üzüm kaç okka?" dedi. Fadime, utangaç utangaç "Çekilmedi" dedi. Oba Bey'i "on okka saysak nasıl olur?" deyince "Hayır on okka geçmez. Hak geçer" diye cevapladı. Bey "Bizim okkamız, terazimiz yoktur. Biz de el ölçü, göz terazidir. Benim gözüm o kadar tuttu. Eksiği artığı varsa, birbirimize helal ederiz deyip parayı uzattı Fadime'ye. Sonra yola kadar uğurladı. Bir yandan da "Senin üzümlerin çok iyi. Yine getirsen alırım" diye tenbihledi. Fadime de; "Bir sepet daha kaldı. Onu da bayram sonu getiririm" deyip seke seke indi bayırı. Bey arkadan baka kaldı. Çadırına döndüğü zaman içinde bir eziklik, gönlünde bir hoşluk duydu. Kendince kurdu Fadime'yi. Nasıl da ceylan gibi seke seke koşuyordu. Ya o kaş, o göz. Bizimkilere hiç benzemiyor diye, alıp verdi, alıp verdi. Anası, oğlundaki bu değişikliği farketmedi ilkin. Ama öyle dalgınlaşmıştı ki Bey. Anasının söylediklerini duymuyor, dalıp dalıp gidiyordu. Anası "Oğul n'oldu sana? Dediklerimi duymuyorsun. Ne dediğini de bilmiyorsun. Köy kızı aklını mı çeldi, nedir?" Bey, "Yok be ana. Güzel bir kız ama, bilmem ki" diyor.

Bir yandan bilmem ki diyor, öte yandan av bahanesiyle Fadime'nin köyüne iniyor sık sık. Gözleri onu arıyor. Anası tümden karşı bu işe. Nedeni de: aşiret töresine aykırı. Daha Kıroba Aşireti'ne yabandan kız girmemiş. Obanın erkeği, obanın kızıyla evlenmiş o güne dek. Hem oğluna, dayısının kızını almayı kurmuş anası. Kızın anasıyla da konuşmuş meseleyi. Şimdi bu köy kızı araya girerse, işler tümden bozulacak diye düşünüyor.

Gün günü eskitip, bayrama ulaşıyor. Bayrama ulaşıyor ya, aşiret arasında da homurtu dolaşıyor giderek. "Biz buraya on günlüğüne konmuştuk. Bu gün onbeşinci gün oluyor. Daha hareket yok. Bey'den ses çıkmıyor. Sürüler otlaktan aç dönüyor. Kimi hayvanlar zehirli ot yeyip ölüyor. Daha ne kadar bekleyeceğiz burada". Dalga dalga yayılıyor söylenti. Varıp Oba Beyinin anasının kulağına ulaşıyor. Anası çekiyor Bey'i çadıra. "Oğul aşeritte ikilik oldu. On günlüğüne konmuştuk, on beşi geçti. Ne suyu su; ne otlağı otlak. Daha ne bekliyoruz burada".

"Hele birkaç gün daha sabretsinler, bizim de bir düşündüğümüz var" deyip kesiyor anasının sözünü Bey. Oba töresi böyle. Kimse de ağzını açıp itiraz etmiyor. Beyin aklı da Fadime'de. Bayram geçince üzüm getirecekti. Daha görünmedi, diyor kendi kendine. Gözleri de köy yollarında. Derken bir sabah görünüyor Fadime. Yanıkhan'dan Çatalçam'a çıkan yolda görünce Fadime'yi, bir koşu varıp karşılıyor Bey. Karşılıyor da omuzunda ki sepeti alıyor. Çadıra yürüyorlar. Obadakiler şaşkın. Oba Bey'inin bir köy kızının ayağına koşmasını kimse iyi karşılamıyor. Anası, Fadime'nin çadıra girmesiyle suratını asıyor. Yarım ağız "hoş geldin" deyip, işine dalıyor. Fadime şaşıp kalıyor. İlk gelişindeki izzet ikram nerde, şimdiki surat asıklığı nerde? Sıkılıyor Fadime. Tatlı dil, güler yüz görmediği çadırdan kaçmak geçiyor aklından. Oba Bey'i durumu anlıyor. Sevdiği ile saydığının arasında Bey. Anasına bir şey diyemiyor. Fadime'ye sadece mahcup mahcup bakıyor. Sonunda, sepetteki üzümü boşaltıp, para kesesindeki tüm parayı boşaltıyor avucuna Fadime'nin. Fadime şaşkın,aldığı parayı avuçlayıp çıkıyor çadırdan. Ağır ağır iniyor Çatalçam'ı.

Öte yandan Bey'de bir keder, bir üzüntü. Söylemeye başlıyor kendi kendine:
Yaylaları yuvalı
Güzeller yaylalı
Fadime gibi görmedim
Anamdan doğalı

Anasının korktuğu başına gelmişti. Fadime'ye tutulmuşlu oğlu. Onun sevda türküsüne, maniyle karşılık verdi:
Ben bu yaylara yayla mı derim
Başı pare pare kar olmayınca
Ben böyle güzele, güzel mi deriim
Aslı türkmen, soyu bey olmayınca

Böylece Bey'in gönlünü Kıroba'ya çekmek istiyor. Ama Bey hiç oralı değildi. Sanki kendine söylenmiyordu. Varsa Fadime, yoksa Fadime. Fırsatını bulunca da tüfeğini omuzlayıp, köy yolunu tutuyordu. Köy çocuklarından öğrendiği Fadime'nin evinin önünden geçiyor, belki görürüm umuduyla, dolanıp duruyordu köy yollarında. Köy gençleri tedirgin. "Bey'se beyliğini bilsin. Yabanın yörüğü kızlarımızla dalga geçmesin" diyorlar. Köy büyükleri bakıyor ki işin tadı kaçık. Fadime'nin yüzünden, köylülerle yörükler birbirine girecek. "Bir çare bulalım" diyorlar.

Öte yandan Bey'in anası da oba büyüklerini çadırında toplayıp durumu olduğu gibi anlatıyor. O güne dek, Kıroba soyunda görünmeyen bu durum, tüm obadakileri derinden üzüyor. Söyleniyorlar "Obada erlik yufkalaştı mı? Yangınlık yanımızdan geçmezdi. N'oluyor törelere" diyor kimisi; kimi de "Köylü kancığı göçebeye gerekmez. Çarığı çayda kalır köy kızının" diye karşı çıkıyor. Sonunda Oba Beyi'nin amcası kalkıyor ayağa. Ağır ağır, tane tane konuşuyor. "Obaya antlıyız. Suyun akıntısına gidelim. Bunu bilip, bunu hayır belleyelim. Bey'imizi isteğiyle everelim. Obanın ayağı bağdan kurtulsun" deyince herkes boyun eğiyor. Kimse karşı çıkmıyor. Kıroba Aşireti'ne ilk kez yabandan bin kızın gelmesi, böylece kabul ediliyor obada.

Anası, haberi Beye ulaştırınca çok seviniyor Bey. Seviniyor da tez elden köy im----- haber salıp, çağınıyor. Fadime'nin istenmesi, düğün, nişan işini imamsa bırakıyor Bey.

Fadime derseniz, olan bitenden habersiz. Başında büyüğü de yok. Kendinden küçük iki kardeşiyle kalıyor. Üç-beş dönümlük bahçesini de köylünün yardımıyla ekip yetiriyor. Oba Beyi nin kendisine talip olacağını aklından bile geçirmiyor. Ne zaman ki, imam koşa koşa gelip "Müjdemi isterim: Oba Bey'i, Allah'ın emriyle talip oluyor sana" deyince anlıyor meseleyi. Anlıyor da bir şaşkınlaşıyor, bir donuyor. Ne diyeceğini bilemiyor. Ama hangi kız istemez, anlı şanlı Kıroba Aşireti'ne gelin olmayı.

Fadime durumu öğrenince şaşkınlaşıyor ilkin, susuyor. Köyünü, alıştığı çevresini, kardeşlerini düşünüyor. Üç-beş hısım akrabadan başka, başında büyüğü de yoktur Fadime'nin. Sahipsizliğini, yoksulluğunu düşününce, için için seviniyor.

Köylü derseniz "Başına talih kuşu kondu. Kime kısmet olur böylesi. Koca Kıroba Aşireti'nin gelini olacak. Bir eli yağda, bir eli balda. Develer, koyunlar, keçiler sürü sürü. Kısmetli kızmış Fadime" diyor kimi. Kimi de : "İnsanın sonu iyi gelsin. Anasız babasız yetimleri büyüttü. Onlara analık, babalık yaptı. Tanrı gönlünce verdi. Sonu da iyi oldu Fadime'nin" diyor. Köy Muhtarı ile imamı da ortalığa düşüp, işi tez elden bitirmeye çalışıyortar. Fadime'nin hısımlarıyla konuşuyorlar. Rızalık altyorlar. Sonunda köyün büyükleriyle, obanın ileri gelenleri bir araya gelip, Allah'ın emriyle istiyorlar Fadime'yi. Düğün gününü kararlaştırıyorlar. Yörük düğünü de düğün olur hani. Bir yandan davul zurnalar; bir yandan çengiler... Sonunda Yanıkhan'lı Fadime, Kıroba Bey'in çadırına gelin ediliyor. Fadime'ye gelinlik yakışıyor. Güzelliğine güzellik katılıyor. Obadakiler buruk. Kimisi "Yarın görürüz Fadime'yi. Yörüğün göçüne dayanamaz, ilmik ilmik dökülür. Ne deveyi ıhtırır, ne tuluğu şişirir.. Koyunu keçiyi de yörük kadar bilmez köy kızı" diyor; kimi de, "Bey'in kaderi böyleymiş. Eliyle etti, boynuyla çeksin. Olan oldu." deyip işi oluruna bırakıyor. Üç gün, beş gün, bir hafta, on gün daha kalıp, çadırları yıkıyor Kıroba Aşireti. Aşiret dediğin bir yerde oturup kalamaz. Yem, yiyecek tükenir. Mallar toprağa saldırır yoksa. Açlık, hastalık getirir sürüye. Kırım kırım kırılır mallar. Onun için sık sık yer değiştirir yörük. Otlağın yeşilini, suyun bolluğunu seçip konaklar. Çatalçam sırtlarını da zaten kel etmiştir hayvanlar. On günlüğüne konup Fadime'nin yüzünden takılır kalmıştır oba.

Oba yükü yükler. Develer katar olur, sürüler yola dizilir. Fadime'yi tutar bir ağıt. Kolay mı doğup büyüdüğü, koşup oynadığı köyü terketmek. Dostu ahbabı, hısmı, arkadaşı bir bir dolaşıp, helallık alıyor. Teselli buluyor. "Nasıl olsa döner dolaşır, yine gelirsiniz. Yörüğün konağı olmaz. Çatalçam'ın suyu kurumaz, Bozpete'nin yeşili solmazsa yolun uğrar buraya. Vargit yolun açık olsun. Bizi unutma. Gelenle haber ilet, gönlünde yaşat bizi "deyip teselli ediyorlar. Fadime kardeşlerini de alır, koyulur yola.

Şurası senin, burası benim dolanıp durur Oba. İlkin zor gelir Fadime'ye. Ama zamanla alışır. Tam bir yörük olur. Kaynanasıyla da arası düzelir.Obadakiler de sever sayar Fadime'yi. Kocası derseniz, araları çok iyi. Bir güne bir gün, kötü söz duymuyor kocasından. Yazın yaylaya çıkıyor oba, kışın da ovaya iniyor. Günler su gibi akıp gidiyor. Üç yıl, göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçiyor. Üç yıl geçiyor ya, Fadime'de bir şey yok daha. Yani ki doğurmuyor. Obayı bir dedikodu sarıyor. "Fadime kısır, doğuramaz" diyorlar. Kaynanası ilkin karşı koyuyor dedikodulara. Sonunda o da mırıldanmaya başlıyor. "Soyumuz sopumuz kuruyacak. Neslimiz tükenecek. Şunca yörüğü bıraktı da, köy kızıyla evlendi. Muradımızı gözümüzde koyacak" diye dövünüyor anası. Oba kızları da "Oh olsun. Bunca yörüğü bıraktı da, köy kızı getirdi. O da kısır çıktı" diyor. İçin için yıkılıyor Fadime. Alıyor veriyor, alıyor veriyor. Elinden bir şey gelmiyor ki. Adaklar adıyor. Muskalar yazdırıyor. Ama boş. Kimden bir umutlu söz duysa koşuyor yanına. Konuşuyor da okutup üfletiyor, yazdırıp takıyor boynuna. Ama boş. Kimsenin yüzüne bakamıyor obada.

Gelip evliliğin yedinci yılına dayanıyor. Dilediği de yedinci yılda gerçekleşiyor. Fadime'nin yüklü olduğu, kulaktan kulağa dolaşıyor obada. Beyin keyfine diyecek yok. Anası derseniz, soğuktan sıcağa vurdurmuyor elini. "Sen yüklüsün, işleri bırak. Kıran girmedi bunca aşirete. Çalışıp yetirsinler' diyor. Sık sık konup göçmeyi de bırakıyor aşiret. Çobanlar sürüleri uzak kırlarda otlatıp, akşam olunca getiriyorlar obaya.

Uzun sözün kısası, vakti saati gelince, nur topu gibi bir oğlu oluyor Fadime'nin. Üç gün üç gece şenlik yapıyor oba. Yeniliyor, içiliyor. Davarlar kurban ediliyor, kazanlar kaynatılıyor. Oğlunun adını "Ali" koyuyor Bey. Babasının adı yerde kalmasın istiyor. Ali de Ali! Topaç gibi. Bir seviyor ki anası, yerlere kondurmuyor. Ali'nin kırkını geçince, göçe karar veriyor oba. Ne zaman ki kırk gün doluyor, törenle yıkıyorlar çocuğu. Leğenine gül suyu döküp, kırkduası okuyorlar üstüne. Ertesi gün sabahına da yol hazırlığına başlıyor oba. Denkler denkleniyor; yükler yükleniyor. Develer katarlanıp, koyunlar sürüleniyor. Akşama doğru da oba tüm hazırlığını tamamlayıp, yola koyuluyor. Develerin en yükseği, en başı yumuşak olanı da Karamaya. Fadime, Karamaya'yı bir güzel tımar ettiriyor, süslüyor. Dizlerine takurdaklar, boynuna büyük havan çanını takıyor. Ak kundağında uyuyan bebeğini de bir ala kilime sarıp, çadırın eşiğinde duran yeşil çam beşiğe yerleştiriyor. Beşiği de devenin havut ağacına asıyor. Koyuluyorlar yola. Karamaya'nın ipi, Fadime'nin elinde.

Akşamın serinliğinde yolculuğun tadı başka olur. Hele yol, iki tarafı ağaçlık, yemyeşil bir yol olursa. Hele hele yol boyunca, ala kargalar, akşam kuşları, sığırcıklar, serçeler vızır vızır gezerse katarın üstünde, doyum olmaz yolculuğa. Doyum olmaz ya; Fadime de oğlunu göresiyor. Karamaya'yı ıhtınp, doya doya öpmek sevmek geliyor içinden. Ama, yol ağaçlık, karanlık üstelik. Bekliyor ki sabah olsun. Sabaha da bir şey kalmadı. Elmalı'ya konacak oba. Bey önceden gidip, konak yerini seçecek, obayı da orada bekleyecektir. Sabah oldu olacak. İki köpek sesleri duyuluyor. Biraz sonra da Elmalı görünüyor. Oba ağır ağır giriyor Elmalı'ya. En arkada da Fadime'nin devesi Karamaya var. Fadime sabırsız. Bir an önce deveyi ıhtırıp, oğlunu kucaklamak istiyor. Oba hareketli. Herkes devesini ıhtırıp, yükünü boşaltıyor. Gök çimenlerin üstü ana-baba günü. Bir yandan ak sürüler dönüyor, bir yandan güzel yürük kızları sağa sola koşuyor. Fadime de ağır ağır ıhtırıyor, ıhtırmasıyla da haykırıp bağırması bir oluyor.

"Yavrum Ali'm yok. Ali'min beşiği boş. Ali'm yok" diye feryat ediyor, herkes ona koşuyor. Bakıyorlar gerçekten Karamaya'nın havut ağacına asılı olan beşiğin içi boş. Yeller esiyor Ali'nin yerinde. Fadime saçını başını yolmaya başlıyor. Oba büyükleri tez elden atlarını döngeri edip yollara düşüyor. Emmiler, dayılar düzülüyor yola. Kimi atlı, kimi yayan, dönüp yolları tarıyorlar. Dayı al atını herkesten önde sürüp, aralıyor diğerlerini. Fadime de yayan yapıldak düşüyor yollara. Geçtikleri yollarda umudu. Bir yandanda ağlıyor. Hem ağlıyor, hem söylüyor. Bebek oy, diyor. Ninni diyor. Diyorda diyor.

Gün akşama yakınken, dayı Çiçek Dağı'nı tutuyor. Tutuyor ki, yol karardı kararacak. Yol boyu da sıra sıra ağaçlar. Ağaçların üstünde de kuşlar. Allı yeşilli cıyak cıyak kuşlar. Ta uzaklardaki bir ağacın tepesinde de bir küme kuş. Ama alıcı, yırtıcı kuş bunlar. İnip inip kalkıyorlar ağacın üstüne. Dayı mahmuzluyor atını. Bir solukta varıp ulaşıyor ağaca. Varıyor ki, ne görsün. Bebeğin kundağı bir ağaçta asılı. Bebeğin sarılı olduğu kilim, kanlar içinde sarkıyor ağaç dalından. Kol bezi dolanmış kalmış ağaç dalına. Kuzgunlar, leş kartalları da inip inip kalkıyor ağaca.

Dayı atıyla ağacın yanına vardığt zaman, artık bebek eski bebek değildir. Bebek demeye bin şahit gerek. Bebek gözsüz olur mu? Göz yerinde iki oyuk kalmış sadece. Derileri de lime lime. İlkin sarsılmış dayı. Sonunda toplamış kendini. Arkadan gelen Fadime'yi döşünmüş. Tez elden bir çukur kazıp, gömmüş bebekten kalanları. Bir tek kol bezi asılı kalmış dalda. Sonra da döndürüp sürmüş atınt. Çok gitmeden karşılaşmışlar Fadime'yle. Anlatmış durumu dayı. Atına terkileyip, sürmüş obaya. Terkilemiş ya, Fadime feryat fıgan içinde.Obada herkes yaslı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Bey derseniz, konak yerine dönmemiş daha. Habersiz olanlardan. Beyin anasının elleri dizlerinde. Arada bir de başını döğüyor. Fadime yerden yere atıyor kendini. Sonunda gözlerinden ırayıp bir kuytuya çekiliyor.

Derler ki, obadaki son günü oldu bu Fadime'nin. Akşamın karanlığında, el ayak çekildikten sonra, ortalardan kayboldu Fadime. Bir daha da gören olmadı. Ama bebeğin asılı kaldığı ağacın yakınından geçenler günün her saatinde, yanık içli bir kadın sesinin ağlayan, ağlatan yankılarını duydular uzun süre. Bu, oğlunu yitirdikten sonra, delirip dağlara düşen Fadime'nin sesidir diyor duyanlar.

Elmalı'dan çıktım yayan
Dayan hey dizlerim dayan
Emmim atlı, dayım yayan
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Kol bezin dalda bulduğum
Adını Ali koyduğum
Yedi yılda bir bulduğum
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Gökte yıldızlar ışılar
Kuzgunlar üleş bölüşür
Çadırda düşman gülüşür
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Deve var deveden yüce
Deveyi yüklettim gece
Nic' edeyim aman nice
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Kaynanam samur kürklü
Develeri kahve yüklü
Yad-yaban değil Yörüklü
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Çadın cibiş kılından
Pazvandı çıkmaz kolundan
Kurtulamam ben dilinden
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Tuzladan aldım tuzunu
Akdağ' a serdim bezini
Kargalar m'oydu gözünü
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Ak memeden sütler akar
Kavim kardaş yola bakar
Yasımız obayı yıkar
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Deveyi deveye çattım
Yuları boynuna attım
Bebeği dağlara attım
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktt kül eyledi

Ala kilime sardığım
Yüksek mayaya koyduğum
Yedi yılda bir bulduğum
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Havada kuzgun dolaşır
Kargalar leşi bölüşür
Kara haberi ulaşır
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Tabancamın ipek bağı
Baban bir aşiret beyi
Kanlım oldu Çiçekdağı
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Tarantula_
02-12-2009, 14:17
BEN DE GİTTİM BİR GEYİĞİN AVINA (ALAGEYİK)


Ben de gittim bir geyiğin avına,
Geyik çekti beni kendi dağına,
Tövbeler tövbesi geyik avına,

Gidin arkadaşlar kaldım kayada,
Siz gidin kardaşlar kaldım burada.

Tövbe ya... Tövbe ki, tövbe! Yalnız geyik avına mı tövbe. Yoksa dağların doruklarına, kırların yeşiline, havaya, suya mı bu tövbe? Tüm güzelliklere mi tövbe. Eee ne dersin. Bir kez ecel elini atmaya görsün. Gençlik, nişanlılık, yakışıklılık para eder mi? Sebep? Sebep dizi dizi. Kimini bir çukura düşürür; kimini bir kayadan uçurur. Kimi bir yağlı kurşuna göğüs verir, kimi yele sele gider. Sonra da türkülerin diline takılır, yıllar sonrasına taşınır olay.

Öykümüz Toroslarda geçer. Toroslarda geçer ya, çukurun bitip, tepelerin başladığı; Güneyin bitip, Güneydoğunun başladığı kesiminde Torosların. "Gavurdağları" derler buradaki Toroslara. Düz ovayı geçip, Antep - Maraş yolunu tutanlar, bu dağlardan geçmek zorundadır. Zorundadır ya, geç geçebilirsen. Mübarek dağ değil, zulüm kalesi sanki. Alttan bakarsın sipsivri bir tepe. Sağına bakarsın dağ; soluna bakarsın dağ. Kıvrım kıvrım Gâvurdağı'nın tepesine tırmanmak zorundadır, bu dağı geçmek isteyenler. Bir yanından girilir dağın; döne döne tepesine gelinir. Yine döne döne inilir tepe aşağı doğru. İnilir ama sağı uçurum, solu uçurum. Sivri sivri kayalar var sağda solda. Başı döner insanın kayalara bakarken. Şöyle bir taş parçası alıp atsan aşağı, un ufak olur da, bir uçurumun dibinde dağılır kalır.

Sözün özü; şimdi yol yolak yapılıp, geçit olmuştur Gavur Dağları ama, vakti zamanında ala gözlü cerenler, çatal boynuzlu geyikler, kınalı keklikler, turaçlar cirit atarmış bu dağlarda. Kekliğin "Keklik Kayası" geyiğin "Geyik Dağı" varmış. Uçurumları, mağaraları da bir bir bilirmiş hayvancıklar.

Eee bir dağda keklik olur, ceren olur, geyik olur da, avcı el atmaz olur mu oraya? Adım başı bir uçurum olsa; ve de uçurumun sonu ölüm olsa, avcı avcılığını yapar. Düşer avının peşine. Düşer ya; eğer avcı gerdeğe girecek bir gençse; eğer nişanlısı onu gerdek odasında bekliyorsa, biraz dikkatli olmalı avcı değil mi? Ne gezer. Eğer öyle olsaydı, günümüze kadar gelen "Alageyik Efsanesi", dilden dile dolaşmaz, gönülden gönüle bir burukluk bırakıp gitmezdi.

Halil, dal gibi bir genç. Bir de atıcı ki ehh! İşi, gücü geyikler Halil'in. Sırtlandı mı tüfeğini omuzuna, ver elini Gavur Dağları. Bir gün, beş gün olsa neyse ne! Bir hafta, on gün dağda kaldığı oluyor Halil'in. Gelgelelim geride bir anası, bir de nişanlısı var Halil'in. Bir nişanlı ki, melek gibi. Halil'e de çok bağlı. Ödü kopuyor Halil dağa gidecek de gelmeyecek diye. Anası derseniz, hepten karşı Halil'in geyik avına gitmesine. Ne zaman ki Halil azığını hazırlayıp atın terkisine atar heybesini; anası yapışır yularına atın; "Ey oğul oğul. Gel vaz geç şu geyik avından. Yuva yıkanının yuvası olmaz. İflah olmazsın. Sonu iyi gelmez. Gel vaz geç. Bak baban da bu yüzden iflah olmadı. Ne yapacaksın bunca geyik postunu. Yüreğim razı değil. Atalar geyik avı tekin değil demiş. Bugün olmazsa; yarın bir iş gelir geyik avlayanın başına. Kurbanın olam oğul, terk et bu işi".

Halil'dir tutkun ava. Hiç durur mu? Atlar atma; atlar ya, anasını da kırmaya gönlü razı olmaz. "Ana, bu son olacak. Bir daha söz olsun geyik avına gitmek yok. " Bakar olacağı yok, ardmdan seslenir anası. "Oğul oğul. Madem ki inat ediyorsun. Bari yavru geyiklere, yavrulu geyiklere kurşun atma. Yuvalarını yıkıp, öksüz koma."

Bir yandan anası, bir yandan Zeynep. Ne kadar yalvanr yakarırlar ama boş. Caydıramazlar Halil'i geyik avından. Her seferinde "Bu son olacak. Tövbeler olsun artık geyik avına" der, sonra yine bildiğini okur Halil. Hele iyi bir av yapıp, yüklendi mi sırtına geyikleri, kınalı keklikleri; deyme keyfine. Köyün orta yerine bir ateş yakarlar. Bir ateş ki, dumanı gökleri tutar. Ne zaman ki alev biter, köz olur odun; atarlar geyikleri üstüne, bir şenlik, bir şölen. Bir hay hay, bir vay vay karışır gider birbirine. Tüm köylü birlik olup, çevirir ateşin etrafırıı. Güle eğlene yerler geyik etlerini. Yerler de bir yandan da Halil'in avcılığını övgülerler. "Bravo arkadaş. Şu koca Çukur'da yoktur senin gibisi" der kimi; kimi de "Zeynep sana helal olsun. İyi avcı olduğun ondan da belli" diyerek yarenlik eder Halil'le.

Ama her zaman rastgelmez Halil'in işi. Gün olur, dağ bayır dolaşır da, bir tek geyik vuramaz. Hele bir Alageyik var ki, aman aman!

Ne zaman ki, bu Alageyik çıksa karşısına, o gün hiçbir av yapamaz Halil. Alageyik dersen bir başka geyik. Kurnaz. Çevik. Canlıkanlı bir geyik bu Alageyik. Çıkar bir kayanın başına, "gel beni vur" der gibi döş verir Halil'e. Halil'dir yatar sipere. Tam nişanlar geyiği. Gez göz arpacık, demeğe kalmadan geyik kayıp! Bir de bakar ki, arkadaki kayaya geçmiş Alageyik. Döner Halil. Sürünerek yaklaşır. Yatar sipere. Ne mümkün! Kayalardan kayalara zıplar da sonunda kaybolur gider Alageyik. Halil fellik fellik kovalar Alageyiği. Sonunda yorgun düşer, uzanır bir ağaç gölgesine. Sözün kısası, Alageyiğe rastladığı gün tek kurşun atamaz Halil.

Böylesi günlerde, geyikler üstüne duyduklarını düşler bir bir. Bazı geyikler tekin değilmiş Cinler mi, periler mi geyik kılığına girer de dağdan dağa koşuştururmuş avcıları. Alageyiğe rastladığı gün Halil bu geyiğin de tekin olmadığını geçirir içinden. Bırakmayı düşünür avcılığı. Bırakmayı düşünür ya, av tutkusu kor mu tüfeğini duvara assın. Alageyiğin tekin olmadığına inanır aslında. İnanır ama, rastladığı zaman da kovup kovalamaktan geri durmaz. Önündeki kayadan kaybedip, arkadaki kayadan görünce Alageyiği, iyice inanır onun tekin olmadığına. Bir yandan da peşinden at kovar. Zeynep'in yalvarılarını en çok böylesi durumlarda ansır. Ve söylenir kendi kendine "Hele bir düğün olsun. Bırakırım avı. Zaten bu geyikler tuhaf yaratıklar. Anlamadım gitti."

Günlerden bir gün, Halil yine tüfeği omuzunda, atının sırtında tırmanmış kayalara. Bir de ne görsün, tam karşısındaki kayanın üstünde duruyor Alageyik. Yanında da bir yavru. Bir yavru ki, daha boynuzları çıkmamış. Tüyleri pırıl pırıl. Acemi. Ürkek.

Halil dar atmış kendini attan aşağı. Siperlemiş kayayı. Basmış tetiğe. Yavru debelenmeye başlamış. Tüfeğini Alageyiğe çevirmiş Halil bu kez. Çevirmiş ama, Alageyik zıplayıp kaybolmuş birden. Varmış, sırtlamış yavru geyiği, dönmüş köyüne. Dönmüş ya, anası açmış ağzını, yummuş gözünü. "Anayı yavrudım ayıran iflah olmaz. Bu son olsun, vazgeç oğul" diye yeniden yakarmış. Ne derse boş! Olan olmuş. Halil de pişmanlık duymuş aslında. Ama, ne gelir elden. Bu efsaneyi anlatanlar der ki, Halil epey bir zaman ava gitmedi. Ta ki, düğün gecesine dek. Davulların, zurnaların eşliğide gerdeğe girdiği geceye kadar, tüfeğine el sürmedi Halil. Sürmedi ama, gözü gönlü dağlarda. Kulakları geyik sesinde. İlk özlemi, Zeynep'ine kavuşmak, ikincisi de geyik avı. Bu iki özlem öylesine karışır ki bazen, koparıp atamaz birbirinden. Gün günü eskitir; özlem özlemi kamçılar. Ve gelir düğün gününe dayanır. Dayanır ki, bir yanda davullar zurnalar; öte yanda saz söz. Üç gün; üç gece sürer düğün. Erkekler bir yanda halay çekip lorke oynarken; kadınlar da kendi aralarında eğleniyorlar. Maniler söyleyip, oyunlar oynuyorlar. Dağdan taşınan odunlar, gece yığılır köy meydanına... Bir ateş yakılır; sinsin ateşi. Sonra da sinsin oynanır etrafında ateşin, güreşler tutulur.

Üçüncü günün akşamı, güvey tıraşı yapılır. Ağır ağır tıraş eder güveyi berber. Bir yandan da kabak kemane, debildek çalar çengiler. Güvey tıraş edilirken, töreler gereği herkes bir bahşiş karşılığı şişelerle kolonya serper seyircilere. Ama bu bahşiş dolgun bir bahşiştir. Güveyin yakınları, arkadaşları daha çok bahşiş atmak için yarışırlar birbirleriyle. Güveyin tıraşından sonra, sağdıçlar oturur berber koltuğuna. Onların tıraşı da törenle tamamlanır. Sonra güvey sağdıçların arasında düşer yola. Bir yandan da gençler "Atalım atalım" çeker. Karşıdan "Nereye" diye sorarlar "Herkesi sevdiğinin kucağına" diye yanıtlarlar. Hep birden silahlar çekilir, havaya kurşunlar sıkılır. Evin kapısına kadar böyle sürer bu. Sonra Halil'in sırtı yumruklanır, salınır içeriye. Gerdek odasının kapısında telli duvağıyla Zeynep ayakta beklemektedir Halil'i. Halil girer gerdek odasına; girer ya kulaklarında bir uğultu, gözlerinde bir karartı. Bir tek ses geliyor kulaklarına, geyik sesi! Hem de evin yanından geliyor ses. Halil durur. Kulak kabartır sesin geldiği yana. Basbayağı geyik sesi bu. Üç günlük yoldan duysa, tanır geyik sesini Halil. Bir durur. "Kör şeytan, kör gözüne lanet" der. Atar adımını içeri. Daha fazla gelmeye başlar geyik sesi. Dayanamaz, duvardaki tüfeğini kaptığı gibi fırlar dışarı. Zeynep'e de "şimdi gelirim" der. Ses yakından uzağa gitmeye başlar. Halil sesin peşinde. Ses Gavur Dağları'na doğru çekilir. Halil de peşinde. O gider ses uzaklaşır. Varır Gavurun Dağı'na ulaşırlar. Ulaşırlar ki, ne görsün Halil. Alageyik çıkmış bir kayanın üstüne, bakıyor Halil'e. Ayın şavkı vurmuş ki pırıl pırıl derisi. Bir de alaylı bakıyor ki Halil'e. Atar bir kayanın siperine kendini Halil. Nişanlar tüfeğini. Tam tetiğe basacak, fırlayıverir Alageyik. Kayıp! Sonra yeniden sesi gelir yakından. Varır Halil. Bakar çıkmış bir kayanın tepesine Alageyik. Kaya da kaya! Üç bir yanı uçurum. Gözü kararır Halil'in. Uçurumu görecek durumda değil. Yeniden yumulur yere. Basar tetiğe. Alageyik yığılır kalir kayanın üstüne. Halil'de bir heyecan, bir sevinç. "Hem Zeynep'e kavuştum, hem de ava", diye geçirir içinden. Bir koşu geyiğin yattığı kayaya yönelir. Tam yanına gelir Alageyiğin, atar elini ki tutsun geyiği, Alageyik fırlar ayağa. Fırlamasıyla da çifteyi sallaması bir olur Halil'e. Tüfek bir yandan, Halil bir yandan boylar uçurumun dibini.

Gerdek odasında da Zeynep bir bekler, iki bekler, bakar geleceği yok Halil'in. Koşar tüfeğin asılı olduğu duvara bakar. Tüfeğin yerinde yeller esiyor. Fırlar allı duvağıyla dışarı Zeynep. Fırlar da anlatır durumu sağdıçlara. Herkeste bir merak, bir telaş. Nerdeyse gün ağaracak, Halil yok ortalıkta. "Gerdek gecesi güvey kalır mı dışarda. Mutlakza başına bir iş geldi" derler. Köy gençleri gruplar halinde düşerler dağ yoluna. Şu tepe senin, bu tepe benim. Adım adım,

Derler ki, köy gençleri ve al duvaklı Zeynep, Halil'in düştüğü uçurumun kenarına ulaştıklarında, Halil'in sesi bir inilti gibi geliyordu uçurumun dibinden. "İp salalım çekelim yukarı" derler. Diyene kalmaz ses seda kesilir Halil'de. Zeynep'tir bir al duvağına bakar, bir uçurumun dibinde yatan Halil'e. "Sensiz dünya haram bana" der, bırakır kendini Halil'in yattığı uçurumun dibine.

O gün, bugündür bir ses gelir kayalıklardan. Uğuldar uğuldar bir türkü olur. Bu ses geyik avına tövbeler eden Halil'in yanık sesidir der duyanlar.

Bu efsaneyi, dilden dile; kulaktan kulağa ulaştıranlar birşey daha derler. Uçurumun dibindeki iki sevgilinin mezarlarının üstünde, her yılın ilkbaharında, aynı günlerde, tam seher vakti tanyeri ağarırken iki tek çiçek açar. Bu çiçeğin biri kırmızı, duvak renginde, öteki mavi açar. Tam çiçekler boylanıp, birbirine kavuşacakken, ötelerden bir geyik uçarak gelir, çiçekleri yer. Bu her yıl böyle sürer gider. Çiçekler kavuşamaz birbirine.

ALAGEYİK

Ben de gittim bir geyiğin avına,
Geyik çekti beni kendi dağına,
Tövbeler tövbesi geyik avına.

Gidin arkadaşlar kaldım kayada,
Siz gidin yoldaşlar kaldım burada

Ben giderken kaya başı kar idi,
Yel vurdu da ılgıt ılgıt eridi,
Ak bilekler taş üstünde çürüdü,
Gidin arkadaşlar kaldım kayada,
Siz gidin yoldaşlar kaldım burada.

Esvabım bohçada basılı kaldı,
Tüfeğim duvarda asılı kaldı,
Nişanlım da benden küsülü kaldı,

Gidin arkadaşlar kaldım kayada, Siz gidin yoldaşlar kaldım burada.

Tarantula_
02-12-2009, 14:17
BEYLER BAHÇESİ

Rumeli türküleri içerisinde en önemli oturak havalarındandır. Davulcu ve zurnacıların en çok zorlandığı ağır ve coşkulu türkülerdendir. Devir; İskece ve Gümülcine'de beylerin hakim olduğu devirdir. Gümülcine'de Alestoğlu gibi ağaların, Karamusa ve Yardımlı beyleri gibi ciflik sahiplerinin fedailer besledikleri, aralarındaki toprak kavgalarını veya başka husumetleri silah yoluyla hallettikleri yine İskece beylerinin himaye ettikleri pehlivanları ile un saldıkları, devirdir.

Yüz yüz elli yıl öncesine ait donemde bu beylerin devam ettiği, içinde büyük çınar ağaçlarının bulunduğu bir içkili işret eğlence yeridir Beyler Bahçesi. Tahminlere göre, Gümülcine'de bugünkü şehir stadı karşısında mezarlıklar arasındadır, bu halka pahalı eğlence sunan yer (Daha yakın devirlerin meşhur Narlı-Bahçe'si gibi) Söylentiye göre beylerden biri, (hangisi olduğu bilinmiyor)bu bahçede yeşil gözlü bir güzele vurulur,onun uğruna malini mülkünü ziyan eder.

Bu aşk macerası sonucu, söz konusu bahçe türkülere konu olur.

Beyler de bahçesinde bir ulu çınar
Çınarın dallarında validem kandiller yanar
İnsan da sevdiğine böyle mi yanar
Ağla hey gözlerim kan ağla ayrılık günü
Söyle hey dillerim sen söyle muhabbetin sonu

Beyler de bahçesinde al yeşil çadır
Çadırın içinde validem sevdiğim yatır
Benim sevdiğimin gözleri çakır
Ağla hey gözlerim kan ağla ayrılık günü
Söyle hey dillerim sen söyle muhabbetin sonu
BİR YILDIZ DOĞDU YÜCEDEN

Bir yaz mevsimi koyunculuk yapan bir grup yaylaya çıkar. Bu grup içinde sözlü olan iki de genç vardır. Gençler yaylada rahatça buluşabilecekleri için seviniyorlardı. Çünkü köyde evleri yakın olduğu için komşuların görme tehlikesi vardı. Bir gün iki sevgili gündüzden bir buluşma yeri tespit ederler ve derler ki; bu gece şu kayanın dibinde buluşalım. Gece olur ve oğlan erken saatte kayanın dibinde ayın inmesini ve sevgilisinin gelmesini bekler. Şans bu ya; ay iner inmez arkasından yörede "Sarı Yıldız" adı verilen Şafak Yıldızı doğar ve ay ışığından hiç de farkı olmayan yıldızın şavkı her yeri aydınlatır. Bu yüzden kız da kendisini bir gören olur diye sevgilisinin yanına gelemez. Oğlan da o gece sevgilisi ile buluşmasına engel olan sarı yıldıza bu türküyü söyler

Tarantula_
02-12-2009, 14:18
ÇIKTIM BELEN KAHVESİNE (ORMANCI)



http://www.turkuler.com/hikayeler/ciktim2.jpg


Muğla'nın Yatağan ilçesine bağlı Gevenes köyünde Mustafa Şahbudak adın da, 1922 yılında bir efe doğar. Babası ağadır, dolayısıyla Mustafa da bir ağa çocuğudur. Mustafa hiddetli bir kişiliğe sahiptir. Köy Muhtarı Tevfik Cezayirli en yakın canciğer arkadaşıdır. Herke bu ikilinin arkadaşlığına gıpta ile bakar Neredeyse her akşam köy kahvesinde bu iki arkadaş dama maçı düzenlerler iddialı ve dostça yapılan bu karşılaşmalar, kahvedekiler tarafından ilgi ile izlenir. Çünkü bu olayların mükafatını, izleyiciler almaktadır. 1946 yılı, Temmuz ayının sıcak bir gününde bu arkadaşlığa kan damlar, öfke seli karışır. Uğursu hadise cezaevinde sonuçlanarak, elli beş yıldır söylenegelen bir drama dönüşür.

Sıcak bir temmuz günü Mustafa Şahbudak, her zamanki gibi yine köy kahvesi ne gider. O sırada kahveye Muhtar Tevfik Cezayirli'yi görmeğe, Yatağan ilçe Milli Eğitim Müfettişi ile tahsildar gelmiştir. Muhtar olmadığı için misafirleri her zaman olduğu gibi, Mustafa Şahbudak ağırlama görevini üstlenir. İki misafiri alıp yemeğe götürür. Döndüklerinde Muhtar'ı kendilerini bekler görürler. O gün iki misafirden izin isteyip, yine dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında orman memuru, Mehmet İn, çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik köyünde yangın olmuştur. 1946 seçimlerinin evrakları Yatağan'a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan'a, köy bekçisinin götürmesi zorunludur. Ormancı ise, yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için, bekçiyi Muhtar'dan ister. Muhtar:
-Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem der. Bunun üzerine Ormancı ile Muhtar arasında, bir tartışma başlar. Muhtar en sonunda:
-Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et, der.

Ormancı kahveye girip tekrar geri döner, gelir. Dama masasını bir yumrukta darmadağın eder. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve Ormancı'ya bir tokat atar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, adamı alıp sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı oradan bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak'ın tahammül sınırını daha da zorlar. Yerinden kalkar, Ormancı'nın üzerine yürür. Ormancı Mehmet'in, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak'ın sol kolunun pazısından yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak Ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. İşte ne olursa, o an olur!

Muhtar, Ormancı'nın ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa Bey tetiği çoktan çekmiştir... Ormancı bunun üzerine kaçmaya başlar. Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak içindir. ikinci atış üzerine Mehmet in, yere düşer.

Arka cebinde tabaka olduğu için, ona hiç bir şey olmaz. Bu arada ne yazık ki, Mustafa Şahbudak, kaza kurşunu ile dostu Tevfik'i vurur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik'i, tahta bir sal üzerinde Muğla devlet hastahanesine götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey'e:

Babamın selamı var, bu adamı iyileştir. der.
Veli Bey:
-O ölecek, önce senin kolunu saralım. der. O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa'yı yanına çağırarak:
-Ben ölüyorum hakkını helal et. der.
Mustafa:
-Hayır, sen ölmeyeceksin! derken ağlamaya başlar. Aslında orada herkes efelerin ağlamadığını bilir. Ancak Mustafa, arkadaşının bu durumuna dayanamamıştır.
Gerçekten de biraz sonra Tevfik, hayata gözlerini kapar. Mustafa, en yakın arkadaşını öldürdüğü için polise teslim olur, Bu olay üzerine dört yıl ceza yer. Ceza. evindeyken her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak Ormancı'ya kini gittikçe artar. Bu acı olaydan sonra köyde kalamayacağını anlayan Ormancı, tayin ister.
Kavaklıdere Orman Müdürlüğüne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında, kendi memleketi olan Marmaris'te ölür.

Mustafa Şahbudak cezaevinden çıktıktan sonra, anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını anlayıp, Muğla merkeze yerleşir.

Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşını Muhtar Tevfik Cezayirli'yi tek
kurşunla öldürdüğünde arkada yirmi beş yaşında bir eş ve üç çocuk bırakır. Muhtar'ın eşi Pembe, bu acıya dayanamayınca birkaç yıl sonra aklı dengesini yitirir. Oğlanın biri İzmir'e yerleşir. Diğer oğlanla kız, köyde evlenirler ve hayatlarını orada sürdürmeye devam etmekteler.

Yıllardır her şeyi unutmaya çalışan Mustafa'ya bir gün arkadaşları, Tahir Usta adında bir değirmenciden bahsederler. Bu değirmenci, annesinin akrabasıdır. Değirmenci Tahir Usta aynı zamanda türkü de bestelemektedir. İşte Gevenes köyünde yaşanan bu acı olay da bu kişi tarafından bestelenmiştir. Düğünlerde okunan, herkesin diline düşen türkü ''Ormancıdır.'' Bir gün, radyodan duyduğu bu türkü ile unutmak istediği olayları, tekrar yaşar gibi olur. Radyoyu kapatır, bu türküden çok incinmiştir.

Ormancı türküde Ormancı adı ile, Mustafa Şahbudak ise ''Bay Mustafa" adı ile yer almıştır.

Ormancı Mehmet'in bir anlık sarhoşluğunun musibetini, yıllarca pişmanlık
duyarak ve memleketinde barınamayarak ödedi demek yanlış olur.
Çünkü o türkü yaşadığı müddetçe kötü adam olarak anılacaktır ve tarihe öyle geçecektir.*


ORMANCI TÜRKÜSÜ

Çıktım Belen kahvesine baktım ovaya
Bay Mustafa çağırdı, dam oynamaya,
Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı,
Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

Gevenes' in ortasında, değirmen döner,
Değirmenin suları, dağından iner,
Ormancı'ya atılan kurşun, Tevfik' e döner,
Tevfik' in feryatları, yürekler deler,
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

Gevenes' in suları hoştur içmeye,
Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye,
Tevfik' imi vurdular, hiç mi hiç yere,
Yazık ettin Ormancı, köyün iki gencine
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

*Derlemeyi yapan Kemal Erdinç.

1-Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili Okutmanı

Tarantula_
02-12-2009, 14:22
BODRUM HAKİMİ

Yıl 1965, Düziçi İlköğretmen Okulundan yeni mezun olmuş çiçeği burnunda bir öğretmendim. İlk atamam Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin Çengel köyüne çıktı. 27 Temmuz'da 1965 tarihinde göreve başladım.

Çengel Adana'ya oldukça uzaktı. İklimi ayrı, gelenekleri ayrı. Biri Akdeniz, öbürü Karadeniz. Yaşayış da çok farklı. Yollar sarp köy hayli uzaktı. İşte Bodrum Hâkimi'yle de Çengel köyünde ilkokul öğretmenliği yaptığım sırada tanıştım.

Çengel; Batı Karadeniz Dağları üzerinde bir orman içi köyü. Sahilden Cide'ye ( Karadenize) uzaklığı 70–80 kilometre. Bu kadar yakın olmasına rağmen İstanbul'a gitmeyenler denizi hâlâ görmemiş.

Okulun bulunduğu Şatır Köyü iki dağın arasında. Diğer mezraların da merkezi. Onun için cami ve okul buraya yapılmış.

İstanbul; Anadolu'nun olduğu gibi Çengellilerin de ekmek kapısı olmuş. Her evden İstanbul'da bir çalışan vardı. Ekmek parası gurbetle özdeşleşmişti Çengel'de. Gurbet; ekmek ve su gibi. Onun için İstanbul'a müthiş bir göç vardı. Yeşilköy ve civarı Çengellilerin yoğun olarak bulundukları semtlerden biriydi.

Haftada pazar günleri İstanbul'dan Pınarbaşı'na (Eski adı Zarı Pazarı olan nahiye merkezi) bir otobüs gelir, yolcusu olan sevinçle nahiye merkezinin yolunu tutardı. O gün Pınarbaşı'nın pazarı olduğundan otobüsün gelişi de buna göre ayarlanmıştı. Nahiye merkezine ulaşım katır ve atla yapılıyordu. Köyle nahiye merkezinin yolu patika ve de oldukça zorlu bir yoldu. Pınarbaşı'na giden yol okulun dibinden geçerdi. Gidenlere sigara ısmarlar, postaneye uğramalarını tembihler, memleketten bir haber getirirler umuduyla pazarcıların dönüşlerini hacıyolu gibi beklerdim.

Çengel halkı müthiş rakı içerdi. Ben de rakı içmeye burada başlamıştım. Kastamonu ve Azdavay'ın o yıllarda rakı tüketiminde Türkiye 'de ilk sıraya girdiği söyleniyordu.

Köye okul yeni yapılmış, kumu, çakılı ve sair malzemesi de hayvan sırtında taşınmıştı. Ben okulun ilk öğretmeniydim. 5 parçadan oluşan Çengel'in en büyük parçası Gere idi. Gere, Zaim Köyü, Verve ve Çengel mezralarındaki öğrenciler Şatır Köyüne geliyorlardı. Okula en yakın mezra Çengel ve Zaim Köyü idi.

Çengel; ilçe merkezine pek uzak değildi, ama ulaşım oldukça zordu. İlçenin yolu Pınarbaşı'ndan geçi yordu. İlçeye gitmek için nahiye merkezine (Pınarbaşı) atla veya yaya, sonra da Faiklerin minibüsüyle Azdavay’a ulaşmak gerekirdi. Minibüsü kaçırdığınız zaman kazaya gidememe gaygısı dolardı içinize. Ya ikinci kez minibüsün dolmasını bekleyeceksin, ya özel tutacaksın, ya da bir sonraki günü bekleyeceksin. Bu sıkıntılar yaşandıkça gurbet

denilen mefhum çekilmez olurdu Pınarbaşı'nda. Gırtlağında gözyaşları düğüm düğüm. Ağlayamazsın. Yarını veya bir sonraki arabayı beklemekten başka çare yoktur artık. Onun için her araba sesi yeniden bir umut ışığı olurdu.

Azdavay'la Pınarbaşı 25–30 Çengel-Pınarbaşı yaklaşık 10–15, Azdavay'ın Kastamonu'ya uzaklığı da 70 kilometreydi. O yıllarda ilçenin nüfusu ise 2–3 bin civarındaydı. Hiçbir sosyal aktivitesi yoktu. Bir sinema vardı. O da haftanın belirli günlerinde çalışıyordu. O sinemada filim seyretmek nasip olmadı. Fakat bir Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında bağlama çaldım. Büyük sükse toplamıştı. Ondan sonra adım sazcı öğretmene çıktı. Azdavay ilçe merkezine bağlı öğretmenlerin hepsi tanımıştı. Adanalı Sazcı Öğretmen dendiğinde herkes bilirdi.

Çengel'de zamandan gayrı bol bir şey yoktu. Bakkal ve kahvehane memlekette kalmıştı. Temel ihtiyaç maddelerini nahiye, doktor ve sağlık hizmetlerini ise ilçe merkezinden temin etmek gerekirdi. İhtiyaçları zamanında gidermezseniz haliniz perişan olur, umutlar pazara kalırdı. Çengel 'de park, bayram yeri, çarşı pazar yoktu. Yok, yoka karışmış "Tuz yok sabun yoktu". Ama havası ve suyu güzel, doğayı tarif etmek imkânsızdı. Görevin dışında nasıl vakit geçireceğimin hesabını yapar, köy eşrafından Niyazi Efendi (Niyazi Şen) ile nereye gidersek günü daha iyi değerlendiririz diye düşünür dururdum. Zaman akmayan bir sel, bense onun deryasında boğulan bir Halil Atılgandım.

O yıllar iletişim araçlarının az, 45’lik plâkların yaygın olduğu dönemlerdi. Televizyon ise hiç yoktu. Uzun dalga Ankara Radyosu ile Mamak Muhabere, Meteoroloji ve Polis Radyoları da kısa dalgadan yayın yapan istasyonlardı. Bunları dinlemekte oldukça güçtü. Sonra her radyoda bu istasyonları çekmezdi. Adana, Erzurum, İstanbul Radyoları ise ancak hitap ettiği bölgelerden dinlenilebiliyordu. Tek yoldaşım dayımın öğretmen okulunda 35 liraya aldığı bağlama ile demirbaş dostum pikaplı radyoydu. Niyazi Efendi ile bir yere gitmemişsek ya radyo dinler, ya da evde bağlama çalardım. Bağlama çalmak Düziçi İlk Öğretmen Okulunun bir armağanıydı. Bu armağan zaman içinde çocuklarla ve köylüyle ilişkilerimi sıcak tutan en önemli bir araç olmuştu.

Şatır Köyü iki dağın arasında, okul ise hemen alt başta Pınarbaşı'na giden yolun üstündeydi. Gün batımından önce her taraf yemyeşil, gök masmavi olur. Güneş kaybolunca, yeşiller bir yağmur bulutu gibi çökerdi okulun üstüne. İt havlaması at kişnemesine karışır, hindiler biz de buradayız dercesine töm töm ederek koşar, garip ötüşleriyle akşamın sessizliğini bozarlardı. Okulla lojman arasındaki antene küçük bir kuş konar, tarifi mümkün olmayan hareketler yaparak gözden kaybolurdu. Bu ise hüzünlü bir Çengel akşamının ayak sesleriydi.

Okulun önünde üç büyük çam ağacı vardı. Hüzünlü akşamın gelişiyle onlara da bir sessizlik çökerdi. Akşam rüzgârıyla bozulan sessizlik bir uğultuya dönüşür, içimi burkar, sebepsiz bir korku sarardı her yanımı. Tarifsiz duygular içinde sancılı kadınlar gibi kıvranırdım. Yalnızlık kara bulut gibi çökerdi üstüme. Yalnızlığımı paylaşan tek dostum Niyazi Amca ve onun Çakır adındaki köpeği idi. Çakırla dost olmuştuk. İyi bakardım ona. Ekmek verir yemeğimi paylaşırdım. O beni ben onu çok sevmiştik. Çakır evinde konaklamaz

hep benimle yalnızlığımı paylaşırdı. Ayak sesimden geldiğimi bilir, Çakır dediğimde üstüme atlar, gece geç gelişlerime kızar gibi bir tavır takınırdı. Gözümün içine bakar, başını bir o tarafa bir bu tarafa çevirir. Nerde kaldın diye beni sorguya çekerdi sanki. Lojmanının küçük bir girişi vardı. Duldaydı. Oraya bir çul sermiştim. En soğuk günlerde dahi orda sabahlar, beni yalnız bırakmazdı. Çok sadıktı. Geceleri bazen ulurdu. Uluması içimi ürpertir çiğrirdim. Kalkıp sus artık dediğimde; ağlamaklı bir ses çıkartır, kuyruğunu tap tap vurur. Başını ön ayaklarının üstüne koyar, gözümün içine bakar, mahcup tavırlar içinde sanki benden özür dilerdi.

Yalnız gecelerim bitmek bilmezdi Çengel'de. Çam ağacından ve mezarlıktan gelen baykuş sesleri bazen Çakır'ın sesini bastırır beni ürkütürdü. Lâmbanın titrek ışığı pat pat ederek ürkütmelere ortak olur gazın bittiğini ritmik bir ölçüyle haber verir, üstelik camı da kirletirdi.

Önce de söylediğim gibi, Çengel'de zamanı değerlendirme araçlarım radyo, plâk bağlamaydı. Bağlamanın ayrı bir yeri ve değeri vardı. O benim için anaydı, babaydı. Gözyaşlarıma mendil, gurbet türkülerinin çilekeş dostuydu. Onda dile gelirdi "Gurbet yolu gariplerin yoludur" türküsü. Bildiğim, öğrendiğim türküleri öğrencilere ve köylüye çalar söylerdim. Köylüler çok sevmiş, bağrına basmıştı beni. Bir dediğimi iki etmezlerdi. Kısa dalgadan dinlediğim plâkları İstanbul'da çalışan Çengel köylüleri vasıtasıyla temin ederdim. Onun için hayli plâk repertuvarım olmuştu.

Bir gün kısa dalgadan yayın yapan Sofya Radyosu'ndan Bodrum Hâkimini dinledim. Sözler beni çok etkilemişti. Hemen getirteceğim plâklar arasına not ettim.

Plâkları bize İstanbul'dan Papaz'ın Oğlu Mustafa (Eski Muhtar İbrahim Kuru'nun oğlu) temin ederdi. Birinde hayli kalabalık bir liste göndermiştim. Onu dahi zorsunmadan temin edip yolladı. Gelen on beş yirmi plak’ın içinde ilk döndürdüğüm Bodrum Hâkimi oldu. Plâk klasik sazlarla çalınıyor, Nazmi Yükselen tarafından da okunuyordu. Ön plândaki klârnet sesi sözlerle bütünleşerek yürek dağlıyordu. Plâk dönüyor bense sözleri türkü defterime kaydediyordum.

"Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkimi
Nasıl attın Mefharet Hanım ipe de kendini
Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini

Hâkim hanımın memleketi Kütahya Tavşan
Hâkim hanım sen eyledin bizleri perişan
Nasıl attın Mefharet Hanım ipe de kendini
Çifte doktorlar doğradı o beyaz tenini "

Sözler açık seçik bir hadiseyi anlatıyordu. O zamanlar Bodrum bu kadar popüler değildi. Veya popülerdi de ben bilmiyordum. Bodrum'u ve Tavşanlı'yı bu plâkla duyuyor Mefharet Hanım'ın Bodrum Hâkimi, memleketinin de Kütahya'nın Tavşanlı ilçesi olduğunu

anlıyordum. Parçayı dinleyen herkes de aynı şeyleri tespit edebilirdi.

Bodrum Hâkim; bekâr odamın dip köşesine yerleşmiş masadaki pikaptaydı. Şanslıydı. Hiçbir pikapta dönmemişti bu kadar. Döne döne müzik kulağıma yerleşmiş, sözlerini ezberlemiş, bağlamaya da dökmüştüm. Dilimize tespih olan türkü artık repertuarımıza girmiş, Çengel gecelerinin de popüler türküsü olmuştu. Her içki masasında Niyazi Efendi ya plâğı çaldırtır, ya da bana söylettirirdi. İşte Bodrum Hâkimi'yle böyle tanışmıştım.

Yıllar bizi acısıyla tatlısıyla hamur gibi yoğurdu. Az gittik uz gittik. Kendimizi halk müziği ve folklor camiasının içinde bulduk. Bu camia beni bilimsel çalışmalara sürükledi. Yaptığımız araştırmaları, derlediğimiz türküleri yayımlama fırsatı verdi. Bu çalışmaları sürdürürken aklımda hep Kütahyalı Bodrum Hâkim vardı. Acaba bir gün; Çengel gecelerimi süsleyen, havasında katre katre gezinen, yalnız gecelerime fon müziği olan Bodrum Hâkimi'ni araştırabilecek miyim diye düşünürdüm...

Aradan 31 yıl geçtikten sonra böyle ezgileri çalmayan TRT, Bodrum Hâkimi'ni yeniden gündeme getirdi. 1965–66 yılında çok popüler olan Bodrum Hâkim 1997 yılında TRT kurumunun Radyo Sanatçıları Halk Müziği Programında İzmir Radyosu sanatçılarından Mustafa Özcan tarafından okundu. Beste olan Bodrum Hâkim anonimleşmiş olacak ki, TRT repertuar kurulundan geçerek yayın hakkını kazanmıştı. Ancak TRT den önce, Tolga Çandar, Yatağanlı Mahmet Topçu ve Muğlalı Memiş Günüç Bodrum Hâkimini kasetlere okumuş, Memiş Günüç kasetine Bodrum Hâkim adını bile vermişti. Böylece Çengel'deki yalnız gecelerimin baş plâğı yıllardan sonra yeniden gündeme geldi. Doğrusu gönlümdeki geçmiş günlerimin gösterime girmesi, beni, aşka inandığım, şiirler yazdığım, mektup gelmedi diye kahrımdan rakı içip sarhoş olduğum yalnız gecelerime götürdü. Yavuklumdan gelen aşk mektuplarını yastığımın altına koyup, her fırsatta tekrar tekrar okuduğum günlerimi hatırlattı.

Yine TRT deki bir başka programda bu sefer Bodrum Hâkim Nazmi Yükselen tarafından okunuyor, hem de derleyicisi ve kaynak kişisi olarak tanıtılıyordu. Bense türküyü Nazmi Yükselen'in bestesi olarak biliyor, bir televizyon veya radyo programı yaparak konuyla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasını arzu ediyordum. Çok istememe rağmen arzum gerçekleşmedi. Ama Bodrum Hâkim içimde hep uhde olarak kalmış, onu araştırıp höççetini öğrenmek ise benim için bir amaç olmuştu.

Amacım 1990 yılında Kültür Bakanlığı'na geçtikten sonra gerçekleşti. Kültür Bakanlığı HAGEM Şube Müdürlerinden Sn. Ahmet Çakır'la birlikte 1996 ve 1998 yılında olmak üzere iki defa Bodrum'a gittik. Bu gidişler Ahmet Çakır'la birlikte hazırladığımız Bodrum Türküleri ve Oyunları kitabının hazırlanmasına vesile oldu. Türküleri ben, Sn. Çakır ise oyunları araştırdı.

Bodrum türkülerini araştırırken bende yıllardır esrarını koruyan Bodrum Hâkim perdesi de aralanmış oldu. Türkünün kaynağına ulaştık. Nasıl yakıldığını tespit ettik. Böylece içimdeki bilmece çözüldü. Sabırla koruk helva oldu. Gerçekleri öğrenmek ise beni çok mutlu etti. Bu mutluluğu gelecek sayıda sizlerle paylaşmak ve Bodrum Hâkim ile ilgili tespitlerimizi aktarmak dileğiyle...



Bodrum Hakimi (II)


Bodrum; üç tarafı denizle çevrili, karadan Milas, Yatağan ve Ula ilçe sınırlarına komşu, tabii güzellikleriyle, deniziyle milletlerarası üne sahip turistik bir yöremizdir. Eski adı Halikarnas olan Bodrum'un il merkezine uzaklığı 90km Muğla'nın diğer ilçelerine göre zengin ve de farklı bir halk müziği yapısına sahiptir. Aydın, Denizli, Burdur illerinin, Acıpayam ve Fethiye ilçesinin halk müziği özelliklerinden etkilenmiştir. İlçe merkezi olarak zengin bir repertuara sahip olan Bodrum'un türkü karakterinde zeybek tavrının ve üslûbunun hâkim olduğu görülür. Araştırmalarımız esnasında kaynak kişilerin genelde bütün ezgilere ve bölge oyunlarına zeybek demesi de bu Hâkimiyetin bir ifadesidir. Ayrıca; Evlerinin Önü adlı ezgiye Dirmil Havası demeleri de komşularından oldukça etkilendiğinin bir kanıtıdır. Ancak; çevreden her ne kadar etkilenmiş olsa da, türküsüne Dirmil Havası dese de Burdur, Dirmil ve Fethiye’deki Teke Zotlamalarından hiç etkilenmediği bir gerçektir.

Şimdiye kadar Bodrum ve çevresinden 12 türküyü TRT, 37 türküyü de Kültür Bakanlığı Halk Kültürleri Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü ( HAGEM ) derlemiş. HAGEM tarafından derlenen türkülerin 18 tanesi Repertuar Kurulu tarafından bazı türkülerin benzeri, varyantı olduğu gerekçesiyle değerlendirilmemiş, değerlendirilenler ise 19 tane olup ses kayıtları adı geçen genel müdürlük arşivinde bulunmaktadır. İncelenen ezgilerin içinde sözsüz parçaların olmayışı da Bodrum Halk Müziğinin ayrı bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bodrum'a ilk gidişimizde, yörenin mahalli sanatçılarıyla görüşmüştük. Bunlardan ilki Mehmet Topçu diğeri Rasim Eriş'ti. Mehmet Topçu Yatağanlı, Rasim Eriş Bodrum’luydu. Önce Mehmet Topçu ile Yatağan'da, sonra da Bodrum'da Rasim Eriş'le görüştük. Rasim Eriş; yörenin halk müziği özelliklerini bilen ve de keman çalan iyi bir kaynak kişiydi. Bodrum Hâkim türküsünün Yeniköy'den (Karaova-Mumcular beldesi) lakabı Çelik olan Mustafa Bacaksız'a ait olduğunu ifade etmişti. Çelik'in cümbüş çaldığını, Hayıtlı'dan Çıktım ve Karaova Düğünü Gece Kurulur adlı türkülerin de ona ait olduğunu ısrarla söylemiş, Bodrum Hâkim türküsünün hikâyesini anlatmıştı. Bodrum türkülerini bilen emekli öğretmen Mehmet Uslu'da türkünün söz ve müziğinin Çelik'e ait olduğunu söyleyerek Rasim Eriş'i doğrulamıştı.

Bodrum'a ilk gidişimizde görev süremiz bittiğinden Bodrum Hâkimi türküsünün sahibine ulaşamadan Ankara'ya dönmüştük. Ama yörenin bütün türkülerini tespit etmiş olanların hikâyelerini derlemiş hazırladığımız Bodrum Türküleri ve Oyunları kitabında yayınlamak üzere beklemeye almıştık.

Derlediğimiz hikâyeler arasında biri vardı ki yürek yakıcıydı. Yürek yakıcılığı kadar da yanlış bilgilerle bezenmiş, kaynak kişisi ve hikâyesi hakkında ise değişik bilgiler veriliyordu. İşte bu türkü Bodrum Hâkim'i idi. Türkü; bütün yanlışlıklara rağmen zaman içinde hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş, popüler olmuş, çeşitli yayın organları vasıtasıyla çalınıp söylenmeye başlamıştı. Biz araştırma eksikliklerini tamamlamak ve Bodrum Hâkimiyle ilgili gerçekleri ortaya koymak amacıyla tekrar Bodrum'a gitmeye karar verdik.

Bu düşüncemiz 28.4.1998 tarihinde gerçekleşti. İkinci gidişimizde eksiklerimizi tamamlayıp Bodrum Hâkimi türküsüyle ilgili kapsamlı bir çalışma gerçekleştirdik. Yöredeki kaynak kişilerin çoğuna ulaştık. Doğruyu bulabilmek için kaynaklardan aldığımız bilgilerin müşterek olanlarını tespit ettik. Tespitlerimize göre: Üstüne türküler yakılan hâkime hanımın adı Mefharet Tüzün, Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinden. 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'a tayin olmuş. Bodrum'a gelen ilk Bayan Hâkimlerden. 1954 yılında da intihar etmiş.

Anlatılanlara göre intihar sebebi birkaç tane. Kaynakların en çok aktardığı; nişanlısının ölümünden sonra kendisini öldürmesi. Bir başka sebep: Hâkim Hanım Bodrumlu bir gence idam cezası verir. Ceza alan kişinin abisi Hâkim Hanımı Çatal Adaları'na kaçırarak tecavüz eder. Tecavüzden sonra meseleyi hazmedemeyen Mefharet Hanım kendisini öldürür. (Bodrum Hâkim filminin konusu da buna yakın. Hatırlanacağı üzere filimde Hâkim Hanım sevdiği gence ölüm cezası verecektir. Sevdiği gence ölüm cezasını veremeyince Bodrum Hâkim ikinci yolu seçmiş, aşkına yenik düşmüş, kendisini öldürmüştür) . Diğer bir sebepte: Âşık olduğu Bodrum Savcısının kendisini terk etmesidir.

Bu konuyla ilgili de çeşitli söylentiler tespit ettik. Ama maalesef kesin bir sonuca ulaşamadık. Zira Hâkim Hanım Bodrumluların sevgisiyle efsaneleşmiş, anlatılan her hadise de artık bir rivayet olmuştu. Ama gerçek olan Hâkim Hanımın büyük aşkının hüsranla bitmesi ve Bodrumluların onu çok sevmesi, destanlaşan bu sevginin de Bodrum'da İz Bırakanlar takvimiyle gündeme gelip günümüze kadar ulaşmasıydı. Bulabildiğimiz tek yazılı kaynakta 1996 yılında yayınlanan bu takvimdi. Takvim: Bodrum Çökertme Gazetesi'nin sahibi Miyase Kalan tarafından yayınlanmış. Kasım ve aralık ayları da Mefharet Hanıma ayrılmış. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminin Mefharet Hanıma ayrılan yapraktaki hüzünlü resminin altında ise:


Mefharet Tüzün
Tavşanlı 1906 – 1954 Bodrum

"Türkiye'nin ilk kadın hâkimlerinden olan Tüzün 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'da göreve başladı. Keşiflere at sırtında gidip gelen Hâkime Hanım cesurluğu ve girişimciliği ile kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954 yılında kaybettiği nişanlısının ardından Tüzün’ün de beklenmedik ölümü Bodrum'da büyük bir üzüntü yarattı. Bodrumlular Hâkime Hanıma olan sevgilerini adına türkü yakarak yaşatmaya çalıştı" satırları yer almaktaydı. Ama bu satırlar bize yetmiyordu. Biz; bir akşam Karaova (Mumcular) bölgesine gidip, Bodrum Hâkim'i türküsünün yakımcısı Mustafa Bacaksız'ı ( Çelik'i ) Yeniköy'de bulacak konuyla ilgili bilgiler alacaktık.

Amacımızı Rasim Eriş, Ahmet Çakır, Erol Köse ile birlikte 29. 4. 1998 tarihinde gerçekleştirdik. Akşam ezanı okunurken Yeniköy'e ulaştık. Çelik amca'nın evi tarif ettiklerine göre hemen yolun kenarındaydı. Biraz gittikten sonra arabamız durdu. Araba sesine yaşlıca biri kapıya çıktı. Merakı her halinden belliydi. "Dar akşam kim acaba bunlar" dercesine karşıladı bizleri. Ben bu Çelik amca olmalı diye düşündüm. Yanılmamışım. Hoşbeş ettikten sonra meramımızı anlattık. Çelik amca gönülsüz olsa da evine davet etti. Buna rağmen geriden geriden duruyor, bir şeyler söylemeyeceğini davranışlarıyla belli ediyor, Ankara'dan Kültür Bakanlığı'ndan geldiğimizi söylememize rağmen "Bu işleri bıraktım, ben de bir şey kalmadı. Daha dün bir bayan geldi. Yalvardı yakardı. Ona da söylemedim" diyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse umutlarımız kırılmış, onca yolu boşuna tepmiş, üstelik Rasim Eriş'i de işinden gücünden ettiğimizin suçluluğu üstümüze karakuş gibi çökmeye başlamıştı. Zira Çelik amca kararlıydı. Hal hatır ederken kahvelerimiz geldi. Yudumlarken Rasim Eriş Çelik amcayla koyu bir sohbet başlatmış yöre insanı olmanın verdiği avantajı kullanmaya çalışıyor, boş dönmemek için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Biz, türkünün nasıl yakıldığını, kaç türkü yaktığını öğrenmeye çalışıyor, onu konuşturmak için dil döküyorduk. Sonuçta kararlı tavrımız galip geldi. Çelik amca bizimle röportaj yapmaya karar verdi. Ahmet Çakır hemen sohbete başladı. Çelik amca kendini tanıttıktan sonra Bodrum Hâkimi türküsünü nasıl yaktığını anlatmaya başladı.

"1950’li yıllarda benim çok hızlı olduğum, cümbüş çalıp düğünlere gittiğim dönemlerdi. Bodrum'a bir Bayan Hâkim geldiğini duydum. O zamana kadar Bodrum'a bayan hâkim gelmemişti. Hâkim Hanım'ın halkla iç içe olması, at sırtında keşiflere gitmesi kısa zamanda dillere destan olmasını ve de Bodrum'da çok sevilmesini sağlamıştı. Anlatılanlarla bizim de gönlümüze taht kurdu. Efsaneleşti Hâkim Hanım. Bir gün duyduk ki Hâkim Hanım ölmüş. Nişanlısının ölümünden sonra kendisi de intihar etmiş. Cenazesine katılamadım ama bütün Bodrum halkının arkasından ağladığını, adının Mefharet memleketinin de Kütahya' Tavşanlı olduğunu öğrenmiştim

Hâkim Hanım'ın intihar etmesi beni çok etkiledi. Duygularımı dile getirmek, Hâkim Hanımı da Bodrumluların gönlünde ilelebet yaşatmak istiyordum. Bunun da çaresi türkü yakmaktı. Düşün- düğümü uyguladım. Kısa bir müddet sonra türküyü besteledim. Kendi aramızda türkü çalınıp söyleniyordu. Milaslı Nazmi Yükselen Bodrum Hâkimine yaktığım türküyü duymuş olacak ki benden aldı ve plâğa okudu. Plâk çok tutuldu. Nazmi Yükselen altın plâk kazandı. Bana telif hakkı ödemediği için mahkemeye vermek istedim. Ama yöremizin insanı olduğundan çevrem ve arkadaşlarım buna mâni oldular. Hâsılı altın plâk kazanan eserimden beş kuruş boğazıma geçmedi. Adım dahi söylenmiyordu. Türkü dillere destan oldu. Filmi çevrildi Bodrum ise efsaneleşti.

Türkünün popüler olduğu dönemde köye iki jandarma geldi. Beni aldılar götürdüler Bodrum'a. Niye götürdüklerini de bilmiyordum. Adliyeye vardığımızda mahşeri bir kalabalık vardı. Kalabalık da neyin nesi diye düşündüm. Jandarmalar kalabalığı yararak mahkemeye çıkardılar. Beni görenler işte türküyü besteleyen budur diye bağırıyorlardı. Ne türküsü ne bestesi dediğim de: ‘Bodrum Hâkimi, Bodrum Hâkim'i’ diye bir alkış tufanı koptu. O zaman anladım ki Bodrum Hâkimine türkü yakmam suç olmuştu. Mahkemeye çıktım. Hâkim; şahsımla ilgili bilgileri aldıktan sonra ‘Sen kim oluyorsun da devletin Hâkimine türkü besteliyorsun? Mefharet Hanım'a yaktığın türkü herkesin dilinde, bu ne demek oluyor’ diye ifademi almaya başladı. Şimdi meseleyi daha iyi anlamıştım. Hâkim Hanım'a türkü yaktığım için devlet beni mahkemeye vermiş, tazminat davası açmış, ciddi ciddi de ifadem alınıyordu. Doğrusu mahkemeye düşeceğim hiç aklıma gelmemişti. Hâkim tekrar sordu. ’Niye türkü besteledin. Sen kimsin? Devletin Hâkimine nasıl türkü yakarsın’ dedi. Sinirimden ne diyeceğimi şaşırmıştım. Hâkim biraz daha sert sorunca. Dayanamadım. Hâkim bey elini kaldır sana da türkü yakayım dedim. Bu cevap Hâkimin hoşuna gitmiş olmalı ki beni serbest bıraktı. Adliyeden çıktığımda mahşeri kalabalık hâlâ beni bekliyordu. Halk beni sokaklarda omuzun da taşıdı. ‘Yaşa Çelik, varol Çelik’ diye inlettiler Bodrum sokaklarını."

Tarantula_
02-12-2009, 14:22
Hava yumuşamış, Çelik amca da konuya kaptırmıştı kendisini. Ben; Çelik amca her ne kadar da çalmayı söylemeyi bırakmışsa da birlikte olmayı arzu ediyordum. Rica ettik. Sağ olsun kırmadı bizleri. Köyün alt başındaki lokantaya gittik. Çelik amca da cümbüşünü getirdi. Bizimle oturdu masaya. O çaldı biz dinledik. Bodrum Hâkimini, Kara Ova Düğününü, Hayıtlı'dan Çıktım adlı parçalarını kendi sesinden kayıt ettik. Yeni parçalar da okudu. Okuduğu türkülerin hikâyelerini de bir bir anlattı...

Gece hayli ilerlemiş, gitme zamanı da gelmişti. Evli evine köylü köyüne hesabı. Onlar evlerine biz Bodrum'a hareket ettik. Sn. Rasim Eriş ve Erol Köse dostlarımızın gayretleriyle verimli bir çalışmanın huzuruyla türkü çığıra çığıra, kayıt cihazımızdan Çelik amcayı dinleye dinleye Bodrum'a ulaştık. Saat 02 00 olmasına rağmen Bodrum sokakları hâlâ hareketliliğini koruyordu. Otelimize ulaştığımızda Çelik amcanın sesi kulaklarımızdaydı.

Ertesi gün sabah çorbalarımızı içtikten sonra Yatağan'a ulaştık. Yatağanlı mahalli sanatçı Mehmet Topçu ile ilgili çalışmalarımızı da tamamladıktan sonra Ankara'ya döndük.

Böylece Bodrum çalışmaları sona ermiş Hâkim Hanım türküsünün Bodrum perdesi de aralanmıştı. Ama bunun bir de Kütahya'sı vardı. Çünkü kaynakların verdikleri bilgiler ve türkü sözlerinden anladığımız kadarıyla Hâkim Hanım Kütahya'nın Tavşanlı ilçesindendi. Doğrusu bu perdeyi de aralamak gerekirdi. Konuyla ilgili bilgileri almak için Tavşanlı Kaymakamlığı'na mektup yazma, telefon etme gibi çareler üretirken 28. 6. 1998 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı'nın Kütahya'da yapacağı Liseler Arası Halk Müziği Türkiye Finali yarışmalarında seçici kurul üyesi olarak görevlendirilmem "körün taşı" gibi rast geldi. Gökte ararken yerde bulmuştum. Bu vesileyle Tavşanlı'ya kadar gider konuyu orada sorar soruştururum diye plân yaptım.

27 Haziran 1998 tarihinde Kütahya'da idim. Öğretme nevine yerleştikten sonra Bodrum Hâkim'i ile ilgili çalışmaları gerçekleştirmek için araştırmaya başladım. Tavşanlı eski Halk Eğitimi Merkezi Müdürü Sn. Coşkun'un bu konuda bilgisi olduğunu tespit ettim. Sn. Coşkun'la telefonla görüşerek, 29 Haziran 1998 tarihinde Tavşanlı'da buluşmak üzere randevulaştım. Mefharet Hanım'la ilgili de bazı bilgiler aldım. Mefharet Hanım'ın Tavşanlı halkı tarafından çok sevildiğini, Balıkesir Balyalı, ilk görev yerinin Tavşanlı olduğunu, Bodrum'a tayini çıktığında büyük bir uğurlama töreni yapıldığını, yöre halkının arkasından günlerce gözyaşı döktüğünü öğrendim. Ayrıca Hisarlı Ahmet'in Kasetini, Kütahya Türküleri kitabını da temin ettim. Yöre sanatçılarının kasetlerini aldım. Çok kârlı bir gün geçirdim. Hele 29. 6. 1998 tarihindeki randevu işin en kârlısıydı.

28.6.1998 tarihinde Kültür Merkezi Salonu'nda Liseler Arası Halk Müziği yarışmaları yapıldı. Sonuçlar da hemen açıklandı. Solo ve koro olarak yarışan ekiplerin ilk üçe girenlerine ödülleri verildi. Ödül törenin ardından topluca akşam yemeğine gittik. Fakat 19 00 haberlerinde duyduğum Adana depremi perişan etti beni. Lokmam boğazımda kaldı. Apıştım. Aptallaştım. Ne yapacağımı şaşırdım. Zira ben de Adanalı idim. Benden gayrı (eşim hariç ) herkes Adana'da idi. Hemen telefona sarıldım. Ama telefonlar kilitlenmiş, Adana ve

ilçeleriyle hatta Mersinle dahi görüşmek mümkün değildi. Uzun bir telefon mücadelesinden sonra aklıma Ankara'dan eşimi aramak geldi. Belki Adana'dan onu aramışlardır diye düşündüm. Yanılmamışım. Eşimle görüştüğümde kesin olmamakla beraber bizimkilerde ölü ve yaralı olmadığını öğrendim. Aldığım bilgiler az da olsa yüreğime bir su serpti.

Deprem haberini öğrenince randevuyu iptal edip o gece Ankara'ya döndüm. Düşlediğim çalışma da depremin kurbanı oldu. Ama Hâkim Hanım'ın Balıkesir Balyalı olduğunu öğrenmiştim. Tavşanlı araştırmasını yapamadık amma Balya olur diyerek konuyu beklemeye aldım. Balıkesir Bigadiç'te bu işlere aşina ve de türkü sevdalısı bir dostum vardı. Savcı Gökhan Göktaş. Hem onu ziyaret eder oradan da Balya'ya geçerim diye düşünüyordum. Düşüncemi 1998’zi 99’za bağlıyan yılın başında gerçekleştirdim. Hem ziyaret hem ticaret açısından eşimle Balıkesir Bigadiç'e gittik. Çok arzu etmeme rağmen maalesef Bigadiç'ten Balya'ya yol düşüremedik. Ama işin peşini de bırakmadık. Savcı dostum Gökhan Göktaş konuyla ilgili bilgileri muhakkak bana ulaştıracağına dair söz verdi.

Gerçekten de dost Gökhan Göktaş sözünü tuttu. Olağan üstü gayretiyle Balyalı Mefharet Tüzün'le ilgili gerekli bilgilerin bana ulaşmasını ve Balya Belediye Başkanı Sn. Zekâi Bayram'la görüşmemi sağladı. Erdek Nüfus İdaresi'nden temin ettiği nüfus kayıtlarını bana ulaştırdı.
Sn. Zekâyi Bayram'dan, gönderdiği veraset ilâmından, Erdek Nüfus Kütüğü kayıtlarından tespit ettiklerimize göre işte Bodrum Hâkim Mefharet Hanım'ın kısa hayat hikâyesi.

Hâkim Hanımın babası Müftü Halil İbrahim Efendi Vardar göçmenidir. Önce İstanbul'a yerleşir. İstanbul Müftülüğü yapar. İskân yasasından yararlanan Müftü Halil İbrahim Efendi'ye Balıkesir'in Balya ilçesinin Kadıköy'ünün Âsar mevkiinden toprak, Erdek’ten de 800 kök zeytin ağacı verilir. Burada ikamet etmelerine rağmen Erdek kütüğünün Halit Paşa Mahallesi 206 hane,1/85 cildine kayıtlıdırlar.

Müftü Halil İbrahim Efendi'nin eşi Hatice Libas'tan beş çocuğu dünyaya gelir. Bunlar Hafsa Hazire, (1894 -1937 ) Mehmet Bâki, ( 1898–1950 ) Nasiye Zeliha, (1899–1920 ) Ahmet Abdülhadi (1904–1967 ) Fatma Mefharet, (1910-1912 henüz iki yaşındayken ölür) Fatma Mefharet Tüzün'dür (1914 -1954 Bodrum Hâkim Mefharet Hanım)

Mefharet Hanım'ı Bahçıvan veya Asarlı Ahmet olarak bilinen kardeşi Ahmet Abdül- hadi okutur. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminde Hâkim Hanım'ın doğumu 1906 olarak gösterilmişse de Erdek Nüfus kütüğünden aldığımız kayıtlara göre Hâkim Hanım 2.3.1914 tarihinde İzmir'de doğmuştur. Esas adı Fatma Mefharet Tüzün'dür. 1942 yılında verdiği veraset ilâmından Cumhuriyet Savcılığı İstanbul Ceza Evinde Hâkim adayı olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk Fakültesi'ni bitirdiği, ilk göreve nerde ne zaman başladığı tespit edilememiştir. Ancak uzun müddet Kütahya Tavşanlı'da Hâkim olarak görev yapmış, orada da gönüllere taht kurmuş, tayin olduğunda halk arkasından çok gözyaşı dökmüş, büyük bir törenle de 1951 de Bodrum Hâkim'i olarak uğurlanmıştır. İşte bu uğurlamayla Hâkim

Hanımın gönül defterine yeni bir sayfa açılmış, dillere destan olmanın sınırına biraz daha yaklaşmıştır.

At sırtında keşiflere gidişiyle, adaletiyle, dürüstlüğüyle, insanları sevmesiyle gönülleri fethetmiş, ünü Bodrum ve çevresine yayılmış. Bodrum onunla o Bodrum'la güzellikler yaşamış. Her insan gibi sevmiş sevilmiş. Yalnızlığını, sevgisini şarkılarla, türkülerle paylaşmış. Ama ne yazık ki yüreğine düşen sevdaya yenik düşmüş.

Gerek Tavşanlı'da gerekse Bodrum'da gönüllere taht kuran Bodrum Hâkim Mefharet Hanım 1914 yılında başladığı ömür yolculuğuna 18.5.1954 tarihinde son noktayı koymuş. Yakınları almış götürmüşler cenazesini Bodrum'dan. Mezarı belki Balya, belki Erdek, belki de İstanbul'da.

İşte o gün bu gün Mefharet Hanım öleli tam 45 yıl olmuş. Dile kolay. Bir değil, beş değil 45 tane yıl. Ömrün yarısından fazla. Ama yıllar unutturamamış onu. Zaten hiç ölmemiş ki. Sevenlerinin gönlün de hep yaşamış...

O artık bir efsane. Ölmeden bir gün önce, gece Milas’a Bestekâr Zeki Duygulu'nun konserine giden, Uslu Dur Kadınım Çıldırtma Beni adlı şarkıyı aynı programda üç defa okutan bir Bodrum Hâkim'i. Yeniköylü Çelik amcanın telinde Nasıl Attın Mefharet Hanım İpe Kendini diyen bir Bodrum Hâkimi.

O artık; bu satırları yazan 1966 yılında Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin, Çengel köyünde çiçeği burnunda bir öğretmenin gecelerinin konuğu. Odada 1963 model pikabın iğnesiyle ses bulan bir Bodrum Hâkim.

Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkim

dizeleriyle haykıran, türkülerimizin nasıl yakıldığını, günümüze kadar da nasıl ulaştığını gösteren Bodrum Hâkim. O: Kısaca türkülerimizin geçmişiyle geleceği arasında bir köprü. O: Artık türkü olan bir Bodrum Hâkim...

"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" adlı makalem Folklor Edebiyat dergisinde yayımlandık-tan takriben bir hafta sonra ( Folklor Edebiyat C.5, s. 18 Ankara -1999) Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur, yazıyı köşesinde dile getirmiş. Sonunda derginin telefonunu, adresini de vermiş. 9 Temmuz 1999 tarihli Milliyet gazetesini alanlar sabahın erken saatinde beni aradılar. İlk arayan Bekir Salim'di. Bekir Salim şiirle, edebiyatla uğraşan bir asker emeklisiydi. Hasan Pulur'un köşesinde Bodrum Hâkimine yer verdiğini söylüyor, memnuniyetini de dile getiriyordu.

Ben, Bekir Salim'in telefonundan sonra yazıdan haberdar oldum. Hemen bir Milliyet gazetesi aldım. Üstat, Folklor Edebiyat dergisinde yazıyı okuduktan sonra, köşesini de Bodrum Hâkimine ayırmış. Yudum yudum okudum. Hoşuma gitti.

Yazı: 1965 yılında Kastamonu / Azdavay / Çengel köyünde öğretmenlik yaparken Bodrum Hâkimi türküsüyle nasıl tanıştığımı, Bodrum'da Hâkim Hanımla ilgili yaptığım araştırmaları anlatıyordu. Hasan Pulur'u, 1965 yılında Çengel köyündeki öğrencilerim de okumuş olacaklar ki, bana ulaşmak için dergiyi aramışlar. Derginin sahibi Metin Turan da beni aradı. Bana ulaşmak isteyen öğrencilere; "Ev telefonunuzu vereyim mi" diye soruyordu. Tabii ne demek diye cevap verdim Metin'e. O da yazının ses getirmesinden oldukça mutlu olduğunu söyledi. Metinle vedalaştıktan sonra kimler arayacak acaba diye heyecanla beklemeye başladım.

İlk telefon Çengel'deyken babasıyla çok iyi görüştüğüm Ahmet Karaca'nın ( Satı Bey ) kızı Sevim Karaca'dandı. Sevim Karaca ailenin en küçük çocuğuydu. Onu birinci sınıfta okutmuştum. İsminden başka hatırladığım, beline kadar inen belikleri, tertemiz mendili idi. Telefonda titrek ve ürkek bir ses. Hep öğretmenim diyen Sevim Karaca 35 yıl sonra Halil Atılgan'a ulaşmanın sevinciyle ne diyeceğini şaşırmıştı. Halil Atılgan olduğu- mu anlayınca; "Hocam ben Sevim Karaca, Ahmet Karaca'nın kızı hatırladınız mı" ? Sevim'in sesini duyunca içim ürperdi. Anlatamayacağım duygular çöktü serime. Bir ter boşandı. 20 yaşındaki Halil Atılgan'ı yaşadım. Öğrencilerimin Çengel'den ayrılırken, davulla zurnayla Geriş Tepesi’ne, Pınarbaşı nahiyesine kadar uğurladıkları geldi aklıma. Büyük küçük herkes arkamdan gözyaşı dökmüştü. Ben de ağlamış, onları unutmayacak Halil Atılgan olarak ayrılmıştım. Sevim Karaca da çok küçük olmasına rağmen Çengel köyü ile Pınarbaşı arasındaki Geriş Tepesi'ne kadar uğurlamıştı.

Onu çok severdim. Az konuşurdu. Utangaç hâli, sorduğum sorulara boynunu çekerek cevap vermesi gözlerimin önüne geldi. Tırnak yoklamasındaki elini uzatışı, beyaz yaka siyah önlüğüyle, tertemiz mendilini gösteren Sevim Karaca 35 yıldan sonra beni telefonla arayan ilk kişiydi.

"Hatırladınız mı? Ben Ahmet Karaca'nın kızı” dediğinde: Cevabım, hiç kimseyi unutmadım ki oldu. Sevim'e hele seni hiç unutmadım dedim. Çok sevindi. Sevimle başlayan telefon trafiği telefonumuzun kilitlenmesine kadar gitti.

İkinci arayan da Cemile Çengel'di. Çok iyi hatırlıyorum okul numarası 54'tü. Soyadını Çengel köyünden alan bir ailenin kızıydı. Cemile'yi iki yıl okutmuştum. Babası yoktu. Onun için de bir burukluk vardı üstünde. Oldukça da utangaç ve asabiydi. Taralı saçları kuluncundan beline kadar inerdi. Konuşmayı sevmezdi. Bense ona söz verir konuşmasını sağlamaya çalışırdım. Sevdiğim öğrencilerdendi. Beni çok sevmesine rağmen hiç belli etmezdi. Uğrun uğrun bakışlarını yakalar, ben de kendisi gibi bakmaya çalışırdım. Benim de kendisi gibi baktığımı görünce, hemen başını çevirir yüzünü kapatırdı. Güzel türkü söylerdi. "Pencerede gül perde" diye bir türkü okumuştu. Müzik derslerinde zaman zaman o türküyü söyletirdim.

Cemile Çengel sesimden tanıdı. 35 yıldan sonra sesimi tanıyan Cemile Çengel'e ne denilebilirdi ki.


Üçüncü arayan da Niyazi Şen'di. Niyazi, Çengel'de beni kucaklayan, bana bir oda tahsis ederek kahrımı çeken, köye okulun yapılmasını sağlayan, Niyazi Şen'in torunuydu. Niyazi Amca’yı çok severdim. Yol görmüş, oturup kalkmasını bilen, uzun zaman muhtarlık yapmış, köylüler tarafından da sevilip sayılan biriydi. Lojman inşaatı bitmediği için yapılıncaya kadar beni evinde konuk etti. Ailesi de çok iyiydi. Zamanla beni de aileden biri saydılar. Niyazi Amca beni bir gün görmese merak eder, nerede isem arar bulurdu. Üç erkek, 5 kız babasıydı. Akraba evliliği yaptığı için ikisi erkek, biri kız olmak üzere üç çocuğu ahrazdı. Ahraza Çengel'de samut denirdi. Samutların büyüğünün adı Hasan, küçüğünün Ahmet, kızın adı da Altun’du. Hasan çok başarılı ve de zekiydi. Elinden "uçan ve kaçan" kurtulurdu. Beni de çok severdi. Geçtiğimiz yıllarda kalp krizinden öldü. Ahmet ve Altun sağ. İşte Niyazi Şen, Samut Hasan'ın oğlu, Niyazi Amcanın da torunuydu. Dedesinin evinde kaldığım için Niyazi'yi okula gelmeden tanımıştım. Onu herkes, A...Niyazi diye çağırırdı. Bu çağırış Çengel'e özgüydü. Ben de A... Niyazi diye çağırırdım. Küçük Niyazi'nin yalpa vurarak koşması hep gözümün önünde.

Arayanlardan biri de Ahmet Karaca'nın oğlu Sadık Karaca idi. İlkokul birinci sınıfta öğrencim olmuştu. Sadık Karaca'yı da babasının evine sıkça gittiğim için okula gelmeden tanımıştım. O da kardeşi Sevim Karaca gibi sessizdi. Babalarının gün gürmüş, konuşmayı seven, köyünde kültürlü kişilerinden olmasına rağmen çocuklar içine kapanıktı. Tanıdığım, konuşmayı sevmeyen Sadık, telefonda bülbül gibi şakıyordu.

Köylüleri sordum. Gücük Mehmet'in, Papaz Muhtarın öldüğünü, İstanbul Küçük Çekmece'de lokanta çalıştırdığını, yazın da köye gittiklerini, Çengellilerin derneğini kurduğunu, Azdavaylılar derneğinin de yönetiminde olduğunu söyledi. 35 yıl Sadık'ı ne kadar da değiştirmişti. Bilmediğim bir çehrenin dilinden bal akıyordu sanki. Hayli malumat aldım. Köylülerin çoğu İstanbul'a yerleştiği için okulun da kapandığını söyledi.

Sadık telefonumu, öğrencilerin çoğuna vermiş olmalı ki günlerce telefonum susmadı. Arayan arayana, Sekiz Süleyman, Dokuz Süleyman, Mahir Kuru, Şaban Uzun, da-ha adlarını hatırlayamadım öğrencilerim.

Yıllardan sonra onların sesini duymak ne büyük mutluluktu. "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" yazısı beni nerelere götürdü. Hayatımın en mutlu dakikalarını yaşadım. Anlatılmaz, paha biçilmez, kağıda kaleme sığmazdı yaşadığım mutluluklar.

Telefon trafiği takriben on gün devam etti. Bu zaman içinde başka bir telefon daha aldım ki: Âşık Nizarî'nin dediği gibi :"Bin derdim var idi bir daha oldu / Derdimin dermanı aman ha aman". İşte öyle bir şeydi. Arayan Hayrettin İvgin'di. Hayrettin Beye Adalet Bakanlığından bir daire başkanı benimle görüşmek istediğini söylemiş. Hem de Bodrum Hâkim yazısıyla ilgili. Adalet Bakanlığı devreye girince ürperdim doğrusu. Aklıma Hâkim Hanıma beste yapan, türkü yakan Bodrum'un Çiftlik köyünden Mustafa Bacaksız, namı diğer Çelik Amca geldi. Çelik'in Bodrum Hâkimine yaktığı türkü popüler olup altın plâk alınca: Bir gün iki jandarma gelmiş, doğru Bodrum Adliyesine götürmüş garibimi. Devletin Hâkimine türkü yaktığı için yargılanmış. Ben de kendi kendime bu kadar güzellikleri

yaşadıktan sonra yazı bizi de yargıya götürdü diye düşünmedim desem yalan olur. Heyecanla daire başkanını aradım. Başkan yerindeymiş. Görüştük.

Başkan, Hasan Pulur'un köşesinde "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" yazısından sonra, dergiye ulaşarak yazının tamamını okuduğunu, Hâkim Hanımın intihar sebebinin çok dikkatini çektiğini, 17 Mayıs 1952 tarihinde intihar eden Hâkim Hanımın dosyasını buldurdu- ğunu, bir takım bilgi ve belgeler tespit ettikten sonra bana ulaşmak için de Hayrettin İvgin'i aradığını, tespit ettiği bilgi ve belgeleri de bana vereceğini söyledi.

Nasıl sevindim anlatamam. Başkandan randevu alarak bir gün sonra mak----- gittim. Gerçekten dosya elinin altındaydı. Dosyayı bana vermedi. Ama tespit ettiği notları, Hâkim Hanımın Kütahya Tavşanlı'da Hâkimlik yaparken bir şikâyet üzerine alınıp Bodrum'a gönderildikten sonra zamanın Başbakanı Adnan Menderes'e çekilen çok sayıdaki telgraf örneklerini gösterdi. Ama Hâkim Hanımın hangi sebepten intihar ettiği dosyada ve otopsi raporunda da belli değildi. Ancak intihar ettiği, Bodrum'da göreve başladıktan sonra sıkça rapor aldığı, psikolojik tedavi gördüğü, rahatsız olduğu konusunda bilgiler bulunduğunu söyledi. Sicil dosyasındaki resmini de verdi.

Daire başkanının verdiği bilgilerle Bodrum'dakiler birbirini tutmuyordu. Başkana göre, Hâkim Hanım bunalım sonunda intihar etmişti. Hâkim Hanımın intihar sebebi beni kısmen aydınlatmış olsa da istenilen sonuca ulaştığım söylenemezdi.

Bodrum Hâkim yazısının yayımlanmasından birkaç ay sonra telefon çaldı. Kaldırdım. Arayan Çengel köyünden öğrencim Sadık Karaca idi. Hoşbeşten sonra Sadık beni fazlasıyla memnun edecek bir haber verdi. "Hocam benim İstanbul Küçük Çekmece'de lokantam var. Bizim dönem öğrencilerinin hepsine haber verdim. Toplanacaklar. Sizi de bekliyoruz" dedi. Benim için haberlerin en güzeliydi. Katmerli bir haberdi doğrusu. "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" beni 35 yıl sonra öğrencilerimle buluşturuyordu. Herkese nasip olmayacak bir buluşmaydı bu. Gözlerim dolu dolu telefonu kapattım.

Telefonu kapattıktan sonra "Çengel Geceleri" geldi aklıma. Çengel'deyken Ilıca köyüne okul gezisi yapmıştık. Köy Pınarbaşı Kalyonu'nun hemen bitiminde kurulmuştu. Ilıca Çay'ı okulun dibinden geçiyordu. Çocuklara suya girmeyeceksiniz dediğim hâlde dinlemeyip girmişlerdi. Yıkandıkları yere geldim. Benden habersizlerdi. Suya girenlerin çamaşırlarını topladım. Haydi, bakalım benim sözümü tutmayanların cezası budur demiştim. Nasıl da pişman oldular. Bir müddet sudan dışarı çıkamadılar. O zaman köyün İlkokulu Müdürü İzzet Demirci idi. Bağlama çalardı. Onun için de iyi anlaşırdık. O günler canlandı gözümde. Hey gidi günler diyerek geçmişi hatırladım. Dile kolay, koca 35 yıl geçmişti. Acısıyla tatlısıyla 35 yıl. Cahit Sıtkı'nın dediği gibi ömrün yarısıydı.

Çengel gecelerinin yalnız adamı 35 yıldan sonra öğrencilerine kavuşuyordu. Çok mutluydum. Bizim için mutluluk Kafdağı'nda akan bir çeşme değildi artık. Gönlüm yıllardan sonra saçlı sakallı, çorlu çocuklu öğrencilerime kavuşmanın heyecanıyla dolup taşıyor, kanatlı bir kuş olmuş daldan dala uçuyordu.

Daldan dala uçan deli gönül bizi aldı götürdü, Düziçi İlköğretmen Okulu yıllarına. Kendi ciltlediğim kırmızı kaplı hatıra defterinin satırlarına. Azdavay'la, Zarı ( Pınarbaşı’nın eski adı) ile ilgili hiçbir şey yok mudur diye sayfaları karıştırdım. 10 Kasım 1965 tarihinde yazılmış Otelci, Pınarbaşı'nın Karafasıl köyünden Mehmet Çiftçi'nin satırlarına rastladım. Bakın neler yazmış Otelci Mehmet Amca:

"Sayın Halil Hoca Evlâdım

10 Kasım 1965 günü ziyaretinize geldiğim zaman bana gösterdiğin hüsnüteveccühten ve büyük ikram benim size karşı ilk gördüğüm zaman yaptığım iltifatın yanında çok küçük kaldı. Beni hakikaten mahcup ettin. Buna mukabil sizlere hizmet etmek vazife olmuştur. İnşallah çalışırız. Sizlere hatıra olarak şu aciz kalemimle size hatıra bırakırdım. Sizleri Ulu Tanrı'ya emanet eder hayırlı ve başarılı işler temenni ederim. 10 Kasım 1965. Pınarbaşı bucağından Otelci Karafasıl köyünden Mehmet Çiftçi". (İmza )

Mehmet Amcayı çok severdim. Baba oğul gibiydik. Parasız kaldığımda borç alır aybaşında da öderdim. Verdiği parayı unutmamak için yazardı. "Oğul bu itimatsızlık değil unutmamak içindir. Sen de verdiğini yaz" derdi. Az konuşur, öz konuşurdu. Otel dolmadıkça kaldığım odaya müşteri almazdı. "Evlâdım" diye hitap etmesini severdim. Demokrat Partiliydi. Son Havadis gazetesi okurdu. Çok dürüstü. Pınarbaşı'ndaki bakkallar hakkında da zaman zaman bana bilgiler aktarırdı.

Pazar günü Pınarbaşı'nın pazarıydı. Köylüler ihtiyaçlarını buradan karşılarlardı. İhtiyacım olduğunda Pınarbaşı'na ben de gider, Mehmet Amcayı da ziyaret ederek gönlü- nü hoş ederdim. Gitmediğim zamanlar bizim köylüleri bulur selâm gönderirdi. Mehmet Amca irtibat büromdu sanki. Yörede okuyup yazan üç beş kişiden biriydi. Bana göre hayli yaşlıydı. Öleli kaç yıl olmuştur kim bilir. Belki de Otelci Mehmet'ten geriye kalan tek hatıra defterime yazdığı iki satır yazıdır. Vay Karafasıllı Otelci Mehmet Ağa vay. Şimdi çocuklarında bile seni hatırlatacak hiçbir şeyin yoktur belki. Hâlbuki sen ne iyi insandın. Gariplerin, kimsesizlerin dostuydun. Karacaoğlan'ın dediği gibi "Adın ne idi unuttum / Çağırmayı çağırmayı." Ben bile otelinin adını dahi hatırlayamıyorum.

Mehmet Amcadan başka Ilıca Köyü Öğretmeni İzzet Demirci'nin satırları da varmış defterde. O da birkaç satırla duygularını dile getirmiş.

"Kıymetli Meslektaşım Halil Bey !...

Sizlerle tanıştığım ilk andan itibaren değerli ve meziyetli bir arkadaş olduğunu kestirebildim di. Aramızda neşeli saatler gelip geçti. Daima birbirimizi unutmamak için bu satırlarımı karalıyorum. Bu yalan dünyaya elveda olsun. Hayatta üstün başarı ve muvaffakiyetler dilerim. Saadetler. Sizleri kalbinde yaşatacak olan (..........) arkadaşın Kastamonu vilayeti Azdavay kazasının Ilıca Köyü Öğretmeni İzzet Demirci." (İmza -Tarih yok)


İzzet Demirci şimdi nerededir. Ne iş yapar. Öldü mü, sağ mı bilemiyorum. Onu hep "Irmaktan geçemiyom / Düş gördüm seçemiyom" türküsüyle hatırlıyorum.

İşte ben böyle eski günleri yaşarken beklediğim telefon geldi. Arayan Sadık Karaca idi. Buluşma gününü bildirdi. Buluşma yerimiz Bayrampaşa Otogarıydı. Kavlimize göre ben saat 15 00 sularında otogarda olacaktım. Dediğimiz gibi oldu.

Sadık'ı 1966 yılından bu yana hiç görmemiştim. Ben tanıyamazdım ama o beni tanır diye düşünüyordum. Otobüste giderken Çengel'in yalnız gecelerinde günlük tutmadığıma hayıflandım. Öğrencilerimle yaşadığım hatıralarımı günü gününe yazsaydım ne kadar güzel olurdu dedim. Gerçekten de yazılı olmayan her hatıra zaman denilen ırmakta kaybolup gidiyordu. Şimdiki aklım olsaydı neler yapmazdım Çengel'de. Yörenin bütün folklor ürünlerini derlerdim. Hiçbir derleme yapmadım Çengel'de. Çünkü aklımız ermiyordu. O zamanlarımın boşa geçmesini hayatımın yaşanmamış günleri olarak kabul ediyorum. Kastamonu özellikle Azdavay, Pınarbaşı hiç el değmeyen yörelerimizdendi. Kim bilir neler çıkardı. Ama geçmişi geri getirmek mümkün değil. Onlar hep geride kaldı. Ama hiç olmazsa "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" ortaya çıktı. İşte o en büyük avuntu kaynağı oldu benim için, diyerek kendimi teselli ettim.

Bu düşüncelerle Bayrampaşa Otogarına indim. İner inmez çocuklar hemen tanıdı. Ağzım alışmış çocuklar demeye. Hâlbuki hepsi de saçlı sakallı kocaman adam olmuşlar. 1965 yılında 8–10 yaşında olan çocuk, 35 yıl sonra kaç yaşında olur varın siz hesap edin.

Sadık Karaca, Niyazi Şen ve bir öğrencim daha vardı karşılamaya gelenlerin için- de. Adını hatırlayamıyorum. Çocuklarla sarmaş dolaş olduk. Ana özlemiyle kucaklaştık. Sevinç gözyaşlarımız aktı. Ağlıyorduk. Neden ağlıyorduk. Doğrusu, nedene, niçine cevap vermek çok zordu.

Sadık Karaca "Hocam hiç değişmemişsiniz. Sadece saçlarınız beyazlanmış" dedi. Takıldım Sadık'a. Kuzgun yavrusuna hep "Appağım yavrum appağım" dermiş, sizinki de kuzgunun hesabına döndü. Niyazi Sadık'ı destekledi. "Hocam Sadık doğru söylüyor".

Kavuşma seremonisinden sonra eşyalarımı arabaya koyarak Küçük Çekmeceye doğru hareket ettik. Buluşma vakti akşamdı. Sadık'ı lokantasına bıraktıktan sonra Niyazilere gittik.

Akşam denilen saatte lokantada buluştuk. Ben içeriye girince bütün öğrencilerim ayağa kalktı. Hayli kalabalıktı. Beni öğretmen masasına oturttular. Yoklama yapıldı. Yoklamadan sonra numara sırasıyla herkes benimle ilgili hatırasını anlattı. Gözlerim dolu dolu çocukları dinledim. Sahneye koyduğumuz piyesler, Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, okul bahçesini ağaçlandırmamız, voleybol sahası yapmamız anlatıldı. Mutluluk gözyaşları sel oldu aktı.


Bu bir sevda değildi. Aşığın maşukuna kavuşması hiç değildi. Bu başka bir kavuşma. Yıllarca biriken özlemlerin bileşimiydi. Evet, adını koyamadığım duyguların bileşimiydi bu.

Bana bağlama çaldırttılar. Ben çalarken Mahir Kuru gözlerinden siyim siyim döküyordu. 8 Süleyman, 9 Süleyman, Mustafa Kuru da gelmişti. Mustafa Kuru Muhtar Papazın oğlu, Mahir Kuru'nun da babasıydı. Çengel'deyken çok samimiydik. Hayli yaşlanmıştı. Yanıma oturdu ve de hiç ayrılmadı.

Çaldık söyledik. Ayrılık saati geldiğinde Mahir Kuru hâlâ ağlıyordu. Ağlamak da güzeldi. Hele böyle bir günde daha da güzeldi. Kısaca o gece Kerime Nadir'in romanı gibi; "Ömrümün Tek Gecesi" oldu. O gece anlatılamazdı. Evet, doğru söylüyorum anlatılamazdı. Yaşamak gerekirdi. Hayatımda yaşamadığım mutlulukların sevinci vardı gözlerimde. Bitmesini istemediğim dakikalar su gibi akıp gitti. Tanrı'ya şükür ki böyle bir geceyi yaşattı bana. Minnettarım.

"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" yazısının yaşattığı güzellikler bununla da bitmedi. Bu yaşadığım güzellikler kışındı. Aynı yılın yazında tatil için Antalya'ya gittik. Kemer Bel dibi'nde bir otelde kalıyorduk. Antalya Radyosunda Prodüktör dostum Hüseyin Aslangiray'ı ziyaret ettim. Çok mutlu oldu. Hasret giderdik. Kendi yaptığı canlı yayın progr----- katılmamı istedi. Memnuniyetle dedim. Belirlenen gün ve saatte Antalya Radyosunda Hüseyin Aslangiray'ın progr----- konuk oldum. Konumuz kültür, araştırma, folklor vb. idi. Kısaca kendimi tanıttıktan sonra, spiker hangi araştırmanın daha çok etkilediğini, iz bırakanın hangisi olduğunu, nasıl başladığını, geliştiğini sordu. Araştırmacılığımın Düziçi İlk Öğretmen Okulundan, Köy Enstitüsü bulaşığı olduğumdan kaynaklandığını, en etkileyici araştırmamın da "Bodrum Hâkim" olduğunu, yaşadığım hatıraları da program akışı içinde özetledim. Halk Edebiyatımızdaki turna motifiyle ilgili de bir araştırma yaptığımı, ilginç hatıralar yaşadığımı anlattım. Anlatırken Prodüktör Hüseyin Aslangiray kulaklıkla; "Hocam sizinle görüşmek isteyen iki dinleyici var. Telefonlarını alsak programdan sonra görüşür müsünüz" dedi. Elbette görüşürüm cevabını verdim.

Programı alnımızın akıyla bitirdik. Çayımızı yudumlarken Hüseyin Aslangiray, Kadirli’ li Antalya'da bir dershanede öğretmenlik yapan Ali Göloğlu adlı dinleyiciyi bağlattı. Sn. Göloğlu benim öğretmen okulundan arkadaşım İsmail Göloğlu'nun yiyeni imiş. Kültürel değerlere sahip çıktığımız için teşekkür ediyor, tanışmak için de evine davet ediyordu. Eve gelemeyeceğimizi söyledim. "O zaman biz kaldığınız otele gelelim, kabul eder misiniz” dedi. Memnuniyetle diyerek, saat 16 00–17 00 sularında otelde olacağımızı söyledim. Otelin adresini ve telefonunu verdim.

Program esnasında bizi arayan öbür dinleyiciye de telefonla ulaştık. Tanışmak istediğini, kuş ve hayvan portreleri yapan bir ressam olduğunu, özellikle turna portreleri yaptığını söyledi. Tanışmak istiyordu. Aynı gün saat 13 30 da Antalya Radyosunda buluşmak üzere randevulaştık. Ressam dinleyicimiz verilen saatte radyoya geldi. Uzun uzun sohbet ettik. Yaptığı portrelerden 12 tane de bana armağan etti. Tablolar müthişti. Turna ve Kangal köpeklerinin portreleri harikaydı. Canlı gibiydi. Hüseyin'e; işte bu güzellikler parayla

pulla satın alınacak cinsten değil Hüseyinciğim, güzellikleri sizin sayenizde yaşadık, diyerek yapılan işin önemini vurguladım.

Öğle yemeğinde, Antalya Radyosunda Prodüktör Saffet Uysal Bodrum Hâkim ile ilgili bir kitabın Antalya'da Simge Kitap Evi tarafından yayımlandığını söyledi. Yemekten sonra doğru kitap evine gittik. Hüseyin Aslangiray beni yetkililerle tanıştırdı. Programı dinledikleri için sesimi tanıdılar. Kitap evi sahibi "Bodrum Hâkimini” armağan etti.

Yazarı, Belkıs Öztin Koparanoğlu adında bir edebiyat öğretmeni. Yazarın babası Hâkim Hanımın yanında kâtip olarak çalışmış. Kitabı da babasının vasiyetini yerine getirmek için kaleme almış. Kapağa da Hâkim Hanımın güzel bir resmini koymuş.

Kitaba sahip olduğum için çok sevinçliydim. Kısa zamanda okumak kaydıyla çan-tama koydum. Kitabın yayımlandığından yeni haberim olduğu için hayıflandım. Çünkü "Bodrum Hâkim" benim için önemliydi. Hâkim Hanımın intihar sebebi çözülmemişti. İntihar sebebinin çözüleceği düşüncesiyle ayrıldık kitap evinden.

Benimle tanışmak isteyen ikinci dinleyici Ali Göloğlu'na, saat 16 00–17 00 civarında otelde olacağımızı söylemiştik. Ama Antalya'da ha şurası, ha burası derken geciktik. Saat 17 00 civarında misafirlerin gelip gelmediklerini öğrenmek için oteli aradım. Görevli takriben bir saat bekleyip gittiklerini söyleyince beynimden vurulmuşa döndüm. Bu kadar erken geleceklerini hiç düşünmemiştim. Hemen adıyla rehberden telefonuna ulaşmak istedim. Radyoda görüştüğümüz telefon adına kayıtlı değilmiş.

Kendimi kültür aşkıyla yanıp kavrulan dinleyiciye affettirmek için çareler arıyordum ki: Prodüktör Hüseyin Aslangiray geldi aklıma. Hüseyin'i aradım. Hüseyin; "Sarı kâğıtlara yazarak duvara yapıştırmıştım. Vallahi hocam, siz görüştükten sonra dürdüm büktüm her ikisini de çöpe attım. Çocuklar Bodrum'a tatile gitmek için arabanın için de beni bekliyorlar." dedi. Yapacak hiçbir şey yoktu. Umutlarım suya düştü. Kendi kendime, hep verdiğin sözleri yerine getirmekten başına bin türlü belâ geldi, ama bu sözünü yerine getiremedin, yazıklar olsun Halil Atılgan dedim içimden. Verdiğim sözü yerine getiremediğim için kendime saygısızlık yaptığımı düşündüm.

Aradan takriben bir saat geçmişti. Biz de Beldibi'ne gitmek için hazırlanıyorduk ki: Eşimin cep telefonu çaldı. Arayan Hüseyin Aslangiray'dı. Hayırdır Hüseyinciğim dedim."Hocam sizinle telefonla görüştükten sonra radyoya uğradım. Mesainin bitmesine rağmen telefonları bulmak için bütün çöp kutularını karıştırdım. Telefonu buldum. Kâğıt kaleminiz varsa hemen yazdırayım" dedi. Dona kaldım. Kurşun yesem bir damla kanım akmazdı. Zahmet etmişsin filân da diyemedim. Çünkü bu zahmetten öte bir şeydi. Kişiye duyulan en büyük saygı, boğulan birini kurtarmak gibiydi. Hüseyin'e, benim için fedakârlık ancak böyle olabilirdi. Sen fedakârlıkların en yücesini yaptın. Bu teşekkürle ödenmez. Ben de sana teşekkür etmiyorum dedim.



Hüseyin Aslangiray müthiş bir dostluk örneği sergilemiş, fedakârlığın en güzelini yapmış, sonra da çocuklarıyla birlikte tatile gitmişti. Sevgili Hüseyin bu zamanda, böyle insanların hâlâ bulunduğunu kanıtladı. Varolasın Hüseyin. Kadirşinas, vefakâr dost.

Tanışmak isteyen Ali Göloğlu'nu hemen aradım. Defalarca özür diledim. Bir son-raki günde evine konuk olduk. Kahvesini içerek kendimizi affettirmeye çalıştık. Nasıl da mutlu oldu. İnsanları mutlu etmek ne kadar güzel dedim. Keşke herkes Yunus gibi, Hacı Bektaşi Velî gibi olsa diye düşündüm. Ne demiş Hünkâr: "İncinsen de incitme".

“Aşk meydanı bu meydan / Can-dostun, can erindir
Yücelerin katında / Aşkı bilenlerindir "

“Gönül bu Hak yapısıdır / Aşk ve birlik tapusudur
İyi bil cümle âlemi / Doğruluk dost kapısıdır"

Hacı Bektaşi Veli’nin, düşüncesini uygulamak oldukça zor bu zamanda. Zira hatır yerini satıra, gönül yerini katıra bıraktı.

Ali Göloğlu'nu mutlu etmenin sevinciyle Beldibi'ne döndük. Başladığım Bodrum Hâkimini bir an önce bitirmeliydim. Kaldığım yerden devam ettim. Yudum yudum okuyor, önemli yerlerin altını çiziyordum. Okudukça Hâkim Hanımın intihar etmesinin esrarı da çözülüyordu. 31. sayfadaki satırlar çok önemliydi.

"Bodrum'a kış iyiden iyiye gelmişti. Hemen hemen her gün poyraz, ya lodos eser, yağmur da deli deli yağardı. Öyle günlerde okula gidip gelmemiz çok zordu. Böyle kış günlerinin birinde denizin meşhur dalgalarını yiyerek kendimizi evlerimize zor atmıştık. Erişteler (deniz yosunu) yalı kıyısında havada uçuşuyordu. Evin kapısından içeri girerken üstümüz başımız erişte doluydu. Oturma odasında annemle (Yazarın annesi Ayşe Hanım) Hâkim Hanım Teyze karşılıklı oturuyorlardı. Bizim eve gelişimizi fark etmemişlerdi. Hâkim Hanım Teyze hem ağlıyor hem de anneme alçak sesle bir şeyler anlatıyordu. Annem de can kulağıyla onu dinliyordu. Anlattıklarını da başıyla onaylıyordu. Kardeşimle odaya girmedik. Üstümüzü çıkardık. Oda kapısının dışına oturduk. Konuşulanları dinlemeye başladık. O, boynundaki külçe incisiyle ha bire oynuyor, konuşurken sesi titriyordu. Anneme:

—Çok sevdiğim bir ağabeyim var. Kalp hastası. Onun için çok üzülüyorum. Bu hastalığın tedavisi yok. Bazı nedenlerle kırıldık. Sorma nedenini söyleyemem. Ağabeyimin Fahir adında tıpta okuyan dünya tatlısı, canım, ciğerim bir oğlu var. Onu kendi oğlum gibi seviyorum. Ömrüm olursa onu en yüksek yerlere kadar okutacağım. Yaz tatilinde zaten yanıma gelecek. Biliyor musun ben nişanlıydım... Yüzüme öyle şaşkın şaşkın bakma. Sözümü de hiç kesme sakın. Birbirimizi o kadar çok seviyorduk ki anlatamam. Leyla ile Mecnun gibiydik. Kafa yapısıyla, dış görünüşüyle her şeyiyle bana hitap eden mükemmel biriydi. Ama ne yaparsın, Allah birleşmemize izin vermedi. Tanrı'nın rahmetine kavuştu. O öldükten sonra dünyam yıkıldı, karardı. Kimseleri beğenmedim. Kimseyle de evlenmeyi düşünmedim artık. Düşünemem de zaten. Mezarını bile ben yaptırdım. Şimdi İstanbul'da gömülü.
Onun yanında yerimi ayırttım. Ölünce yanına gömüleceğim. İkimiz de öğrenciydik. Çifte kumrular gibiydik. Üniversitedeki aşklar başka oluyor. Pek çok kişi aşkımızın yüceliğini, güzelliğini bilirdi. Son sınıfta nişanlanmıştık. Nişanlım ameliyat sırasında öldü. Dünyam o günden beri yıkıldı. Gülsem, neşeli görünsem bile içimde kapkara rüzgârlar esiyor. Yüreğimi devamlı oraya fırlatıyor. Acılarım azalacağına her gün ipek kozası gibi daha da sarıyor etrafımı. Onu aklımdan, içimden ne çıkarabiliyorum, ne de atabiliyorum. Adını da sorma bana. Asla söyleyemem. Kendisiyle beraber kalbimin en derin köşesine gömdüm adını. Yalnız kaldığım anlarda, günlerde hep onu düşünüyorum. Hayali gelip gelip oturuyor bazen. O anlarda çıldıracak gibi oluyorum. İntihar edip bir an önce gitmeyi de düşünmüyor değilim ".

Anladığımız kadarıyla Hâkim Hanım Bodrum'da; ölümle iç içe yaşamakta, ölmeyi aklından çıkarmayan, ölen nişanlısına kavuşmak arzusuyla yanıp kavrulan bir kişilik sergilemekte. Ölme, intihar etme arzusu her gün biraz daha öne çıkmakta. İşte bu duygularla Bodrum'da Koyun Baba Koyu'na bir keşfe gider. Keşif den sonra oradaki Koyun Baba Yatırını da ziyaret ederek dilekte bulunur. Ayşe Hanım (Yazarın annesi-Kâtip İlyas Beyin eşi) ne dilekte bulunduğunu sorar. Hâkim Hanım cevap verir: (...) "Bilmiyor musun da gönlümdeki dileği bana soruyorsun. Tanrı'dan nişanlımın günahlarını affetmesini istedim. Ayrıca bir an önce onun yanına gitmek için de dilekte bulundum. Bana öyle kaşlarını çatarak bakma Ayşe'm. Göreceksin kısa zamanda onun yanına gideceğim. Bugün tuttuğum dilek de böylece gerçekleşmiş olacak".

Hâkim Hanım Ayşe Hanıma bir başka günde: "Benim büyük aşkım ölen nişanlımı biliyorsun. Onu asla unutmadığımı da. Her gün ona kavuşma arzum daha da artıyor. Kendimi çok kötü hissediyorum, yaşamak filan da istemiyorum" diyerek ölüme biraz daha yaklaştığını açıkça ifade eder. Bu sıkıntılar içerisindeyken başı ağrısını dindirmek için evdeki bütün ilaçları içerek ölmeyi dener. Fakat başarısızlıkla sonuçlanır. Ama yine de yılmaz, sevdiğine kavuşmak için bu sefer işi bitireceğinin sözünü verir kendi kendine.

Aylardan Ramazan günlerden pazardır. İlaç içip de ölüme kavuşamadığı günün sonrası Hâkim Hanım evinde hastadır. Gerisini Bodrum Hâkim kitabından aktaralım: "Azıcık sağı solu toplarken kapı çaldı. Gelen Terzi Hasibe Teyze idi. Bayram için yaptırdığı elbisenin provasını yapmaya gelmişti. Onunla sokak kapısının önünde konuştu. Ona; ‘Şimdi gidin Hasibe Hanım. Prova olacak hâlde değilim. Biraz hastayım hâlimi görüyorsun. İlaçlarımı aldım. Yatıp uyuyacağım. Öğleden sonra gel. O zaman provamı yap. Hem beni o zaman daha iyi göreceksin. Güle güle şimdilik’ diyerek onu bir an önce başından savdı.

Hasibe Hanım gidince sokak kapısını arkadan sürgüledi. İçeri girdi. Boy aptesti aldı. Yukarı kata çıktı. Gelin olacağı zaman giymek için aldığı canı gibi sevdiği pembe, bol, yarım kollu gecelik ve sabahlık takımını sandıktan çıkardı. Özenle giydi onları. Güzelce makyajını yaptı. Kırmızı rujunu ve kırmızı ojelerini hem el hem de ayak tırnaklarına sürdü. Namazlığını yayarak namazını kıldı. Kuran-ı Kerim'den bir sure okudu. Kuran-ı açık olarak seccadenin yanına bıraktı. Pembe iğne oyalı yeni başörtüsünü de katlayıp yanına koydu. Nişanlısının resmini yerine koydu. Kendi kendine bir yandan konuşuyor, bir yandan da gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Bu sefer başarılı olmalıyım. ‘Düşüncelerimi şimdi gerçekleştirmeliyim. Arkamdan kimse suçlanmamalı, zaten suçlanmayacak’ dedi. Dün akşamdan beri filim kareleri daha da büyüyerek içine alıp dönüyordu etrafında. Boğulacak gibiydi. Bakışları iyice sabitleşmişti. Kareler onu içine çekiyordu'. Yalnızlığım, yaşım, sıkıntılarım hepiniz biteceksiniz birazdan. Off kimseye açamadığım bu krizler delirtecek beni. Sevgilim beni çağırdığını duyuyorum. Bütün benliğimle her şeyimi sana vermiştim. Şimdi sana geliyorum. Yeter artık çektiğim ne varsa' dedi. Oda da dolaşmayı bıraktı. Divana oturdu. Beyaz bir kâğıda vasiyetini yazdı. Vasiyetinde: Ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını İstanbul'a gömülmesini, Fahir, (Yiğeni) Fahir'in dayısından başka ölümünü kimseye haber vermemelerini, ölüsüne ne savcı Ahmet'in ne de Dr. Misoğlu'nun dokunmamasını onların üzülmemelerini, öbür tarafta sevdiklerinin beklediğini yazıyor 'Hoşça kalın' diyordu. Kâğıdı iyice katladı, sağ elindeki kalın kırma bileziğinin altına güzelce yerleştirdi. Merdivenlerden ruh gibi indi. Bir çanağa zeytinyağı koydu, ipi iyice yağladı. Ayağına topuklu en şık terliklerini giydi. Merdivenlerden elinde iple çıkarken 'Ölüm senden korkmadım, korkmuyorum. Sana geliyorum. Yakalayacağımı sandığım hayallerim uçtu gitti. Hoşça kalın evim, Bodrum, çocukluğum, gençliğim, kızlığım, orta yaşlılığım, kısaca her şeyim' diye aklından geçirdi. Merdiven tırabzanına ipi geçirdi. Tekrar aşağıya indi. Odadan sehpayı aldı, ipin altına göre ayarladı. Sehpanın üstüne çıktı. İpi boynuna geçirdi. 'Hâkim Hanım, bunca yıl nice insanların kararlarını verdin. Ya affettin ya cezalandırdın. Şimdi de kendini yargıladın, idam cezanı verdin. Tarihte böylesi görülmemiş, görülmeyecektir herhâlde. Hadi Sayın Hâkim Hanım kalemi kır, işi bitir. (Bütün bu ayrıntıları bir kâğıda karalamış Arasına da vasiyetini koymuş. Üstün de 'Başkâtip İlyas Öztin'e aittir yazılı kocaman bir zarfın içine koyup kapatmış. (İlyas Öztin yanında çalışan kâtibi, yazarın da babası) Sehpayı ayağı ile itti. Yağlı elleriyle duvara çarpmamak için duvarı itti. Elinin yağ lekeleri tanıklık edercesine duvara çıktı. (Bodrum Hâkimi, Belkıs Öztin Koparanoğlu, Simge Kitapevi, Antalya 2002.)

Evet, Bodrum Hâkimi Mefharet Hanım, 17. 5. 1954, pazar günü, Ramazan Bayr----- birkaç gün kala kalemi kırmış, kendi idam cezasını kendisi vermiş, 24. 9. 1951 tarihinde Bodrum'da başlayan Hâkimlik görevi de böylece sona ermişti. O artık yoktu. O; sözünü yerine getiren, nişanlısına kavuşan yeni bir hayatın Mefharet Hanımı. Türkülerde yaşayacak, Çelik Amcanın sazından çıkan nağmelerle hayatını sürdürecek bir Bodrum Hâkimiydi. O artık kara toprağın geliniydi.

Ben: Bodrum Hâkimi türküsüyle 1965 yılında Çengel'in yalnız gecelerinde tanışmıştım. Bodrum Hâkimini araştırdıktan sonra da,"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" yazısıyla konuyu dile getirmiş, sonunu da aşağıdaki satırlarla bağlamıştım. Nedense bu yazıyı da aynı satırlarla noktalamak geldi içimden.

Bodrum Hâkimi Mefharet Hanımı, Bahçıvan veya Asarlı Ahmet olarak bilinen kardeşi Ahmet Abdülhadi okutur. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminde Hâkim Hanım'ın doğumu 1906 olarak gösterilmişse de Erdek Nüfus kütüğünden aldığımız kayıtlara göre Hâkim Hanım 2. 3. 1914 tarihinde İzmir'de doğmuştur. Adı Fatma Mefharet Tüzün'dür. 1942 yılında verdiği veraset ilâmından Cumhuriyet Savcılığı İstanbul Ceza Evinde Hâkim adayı olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk Fakültesi'ni bitirdiği ilk göreve nerde ne zaman başladığı tespit edilememiştir. Ancak uzun müddet Kütahya Tavşanlı'da Hâkim olarak görev yapmış, orada da gönüllere taht kurmuş, tayin olduğunda halk arkasından çok gözyaşı dökmüş, büyük bir törenle de 1951 de Bodrum Hâkim'i olarak uğurlanmıştır. İşte bu uğurlamayla Hâkim Hanımın gönül defterine yeni bir sayfa açılmış, dillere destan olmanın sınırına biraz daha yaklaşmıştır.

At sırtında keşiflere gidişiyle, adaletiyle, dürüstlüğüyle, insanları sevmesiyle gönülleri fethetmiş, ünü Bodrum ve çevresine yayılmış. Bodrum onunla, o Bodrumla güzellikler yaşamış. Her insan gibi sevmiş sevilmiş. Yalnızlığını, sevgisini şarkılarla, türkülerle paylaşmış. Ama ne yazık ki yüreğine düşen sevdaya yenik düşmüş. Gerek Tavşanlı'da gerekse Bodrum'da gönüllere taht kuran Bodrum Hâkim Mefharet Hanım 1914 yılında başladığı ömür yolculuğuna 17. 5. 1954 tarihinde son noktayı koymuş. Yakınları almış götürmüşler cenaze sini Bodrum'dan. Mezarı İstanbul'da.

İşte o gün bu gün Mefharet Hanım öleli tam 49 yıl olmuş. Dile kolay. Bir değil, beş değil 49 tane yıl. Ömrün yarısından fazla. Ama yıllar unutturamamış onu. Zaten hiç ölmemiş ki. Sevenlerinin gönlünde hep yaşamış... O artık efsane bir Bodrum Hâkimi. Çiftlik köyünden Çelik Amcanın telinde "Nasıl attın Mefharet Hanım ipe kendini" diyen bir Bodrum Hâkimi. Bu satırları yazan, 1966 yılında Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin, Çengel köyünde çiçeği burnunda bir öğretmenin gecelerinin konuğu. Odada 1963 model pikabın iğnesiyle ses bulan bir Bodrum Hâkimi.

Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkim

dizeleriyle haykıran, türkülerimizin nasıl yakıldığını, günümüze kadar da nasıl ulaştığını kanıtlayan Bodrum Hâkimi. O: Kısaca türkülerimizin geçmişiyle geleceği arasında bir köprü. O: Artık türkü olan bir Bodrum Hâkimi...

Tarantula_
02-12-2009, 14:23
ÇÖNGÜN FATMA

Bundan yıllar öncesi,Afyonun Sandık'lı ilçesinde yaşamış Fatma isminde bir köy kızı vardır.Genç yaşta anne ve babasını kaybeden Fatma, köyün ileri gelenleri tarafından büyütülmüş,ve genç kız olmuştur. Küçük yaştan beri her işe koşan Fatma, büyüyünce de etrafa yük olmamak için, çiftini kendi sürer,ekinini kendisi biçer,harmanını kendisi kaldırır. Dağdan yakacak
odununu bile kendisi getirirmiş. Tez zamanda ünü çevre köylere kadar yayılmıştır Fatma'nın. Herkes bu kızı kıskanır olmuş. Fatma cesur mu cesur, çalışkan mı çalışkan beldesinde de çok sevilen birisi haline gelivermiş. Fatma Bayram ve düğünlerde, çok güzel oyunlar sergilermiş. Döne döne, çöke çöke oyunlar sergilediği için bu kıza, çevre halkı Çöngün Fatma derlermiş. İşte böyle güle oynaya geçen günlerden sonra: Fatma yalnız yaşadığı için kendini güven altında tutmak, kötülere fırsat vermemek amacıyla iki kama taşırmış. Kama'ların birini ayağındaki yün çorabın içinde diğerini de belindeki kuşağın içinde saklarmış. Fatma'yı kıskanan çevre köylerin gençleri; Nasıl oluyor da bu kız kimseden korkmuyor. Şunu bir sıkıştıralım da görsün diye fırsat kollarlarmış.

Günlerden bir gün dağa odun kesmeye gittiğinde yakın köylerden üç delikanlı ormanın içinde, Kanlıdere mevkiinde Fatma'nın yolunu keserler. Alaycı ve tiksindirici sözlerle Fatma'yı sıkıştırmaya başlarlar. Fatma her ne kadar yalvarıp yakardıysa da bu gençlerden tatlılıkla kurtulamayacağını anlar. Çok güzel kullandığı kamasını belinden çıkararak en yakın delikanlıya atar. Kalbinden kamayı yiyen delikanlı oracıkta can verirken, diğer kamasını da çarığının arasından çıkararak ikincisini de vurur.

Bu vaziyeti gören delikanlıların üçüncüsü, oradan hemen kaçar. Köye gelip olayı, ölen arkadaşlarının ailelerine anlatır. Bu acı haberi alan köylüler öbek öbek dağın yolunu tutarlar. Olay yerinde iki kurbanın başında ağlayan Fatma, diğer adıyla Çöngün Fatma o anda köy tarafından gelen köylüleri görünce yaptığı işin kötü bir olay olduğunu, köylülerin yüzüne nasıl
bakacağını düşünerek, baltasını ve ekmek çıkınını alır, ormana doğru giden yolda kayıplara karışır. O günden sonra Çöngün'ün izine rastlayan olmaz. O zamandan bu zamana türküsü söylenmekte,oyunu oynana gelmektedir.


TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

Çöngünün uykusu yoktur
Kimseden korkusu yoktur
Hep söylenenler bana
Benim günahım yoktur.

Kalay'ı vurdum yere
Yıkılsın kanlı dere
Çok yalvardım olmadı
Geldik kanlı yere


DEBRE'Lİ HASAN

Debreli Hasan, Drama'da yetişmiş. Debreli namıyla mübadele öncesi donemde Drama-Serez-Sarisaban bölgelerinde faaliyet göstermiş bir halk kahramanı eşkıyadır.

Drama köprüsünü,o devrin haksızlıkla para kazanan halkı ezen zenginlerinden aldığı haraçla yaptırmıştır. Debreli Hasan'ın yaşadığı,donem kesinlikle bilinmemekle beraber Cakircali Efe ile çağdaş olduğu görüşleri,hatta atıştıklarına dair hikayeler onun 1870-1920 yılları arasında Makedonya dağlarında egemen olduğunu göstermektedir. Bu konuda halk arasında söylenen menkıbeye göre;Selanikli Yahudi bir tüccar ticaret için İzmir'e gidecektir."Eğer bu civar dağlarda hükümran olan Debreli'den geçsen, Ege dağlarında Cakircali'dan geçemezsin. "denir, kendisine. Nitekim de öyle olur.

Debreli'nin çetesinde pek çok kişi yoktur. Bilinen Kara kedi namıyla bir tek kızanı olduğudur. Halka onu sevdiren eşkıya kişiliğinin en ustun tarafı ise fakirlere yardim etmesi,bilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir. Bu konuda şöyle bir menkıbe de vardır. "Evlenmek niyetinde olan dağlı bir genç,tek danasını almış, İskece pazarına inmektedir. Yolu, Debreli Hasan tarafından kesilir. Delikanlının evlenmek için parası olmadığını anlayanca Debreli kendisine düğün için yetecek parayı verir ve ayrıca danasını satmamasını salık verip uğurlar."

Makedon dağlarının Debreli'si sonunda padişah affına uğrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayı başarır ve Türkiye'ye göç eder.

Kısacası Rumeli Türklerinin gönlüne yerleşmiştir efsanesiyle Debreli Hasana.

Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez
Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

Drama köprüsü Hasan dardır daracık
Çok istemem Yanko Corbaci bin beş yüz liracık
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

Tarantula_
02-12-2009, 14:23
DEVRENT DERESİNİ DUMAN BÜRÜDÜ

Bir tek Dervent Deresi'ni mu duman bürümüş ki? Kara bulutlar dolaşıyor yurdun birçok yeninde. Fransızlar Adana'da, Antep'te, Mersin'de cirit atarken, Yunan Ege'yi parsellemiş. İngiliz'in, Alman'ın hesapları daha başka. Sözün kısası, sömürgeciler, pay etmiş yurdumuzu. Buna razı olmayanlar, yer yer çeteler kurmuş, kimi dağa çıkmış, kimi ovada vuruşuyor. Baştakiler derseniz, danışıklı zaten, sen bana ilişme, ben sana.

Devir cumhuriyet öncesi. Ege dağları da çatal yüreklerle dolu. Yurdun işgaline gönlü razı olmayanlar, efeler, zeybekler, kızanlarını toplayıp çıkmış dağa. Bir yandan düşmanla savaşıyor, öte yandan onlara yardım edenlerle. Toz duman, dost düşmana karışmış.
Bir yanda gerçek yurtseverler, canını dişine takmış yurdunu savunanlar; öte yandan işgalciler ve onların şakşakçıları. Bir de çapulcular var. Fırsatı ganimet bilip, soygun için, yol kesmek, ırza geçmek için dağlara çıkan var. Böylesine toz dumana karışık. Kimin ne olduğu belli değil. Kendine "Efe" diyen çıkıyor dağa. Vuruyor, kırıyor, yol kesiyor, bel kesiyor. Salıyor adamlarını aşağı ünlü bir efenin adını verip, para istiyor, mal istiyor. En çok da bunlar uğraştırıyor çeteleri. Bir tek yol, bel kesmekle kalmıyor bunlar, bir de düşmana ihbarcılık, şakşakçılık yapıyorlar. Sözün kısası, Ege dağları kaçak dolu. Kanlıkısık'ta çakırcalı, Kahrat,'ta Gökçen Efe, Bozdağ'da Avcı, Aydın dağlarında Poslu Efe tirim tirim titretiyor yöreyi. Olandan alıp, olmayana dağıtıyor bunlar.

Bunların arasında bir de Gavur Ali var. O da kendine Efe dedirtenlerden. Ama işbirlikçi. İşgalcilerin adamı. Yol kesen cinsinden. Türkümüze konu olan olayın bir ayağı işte bu Ali.. Namı diğer Gavur Ali. Ödemiş'in Kaymaklı köyünden Gavur Ali... Varsıl bir ailenin oğlu. Bir de kızkardeşi var Ali'nin. Güzelliği dillerde. Boylu, poslu endamlı bir kız Ayşe. Köyde kimse adıyla çağırmıyor Ayşe'yi, tatlı dili nedeniyle herkes "Dudu" diyor Ayşe'ye. Dudu aşağı, Dudu yukarı.

Bu türkünün öyküsünü anlatanlar, aynı köyden Süleyman'dan söz ettiler. Türkünün kahramanının adı Süleyman onlara göre. Ne ki türküyü okuyanlardan kimi "Musa" olarak okuyor. Kimi yazılı kaynaklarda da "Edepli" olarak geçiyor kahramanın adı. Kitabın girişinde de açıkladığımız gibi, televizyon programı için türküde geçen adın Süleyman olduğunu saptadıkları için biz de öykümüzü Süleyman üstüne kurduk. Türkünün de Süleyman adının geçenini seçtik. Elimize geçen "Musa"lı notayı da kitabın sonuna ekledik. Aslında bu durum ilk kez bu türküyle çıkmıyordu karşımıza. Ne ki, bu türkü birkaç isimle ama aynı ezgiyle okunduğu için, daha göze batıyordu.

Bunları açıkladıktan sonra, dönelim öykümüze. Ödemiş'in Kaymaklı köyünden Süleyman. Aynı köyden Dudu'ya tutkun. Ne ki Süleyman, çok türkümüzün öyküsünde olduğu gibi, Dudu'ya göre daha yoksul. Ama gönül bu! Bir de şu var ki, kimseye de eyvallahı yok. Bir tek Dudu'ya boynu eyik. Dudu'ya bağlı. Arada bir gizlice buluşup söyleşiyorlar. Yol yordam arıyorlar. "Babam keçi inatlıdır. Bir kere yok dedi mi, he dedirtemezsin. Nuh der Peygamber demez. Ali abim dersen, gavurun teki. Kendini düşünür. Bizi dileyimizce başgöz etmez bunlar. En iyisi kaçıp gidelim. Abim zaten dağda. Araya zaman girince hepsi yumuşar. Birkaç ay başka yerlerde kalırız sonra da, onların gönlü olur. Döner geliriz köye" diyor Dudu. Süleyman dünden hazır. Tek kaygısı Gavur Ali'nin kini. "Ali kinlidir. Dağa çıkalı burnu daha da büyüdü. Rahat komaz. İz sürüp ayırır bizi" diyor bir yandan; öte yandan da başka çıkar yolumuz yok. Kaçacağız. Kinleri bitene kadar görünmeyiz. Yarına hazır ol Dudu'm. Yarından tezi yok gidelim."
Varıp anasına da açıyor durumu Süleyman. "Böyleyken böyle. Yarın gece Dudu'yu alıp gidiyorum ben. Bu işin başka oluru yok. Dudu da böyle istiyor. Anası basası karaçalı. Aradan çekilmiyorlar. Görsünler el mi yaman, bey mi?"

Anası karşı duruyor. "Aman oğul, onların şerrini üstümüze çekme. Ali "gavur" adını boşa almadı. Elin gavuruyla bir olup, bizim efeleri ele veriyor. Gaddar adamdır Gavur Ali. Deve kinlidir üstelik. Vazgeç oğul. Biraz daha sabret. Belki taş yürekleri yumuşar. Gün doğmadan neler doğar. Bakarsın efeler haller Gavur Ali'yi. Ali giderse belleri kırılır. Rıza gösterir anası babası."

Şunu diyor, bunu diyor. Ama Süleyman duymuyor. "Dudu'yu yarın gece kaçıracağım. Bu işin bekleri yok. Nerden inceyse orda kırılsın". Ne desin anası. Gözünün nuru, evinin direği bir oğul. "Kendini iyi kolla. Bu gavur hınzırı şeytanla çomak oynar. İyi de iz sürer. Faka bastırmasın seni. Tuzağa düşme. Al, uzaklara götür Dudu'yu. Bizi de habersiz koma."
Gün aşıp akşam olunca, atını eğerleyip, heybesini terkisine atmış Süleyman. Gecenin karanlığında varıp beklemiş. Dudu'yu kavil yerinde. çok geçmeden Dudu gelmiş elinde bohçasıyla. Kuş gibi çarpıyor yüreği Dudu'nun. Tez elden boşçayı yerleştirmişler heybeye. Binmiş atın terkisine Dudu. Dehlemişler. Dervent Deresi'ne. çevirmiş başını atın. Vurmuş mahmuzları.

Sabaha yakın Ödemiş'i tutmuşlar. Varıp bir arkadaşının kapısını çalmış Süleyman. Zaten haberli arkadaşı. Bekliyorlar. Buyur etmişler içeri. Gereken izzet ikramı göstermişler.
Ertesi gün Dudu'nun evinde anlaşılmış mesele. Anasıbabası cin atında. "Vay gahbenin oğlu vay! Gidinin oğlu! Demek bunu yapacaktın bize. Alacağın olsun. Bunu yanına bırakırsak" diye haykırıyorlar. çok geçmeden de Gavur Ali iniyor köye. "Vay gahpe analı vay! Ulan şerefimizi beş paralık ettin be! Bunu kormuyum yanına. Beş mecitlik kurşun helal olsun sana. Gördüğüm yerde mıhlamasam da Gavur Ali demesinler. Benim bacımı kaçıracan ha! Alacağın olsun" deyip bangır bangır bağırıyor köy kahvesinde.

Şu da var ki, köylü içten içten keviniyor. "Oh oldu! Dinsizin hakkından, imansız gelir! İyi etti Süleyman. Oh etti! Burnu sürtsün azıcık gavurun. Anlasın dünyanın kaç bucak olduğunu" diyor.

Gavur Ali fellik fellik arıyor Süleyman'ı. Haber salmadığı yer kalmıyor. İzini sürüyor. Arıyor tarıyor boş. Süleyman'la Dudu kayıp. Aradan haftalar geçiyor, ııh! Aylara geçiyor. Yok. Bir haber çıkmıyor. Gavur Ali küplerde. Deliler gibi dönüyor ortalıkta. Bakıyor olacak gibi değil. İşin şeytanlığına kaçıyor. "Canım ne var ki aramızda. İki gönül bir olup, karar vermişler. Kan davası mı var aramızda. Gençler. Bir hatadır yapmışlar. Gelsin el öpsünler barışalım. Et tırnaktan ayrılır mı? Ne de olsa eniştemiz sayılır. Herkes yanlış yapabilir" diye dedikodu salmış ortalığa.

Bu sözler varıp Süleyman'ın kulağına ulaşmış. Bir yandan yakalanmak korkusu, bir yandan arkadaşına fazla yük olma duygusu, zaten üzüyor Süleyman'ı. Köylüleri gelip Gavur Ali'nin yumuşadığını söyleyince seviniyor Süleyman. Tez elden hazırlığnı yapıyor. Dudu'ya da anlatıyor durumu. "Ali'nin yüreği yumuşamış. Gelsin el öpsünler, barışalım diyesiymiş. Usandım gizlenmekten. Bitsin bu korku. Bu kaçış. Gider babanın, ananın elini öperiz. Üçemmi dayı da girer araya. Olur biter."

Dudu kararsız. Dudu korkulu. "Sen onları bilmezsin. Deve kini vardır bizimkilerde. Şeytanlığına düşünüyorlar bu işi. Benim gönlüm razı değil. Ama sen bilirsin."
Sözün kısası, akşama doğru atlarına binip, koyulmuşlar yola. Dervent Deresini yatsıya doğru tutmuşlar. Dervent Deresi de dere. Dumanlı dere. Boranlı dere. Göz gözü görmüyor. Zor güç yol buluyorlar. Gecenin bir yarısında da Kaymaklı'ya ulaşıyorlar. Anası babası sarmaş dolaş Süleyman'ın. Süleyman'ı bırakıp Dudu'ya sarılıyorlar; onu bırakıp yine Süleyman'a sarılıyorlar. Durumu sergiliyor baba. "Gavur Ali'nin gönlü oldu. Gelip el öpsünler dermiş. Babası anası da onun ağzına bakıyor. Sabah üçbeş büyük de bulalım, birlikte gidersiniz. Olur biter."

Sabahı zor etmiş Süleyman. Tez elden kalkıp kahveye inmiş. İnmiş ki büyüklerden birkaç kişi alıp, kayınbabasına gitsinler. Girip selam vermiş kahvedekinlere. Dostlarla sarmaş dolaş, hoşbeş. Demeye kalmadan, kahve kapısı bir tekmeyle açılmış. Gavur Ali hışınla girmiş içeri. Süleyman arkadaşlarıyla masada oturuyor. Doğruca Süleyman'a yürümüş Ali. "Vay gahpe dölü vay. Vay ki düştün tuzağıma sonunda. Sen kim, benim bacımı kaçırmak kim? Benim şerefimle oynayacak adam mısın sen?" deyip, belinden beşlisini çıkarmış. Alnına çevirmiş namluyu. Süleyman ne olduğunu anlamaya fırsat kalmadan yıkılmış yere. Kaymaklı kahvesi anababa günü. Masalar sandalyeler girmiş birbirine. Gavur Ali silahını kınına koyup, çıkmış dışarı. Dağ yolunu tutmuş yeniden.

Dudu haberi duyunca yerlere atmış kendini. Süleyman'ın anasıbabası deli divane. "Yediler oğlumu. Kalleşlikle yediler" deyip yerlerde sürünüyorlar.
Olay halkın diline başka yansıyor. Dervent Deresi'nden alıp, Kaymaklı kahvesine türküyle taşıyorlar olayı. Varıp varıp günümüze de türküyle ulaşıyor.


DERVENT DERESİ

Dervent Deresi'ni duman bürüdü,
Dumanın içinde Dudum yürüdü,
Kaldır Dudum kollarını göster yüzünü,
Dudumun yollarında kıydım canımı.
Kaymakçı kahvesinde masa kuruldu,
Masanın başında Süleyman vuruldu,
Saatine varmadan Ödemiş'e duyuldu,
Kaldır Dudum kollarını, göster boyunu,
Dudumun yollarında kıydım canımı.

Tarantula_
02-12-2009, 14:25
ELA GÖZLÜ NAZLI YARİ

Derleyen : Mazlum N. Kılıçkıran

Çıkarttın allan kara bağladın
Yüreğimi aşk oduna dağladın
Bir yar için on beş sene ağladın
Ey Ferrahi gül dedim de, gülmedin.

Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan'ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızım Ferrahi'ye vermeye razı olu yor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor.

Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine'dir. İki gönlün bir olması engellenince, alır başım çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi'nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adım Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine'nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba-kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları'na katılırlar. Şimdi 1967 yılında Konya'da yapılan Aşıklar Bayramında Mihri Hatun ödülünü kazandıran türküsünün sözlerini sunuyoruz.

Ela gözlü nazlı yari
Görem dedim göremedim
Boş kalmıştır kavil yeri
Varam dedim varamadım.

Gönlümün gülü nerede
Engeller durmaz arada
Emine'yle ben murada
Erem dedim, eremedim.

Şeker kaymak tatlı dili
Kınalamış nazik eli
Koynundaki gonca gülü
Derem dedim, deremedim.

Şahinim yok çıkam ava
Ne yaptımsa aldım hava
Kuşlar gibi ben bir yuva
Kuram dedim kuramadım.

Gel derdini bana anlat
Ben kimlere edem minnet
Dediler ki, bağın cennet
Girem dedim, giremedim.

Mehmet Ali asıl adım
Ferrahi'yi pirle kodum
Gurbet elden dönem dedim
Duram dedim, duramadım...

Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi'yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi'nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında bir bir çok koşma, güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı'na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine'yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 Yılında Konya'da <<Mihri Hatun>> türkü ödülünü, ertesi yıl da yine Konya'da Köroğlu ödülünü aldılar. Ferrahi'nin öyküsünü çok sevilen bir türküsünün şiiriyle erdiriyoruz.

Ah neyleyim gönül senin elinden
Her zaman ağlarım gülemem gayrı
Ben bıktım usandım elin dilinden
Terk ettim sılayı dönemem gayrı.

Gönül ben sırrına eremedim ki
Gonca, gonca güller deremedim ki
Kaybeyledim (aneyledim) dostu göremedim ki
Aylar yıllar geçse göremem gayrı.

Ey Ferrahi, yandım yar ateşine
Neler gelir gariplerin başına
Ağlayarak geline mezar taşıma
Uyanıp da sana gülemem gayrı

Tarantula_
02-12-2009, 14:26
EREĞLİ'DEN ÇIKTIM SÖKÜN EYLEDİM

Ali Ercan, Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri adlı kitabında "Sabi Baba" isminde bir kişiden dinlediği bu türkünün hikayesini aynen şöyle anlatmaktadır:

"Orta köyde Tahir efendi adında bir halk şairi varmış. Bu zât sazını kendi zevki için çalarmış. Altında atı, terkesinde sazı, şehir şehir, kasaba kasaba dolaşırmış. Günlerden bir yaz mevsimi Ereğli'ye gezmeye gidiyor. Şehre girmeden bir ağaçlık, su kenarında bir kaç aşiret çadırına rastlıyor. Çadırların bir tanesinden güzel bir kız ellerindeki helkeleri,saçları iki bölük,yakınındaki pınara su doldurmaya gidiyor. Tahir efendi kızı görünce aşık oluyor. Kendisini tanıtıyor ve Allah'ın emri ile de kıza evlenme teklifi yapıyor. Kız ise Tahir efendiyi ayaktan başa kadar süzdükten sonra teklifi kabul ediyor. "Yalnız babam Adana'ya gitti, bir hafta sonra gelir, o zaman gel ve beni babamdan iste" diyor.

Tahir efendi hemen geri Ortaköy'e döner ve en yakın akrabasına,eşine,dostuna durumu anlatır ve bir haftayı sabırsızlıkla bekler. O bekleye dursun ,kızın babası üç gün sonra dönüyor. Kızının durumunda bir takım değişiklikler seziyor. Vaziyeti başka bir şahıs tarafından da öğrenen baba,bu işe asla razı olmuyor. Hemen çadırı,çatmayı yüklenip Adana tarafına doğru yollanıyor. Bir hafta geçiyor ve Tahir efendi dünürcülerini toplayıp Ereğli'ye hareket ediyor. Çadırın olduğu yere geldikleri zaman hepsi şaşırıyorlar. Çünkü çadırın yerinde yeller esmektedir. Tahir efendi Sevgili Hüsne'sinin ayak izinden başka hiçbir şeye rastlayamıyor. Sonsuz gam tülüne bürünen Tahir efendi çeker sazını, vurur mızrabını ve bu türküyü yakar."

ERZİNCAN'A GİRDİM NE GÜZEL BAĞLAR

“Erzincan’a girdim ne güzel bağlar.”, Erzincan Halk Türküleri içinde en çok sevilen bir uzun havadır. Güzel olduğu kadar da acı bir gerçeği dile getirir.

Erzincan, yemyeşil beldelerimizden biridir. I. Dünya Savaşı yıllarında bu “güzel bağlar” da tıpkı o günkü Erzincanlılar gibi
hüzünlüydü . Çünkü bu bağlar terk ediliyordu. 1916 yılında, Ruslar Erzurum’u almış Erzincan’a doğru ilerliyorlardı . Halen yaşlı Erzincanlıların hatıraları arasında kalan genç nesillerin masal havası içinde dinledikleri “Muhacirlik”, binlerce Erzincanlının Anadolu içlerine göç etmesini ve aylar sonra Erzincan’a geri dönmesini hikaye eder.

Bu türkü o acı hatıraların yaşandığı hüzünlü Erzincan'ı dile getirir.


Erzincan’a Girdim Türküsü

Erzincan’a girdim ne güzel bağlar
Erzurum’a vardım dumanlı dağlar
Elleri koynunda bir güzel ağlar
Oy anam anam hallarım yaman

Yüce dağ başında çadır açarım
Nazlım seni burdan alıp kaçarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Oy anam anam hallarım ağlar

Anama söyleyin lamba yakmasın
Çuha şalvarıma uçkur takmasın
Oğlum gelir diye yola bakmasın
Oy anam anam hallarım yaman

Tarantula_
02-12-2009, 14:27
ERZİNCAN'A GİRDİM NE GÜZEL BAĞLAR

“Erzincan’a girdim ne güzel bağlar.”, Erzincan Halk Türküleri içinde en çok sevilen bir uzun havadır. Güzel olduğu kadar da acı bir gerçeği dile getirir.

Erzincan, yemyeşil beldelerimizden biridir. I. Dünya Savaşı yıllarında bu “güzel bağlar” da tıpkı o günkü Erzincanlılar gibi
hüzünlüydü . Çünkü bu bağlar terk ediliyordu. 1916 yılında, Ruslar Erzurum’u almış Erzincan’a doğru ilerliyorlardı . Halen yaşlı Erzincanlıların hatıraları arasında kalan genç nesillerin masal havası içinde dinledikleri “Muhacirlik”, binlerce Erzincanlının Anadolu içlerine göç etmesini ve aylar sonra Erzincan’a geri dönmesini hikaye eder.

Bu türkü o acı hatıraların yaşandığı hüzünlü Erzincan'ı dile getirir.


Erzincan’a Girdim Türküsü

Erzincan’a girdim ne güzel bağlar
Erzurum’a vardım dumanlı dağlar
Elleri koynunda bir güzel ağlar
Oy anam anam hallarım yaman

Yüce dağ başında çadır açarım
Nazlım seni burdan alıp kaçarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Oy anam anam hallarım ağlar

Anama söyleyin lamba yakmasın
Çuha şalvarıma uçkur takmasın
Oğlum gelir diye yola bakmasın
Oy anam anam hallarım yaman

Tarantula_
02-12-2009, 14:29
FERAYİDİR KIZIN ADI

Şu bizim Milâs, tarih boyunca iki uygarlığa başkentlik etmiştir. İlkin Halikarnassos'tan (Bodrum'dan) önce Karya Krallığına; daha sönra da Menteşe Beyliğine.

Menteşe beylerinden Yakup'un oğlu İlyas, av meraklısı, dağlar sevdalısıymış. Silahını omuzladığı gibi, dağlara düşermiş. O dağ senin, bu dağ benim. Hani, bizim Muğla'mızın dağları da dağdır ha. Adam, avcı olmasa bile aç kalmaz Muğla dağlarında. Mevsimine göre çıntar (mantar) toplar, közde kebap edip yer. Mersindi, çilekti, geyik elmasıydı, haruptu, incirdi; doyurur karnını. Sözün akışını değiştirmiyelim; İlyas Bey'den anlatıyorduk: Bu İlyas Bey, bir ilkyaz günü Muğla dağlarında av ardında koşuyormuş. Göktepe dolaylarında olacak; dünya güzeli bir Yörük kızına rasgelmiş. Bilinir ki; Yörükler yazı yaylada, kışı yazıda (ovada) geçirirler. İlyas Bey; bu becene(ıssız) dağ başında bir güzeller güzeliyle karşılaşınca şaşırmış:

- İn misin, cin misin? diye sormuş. Kız:
- Ne in'im, ne cin! Sencileyin bir insanım.
- Peki, ne arıyorsun bu dağ başında?
- Kuzularımı, oğlaklarımı güderim. Ya sen?
- Ben mi? av avlayıp kuş kuşlardım ki; bugün bahtım karşıma seni çıkardı. Adın ne senin?
- Ferayi.
- Ferayi. Ferayi. Ferayi...
- Benim Türkmen adımı Beyenmedin yalım "galiba"?
- Yoo. Çok Beyendim de, Beyendiğimden, düşürmem adını dilimden.
- Ya senin adın ne? Neyin nesi, kimin fesisin?
- Adım İlyas. Yakup beyin oğlu.
- Ooo. Beyimizin oğlu beyimiz onurlandırmış obamızın konduğu yerleri. Ne mutluluk canımıza. Hadi, çadırımıza buyur da, bir tas ayran sunayım sana. Açsındır, çökelek çıkarayım.

İlyas Bey, Ferayi'nin sunduğu çökeleği bazlamaya sarıp yemiş, tas tas ayran içmiş. Bir yadan da, Ferayi'yle evlenmeyi kafasına koymuş, içini açmış:

- Benle evlenir misin Ferayi?
- Bunu anam-atamla konuşman gerek bey..

İlyas Bey dönmüş Milas'a. Anasına iletmiş kararını:

- Ana can, hep, benim evlenmemi ister durursun değil mi?
- Hemde nasıl! Hayrola, buldun mu yoksa gönlünün sultanını?
- Buldum ana. Senden dileğim odur ki; dileğimi bey babama açasın.
- Olur oğul. Kim ki gelinimiz olacak kız?
- Göktepe'de oba kurmuş Yörük kızı Ferayi.

Yakup bey, adamlarından birkaçını yanına alıp, varmış, Ferayi'nin obasına. Hoş-beşten sonra da çıkarınış ağzında baklayı:

- Gelişimiz şundandır ki; diye söze başlamış... "Bahçenizdeki gülü dermeye geldik, sizinle kardeşlik olmaya geldik... Oğlum bir Beyenmiş Ferayi'yi, ben iki Beyendim..."

Bey bu, sözü buyruktur. Ferayi'nin babası da mırın-kırın etmemiş:
- Civan oğlun İlyas'a kız vermek, obamıza şan verir, demiş.

Düğün hazırlıklarına tezelden başlanması kararlaştırıldıktan sonra konuklar daha oturmamışlar. Muştuyu İlyas'a ve halka vermek için, Milâs'a doğru yola koyulmuşlar.

Onlar obadan uzaklaşırken, Ferayi'nin ağabeyi Mıstık dönmüş sürüyü yaylatmaktan. Neler olup bittiğini sormuş babasına. Babası:
- Obamızın başına devlet kuşu kondu oğul! diye girmiş söze; "Yakup Beyoğlu İlyas Bey, bacın Ferayi'ye gönül koymuş ki; babası Ferayi'yi istemeye gelmiş..."

Mıstık:
- O İlyas olacak beyoğlu Ferayi'yi nerde görmüş? demiş ve "Anlaşılan Ferayi onunla yavuklanmadan (nişanlanmadan) görüşmüş. Ben bunu ar ederim. İlyas kendine başka kısmet arasın" diye eklemiş. Nice ısrar etmişlerse de, "nal" demiş, "mıh" dememiş Mıstık.

- Ferayi, bakmış ki başka yol yok; haber salmış İlyas Bey'e:
"- Beni falan gün Kanlı Kapuz'un (kanyonun) ağzında bekle. Ben çeyizimi sarı mayaya (dişi deveye) yükler gelirim. Ordan da kaçarız birlikte..." İlyas Bey, atlamış atına, kavil (buluşma) yerine doğru yola düzülmüş. Gelin görün ki; Mıstık sezmiş olan biteni. İzlemiş Ferayi'yi. Kanlı Kapuz'un başında yakalamış. "Demek İlyas'la kaçacaksın ha?" diyerek, çekmiş bıçağını, delik-deşik etmiş biricik bacısını. Sonra da kendini, kapusun kara derinliklerine atmış. İlyas bey kavil yerinde, çeyiz yüklü sarı mayayı başıboş görünce, yüreği ağzına gelmiş. Az sonra da Ferayi'nin, al kanlar içindeki ölüsünü bulmuş. Bunun üzerine İlyas Bey ne yapmış, bilmiyoruz. Bildiğimiz bir yey var: Halk usta, bu acılı öyküyü türküleştirmiş, dünya durdukça çığrılsın; sevenlerin arasına kimse girmesin diye:

Ferayidir gızın adı Ferayi de yandım aman
Esmer yarim de aman da Ferayi
Türkmen de gızı,katarlamış mayayı of yandım aman
Esmer yarim de aman da mayayı
Ninni ninna,ninni ninnana,nininih,ninaynam
Aman da aman Ferayi

Demirciler demir döğer,tuncolur öf yandım aman
Esmer yarim de aman da tuncolur
Sevip sevip ayrılması,gücolur öf yandım aman
Esmer yarim de aman da gücolur

Tarantula_
02-12-2009, 14:30
GEYİK NE MELERSİN

<<Fethiye'nin Günlükbaşı köyünden Mustafa Topcu'dan derlenmiştir>>

Güney Anadolu da, Akdeniz'e paralel uzanan Toros sıradağları, karlı doruklarıyle, mavi Akdeniz'in, yücelerde patlayan ak köpüklü dalgalarıdır sanki...

Toros sıradağları arasında coşkun dereler ve ince-uzun ovalar vardır. Bu yörenin insanları doğaya, dolayısıyla her türlü yaban yaratığına yakındırlar. Çokluk Türkmenler, tahtacılar yaşar Toros'larda.

Yıl boyu sürü güdüp tahta biçen tahtacılar, güz geldimiydi, doğru Elmalı'mn Akçainiş köyü yakınındaki Tekke mevkiinde alırlar soluğu. Fethiye'den Antalya'ya, Kaş'tan Korkuteli'ne dek yöredeki tüm Aleviler, kurbanlarını burada keserler. Çünkü Hacı Bektaş-ı Veli'nin önde gelen müritlerinden Abdal Musa tekkesi buradaydı bir zamanlar.

Hacı Bektaş-ı Veli, Abdal Musa'nın yetişip olgunlaştığım görünce O'na <<el vermiş>>ti. Bektaşilikte <<el vermek>>, <<tamam, sen piştin>> demek...

Abdal Musa, <<pir>> inin elini öptükten sonra, O'nun elçisi olarak, Bektaşiliği yaymak üzere, Elmalı'ya gelip, Akçainiş köyü dolaylarına yerleşmiş. Öylesine bilgili, öylesine güçlü bir kişiymiş ki; kısa sürede çok büyük bir yandaş (taraftar) kitlesi toplamış.

Aradan yüzyıllar geçtiği halde, o yöreler halkı hala; Abdal Musa'nın kudretini hayranlıkla anlatır. O'nun gösterdiği mucize ve yaptığı işlerin çoğu halk arasında söylenceleşmiş (efsaneleşmiş) tir.
Bir geyikle şakalaşmasını dile getiren söylenceyse, Fethiye-Antalya arasının en, ilginç türkülerinden birine konu olmuştur :

Abdal Musa bir gün, yenice yavrulamış bir geyikle karşılaşmış. Geyiği sınamak için, yavrusunu bir kazana saklamış. Geyik melemeye, yavrusunu aramaya başlamış. İşte o sıra Abdal Musa ile geyik arasında geçen söyleşi, kırk dörtlüklük (kıt'alık) bir şiir oluşturmuş. Bugün türküde genellikle beş dörtlük söyleniyor.

Aşağıda sunduğumuz sözlerin birinci, ikinci ve dördüncü dörtlükleri Abdal Musa'nın; üçüncü ve beşinci dörtlükleri geyiğin ağzından söylenmiştir :

<<Geyik ne melersin
Dağı taşı delersin
Bir yavrunun yolu
Geyik ne çok melersin?

Adayıp atandadır İskilip'ine ereyim
Okuyup yazandadır Gonca güller dereyim
Geyik ne ararsın dağı taşı Beriye geliver geyik
Yavrun bu kazandadır. Ben yavrunu vereyim.

Adayıp atand'dolsun İskilip'ine eremem
Okuyup yazand'olsun Gonca güller deremem
Benim yavrumu alanın İnsanoğlu çiğ süt emmiş,
1ki gözü körolsun. Sözüne güvenemem...>>

GİNE YEŞİLLENDİ NİĞDE BAĞLARI

Cumhuriyetten önceki yıllarda kaçak rakı imalatı üzümü bol olan Niğde'ye 5 km mesafedeki Fertek kasabasında yapılmakta idi. Fertek ile Niğde'nin Tepe Bağları iç içe bulunmakta ve eski oturak alemleri de bu civarda yapılmakta idi. Bu tarihlerde Niğde'de yetişen ve her birinin emrinde 8-10 kişi bulunan küçük beylikler bulunmaktadır. Gençlerden bir tanesi beylerden birinin kızına aşık olur ve bu olay da beyin kulağına gider. Bey, kızına aşık olan genci yakalattırıp hapishaneye attırır, beyinden merhamet dileyen gençte bu türküyü yakar.

Tarantula_
02-12-2009, 14:31
Gökte Uçan Huma Kuşu

Gökte uçan huma kuşu
Ne bilir dalın kıymatın
Gargayı kondurman dala
Ne bilir gülün kıymatın

Çift sürüp ekin ekmeyen
Meydana sofra dökmeyen
Arının kahrın çekmeyen
Ne bilir kıymatın

Mencilisten söz atanlar
Gerçeğe yalan katanlar
Sonra beyliğe yetenler
Ne bilir elin kıymatın

Evvel zaman içinde kalbur sarat içinde, deve tellallık ederken, sıçan berberlik ederken, Irışvan oğlu derler bir bey varmış. Bunun da Kınalı hatun adında bir evladı (bacısı) varmış, başka kimsesi yokmuş. Kapısında da bir Öksüz Yakup adında bir kölesi varmış. Köleyle, efendim, kız arayı tutturmuş. Irışvan oğlu avdan gelirimiş, bakmışkine, pınarın başından bir oğlan gidiyor, bir de kız. Orda sevişirlermiş. Irışvan oğlu da gelirken üstlerine geliyor. Irışvan oğlu onları görüyor. Irışvan oğlu diyor ki: Ulan, ben bunların ikisini de öldürsem katil olurum. Ben bu kızı başka birine veririm. Bu kölenin de hiç hatırına dokunmam. Gelen düğürcülere, kıza düğürcü geliyor; diyor ki:
- Bir haftaya kalmadan kızı götüreceksiniz. Kimseye haber vermeden.
Gün geliyor, hafta yetiyor, akşamlayın, önünde bir bölük davarla birkaç tane avrat, bir kısım seğmen kınacı geliyorlar. Fakat bunların kınacı olduğunu ne kız biliyor ne de Öksüz Yakup. Öksüz Yakup, gelen misafirlere, misafir diyerek kahve pişiriyor. Kahveyi ilettikden sonra, yaşlıca avradın birisine diyor ki:
- Sorma icap olmasın teyze, nereye gidiyorsunuz? Hizmetiniz neci? Karı diyor ki:
- Oğlan sen buralı değil misin yoksa? Biz Kınalı hatuna kınacı geldik. Öksüz Yakubun fincanlar ellerinden dökülüyor. Gözlerinden yaş akıyor.
- Bundan sonra, diyor, dünya bana haram oldu. Başımı alayım gideyim, diyor.

Oradan gidiyor. Ağlaya ağlaya gidiyor ordan. Karşısından bir çerçi geliyor. Çerçi düğün evine öteberi satmak için gidiyor. Bakıyor ki Öksüz Yakup ağlayarak gidiyor.
- Arkadaş, başındaki hal neci? Ne diye ağlıyorsun? diyor.
- Arkadaş, diyor, derdime derman değilsin, yarama merhem değilsin, git sen düğünde üzümünü sat, diyor.
Çerçi diyor ki:
- Arkadaş, insan insana para vermez amma, akıl verir.
Belki derdine derman olurum. Başındaki hali söyle, diyor. Öyle deyince Öksüz Yakup diyor ki:
- Arkadaş, Irışvan oğlunun bacısı Kınalı hatunla aram iyiydi. Şimdi kardaşı başka yere vermiş. Kınacısı geldi, yarın gelin gidecek. Ben ağlamayım da kim ağlasın. Çerçi diyor ki:
- Sen bir kavil yeri ver. Ben kıza söyleyim, çıkar mı, çıkmaz mı? Öksüz Yakup diyor ki:
- Evvelki kavlinin üstünde ise, ben pınarın başındayım, oraya gelsin. Kendi bilir.
Çerçi gidiyor. Düğüne varıyor. Yüklerini indiriyor, Öteberisini sattıktan bir müddet sonra, Irışvan oğlunun meclisine varıyor: Başındaki meclise diyor ki:
- Ben mangır satacağım. Mangır satan türkü çağırmanın cezasından kurtulur. Türkü çağırmayanlar ya çerçiden çeyrez alıp yedirecek, yok olmazsa kapıya çıkıp it gibi ürecek.
Mangır satıldıktan sonra herkez türküye başlıyor. O çağırıp bu çağırırken, çerçiye varıp dayanıyor. Çerçiye diyorlar ki:
- De bakayım sende Türkü çağıracaksın.
- Ben türkü bilmem diyor.
- Türkü bilmezsen; öteberini getir dök şuraya millet yesin.
- Ben, diyor, öteberimi yedirirsem, sermayemdir. Çoeuklarım aç kalır, diyor.
- Öyle ise, kapıya çık it gibi ür, diyorlar.
- Bunu da yapamam, diyor. Türkü çağırmaz adam olmaz amma, ihtimal bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) ayaklarım. Mecliste kızan olur belki.
Irışvan oğlu diyor ki:
- Yiğide söylerler türkü. Kötüye söylerler. Gözele de söylerler, diyor. Eğer bana türkü söyledilerse, benim türküm olsa bile, yiğidisem yiğitliğimi bilirim. Kötülüğüme söyledilerise, kötülüğümü bilirim. Gözele söylediler ise, darılan kuşağını gevşesin, diyor. Reyinde hürsün, bildiğin gibi söyle, diyor.
Çerçi türküyü alıyor:

Şimdi ağ ellere kına yakılır
İnce bele Tarabulus dökülür
Eski nala acar mıhı çakılır
Dostun sana selamı var Kınalı

Yetdi mo'la , Şâm elinin hurması
Gitti m'ola âla gözün sürmesi
Mısırın Bağdadın telli turnası
Dostun sana selâmı var Kınalı

Açıldı mı bağçamızın gülleri
Uzun olur Siveyişin yolları
Şimdi alard adard değner yolları
Dostun sana selamı var Kınalı

Çerçi Yusuf der de oldum şivara
Ulunun işini mevlam onara
Öksüz Yakup gördüm ağlar pınara
Dostun sana selamı var Kınalı

Bu türküyü söyleyişin, Irışvan oğlu, kalbinden ağrı, dedi ki: Yörü Öksüz Yakup, bunu böyle diyeceğini bilemidi, seni kılıcınan parçalardım, dedi.
Çerçiye dedi ki:
- Sen nerelisin?
Çerçi yerini doğru söylemedi. Ben Antepliyim, dedi.
Fakat çağırılan türküye kız, öteki çadırdan ağrı, türküyü iyice dinledi. O demde kınasını yakmaya başlayacılarımış.
Kız dedi ki:
- Teyzem; bizim usulumuz, kına suyumuzu elimizle getiririk. Ben eliminen özerim. Ondan sonra siz kınanızı yakarsınız.
Kınacı gelen karılar:
- Kınalı hatun, o sizin bileceğiniz iş. Bizim adetimiz böyle değil amma, böyle imiş, böyle olsun, diyorlar.

Kız helkeleri alıyor. Pınara varıyor ki Öksüz Yakup pınarın başında ağlıyor.
- Ağlamanın sırası geçti. Ocağın bata durma, diyor. Ordan helkeleri iç içine oraya koyuyor. Öndüç almış un gibi tozuyorlar. Onlar kaçmakta olsun, çerçinin kulağı kızın çadırında oluyor, Oradaki kadınlar diyor ki:
- Yahu bunların suyu uzak mıymış, bayraktarlar gidin de yoklayın, diyorlar. Bunu duyunca çerçi öteberisini yüklediyor, o da kaçıyor. Bayraktarlar varıyorlar ki pınara, helkeler pınarın başında, kız yok. Geliyorlar, kız yok, diyorlar.
Avratlar diyor ki:
- Irışvan oğluna diyek mi? diye telaşlanıyorlar.
- Yaşlıca kadının biri diyor ki:
- Nasıl olsa duyacak. Ben varır derim.
- Irışvan oğlunun yanına varıyor.
- Beyim, diyor, usulumuzda kına suyunu bizim elimizinen getiririk, kınamızı ezdikten sonra, kınamızı yakarsınız diye bacın bizi atlattı. Şimdi helkeleri pınarın başında bulduk, kız kaçmış, diyor.
Irışvan oğlu öfkelenerek;
- Şu çerçiyi bana çağırın, diyor.
Bakıyorlar ki, çerçi de kaçmış. Öksüz Yakubu da aratıyor, onu da bulamıyor. Kızın kaçtığına hükmediyor. Gelen kınacılar savuşup gidiyorlar.
Gelelim Kınalı hatunla Öksüz Yakuba. Ordan kaçıp Antebe geliyorlar. Irışvan oğlunun hududunu çıkıyorlar. Antepte bir mağaraya yerleşiyorlar. Öksüz Yakup günde bir şelek odun getirip, satıp, ekmek alıp, mağarada it dirliğinde bey gibi geçiniyorlar. Aradan altı ay geçtikten sonra Kınalı hatun hamilli oluyor. Öksüz Yakup ölüyor. Kınalı hatun da onun bunun ekmeğini pişiriyor, bir bazlama alıp onunla idare oluyor. Günün birinde vakti geliyor, bir kışlık boranlık bir günde çocuk ağrısı tutuyor. Gece çocuk oluyor. Ne bekmez var, ne beleyecek çaputu var. Diyor ki:
- Ben bunun babasının adını koymam buna. Nasıl olsa kadersizdir. Böyle kışlık boranlık bir günde oldu. Ben bunun adını "Boran" vururum, diyor.
Sabahtan oluyor, komşularından hayır sahipleri, bir garip diye, kimi çaput veriyor, kimisi de pekmez. Hayrına, herkes elinden gelen yardımı yapıyor. Aradan günler geçip Boran beş altı yaşına basıyor. Anası Kınalı hatun da ölüyor. Çocuğun ağıdına komşular toplanıyor, geliyorlar ki anası ölmüş. Herkes hayrına yuyup kaldırmak istiyorlar. Cebinden bir kağıt çıkıyor. "Ben Irışvan oğlunun bacısı Kınalı hatunum. Bu kağıtla kardaşıma haber verin," diyor.

Irışvan oğlunun bacısı olduğunu bilişin halk, bunu şanınan şöhretinen gömüyorlar. Irışvan oğluna da kağıt yazıyorlar: "Bacın buraya gelmiş, fakat bilmedik. Altı ay sonra kocası öldü. Beş altı sene sonra da kendi öldükten sonra, cebinden bir kağıt çıktı. Senin bacın olduğunu bildik. Şimdi de Boran namında bir çocuğu kaldı."
Irışvan oğlu diyor ki:
- Bu çocuğu bana kim getirirse ona bir dünyalık veririm, diyor. Çocuğu da bir kimse Antep'ten götüremiyorlar. Onun bunun danasını güderek on, on iki yaşına değiyor. Bakıyor ki oraya biraz aptallar konmuş. Damdıra çalanlarını görüyor. Varıp onların içine karışıyor. Onlardan damdıra alıyor. Tın mın damdıra çalmayı öğreniyor. Orada bir kız ünleniyor, Küpeli hatun namında. Her görmesine bir tülü deve veriyorlar kızın. Boran diyor ki:
- Ben giderim şu kıza, hem görürüm, kendi elden bir deve alıyor, ben de kendinden bir bahşiş alırım, diyor. Giderken bir kahveye varıyor. Kimi deveyi vermiş kızın yanından çıkmış, kimi de kızı deve ile görmeye gelmişler. Kahvede bunun lafı ile günleri geçiyor. Boran kahveye dıkılışın, kahveci bunun yakasından tuttu.
- Bura senin yerin değil, diye, geri kovdu. Baktı ki Boranın elinde bir damdıra var. Efendiler, bu adamın damdırası varmış. Aşıklığı varısa getirin türkü söyledin, dedi.
O adamlar da geri bağırdılar, sandalye gösterdiler, bir kahve söylediler.
- De bakayım çocuk, şu damdıranı çal, dediler.
Boran damdırasına düzen verdi. Biraz çaldıktan sonra:
- Türkü de çağır, dediler.
- Türkü çağırırım amma; belki ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) ayaklarım da durduğum yerde beni döğersiniz.
Orada bulunan adamların birisi dedi ki:
- Beğendiğin kadar çal. Seni kim döğecek olursa onun belasını ben veririm. Darılan kuşağını gevşetsin, dedi.
Aldı bakayım Boran ne dedi:

Göğde uçan huma kuşu
Ne bilir dalın kıymatın
Kargayı dala kondurman
Ne bilir elin kıymatın

Kahvelerde laf atanlar
Gerçeğe yalan katanlar
Sonra beyliğe yetenler
Ne bilir gülün kıymatın

Çift sürüp bider ekmeyen
Meydana sofra dökmeyen
Arıya hizmet etmeyen
Ne bilir balın kıymatın

Bunu diyen Deli Boran
Küçükcekten yetim kalan
Bir görmeye deve veren
Ne bilir malın kıymatın

Bunu, türküyü söyleyince kahvedeki bulunanların:
- Bu türküyü bize söylüyor, diye, bazıları zıgardılar. Kendine evvel söz veren dedi ki:
- Arkadaş bu adam doğrusunu söyledi. Bir deve üç senede meydana geliyor. Bunu bir saat konuşmak için verenlerin birisi de bensem, hakikat mal kıymatını bilmez deliyiz.
Çıkardı bu adam Boran'a hem birkaç lira bahşiş verdi. Kahveciye de dedi ki:
- Gidip şu adamın sırtına bir kat elbise yaptıracaksın, diye parasını verdi. Boran elbiseyi giydikten sonra, o adam dedi ki: - Ulan, aşıklığın varmış. Şu kızın yanına git, dedi.
- Boran dedi ki:
- Benim deve değil, bir tavuğum bile yok. Kız beni yanına iletir mi?
- O da dedi ki:
- Aşığım diyerek çık. Eğer çıkartmazsa, zaten ben bu kızı görmekten vazgeçmiştim. O bir deveyi sana vereceğim, sen git gör, dedi.
Boran damdırasını koltuğuna çaldı, kızın kapısına vardı. Kızın yanına çıkmak istedi ise de, kapısındaki kapıcılar, kızın yanına salmadılar. Boran dedi ki:
- Ben aşığım. ben de varıp Küpeli hatundan bir bahşiş alacağım.
- Kıza haber verdiler. Kız dedi ki:
- Gerekliği yok. Aşıklar saprak olur, dedi.
- Yanındaki cariyeleri kıza yalvardılar:
- Ne var ablam, gelsin de aşıkmış bir türkü söyletek. Sende hiç görünme, dediler.
Borana müsaade ettiler. Yukarı çıktı. Baktı ki ne görsün. Kırk tane kız var. Hepsinin de kulağı küpeli.
- Ulan bunların hangisi Küpeli hatun imiş diye, baktı ki hiç bir işe yararı yok. Ulan, ben bunlara deve degil bir tavuk bile vermem. Görmeye gelenler meğer hep eşekmiş.
O demde kızlar başına toplandı:
- Aşığım, bir türkü söyle de dinliyelim, dediler. - Kızlar, benim başıma çok toplanman, dedi. Benim kafamın bir tutalgası var, dedi. Çok kalabalığı sevmem. Sonra tutalgam tutarsa, damdıranın çömleği ile, üç dört tanenizin kafasını parçalarım, dedi.
Kızlar dedi ki:
- Amaaan, cinliymiş, yaklaşmıyalım, dediler.
Uzaktan ağrı yalvarmaya başladılar. Aldı bakalım Boran ne dedi kızlara:

Gökten biraz suna inmiş
Şu Antebin arasına
Ben dostumu göremedim
Ağlar amma çaresi ne

Suları da balkan gözlü
Gözelleri şirin sözlü
Merhem eylen kömür gözlü
Şu şinemin yarasına

Suları çağlayıp akar
Gözleri hep ona bakar
Mor menekşe bir hoş kokar
Şu kızların arasına

Deli Boran der de noldu
Ala göz kan yaşınan doldu
Korkuyorum engel girdi
Şu kızların arasına

Küpeli hatun bunu duyunca, engel lafını duyunca:
- Zaten aşıklar saprak olur dedimidi. Bu engel ne imiş diye, perdeyi kaldırdı. Boranın gözü gözüne ras gitti. Boranın aklı bokuna karışıp bayıngın düştü. Birazdan ayıktı ki, kızlar yüzüne su serpmişler.
- Bire aşık, sana noldu? dediler.
- Demedim miydi; kızlar, başımın tutalgası var diye? Bereket versin ki bayılmışım. Delirsemidi bu odayı başınıza dar getirirdim.
- Aşığım, bir türkü daha söyle diye mihnet ettiler. Fakat Boranın, düş mü idi, hayal mı idi, ne olduğunu bilmedi, içerisine bir ateş düştü. Aldı bakalım ne dedi.

Gökyüzünde öten olsam
Yeryüzünde biten olsam
Uçu telli keten olsam
Yar başına atsa beni

Un elediği elek olsam
Tepelediği yolak olsam
Ucu telli yelek olsam
Yar döşüne giyse beni

Gökyüzünde turna olsam
Yer yüzünde hurma olsam
Bir çekimlik sürme olsam
Yar gözüne çekse beni

Kapısında inek olsam
Tu çalıp da sağsa beni
Tepek vursam südü döksem
Yumruğunan döğse beni

Nolsa Deli Boran nolsa
Gözeller meydana gelse
Küpeli pehlivan olsa
Güreşsek de yıksa beni

Dedi kesti. O demde kız dedi ki:
- ------lar, ben aşıklar saprak olur demedim miydi?
- ------ edin de gitsin, dedi.
Boran dedi ki:
- Hatun, sen elden deve alıyordun. Ben de aşığım.
- Bahşişimi ver gideyim, dedi.
Bir avuç dört altın verdiler Borana. Boran dedi ki:
- Ben gitmeye gelmedim. Beri Küpeli hatunu yüze yüz görmeyince katiyyen gitmem, dedi.
O demde kız:
- Durdurman, ------ edin şunu, dedi.
- Boran dedi ki:
- Damdıranın çölmeğini çevirirsem bu odayı başınıza dar getiririm, dedi. Ben Küpeli hatunu gelip yüze yüz görmezsem, benim burdan ölüm çıkar, dedi.
Küpeli hatun buna öfkelendi. Kalktı bunun yanına geldi.
- Yel kayadan ne anlar, daha eyi bak, dedi. Neci senin maksadın, dedi.
Boran dedi ki:
- Böyle fırsat ele geçmez, dedi. Kızın yüzüne hacamat gibi sarıldı. Başındaki olan cariyelerin hepsi geldiler başına toplantlılar. Boranın kimi burnunu tuttu; kimi avurduna parmağını soktu. Zorla ayırdılar. Boran damdırayı eline aldı, kahveye doğru yürüdü. Cariyelerin akıllıcasının biri baktı ki, ablasının yüzü kapkara olmuş. Dedi ki:
- Küpeli hatun, dedi, yüzüyün biri kâpkara biri apbağı... Seni görmiye gelenler bundan hile keşfederler.
- Aman kızlar, bunun çaresi ne, dedi Küpeli. O cariye kızların akıllıcası:
- Abla bunun çaresi, öte yüzden de öptür, dedi. Boranı geri çağırdılar, aman Boran geri gel diye.
Boran dedi ki:
- Benim orda işim yok.
Yalvar yakar, Boranı geri getirdiler.
Küpeli hatun:
- Kusura bakma aşığım. Sazı bağlayana çözdürürler.
- Benim şu yüzümden de öp, dedi.
Boran dedi ki:
- Benim dalgam bir gelir bir gider. Sen degil, Hürü kızı olsan öpmem; dedi.
Kızlar bunun başına çoktular. Kimisi kulaklarındarı tuttu. Fıkara kız getirdi, Boranın ağzına yüzünü sürdü. Boran fırsat buldu, hacamat gibi o yüzden de yapıştı.
Kızdan ayırılınca, Küpeli kimseye deme diye, buna bir avuç dört altın daha verdi. Boran ordan çıktı. Arkadaşlarının yanına geldi. Kendine elbise yaptıran ağası:
- De bakalım Boran, oradaki yaptığın işleri bir türküyle söyle.
- Aldı Boran bakalım ne dedi:

Gene bulandı da yüzü havanın
Şahan gezer sulağında turnanın
Top kara perçemli güzel sevenin
Can cefa götürmez hey kara gözlüm

Güzeli sevmesin ne bilir ahmak
Sevip sevip de cemaline bakmak.
Fırsatın düşürüp yanaktan öpmek
Can cefa götürmez kız kömür gözlüm

Beni del'eyledi kaşınan gözler
Taramış zülfünü gerdana düzler
Kehribar dudak da balaban yüzler
Yüzünü yüzüne şiir kömür gözlüm

Der ki Deli Boran da aslın soyusa
Belin ince ise usul boyusa
Aşığa verdiğin bahşiş buyusa
Vallahi billahi az kömür gözlüm

Kız bunu duyunca:
- Amanın kızlar, şu aşık bizi halka malamat etmesin.
Bir avuç dört altın daha götürdüler. Boranın içine bir ateş düştü. İsterse dünyayı verseler gözünde fiske kadar yok. Kızın yanına çıkmaya da imkan yok. Kendiliğinden bir kurnazlık düşündü. Gider ben dayımı bulurum. Dayıma nişanlıyım diyerek, dayımı kandırırım. Bu kızı almaya çabalarım. Oradan şehrin içine doğru düşüne düşüne yürüdü. Baktı ki ihtiyar bir kahveci var. Varayım hem şurdan bir kahve içeyim, hem dayımı belki bilir, şundan sorayım, dedi. Kahveye vardı.
- Emmi bana bir kahve yap bakalım dedi.
Kahveci kahve getirdi. Boran kahveyi içtikten sonra, çıkatdi bir kırmızı lira verdi. Kahveci dedi ki;
-Oğlum, ben bunu bozamam. Benim kahvemin sermayesi bir lira yok, dedi.
- Boran dedi ki:
- Emmim, benim kahveye verecek başka param yok mu? Gönlümden o koptu. Onu verdim, dedi. Sen bize bir kahve daha yap, dedi.
Kahveci kahveyi yaparken:
- Oğlum, sen bir haneden evladı görünüyorsun, dedi.
- Kimlerdensin, dedi.
- Babamı bildiğim yok, dedi. Fakat anam Irışvan oğlunun bacısı imiş.
- Kahveci buna dedi ki:
- Ulan, sen Irışvan oğlunun yiğenisin de, koltuğu damdıralı buralarda ne geziyon, dedi.
Boran dedi ki:
- Emmi; ben de dayıma gitmek istiyordum amma; nerde olduğunu bilmiyorum. Ve de öldürür diye de korkuyorum.
Kahveci dedi ki:
- O adam seni çok aradı. Senden başka hiç bir mirasçısı yok, o adamın. Sana bir de kağıt yazayım, bu kağıdı da ver. Irışvan oğlu benim bahşişimi verir. Boran kahveyi gene içti. Bir lira daha çıkardı verdi. Allahaısmarladık eyledi. Kağıdı koynuna koydu, yola düştü. Az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, günün birinde Irışvan oğlunu buldu. Düğnük evine vardı ki, dayısı orda oturuyor. Başında yüz, yüz elli çadırlı aşireti ile, sohbet ediyorlar. Boran da vardı, meclise oturdu. Irışvan oğlu kafasını kaldırdı. - E bire gençler, iki türkü çağırın da dinliyelim dedi.
Meclistekiler, ben bilmem, ben bilmem, diye biribirinin karaltısına sokulmaya başladılar. O demde birisi Boranın sazına dokundu.
- Aman beyim, burda bir aşık var, dediler.
Irışvan oğlu yanına çağırdı Boranı. Baktı ki ufacık tefecik, genç bir çocuk. Bunu yanına oturtturdu.
- De bakayım, oğlum, iki türkü söyle, dedi.
- Aldı bakalım Boran, ne dedi:

Nazlı dostum selam salmış gel diye
Ara yerde engellerim var diye
Açtı ak göğsünü bana em diye
Emdiğim aklıma düştü efendim

Nazlı dostum selam salmış gelmesin
Ara yerde engelleri duymasın
Eliminen ak göğsünün düğmesin
Çözdüğüm aklıma düştü efendim

Metini de Deli Boran metini
Ne vereyim Küpelinin metini
Ak bilekli samur kürklü hatunu
Nişanlımı vermediler efendim

Bunun adını Boran deyince:
- Ulan, sen nasıl Boransın? Anayın adı neci? Babayın adı neci? Bana de, dedi. Boran derhal çıkardı; dayısının eline kağıdı verdi. Kağıdı okuduktan kerli, meclise döndü:
- Arkadaşlar, bu işte, bizim kaçan kancığın oğlu Boran bu işte, dedi. Benim bundan başka hiç bir mirasçım yok, dedi. Buna hörmet eden bana da eder, dedi. Borana dedi ki: Senin türkünden ben bir şey anlamadım. Ne ise şu türkünün manasını bana de, dedi.
Boran dedi ki;
- Babamın öldüğünde anamın karnında imişim. Benim olduğum gece komşumuzun bir de kızı olmuş. Anam beşik kertme nişanlım eylemiş. Sonca anam da öldü. Ben elin arasında kaldım. Kız da çok zengin oldu. Şimdi vermiyorlar efendim, dedi.
Irışvan oğlu dedi ki:
- Oğlum, onun için hiç merak etme. Onu, eğer para ile ise, terazinin bir gözüne kızlarını koysunlar, bir gözünü de para ile tartar alırım.
Boran dedi ki:
- Vallahi parayla vereceklerini bilmiyorum.
- Irışvan oğlunun bölük kabadayısı:
- Beyefendi biz elin parasını yerken, biz paramızı mı yedirelim. Bana üç yüz atlı ver, ben gider basar alır gelirim.
Peki, dedi. Baskın davulunu çaldırmaya başladılar. Atlılar toplandı. Bölük kabadayısı bunların içinden birem birem üç yüz kişi seçti. Irışvan oğlu kendi atını çektirdi Borana.
- Buna da sen bin, dedi.
Atlılar değnek oynaya oynaya yola düştüler. Antebin kenarına gelince kız bunların kalabalığını gördü.
- Gene bize deveyinen görmiye gelenler var, dedi.
Süslendi püslendi. Zülüfünü tarayıp, kendi kendine bir çekidüzen verdi. O deme atlılar yetişti. Borana:
- Hangi evde, diye sordular. Boran da:
- Şu evin içinde, arasında perde var, dedi.
Kılıcını çeken evin üstüne yürüdü. Milletin haberi öldüm olacağım deyinceye kadar, kızı çıkardılar. Bir ata bindirip yola düştüler. Arkadan varan millete, kimisi dönüp harbetti. Böyle böyle Irışvan oğlunun hududuna gelince atlılar yığıldı kaldı Irışvan oğluna gelin geliyor diye müjdeci gitti. Gelin bir tarafında Deli Boran, bir tarafında da bölük kabadayısı, ikisinin arasında gidiyorlar. Kız şöyle baktı ki, bir yanında bir babayiğit var ki, hiç görülmüş kişilerden değil. Öte yandakine baktı ki, memleketlerindeki tanıdığı Boran.
Dedi ki:
- Yarabbi, eğer beri bu babayiğide gidiyorsam, Boran da bunların köylüsünden ise, bu adam beni öptüydü. Şimdi halka malamat olurum. Eğer Borana gidiyorsam, ne ise kaderimi çekerim. Böyle derken bölük kabadayısı da, uşak bizim götürdüğümüz kız nasıl ola, nasıl görürüm, diye aklından geçirdi. O demde bir kasırga geldi, kızın yüzünü açıverdi ki, buluttan ay çıkmış gibi. Oğlan o tekli, bunu böyle görünce aklı bokuna karıştı. Atın boynunu kucaklayıp aşağı düşmedi. Dedi ki aklından: Boran, ben bunu sana yedirirsem, bu babayiğitlik bana haram olsun, dedi. O demde Irışvan oğlu da karşıladı. Bir çadıra gelini indirdiler. Düğünler kuruldu. Çalıp çığrıldıktan sonra, gerdek gecesi, Boran dayısının eline, müsaade istemiş de vardı. Dayısı dedi ki:
- Yürü yiğenim. Sana üç gün müsaade. Üç günden sonra gel. Arkadaşlarınla görüş, tanış, konuş akşamleyin çadırına git, dedi.
Deli Boran dayısının elini öperek çadıra doğru yürüdü. Bölük kabadayısı dedi ki:
- Dayıyın evladı olmadığından vicdanı kısa, dedi. Üç gün müsaade de ben alım, dedi. Git altı günden sonra gel, dedi.
Çok memnun oldu. Bölük kabadayasına:
- Sağ ol, dedi.
Çadıra vardı. Üç gün kaldı. Üç gün sonra bölük kabadayısı Irışvan oğlunun yanına geldi. Konuştular. Konuştuktan sonra kalmak istedi. Irışvan oğlu dedi ki:
- E bire bölük kabadayısı, gitme. Boran da gelecek bir iki türkü söyletip de dinliyelim, dedi.
Bölük kabadayısı güldü:
- Eğer Boran o gelinin yanından üç günde dört günde çıkarsa, ben sana ne istersen veririm, dedi.
Irışvan oğlu dediki:
- Eğer Boran bugün gelmezse sen de ne istiyorsan; ben de veririm, dedi. Bunlar bir katar deveye bahsettiler. Beklediler. Akşam oldu Boran gelmedi. Sabahtan oldu, gene bahsettiler, gene gelmedi. Üçüncü gün gene bahsettiler, gene gelmeyince, Irışvan oğlu dedi ki:
- Zaten bunun anasında meymenet yoktu ki danasında olsun. Bugün cellatları çağırın Boranın boynunu vurduracağım, dedi.
Meğer bunların bir yere baskın ederlerse, davul döğdürmek adetleri imiş. Adam öldürürken de gene davul döğdürürlerimiş. Boranın altı günü yetince dayısının yanına yürüdü.
Gelirken yolda bir adamcağız ras gelip:
- Ulan, nereye gidiyorsun serseri, dedi. Dayın seni öldürecek, dedi. Boran:
- Ne diye kadan alayım? diye şaşmaya başladı.
- Öteki adam dedi ki:
- Yavrum, aman beyler diyeceğine, sapa dağlar demen yeğ, dedi.
Boran çadıra da dönmeden eğile eğile kaçtı. Gül tepesi derler bir dağa yerleşti. Ay geçti, yıl geçti, Irışvan oğlu hiç bir yerden bir haber alamadı. Fakat kızın feryadından hiç duramıyordu.
Dedi ki:
- Seni baban evine göndereyim, dedi.
- Küpeli hatun dedi ki:
-Borandan haber olmayınca, ölürsem gene gitmem, dedi.
Irışvan oğlu bunu duyunca, kızın çadırını kendi çadırına kazığa kazık bağladı. Boran bu düstur ile yedi sene gezdi. Açık, çıplak. Sırtta pırtı kalmadı. Her yeri ayı malağına döndü. Kıllandı. Fakat elindeki sazda da bir tek tel kalmış. Böyle gün geçirirken, bir gün arefe günü, Irışvan oğlunun serkaplan avcısı varmış, bu avcı diyor ki
- El sabahtan kurban kesecek. Bizim kesecek bir şeyimiz yok. Ben de çocuklara bir av vurayım, beline bir örme sardı; tüfeğin fellesinin barudunu yeniledi. Gül tepeye doğru gitti. Gül tepeye vardı ki dağın içinde bir pınar var. Başında çok iz var. Oraya bir evsin eyledi. Buraya bir av gelir diye beklemeğe başladı. Dururken öteden bir kıllı mıllı bir şey çıktı beklemeye başladı. Avcı baktı ki, insan dese insan değil, ayı dese ayı değil. Bu cırtnavul diye hökmeyledi.
- Şu gelsin ellemem buna para bekçisi derlerdi. Şu parayı yokladığı yeri iyice öğreniyim. Ondan sonra bir kurşun sıkayım, dedi.
O demde Boran suyun başına geldi. Pınardan bir su içti. Derinden of diye bir iniledi. Elini yüzünü yudu. Gül tepesi denilen başındaki taşın üstüne çıktı. Başladı sazını tın tın ettirmeye
Avcı dedi ki:
- Bu cin olmaya cin ya, bu donunu değiştirip duruyor ya... Donunu değiştirmekle beni korkutamaz, dedi. Boran durup dururken türküye başladı. Bakalım ne demiş:

Ben de çıktım gül tepeye
Seyir ettim ellerine
Ağbaz ağbaz eller konmuş
Sevdiğimin çöllerine

Ağca cerenin sekişi
Sevdiğimin hub bakışı
Muradın coşkun akışı
Benzer gözüm sellerine

Gülüstanın gülü kokar
Hublar yanağına sokar
Murat derler bir su akar
Güvel konar göllerine

Hocam hocalar hocası
Okudum çıktım hecesi
Bu gün de bayram gecesi
Yar kına yaksın ellerine

Bunu diyen Deli Boran
Sevdiğine meyil veren
Şu işime sebep olan
Duman çöksün yollarına

"Deli Boran" deyince avcının aklına tıpadan düştü. Ayaklarını çıkardı dağa yukarı dırtmanı dırtmanı çıktı. Boranı arkadan ağrı hemen yakaladı.
Boran baktı ki kendini avcı tutmuş: Avcıya:
- Eline ayağına kurban olayım, beni koyver dedi. Avcı da dedi ki:
- Ulan vicdansız, elin kızı senin için gözlerinden kan döküyor. Dayım da senin için öyle yaslı duruyor.
Boran dedi ki:
- Avcı ben bunlara inanman. Tabii beni öldürmekteki maksadı kendi alacaktı. Öyle ise yedi senedir beri ne Küpeli hatun kaldı, ne de Boranın acısı.
Avcı yemin etti.
- Vallahi Küpeli de bir yere gitmedi. Dayın da seni öldürmek emelinde değil. Senin için ah dedikçe tütünü burnundan çıkıyor. Böyle olduktan keri seni ölsen değil, çatlasan gene götürürüm.
Elini arkasına bağladı. Boğazından da bir örme bağladı. Dedi ki:
- Eğer seni öldürecekse, gider görürüm. Senin için buraya yerleşip seni dağda beslerim, dedi.
Avcı bunu çekerek, evine doğru yürüdü. Halakanın itleri başına çoktular. Bu adam çadırına eletti. Çadırın direğine bunu iyice bağladı, Avradına tenbih eyledi:
- Sen bunu kaçırırsan seni öldürürüm, dedi.
Avrat fukara korkusundan ne çadırı terkedebiliyordu, ne Boranın yanına varabiliyordu. Avcı beyin yanına vardı. Baktı ki Irışvan oğlunun gözlerinden akan yaşlar dolu gibi gidiyor.
- Aman beyefendi, hasta mısın? Yoksa bir ağrır yerin mi var? Ne diye ağlıyorsunuz? dedi.
- Yahu avcı, dedi, ben ağlamayım da kimler ağlasın, dedi. Görüyon mu şu elin kara saçlısını, çok yok çocuk yok, böyle gözyaşı döküyor. Babası evine salıcıyım gitmiyor. Boranın öldüğüne kanaat getirmeyince gitmem diyor. Ne var avcı, sen de gezdiğin yerlerde bir adam üleşi bulabilirsen getir. Şu avradı başımızdan defedelim, dedi.
Avcı dedi ki:
- Efendim bunu şayet bulsam, bunu emelin öldürmek mi?
Irışvan oğlu dedi ki;
- Yahu avcı, öldürme değil, bu adamı, öldürmeyi şuraya koy, bundan başka benim mirasçım yok. Bu adam hiç mi değil benim elimin altında terbiye olursa, benim yerimi issiz etmez diye umudum var idi. Allah sebebine koymasın, dedi. Şimdi elime geçerse bütün servetimi ona vereceğim.
Avcı hiç bir lafa varmadan ordan çıktı. Irışvan oğlu da arkasından:
- Dediğim haa... Dediğim haa... diye çığırdı.
Avcı eve vardı, Borana dedi ki:
- Ulan, yavrum, senin için dayın kan yaş döküyor. O Küpeli hatun da saçlarını yolup ağladıkça, yürek böbrek koymuyor, Seni götüreceğim, dedi
Boran dedi ki:
- Avcı kadan alayım, beni dayım nasıl olsa öldürür. Gel koyver de başımı alayım da gideyim.
- Ulan yavrum, seni öldüreceğini bilsem, beni dünya malına garkeyleseler seni götürmem. Fakat ölmiyeceğine kanaat ettim:
Boranın sırtını başını yüzünü tıraş eyledi. Ayağına şalvarını verdi. Sırtına abasını giydirip, bileğinden sıkıca tutarak Irışvan oğlunun yanına getirdi.
- Aha düşmanın, aha kılıcın, elinle öldür bey, dedi.
Irışvan oğlu Boranı görene tekli, gözlerinden öpüp:
- Yiğenim, bütün servetim senin olsun. Bana hakkını helal et, dedi.
Halk Boran tutulmuş diye, Irışvan oğlunun çadırının altına geldi.
Dedi ki:
- Yiğenim sana ne sebep oldu da kaçtın? Şu sebebi söyle de ben de anlayım, dedi.
- Dayım, sazınan mı söyleyim, sözünen mi söyleyim, dedi.
- Yiğenim, eğer sazınan söylersen daha memnun olurum, dedi. O demde beğ kalan Irışvan oğlu, hiç kimse bir yere kımıldamıyacak diye, güvendiği adamlardan nöbetçi dikti.
Aldı bakalım Boran başından geçen hikayelere ne dedi.

Efendim efendim Irışvan oğlu
Aşkın elinden de ciğerim dağlı
Yedi yıldır beri kollarım bağlı
Gümanına bu günler de çözülür

Bu beyti söyleyince, Irışvan oğlunun daha yüzüne gelmeyen Küpeli hatun, Boranın sesi kulağına gidince, çadırın sıtırını yararak meydana çıktı. Boranın gözü gözüne ras gitti. Boran bunu görünce türküsüne devam etmeye başladı.

Odanda çalınsın alışkın sazlar
Bahçende yayılsın kumrular kazlar
Gördü gene Küpeliyi şu gözler
Ah ettikçe kara bağrım ezilir

Efendim efendim benim efendim
Elbet günlerinde gamsız gezilir
Ben de hizmetinde kusur m'işledim
Şeytan var arada yoldan azılır

Boranım derkine böyle mi olur
Aşıklar öğüdün ustadan alır
Af eyle kulunu efendim nolur
Beyte gitmiş gibi sevap yazılır

Böyle dedi.
Dedi ki:
- Pekiyi yiğenim. Aradaki şeytan kimse, aradaki şeytanı dilden söyle, dedi.
Dedi ki:
- Dayı, sen o gün bana üç gün izin verdin. Sonra çadırdan ayrılınca bölük kabadayısı geldi dedi ki yavrum dayın evladı olmadığından vicdanı kısadır, dedi. Üç gün izin de ben aldım, git altı günden gel, dedi. Altı gün sonra ben gelirken bir adam ras geldi. Bu davul niçin döğülüyor, diye sordum. Ulan yavrum, dayın seni öldürecek de onun için davul döğdürüyor, dedi. Aman beyler diyeceğine, sapa dağlar de, başını kurtar, dedi. Ben oradan kaçtım. Gül tepesine yerleştim. Meyve zamanı meyve yedim, ot zamanı ot yedim. Çok zaman da açlığınan geçti günüm. Sebebinin kim olduğunu bilmiyorum.
Irışvan oğlu:
- Senin sebebini ben bildim. Şu bölük kabadayısını getirin, dedi Bölük kabadayısın getirdiler.
Dedi ki:
- Senin kafanı vurdurmam. Seni efrin cefrin öldürürüm, dedi. Bir katır getirdiler. Bölük kabadayısını boğazdanı bağladılar, katırın kuyruğuna. Oradaki olan çocukların eline birer teneke verdiler. Katırı koyverip, çocuklara tenekeyi çalın dediler. Tor katırın arkasında parça parça ettiler. Yeniden kırk gün toy düğün etti. Yeniden nikah yaptırıp, onlar yeyip içip mırazını aldı. Siz de alasınız.

Tarantula_
02-12-2009, 14:43
HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez., İstanbul'da kalır.


HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baş tabib geliyo zehirden acı

Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Mezarımı kazın bayıra düze

Benden selam söyleyin sevdiğim gıza
Başına koysun, karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın


HEKİMOĞLU

Hekimoğlu derler benim de aslıma
Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime
Konaklar yaptırdım döşetemedim.
Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim

Konaklar yaptırdım mermer direkli
Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli
Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi
Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi

Çiftlice Muhtarı puşttur --------
Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek
Hekimoğlu derler bir ufak uşak
Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek

Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.

Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.

İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.

Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.

Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey,
kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler.

Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.

Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla

işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<puştluğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada.

Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :
1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.

2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
kadar geliyor ve burada ölüyor.

Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.

Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı <<aynalı martin>>le özdeşleşmiştir

Tarantula_
02-12-2009, 14:44
HEY ON BEŞLİ



Taş döşeli yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği demlerde Tokat bir dağ içindeyken, gülü bardağı içindeyken, yüzü kaleye bakan ahşap evlerden birinin şenliğiydi Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücük, alımlı, edalı bir kızcağız.

Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı aylarda Tahtaoba Köyü'nün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada buluştular, iki gencin yüreği birbirine ısındı.


Çok geçmedi aradan, Tahtaoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy ağası babanın biricik oğlu Hüseyine'e istediler onu. ''Yaşı küçücük ''dedi anası ''Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek''. Ekleyeceklerini söyledi oğlan tarafı. ''Bizim oğlumuzda yeni yetme...Söz edelim, aht verelim, bakleyelim. Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur.''


Tez büyür kuzu misali, kız kısmının da yuvadan kuş misali kanatlanıp tez uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtaoba'nın efendilerindense, bol haneye geln gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. ''oldu'' dedi büyükleri. Hediyenin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler. Tahtaoba'nın ağası koçlar kurban etti. Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı, boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Bakır tepsilerin arkasını tıkırdatarak oynadı kadınlar.


Kış geçmeden yaprak küpleri basıldı. Erik ezmeleri, tarhanalar, sebze kuruları, bulgurlar, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapatıldı. Baba evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz teleşına düştü. Kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi ''Belki Hüseyin'dir'' ümidiyle süzerek küçücük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmaları, kara yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi. Ayvalar toplanırken ayıldı haber. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez yaşı on sekize değmiş delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu. Sırtını kayalara dayamış Tokat'da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı geldi, zıpkalı Karadeniz uşakları beşer onar gruplar halinde akın etti çevre köylerden, kimini Çanakkele'ye yazdılar,kimini Filistin'e, kimini Yemen'e. Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir maşrapa şu döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen yaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı. On sekizlik yiğitlerin ardından ağlayarak söylediler.

Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı.

Tahtaoba Köyü'nden bölüğe çağırılan gençlerin arasında Bey Hüseyin'de vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta Örtmeliönü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğinin kapısını çaldı önce. Sözlüsünün ana babsının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran Hediye'ye. ''Vatan borcu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin çocuklarınız için. Döner gelirsem ahtımdayım. Çift davullar çaldırıp toy yaparım.'' dedi onalra. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden. Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını.

Gidiyom gidemiyom
Seni terk edemiyom
Sevdiğim pek küçücük
Koyupta gidemiyom.

Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye. Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri. Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim tezgahlarında dokunan cecimlere. Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı, tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım üzümlendi. Kah Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah Hampınar'a Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla suladılar. Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı. Eli yüreğinde uyandı her sabah Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahsun mahsun yollara bakıp bir haber bekledi karayağız Hüseyin'inden, uçup giden turnalardan haber umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı. Çok mu uzktı Yemen dedikleri yer, şu çıplak dağların ardına gitse bulurmuydu yarini? Buluverse al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle? Bekleyiş derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı. Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelere ''Az kaldı, dönecek.'' derken ciğerleri sızım sızım sızlar oldu. Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürkmez olmuştu artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi, bir gün filancı köyden. Para eder herşeyi toplamışlar, yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler. Hükümet başedemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde, kasabalarda kimse kimsenin selamını almaz olmuş. Güven diye birşey kalmamış. Hediye'nin anasıyla babası yanlarına çağırdı. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona. ''Kara yazgılı kızım, dört yaz bitti bir haber yok Tahtaobalı'lı Hüseyin'den. Böyle susup beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz nice yiğitlerde şehit olduğu halde evine haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denen ilden? Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Biz artık kocadık. Namusundan endişeliyiz. Yama ustası Emin sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz, Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sende. Dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir sözlüyü beklemekle olmaz.'' Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine olmaz diyebilecek bir kız yok o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu. Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta hanı'nda yazmacılık yapan altmışına gelmiş Emin Efendi'ye nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in döndü, haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız, türküler mırıldanıp pencere kafeslerinin önünde ağladı, ağladı.

Gidiyom işte bende
Bir arzum kaldı sende
Ayva olup sarardım
Din iman yok mu sende

Çifte davullu hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük elleriyle sildi göz yaşlarını. Bir kaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, kızıl işlemeli bindallı giymeden gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi.


Tokat bezlerine tahta kapılarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca esnaftı. Yamru yumru elleriyle yazma desenledikten sonra Meydan Cami'sinde namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden. Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı hediye verseler içinde ölen yaşama sevinci dirilesi değildi. Hediye kız bu kocamış erin vakitsiz ayazlarla çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahsun kederli Hediye kadın olup çıkıverdi.


''Hayalde gör düşte gör, hele bir de düş de gör'' demiş ya eskiler, insanın işi bir kez ters gitmeye görsün nasıl da yağar başına belalar yağmur misali. Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı olsada kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı Hediyecik. Aniden uçuverdi Emin Efendi.Bir öğle üzeri kapıyı çalan çırağı ''Yenge, Emin emmi öldü'' diye haber getirdiği zaman felaketi ir çığlıkla karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden defnettiler. Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul kaldı, çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali yeşillerden allardan soyunup karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken, Hediye kadın akıtıp oturdu köşesinde.


Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla baş başa kaldı bahtsız kız. Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp baba evine dönse evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını, hem baba evine sığamadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra ona düşen.


Ne Hak'tan, ne hükümetten korkusu kalmamıştı azgın çeteler komadı Hediye'yi yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında koskoca konakta tek başına yaşayan bu taze dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı sahip çıkanı bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı. Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır tokmağını tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep beraber. İçeri daldılar azgın kurt sürüsü misali, sepet sandık dağıttılar, feryadına çığlığına kulak vermeyip sırladılar Hediye'yi.Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırdılar onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirine sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar. Nice zaman sonra gönülleri geçti kızdan, bastıkları başka köylerden başka talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken sabah namazında dönen yaşlılar kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin başına toplanıp konuştular da bir el uzatıp ''Kalk'' demediler.

Tokat yolu kaldırım
Düştüm beni kaldırın
Sevdiğimin uğruna
Vurun beni öldürün

Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri.

Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp, ihaneti, zulumeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?... Hak Teala kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte. Gözü yaşlı Anadolu'nun ''Giden gelmiyor'' diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek seneler geçiren Hüseyin dağın, taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp geliverdi memleketine. Tahtaoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazaler tanıyamadı bu hırpani kılıklı adamı, köpekler seğirtti üzerine. ''Benim ben! Memleket aşırı diyarlara gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm... Emmi, dayı kızları, yad el değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben.'' Köyün genci yaşlısı kuşattı çevresini, boynuna boğazına sarıldılar. Ardına düşüp evine götürdüler onu. Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsıvayla sıvanmış bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu... Hüseyin'in anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferifi tükettiği gözlerinden çok yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp ''Oğlum'' diye inledi. Tahtaoba Köyü şenliği durdu o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi. Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı. Seferberliğe giden de geri gelirmiş demek...

Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. ''Yoksa ahtını bozup kocaya mı verdiler sözlümü ? diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama aht vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını. Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda.

-Ana Hediye'm nasıl?

Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine
ilenerek döğündü.

-Hediye'yi sorma oğul, kız kısmı bunca sene duru mu? Uçurdular yuvadan,
alıcı kuşlar kaptı onu.

Anlayamadı Hüseyin. Söz vermişti ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan. Anasının ağzından daha fazlaca gidemedi ama bin bir türlü kuruntuyla geçirdi geceyi. Sabah Tokat'a giden at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap evin önüne geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği yavuklusunun evini seğirtti uzaktan. İşte çoğu şey bıraktığı gibi duruyor. Gözeler şırıldıyor yol ortasındaki arktan. Hediye'nin bahçesinde kirazlarda çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seğrediyor belkide. Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti anası. Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek. İçeride ses soluk yok, bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı, kimsecikler görünmüyordu. Karşı evin önünde kendisini seğreden bir adama sordu,
- Evdekiler nerede?
- O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor.
- Nereye gittiler ki?
- Geyras'ta bir çiftliğe.
- Ya Hediye
- Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma.
El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama
birileri alıp, götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları
zaten. Hediye'de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı dediler. Hatta
giderken söylediği mani kızların dilinde.

Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden

Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. Er başına iş gelir demiş ya atalar, böylesi işte gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek. Karşısındaki adamın anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini sakladığı, uğrun uğrun hasret çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında çınlıyordu. Vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgeyle hatırlıyordu onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı bir haberle ölüden beter hale gelirmiş demek.

Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızıldayan kurşunlardan biri yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde bende olsaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi. Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları düşmüş bir şekilde döndü köyüne.

Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sende dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi on yediye
Az mı geldi gönderdiğim hediye

Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler.''Sevdiceği hoyrat ellerde dolaşırmış, yarine haram olmuş.'' dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş. Aldı başını gitti Hüseyin. Hediye gibi onun nereye gittiğini bilen çıkmadı.

Bereketli elleriyle kızgın sac üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, mutlu kızın türküsü sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök esin misali tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır anlatılan. Çok değil, iki nesil önce al fistanlı bir yosma , çakır gözlerinden akan yaşı kına görmemiş elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle beraber. Hac Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık.

Üfleme ateşi sönmüş külleri oğul. Kabuk bağlamış yaraları kakşatma. Sus, bilen olmasın Hediye'nin hikayesini. İçleri kıpır kıpır olarak ünlesin kızlar. Varsın onu bir cilveli yosmanın türküsü sansınlar. Hangi yarayı sarmadı zaman, hangi gözyaşı kurumadı toprağa düşünce? Yitirdiğimiz hangi canın yası bizle kaldı ki? Kapat bu bahsi balam, ört kimsenin bilmediği ayıbı. Hediye namuslu bir kadındı.

Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü gördü mü bilmiyoruz. Yahut bildiklerimizi söylememek belki en iyisi. Şuarası kesin ki onların kara bahtını Tokat'ın ipek bürüklere bürünmüş fidanlara benzeyen kızlar türkü yapıp söyledi. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak anıtlar dikilmedi hiçbir yere. kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı, kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup gitmiş gülleri canlı tuttu. O gün bu gündür Tokatlı bir güzele vurulana derler ki;

Tokat bir dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Tokat'tan yar sevenin
Yüreği yağ içinde.

Tarantula_
02-12-2009, 15:02
İNSAN KISIM KISIM YER DAMAR DAMAR

Ne haldayım ala gözün süzenler
Ne olur suna boylum gör beni beni
Eşinden ayrılıp yaslı gezenler
Her sabah, her akşam der beni beni

Der ya! İnsan eşinden ayrılır da "vay beni beni" diye yakınmaz mı? Döğünüp yakınmakla kalmaz insan, az buçuk şairliği, âşıklığı varsa; saza söze döker içini. Tıpkı Hüseyin gibi.

Hüseyin garip bir köy çocuğu. Sivas köylerinden birinde doğmuş. Askere gidene dek hiç ayrılmamış köyünden. Ne zamanki askerliğini yapmış dönmüş köye, anası çekmiş dizinin dibine. "Bak oğul, gayrı zamanıdır; seni everelim. Tez zamanda torun ver bana. Evimiz şenlensin" demiş. Ana sözü ata sözü. Ne desin Hüseyin. Bulmuş dengince birini, evermiş Hüseyin'i. İyi ama, geçim zor. Tarla takım hak getire. Şu kapı senin, bu kapı benim. Irgatlık, tutmaklık karın doyurmuyor ki. Üç günlük yiyecek çıkıyor, sonrası yok. Bir gün anasına "Bak ana, ikiydik üç olduk. Yakında dört olacağız. Bu geçim geçim değil, bir şeyler yapmak gerek. Ben gurbete çıkıp iş tutmak istiyorum. Üç-Beş kuruş biriktirir de bir kaç dönüm tarla edinirsek, bir güvenimiz olur. Eker biçer, geçinir gideriz". Anası "hık-mık" etmiş ilkin, bakmış ki Hüseyin kafasına takmış bir kere. "Yolun açık olsun oğul. Sağlıkla git, sağlıkla gel" demiş. Hüseyin anasıyla, karısıyla vedalaşıp, tutmuş gurbetin yolunu. Şurası senin, burası benim derken, varıp İstanbul'a ulaşmış. Ulaşmış ya, ha deyince iş bulamamış. Ekmek aslanın ağzında. Sokaklar işsiz dolu. Bir hemşehrisinin kaldığı hana yerleşmiş Hüseyin. Handakilerin çoğu gurbetçi. Çoğu da işsiz. Hazırdan yiyorlar. İlkin ufak tefek günlük işler bulmuş Hüseyin. Boğaz tokluğuna çalışıyor nerdeyse. Elinde avucunda bir şey kalmıyor. Bir dolu iş değiştirdikten sonra, bir fabrikaya girmiş işçi olarak, bir gün, beş gün, bir ay, beş ay. Değişen bir şey yok. Hüseyin üç kuruş biriktirip bir yana atmaktan öte, geçim sıkıntısına düşmüş bir de. Sıla özlemi bir yandan; geçim derdi bir yandan. Bir de yalnızlık sarmış ki duygularını. Eh!.. Milyonluk bir kent; bir tek de Hüseyin. Yollar sokaklar insen seli. İnsanlar şen, insanlar şakrak. Bir tek Hüseyin garip. Boynu bükük Hüseyin, arada bir mektup yazıyor köyüne. Bir iki satır da onlardan geliyor. Ama yetmiyor ki! Geçim bir yandan, sıla özlemi bir yandan. Bir de on dönümlük tarla var ki gönlünde. Şöyle güzelinden, sulusundan. Taşı eksen bitirir cinsinden. Sözün özü, karma karışık Hüseyin'in kafası. Bir dalıyor. Kayboluyor. Gidiyor köyüne. Elleri dolu dolu. Anası, karısı, hısım akrabası bir güzel karşılıyor. Sarmaş dolaş. Giysilik kumaşlar, pabuçlar, urbalar. Tarlalardan tarla beğeniyor. On dönüm. Ama tarla! Taşı eksen bitirir cinsinden. Kolları sıvıyor. Bir ekin ekiyor. Bir ekin ki, o yörede görülmemiş. Boy dersen, insan kaybolur içinde. Başaklar koca koca. Bir gür, bir iştahlı ki, gören maşallah demeden geçmiyor. Çok yoruluyor Hüseyin. Ter alnından şıpır şıpır damlıyor. Ama olsun. Emek olmadan, yemek olmazmış. Böyle demiş atalarımız. Olsun! Ter olsun. Ter iyidir. Ter malı haller "Ter.. Ter" diye inlerken Hüseyin, bir eli de otomatik dokuma aracının kolunda bir ileri, bir geri gidip gelmektedir. Birden öylesine "ter" diye bağırır ki, yanından bir el uzanır Hüseyin'in omuzuna. " Ne o Hüseyin gardaş hasta mısın? Kendi kendine konuşup duruyorsun. Hem, hiç bu kadar terlemezdin çalışırken. Bir şeyin mi var?"

Hüseyin ayıkır birden "Şey, bir şeyim yok be bacı. Memleketi düşünüyordum da."

Gün o gün!. saat o saat. Artık Hüseyin de bir dost edinmiştir. Milyonluk kentte yalnız değildir artık. Derdini anlatacağı, yardım anlayış göreceği bir dostu olmuştur. Hüseyin'in de. Bir dost ki, tertemiz. İyi. Doğru. Çalışkan. Bir dost ki, sıcaklık veriyor insana. Yanında huzurlu oluyor insan. Leb demeden leblebiyi anlayıp, elini uzatıyor Hüseyin'e.
Gün günü, ay ayı eskitiyor. Geçen her günle dostlukları daha da pekişiyor Hüseyin'le komşu makinada çalışan işçi kadının. Dostluk öylesine gelişiyor ki, gün geliyor Hüseyin onsuz; o Hüseyin'siz olamayacağını anlıyor. Uzun sözün kısası, evleniyorlar. İyi ama, Hüseyin evli zaten. Köyünde bekleyeni var. Ama gönül ferman dinler mi? Kimbilir, gönül mü ferman dinlemedi, yoksa Hüseyin aradığını bulduğu için mi başka şeyi düşünemedi, orası kayıp? Bir de şu var ki, köyünde evlenirken hiçbir tercihi olmamıştı Hüseyin'in. Yani "şu kız mı, bu kız mı" denmemişti. "Dengi dengine" demişti anası, o kadar. Hiç tanımadığı, huyunu suyunu bilmediği biriyle evlendirilmişti Hüseyin. Bütün bunları bir yana itmiş miydi? Anasından, köyünden kopmuş muydu Hüseyin?. İşte orasını bilmiyoruz işin. Eğer köyünden, anasından, karısından kopsa, öyküsünü sunduğumuz türkü olmayacaktı bugün.

Anasını, karısını, köyünü birbir anlatmış Hüseyin, Suna'ya. Suna da hiç birine olmaz dememiş. "Senin köyün benim köyüm. Senin anan, benim anam sayılır. Karınla da bacı kardeş gibi geçinip gideriz. Köyün şartları dersen, seninle olduktan sonra her güçlüğü yenerim ben" der. Eee devir de eski devir. Arkadaş sen resmen evlisin. Bir daha evlenemezsin. Yasaktır, diyen yok.

Sırt sırta bir süre daha çalışıp, köye dönmüşler. Dönmüşler ya, Suna İstanbul kızı. Ne de olsa konuşması, giyinişi, davranışı değişik. Kendisi, iyi hoş! Öyle kendini beğenmiş cinsinden değil. Zaten öyle olsa, kalkar alıştığı çevreyi bırakıp, köyün şartlarına razı olur muydu? Olurdu ya da olmazdı! Sorun o değil. Asıl sorun, kentte doğmuş büyümüş kızın, köy şartlarına tez zamanda uyamaması. Almış ortalığı bir dedikodu:

"Hüseyin"in İstanbul'lu avradı çarşaf giymiyor. Hüseyin'in avradı ite, köpek diyor. Hüseyin'in avradı aşağı, Hüseyin'in avradı yukarı. Bir iki olsa, neyse ne! Gün yok ki yeni bir dedikodu gelmesin Hüseyin'in kulağına.
Doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamış. İnsan çeşittir demiş. Kısım kısımdır demiş. Her insan doğduğu, büyüdüğü yerin şartıyla oluşur demiş. Ama dinleyen kim? Her önüne gelen veryansın ediyor Hüseyin'in İstanbul'lu karısına. Hüseyin'se duygulu bir insan. Sanatçı yanı da var biraz. Sazı dinlenir, sözü sohbeti yerinde. Ama ne etmişse alamamış dedikoduların önünü. Uykuları kaçar olmuş. Hayal meyal düşlerle uyanır olmuş. Uyanmak için, uyumak gerek. Uyuyamıyor ki Hüseyin. Giriyor yatağa, çıkıyor yataktan. Kirpik kirpiğe değmiyor. Hayal mi, düş mü karmakanşık duygular içinde.

"Bu böyle sürüp gidemez, bir şeyler yapmak gerek" diyor ve kararını veriyor. "Haydi İstanbul'a gidiyoruk. Ananı babanı göresmişsindir. Aylar geçti görmedin onları" diyor Suna'ya. Suna itiraz edecek oluyor. "Değmez o yolu çekmeye. Hele yaz olsun. Gidip gelmesi kolay olur" diyorsa da Hüseyin kararlı. Artık bu huzursuzluğa bir son verecek. Kalkıp düşüyorlar yola. İlçeye gelip, biniyorlar trene. İkinci istasyona geldiklerinde, Hüseyin'in bir elinde sazı, bir elinde su testisi iniyor aşağı. Su doldurup geleceğini söylüyor. İniş o iniş. İki dakika. Üç dakika geçiyor Hüseyin yok. Tren usul usul hareket ediyor, yine ortalıkta yok. Suna, bir bekliyor, iki bekliyor, sarkıyor pencereden çevreyi gözetliyor, Hüseyin yok. Arka kapılardan binmiştir deyip oturuyor yerine.
Aşağıda Hüseyin, trenin hareketiyle çıkıyor gizlendiği yerden. Alıyor sazını eline. Oturuyor bir taşın üstüne. Vuruyor tellerine sazın. Vuruyor ki, kızgın, öfkeli, özlemli. Yalvarıyor mu, bir şeylere baş mı kaldırıyor, orası kayıp!

İnsan kısım kısım, yer damar damar
Kaşların lamelif, gözlerin kamer
İnce bel üstüne olayım kemer
Yakışır güzelim, gör beni beni

Hüseyin der, İstanbul'a gideyim
Değmen bana bu dertten öleyim
Güzelim kapına köle olayım
Müşteri bulursan ver beni beni

Ve avuçlayıp yüreğini, koyuyor ortaya. Köle olup satılmaya razı. Ama ayrılmak gelmiyor içinden Hüseyin'in. Ayrılmak gelmiyor ya, Suna'yı trene bindirip İstanbul'a gönderen de kendisi. Oturup ağıdını yapan da.
Ne diyelim. Diyeceğimiz şu; kara tren almış götürmüş Suna'yı İstanbul'a. Hüseyin de dönmüş köyüne. Dönmüş köyüne ama, hali hal değil Hüseyin'in. İçine kapanmış. kimseyle konuşmuyor. Eski neşesi bitmiş Hüseyin'in. Bir tek dostu bağlaması. Çekiyor döşüne, çalıyor, söylüyor. O kadar. Günde özlem dolu, sevgi dolu bir kucak türkü kalıyor Hüseyin'in günden de eriyip akıyor. Rengi soluyor. Benzi atıyor. Çok geçmeden de, genç yaşta göçüp gidiyor dünyadan. Ardında tümü de özlem dolu, sevgi dolu bir kucak türkü kalıyor Hüseyin'in.

Tarantula_
02-12-2009, 15:02
İSLAMOĞLU

Bundan 200 yıl kadar önce uşak yöremizde İslam oğlu adında biri yaşarmış .

İslam Oğlu köyünde, yufka yürekli tanınan iyilik sever kimseyi incitmeyen bir insanmış.

Cana kıyacağı kimsenin aklından bile geçmeyen İslam Oğlu bir gün kahvede otururken ufak bir münakaşa sonunda arkadaşını öldürüyor. Ve dağa çıkıyor.

İslam Oğlu nun peşine bir çok zaptiye salınıyor fakat aylarca ele geçmiyor.

Bir gün köyün yakınlarında ulu bir çınar ağacının altında otururken köylüler İslam oğlu nu görüyorlar. Hemen zaptiye ye haber salınıyor. İslam oğlu aptestini almış tam namaza durduğu sırada zaptiyeler kendisine ateş açıyorlar. İri gövdeli İslam oğlu ulu çınar ağacına yaslanıp öylece kalıyor.

Yere yığılmayan İslam oğlunu ölmedi zanneden köylüler 4 gün yakınına varamıyorlar. 4 gün sonra ceset yere yıkılıyor.

İslam oğluna yakılan bu türkü bugün hala uşak yöresinde düğünlerde söylenir.

Ellerde kaşıklar çalınarak, kıvrak zeybek olarak oynanır.


İslam oğlu efem derler benim şanıma
Üç atlı gelemiyor yanıma

İslam oğlu iner gelir inişten
Her yanları görünmüyor gümüşten

İslam oğlu kale yapar taşınan
Gözlerim doldu alkan ile yaşınan

Tarantula_
02-12-2009, 15:02
KAÇINDASIN ÜMMÜ GELİN KAÇINDA

Suya düştü tutamadım kolunu,
Uzakta gitti bilemedim yolunu,
Güzel de mevlam kısmet etmiş ölümü.
Kanlı da çaylar nerelere kodun ümmü'mü,
Suna boylumu...


Hey gidi çaylar hey!. Kanlı çaylar! Kuruyası çaylar. Katil çaylar hey! Hey ki hey! Gün olur şırıl şırıl akarsınız. Kurt-kuş, yazı-yaban; cümle yaratık su içer yatağınızdan. Tarlayı takımı sularsınız yer yer. Kimi yerde de barajları doldurur, ışık verirsiniz çevreye. Koca koca aletler sizden can alır. Sonra... Balık verirsiniz insanlara. Kuzu gibi yayınlar, pullular, alabalıklar. Sonra, sonra? Buharlaşır yağmur olursunuz, çifte çubuğa bereket salarsınız.

İyi... Hoş; peki neden azarsınız bazen? Ceyhan olur gencecik kızları, oğlanları yutarsınız? Kadir'in memet yeni yetmeydi daha. Suç mu etti serinlemek için suya girmekle. Ya musto'nun oğlu? Ya danacı'nın kızı? Birer birer yem olmadılar mı ceyhan'a? Hepsini saymakla bitmez. Daha niceleri var. Ya fırat'ın yuttukları? Ya dicle'yi kış kıyamette taşlara basa basa geçmek isteyip de sulara yuvarlananlar! Ya, zap suyu! Ya kızılırmak!.. Gelinle birlikte, beşyüz atlı dökülmedi mi kızılırmağa? Şu... Bu. Neyse ne! Sonunda gelir gelir de, o güzelim çayların adını "kanlı çaylar" ediverir. Ölen de öldüğüyle kalır. "ehh kaderi böyleymiş. Kadir mevlam böyle istemiş" der, kapatır ağzını insan. Ama türküler var ya türküler. Kimse kurtulamaz türkülerin dilinden. Rezil eder insanı türküler. Anlayana çok şey der türküler. Anlayan anlar!.. "suya düştü tutamadım kolunu" derken, "bir köprü olsaydı çayın üstünde, ne ümmü gelin suya düşerdi, ne de ben kolunu tutmaya çalışırdım" der söyleyen. Ama devir eskiymiş, köprü yapma olanağı yokmuş, vız gelir türkülere... O; olması gerekeni bilir; olması gerekeni söyler. O kadar!

Kimi ümmü'yü denizli'nin çal ilçesinin bekilli köyünde yaşatır; kimi, "gediz" diyenler var". Menderes diyenler var. Bir de, "dalaman çayına düştü ümmü diyenler var. Neyse ne! Bunlar kayıp! Bilinen şu ki, ümmü, güzel bir köy kızı. Güzel ama öyle tanıma gelmeyen cinsinden ümmü'nün güzelliği. Ay parçası gibi. Güzelliği herkesin dilinde. Köyün sınırlarını aşıp, komşu köylere de ulaşmış namı. "filan köyden, filanda bir kız var ki, mevlam övmüş de yaratmış. Daha yaşı onüç, ondört; ama boyu sülün gibi. Bir endam, bir çalım var ki, iyi kapılara nasip etsin yaradan". Bilen bilmeyen, duyan duymayan övgülüyor ümmü'yü. Ve gelip yamaç köylü ali'nin kulağına kar suyu oluyor ümmü'nün güzelliği. Aziz'in köyüyle ümmü'nün köyü yakın. İki köyün sabah horozlarının sesi karışır birbirine. Bağırsa duyulur birinden ötekine. Aralarından bir çay akıyor köylerin. Yazın kuruyup, suyu azaldı mı geçit veriyor. Ama kışın karı eriyip de köpük köpük kabarınca, geç geçebilirsen. Ancak üstülembeç taşını atlamak gerek çayı geçmek için.

Aziz'in gönlüne, ümmü'nün güzelliği gelip oturuyor ya, ümmü'nün haberi yok bundan. Derken aziz'in köyünden ümmü'nün köyüne bir kız veriliyor. Kıza nişan takmaya gelenler arasında ümmü de var. Nişan evi de aziz'in yabancısı değil. Ortalık işlerine o da yardım ediyor. Konukları ağırlıyor. Gelenlere yer gösteriyor. Yiyecek, içecekleri dağıtıyor. Ha, aziz'in yakışığı da yerinde. Gösterişi iyi. Herkes de sevgi gösteriyor aziz'e. Ortalıkta fırıl fırıl dönüyor. Göz ucuyla da konukları süzüyor. Birden çarpılmış gibi sallanıyor yerinde aziz. Elindeki şerbet testisi düşüp kırılıyor. Gözgöze geliyorlar ümmü'yle. Ümmü de çarpılıyor birden. Aziz'in yakışığı onu da çarpıyor. Uzun sözün kısası, gözlerinden gönüllerine ılıklık akıyor ikisinin de. O kadar!

Sonra, araya zaman giriyor. Arada karşı köye gittiği oluyor aziz'in. Uzaktan uzağa gözgöze geliyor ümmü'yle. İç geçiriyorlar, işmarlar, sonra da ayrılık. Bir aracı kadın buluyor aziz sonunda. Haber salıyor ümmü'ye. "böyleyken böyle. Babana dünür gönderip istetecem seni. Ne dersin?" Diye. Ümmü hazır zaten. Havalara uçmuş haberi duyunca. Gelgelelim babası inat. Güveni yok babasına ümmü'nün. Ya "yok derse. Ya kızımı başkasına verecem" derse, diye bir korku sarmış ümmü'yü.

Üçbeş emmi, dayı bir araya getirip, karşı köye göndermiş aziz. Kendisi de, gidenlerin yolunu sabırsızlıkla beklemeye başlamış çay kenarında. Derken gidenler görünmüş uzaktan. Aziz koşa koşa ulaşmış yanlarına. Suratları asık hepsinin de. "adam kesti attı. Hatır gönül de kalmamış kimsede. Herşeyin bir yolu yordamı var. İnsan kestirip atmaz ki böyle işlerde. Baldırı çıplağın biri aziz. Davul dengince döver. Benim ona verecek kızım yok. Buraya da gelmemiş olun" diyor. Aziz'in beti benzi atmış. Neye uğradığını bilememiş. "dengi dengine ha!.. Görür o!" Demiş. O kadar!

Çok geçmeden de ümmü'nün nişan haberi gelmiş. Babası tez elden bir tanıdığının oğluna vermiş ümmü'yü. Hem de ümmü'ye hiç sormadan. Gizlice de ümmü'den haber geliyor aziz'e: "ben gönlümce varmıyorum. Ne yapıp yapsın, götürsün beni aziz" diyor.

Aziz de haber salıyor ümmü'ye, "sabret hele. Sabret ki herşeyin vakti saati var. Sen hazır ol yeter ki. Haydi deyince bohçan hazır olsun. Gerisine karışma."

Çok geçmeden de düğün davulları vurmaya başlıyor. Ümmü derseniz ateş üstünde. Durmadan haber salıyor aziz'e: "daha ne bekliyor. Yoksa üç çocuk anası olunca mı kaçıracak beni. Yazık olsun erkekliğine" diyor. Sonunda aziz de diyeceğini iletiyor ümmü'ye. "koy ki, üç gün, üç gece davullar çalsın, zurnalar ötsün. Koy ki ağa baban, bey oğlu damadıyla yağlı ballı olsun. Koy ki düğün alayı seni almaya gelsin. Okuyucular ünlesin, pehlivanlar yağlansın. Şenlik şamata olsun. Albürgünü çemirle, bin atına. Sonra da dehle atı çaya doğru. Gerisine karışma."

Ümmü'dür haberi bir iyice yarleştirmiş kafasına. Planını kurup, sonra da vakti saatini kollamaya başlamış. Ne zaman ki davul-zurna gelin alma havasını vurunca, ümmü'nün yüreği de bir inip, bir kalkmaya başlamış. Al atı çekmişler evin sekisine. Al duvağını çemirleyip, bir sıçrayışta binmiş ümmü ata. At şaha kalkmış ilkin. Sonra da ümmü'nün usta ellerine teslim etmiş kendini. Tozu dumana katarak gözden ıramış ümmü. Herkeste bir şaşkınlık. Kimi "at huylandı gelini kaçırdı", kimi de "ümmü gönülsüzdü zaten. Babası aziz'e vermedi diye aldı başını dağlara kaçtı" diyor. Kimileri de "ümmü babasına garez düğün gününde aziz'e kaçtı." Diyor. Tevatür çeşit çeşit.

Öte yandan ümmü, sözleştiği yerde aziz'i bekler bulmuş. Vakit kaybetmeden, ata terkileşip çay boyunca kovmuşlar. Ta ki, çayın dar boğazına gelene dek. Dar boğazdaki üstlembeç taşına gelince, inmişler attan. İnmişler ya çay azgın. Dalgalar kudurmuş. Arkadan babasının adamları yetişti yetişecek. Gerçi atlamak zor. Ama, çay boyu at sürüp, yakalanmaktansa taştan atlamak daha kolay. En iyisi hızlanıp atlamak karşıya. İlkin aziz atlar taşa. Ümmü'yü tutmak için de elini uzatır. Ümmü de geri çekilip, hız alır. Atlar. Al duvağı ayaklarına dolaşır, suyu boylar. Aziz vakit geçirmeden atlar suya. Ama batar ümmü. Bir tek al duvağı yüzer suyun üstünde. Al duvağa sarılır aziz. Bakar ki boş. Atar elinden, dalar suyun dibine. Ama çay azgın. Dalgalar kuduruk. Sonra bir daha çıkar ümmü su yüzüne. Aziz o tarafa kulaç atar. Ama yetişmesine kalmadan, yine batar ümmü. Sonunda kolu kanadı kırık, çıkar su kenarına aziz. Çıkar da, ümmü'nün duvağı elinde ağlar ağlar.

Geriden yetişenler aziz'i böyle görünce durumu anlarlar. Ümmü'nün babasına haber ulaşınca, "kızımı çaya attı. İsteyerek attı çaya. Kendine vermedim diye, boğdu kızımı aziz" deyip, doğruca karakola gider. Bir yandan davulcusu, okucusu ümmü'yü arar çayda; biryandan elleri kelepçeli aziz şehire götürülür. "kızımı istedi vermedim. Sanra da düğün günü o'nu kaçırıp aya attı. İşte tanıklarım var. Bu adamlar görmüş ümmü'yü aziz'in çaya attığını" diye yalancı tanıklarla mahkemeye başvurmuş ümmü'nün babası. Yargıç ilkin aziz'e sormuş: "ayağı duvağına dolaştı, çaya düştü" demiş aziz. Kapamış ağzını. Başka bir şey dememiş.

Tanıklar bir ağız etmiş konuşuyorlar: "biz gözlerimizle gördük. Aziz attı ümmü'yü! Baban seni bana yar etmez; kimseye de olma! Diye itti çaya ümmü'yü." Deliller aleyhine aziz'in. Hiç de tanığı yok. Yani ki, aziz'den yana tek ifade yok. Hepsi kasten attı çaya diyor. Sonunda kararını açıklıyor mahkeme yargıcı: "tanıkların ifadesine göre ümmü'yü kaçırıp, cebren çaya atarak boğulmasına sebep olmaktan... Ölüme mahkum ediyorum" diyor. Aziz taş gibi. Aziz zaten ölü. Ümmü'sünü yitirmiş ki, dünya dar geliyor zaten aziz'e. Kararı dinliyor. Kılı kıpırdamıyor. Tınmıyor hiç.

Devir de eski, yargıcın dediği dedik. As as!.. Kes kes! O kadar! Atıyor dama aziz'i. Günlerini sayıyor. Hiç kimseyle de konuşmuyor. Zaten ayrı bir hücrede. Sıkıntısını türkülere döküyor. Sesi de çok güzel aziz'in. Aziz'i ölüme mahkum eden yargıcın evi de yakındır cezaevine. Bir geceyarısı yargıcın karısı, aziz'in yanık sesiyle uyanır. Dinler. Çarpılır birden. Aziz ağlayan, yalvarmalı bir sesle ümmü'nün çaya düştüğünü öykülemektedir türküyle. Yargıcın karısı kocasını uyandırır. "kalk hele bey. Senin idamlık mahkumun sesi ne güzel. Nasıl da öykülüyor ümmü'nün çaya düştüğünü" diyor. Yargıçtır, kalkıp kulak veriyor aziz'in sesine.


Ümmü

Kaçındasın gelin ümmü kaçında,
Sar(ı) altınlar dalabıyor saçında.
Gelin ümmü kaldı çaylar içinde

Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

Coşkun çaylar akmaz iken harladı,
Zalım düşman kollarını bağladı,
Gökte melek, yerde insan ağladı

Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

Bir el attım kapamadım kolunu,
Sarpa çattım bulamadım yolunu,
Yaşın onbeş, mehel m(i) gördün ölümü,

Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

Kapam dedim, kapamadım fesini,
Ayın onbeşine benzer kesimi,
Kulak verdim, duyamadım sesini,

Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

Başından yazmanı yörükler aldı,
Ağzından hızmanı balıklar aldı,
Gayrı kavuşmamız mahşere kaldı,

Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

Onsekizdir, siyah saçın örgüsü,
Bu güzellik sana hakkın vergisi,
Suya düştü ümmü kızın kendisi,

Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

Davulcusu kaya dibi dolaşır,
Seymenleri kuzu gibi meleşir,
Evlerine kara haber ulaşır,

Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

Altın tası suya düşmüş dalabır,
Sırma saçlar su üstünde yalabır,
Şu gelinsiz gelen kervan banadır,

Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

..............................................

Suya düştü tutamadım kolunu,
Uzakta gitti bilemedim yolunu,
Güzel de mevlam kısmet etmiş ölümü,

Kanlı da çaylar nerelere kodun ümmü'mü,
Suna boylumu.

Kadı da geldi mahkemeler kuruldu,
İfadesi mustantıktan alındı,
Komşuları hakka niye yoruldu,

Akmayası çaylar nerelere kodun ümmü'mü,
Suna boylumu.

Üç giderim beş ardıma bakarım,
Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim,
Hem ayrılık, hem ölüm kahrı çekerim,

Katil çaylar nerelere kodun ümmü'mü,
Suna boylumu.

"vay be!" Der yargıç. "vay ki vay! Aldanmışız. Yalancı tanıklara kanmışız. Suçlu olan hiç bu kadar içten söyleyebilir mi? Bunca güzel dillendirebilir mi olayı?" Deyip sabahı iple çeker. Mahkeme kararının düzeltilmesini sağlar. Aziz'i salar cezaevinden. Bu kez yalancı tanıklarla ümmü'nün babasını tıkar içeri.


Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 2
İstanbul, 2001





II
Bütün türkü öykülerindeki kızlar güzeldir ya; Ümmü hepsinden güzelmiş anlaşılan. Yaşadığı çağda onu delikanlılar paylaşamazmış; şimdi de ardından yakılan türkü paylaşılamıyor. Muğla'dan Eskişehir'e, Denizli'den Manisa'ya kadar nice Ege il ve ilçesi, Ümmü'nün yaşadığı yer olmakla övünüyor. Kimisi, "olay bizim burda geçmiş; Ümmü de Dalaman çayında boğulmuş" derken, kimileri, "Ümmü bizim hemşehrimizdir ve Gediz'de boğulmuştur" diyor. Bir başka ilçenin halkı Menderes'te boğulduğunu söyler Ümmünün. Aslında türküler böyledir; halkın ortak malıdır. Ege'nin tüm yörelerinde, Ümmü'nün öyküsü aşağı - yukarıya aynı şekilde anlatılır:

Güzel Ümmü'nün talibi pek çoktu. Hayli zengin olan babası, onu, zengin bir ailenin oğluna vermek istiyordu. Ümmü'nün gönlüyse kuş olup uçmuş; Ahmet adlı fakir bir delikanlıya konmuştu.

Ahmet, nice hatırlı kişileri koydu araya; gönlünü yapamadı Ümmü'nün babasının. Ürnmünün babası, "dediğim dedik, öttürdüğüm düdük" dedi ve kızını, çayın öte yakasındaki köyün ağasının oğluna verdi. Ümmü ak gelinlikleri giydi ama, gönlü karalar bağlamıştı.

Düğün kuruldu; zurna öttü, davul vuruldu. Geldi çattı gelin alma. Ümmü gelin ata bindirilip, güveyinin köyüne doğru yola koyuldu. Köprüye gelince olanlar oldu. Valla, köprünün altından bir kartal uçtu da at mı ürktü; yoksa Ümmü intihar için kendini mi attı, bilinmiyor. Bilinen şu ki; Ümmü, gelinlikleriyle boz bulanık sularda buldu kendini.
- İmdat! Yetişin! Kurtarın! diye bağıran çok oldu ya; çaya atlayan olmadı.

Olup bitenleri uzaktan izlemekte olan Ahmet yel oldu esti, sel oldu aktı ve kaldırıp kendini çaya attı. Az ilerisinde bürgüsünü gördü Ümmü'nün; oraya kulaç salladı. Daha yetişemeden, kendi gömüldü azgın sulara. Oraya yüzdü bulamadı, buraya daldı bulamadı. Ümmü gelin gitti gider...

Ümmü'nün babası, bu işi Ahmet'ten bildi. Kadıya, "kızımı çaya Ahmet itti" diye davacı oldu.
Mahkeme kuruldu; ifadeler soruldu. Nezaretteki Ahmet, idam edileceğinden değil; sevdiceğini temelli yitirdiğinden, kara yaslara büründü. Hücresinin demir parmaklı penceresi önünde, sesini kapıp koyuverdi; acısından türkü yapıp koyuverdi.
Ahmet'çik bilmiyordu ki; o pencere, Kadı'nın evine bakıyordu. Kadı türküyü dinleyince, Ahmet'in suçlu olamayacağını anladı ve onu aklayıp (beraat ettirip) salıverdi.

O günden öte, Ahmet'in yaktığı "Ümmü Türküsü" halkın dilinden düşmez oldu.



Kaynak:
Hamdi Tanses
Öyküleriyle Halk Türküleri - Notaları
Önel Verlag

Tarantula_
02-12-2009, 15:24
KARA KOYUN

Sürüden ayrılma karakoyunum,
Sulağa sarılma karakoyunum,
Gördünse darılma karakoyunum,
Kanlım olma karakoyun dön geri!

Karakoyun da karakoyun. Kanlı canlı. Atik. Ama kindar. Çobana kin tutmuş bir kez. Derler ki, karakoyun gözünü çobanın kucağında açmış. Kuzuluğu çobanın kollarında geçmiş. Onun sevgisiyle şımarmış, onun azarlarıyla üzülmüş. Günlerden bir gün de, çobanı ağasının kızı Gülhanım ile öpüşürken görmüş. Kinlenmiş. Kin, o kin. Sürüp gelmiş. Gelmiş de çobanın ölüm kalım gününe, dayanmış.

Olay çok eski. Yozgat'lılar "Bizde geçti" Çukurovalılar "Bizde geçti" der. Nevşehir'in Akpınar'lıları da kendi yörelerinde geçtiğini söyler olayın. Önemli mi? Önemli olan olayın halkın diline dolanıp ilden ile, dilden dile dolaşıp günümüze dek gelmiş olması. Bir de şu var ki; bu türkü ötekilerden farklı olarak yalnızca kavalla çalınıp söyleniyor. Ağzı dili kaval oluyor bu türkünün. Biz diyelim Ahmet, siz deyin Mehmet. Adı önemli değil. Çoban kendisi. Günlerden bir gün, bir Türkmen obasına gelip iş istemiş. Oba Beyi durumuna bakmış, temiz yüzlü, dürüst bir insan: Yanına alıp sürüyü teslim etmiş. Çoban da yakışıklı. Genç. Boypos yerinde. İşi gücü koyunlar. Sabahın erinde dağ yolunu tutuyor, akşamın geç vaktine kadar şu yamaç senin, bu yamaç benim dolaşıp duruyor. Koyunlarının sağlığıyla seviniyor, onların hastalığıyla üzülüyor. Bir koyunun tırnağına taş batsa, uykusu haram oluyor. Sabaha dek, kırk kere kalkıp bakıyor, kırk türlü ilaç sürüyor yaraya, iyi olana dek omuzunda getirip götürüyor koyunu. Avucunda ot yedirip, külahında su içiriyor. Ha! Bir de şu var, çok iyi kaval çalıyor çoban. Zaman zaman diğer çobanlarla düzenlenen yarışmalarda hep birinci oluyor. Kavalıyla yürütüyor koyunları, kavalıyla durduruyor.

Çoban bu! Kavalı da ortada. Bir de Oba Beyi'nin kızı var. Adına Gülhanım derler. Diğer çobanlar bir övgülüyor, bir övgülüyor ki Gülhanım'ı; çobanın içini bir ateş yakıyor. Daha tanımıyor oysa. Görmüşlüğü de yok. Şundan ki, kendisi çok erken alıyor koyunları ağıldan, çok geç dönüyor. El ayak çekilmiş oluyor o zamana dek. Ama, gün gün de büyüyor içinde Gülhanım. Günlerden bir gün, akşam karanlığı basmadan dönüyor obaya. Yanında diğer çobanlar da var. Ağır ağır sürüyü indiriyorlar ağıla. Tam çeşmenin yanından geçerken bir fısıltı tutuyor çobanları. İşaretle Gülhanım'ı gösteriyorlar. Çoban başını çevirip bir bakıyor ki ne görsün. Ay parçası gibi bir kız. Kırmızı basma fistan. Uzuna yakın boy. Saçları da dizinde. Parlak ela gözler. Başında bir sıra altın dizili. Çoban ufaktan kavala sarılıyor Gülhanım'ı görünce. Bir başlıyor üflemeye ki, Gülhanım sesin geldiği yana başını çevirmeden geçemiyor. Gün o gün; saat o saat! İçinden bir şeyler kaynayıp akıyor ikisinin de. Diyeceksiniz biri ağanın kızı, biri çoban. Ama gönül ferman dinler mi? Göz görüp gönül sevmeye görsün bir kez.

Günler günleri, aylar ayları eskitiyor. Oba koşullarında görüşüp gönüllerini hoşediyorlar. En güzeli de çobanın akşam sürüyü ağıla getirmesi. Kavalıyla her demek istediğini iletiyor Gülhanım'a çoban. Artık öylesine tanıyor çobanın kavalını Gülhanım, çok uzaklardan bile kavalla dediklerini bir bir anlıyor. Diyelim, çoban sürüyü tepeden bayıra indiriyor, kavalına da üflüyor bir yandan. Elin diliyle dediklerini, o kavalıyla söylüyor. Aslında söyleyenden çok dinleyende keramet Dinleyen de öylesine alışmış ki kavalın sesine şıp diye anlıyor kavalın dilini.

Günler böyle geçip gidiyor. Hani çıkıp Oba Beyi'ne, "Böyleyken böyle. Gülhanım'ı Allah'ın emriyle bana ver" dese güler adam. "Ben ki koskoca Karakeçili Aşireti'nin beyiyim, kızımı çobana verecem. Güler elin adamı be!" demez mi? Der elbette. Devir eski devir. Değer ölçüleri böyle. Zenginin kızı zengine, çobanın kızı çobana. Yani ki, "Bu iki genç birbirine yakışıyor. Parası, malı mülkü de önemli" değil denmez. Çoban da bunlan bildiği için gidemez kızın babasına. Bir gün, beş gün derken günler geçip gider. Gizli gizli bakışırlar. O kadar!

Bir akşam üstü, çoban koyunları sağılımdan alıp gece yayılımına çıkarır. Yayılım yeri de çok uzak değildir köye. Bir yandan koyunları yayar, bir yandan veryansın eder kavala. Gülhanım da yatağının içinde bir o yana döner, bir bu yana. Çobanın kavalıyla anlattıklarını dinler. Derken ses kesiliverir birden. Gülhanım daha bir kulak kabartır. Daha dikkatli dinler. Iıh. Ses yok Herhalde uykuya daldı der, keser umudunu yatar yatağa. Ama kulağı yine kaval sesindedir. Çoban derseniz, sürüyü otlağa yayıp yan gelmiştir bir kayanın dibine. Keyfince Gülhanım'a çalıp söylüyordur kavalıyla. Birden karabaş köpeğin havlaması hızlanır. Derken canhıraş sesi duyulur köpeğin. Sonra da hepten susar. Çoban fırlar yerinden. Kavalını bırakıp silaha sarılır. Ama firsat kalmaz. Dokuz kişi birden sarar çevresini. Elini kolunu bağlayıp koyarlar bir kenara. Sürüyü dehleyip götürmek isterler. Ama bir tek koyun yerinden kıpırdamaz. Meleyip bağırmaya başlarlar. Çoban dayanamaz "Benim koyunlar alışıktır. Kavalımla onlara yol vermezsem şurdan şuraya gitmezler. Kollarımı çözerseniz, kavalımla yola düşürürüm sürüyü" der. Elini çözerler. Kavalını verirler. Çoban başlar üflemeye. Başlar üflemeye ya, bir yandan koyunları kımıl kımıl kımıldatır; öte yandan durumu Gülhanım'a bildirir. Şöyle der kavalıyla çoban:

Dokuz atlı geldi sürüyü bastı,
Kıl bağı çok sıktı kolumu kesti,
Kara köpeciğim kanları kustu,
Sürünüz gidiyor ulaşın beyler.

Gülhanım fırlar yatağından birden. Kulak kabartır. Çobanın söylediklerini anlayıp babasına koşar. "Baba baba sürüyü uğrular bastı. Köpeği öldürüp çobanı bağladılar. Sürüyü önlerine katıp götürüyorlar. Acele önlerini çevirirseniz kurtarırsınız. Yoksa elinizi yuyun sürüden" der. Babası, oğullarını atlarına bindirip vurur özengiyi. Şura senin bura benim derken kavalın sesini duyarlar. Yolun kuytu yerini seçip pusu kurarlar. Tam uğrular önlerinden geçerken üstlerine atlayıp ver ederler dayağı. Kimi sağa kimi sola kaçıp kaybolur uğruların. Sürüyü önlerine katıp obaya dönerler. "İyi, hoş. Ama bu işin içinde bir bit yeniği var" der babası. "Nasıl oldu da uğruların sürüyü bastığını, köpeği öldürdüğünü bildin." Gülhanım ilkin hık mık eder. Sonunda boynunu büküp, "Çoban, kavalıyla anlattı bana" der. "Kaval konuşur mu?" diye karşı çıkar babası. Gülhanım, "Bizim çobanın kavalını ben anlarım" der. Babası işin içinde iş olduğunu sezinler. Çağırır çobanı yanına "Tez zamanda obayı terket. Sen kim oluyorsun ki benim kızıma göz koyuyorsun" diye küplere biner. Çobanın boynu eğik. Ne desin. Suspus olur. Çevreden olaya tanık olanlar, durumu obanın yaşlılarına iletir. Yaşlılar bir araya gelip duruma el koyarlar. "Dur" derler Oba Beyi'ne. "Böyle kaldırıp atamızsın bu adamı. Bir fırsat verelim ona. Oba törelerine uygun olarak sorgulayalım". Üç kişilik bir oba meclisi kurarlar. Bu meclis ne derse o olacak. Çağırırlar Oba Beyi'ni de, çobanı da. İlk, çoban anlatır. "Göz gördü gönül sevdi" der. "Gönül ferman dinlemiyor ki" der. Şunu der, bunu der. Sonunda "Gülhanım'ı gördüm vuruldum. O da bana vuruldu. Ben onu sevdim, o da beni sevdi. Bugüne dek yüreklenip, Tanrı buyruğuyla isteyemediysem, suç benim değil, kötü törelerin. Kusur ettiysem bağışlayın. Meclisiniz ne karar verirse boynum kıldan ince" der, saygılar meclisi çekilir. Söz Oba Beyi'ne gelince; "Ben ki bu obanın beyiyim. Ağasıyım ünüm şanım yerinde. Gözüm nuru kızımı, dengimde birine vermek isterim" der. Daha başka şeyler de der ya, sonunda "Benim aklımın almadığı bir kaval meselesi var. Bu işin içindeki bit yeniği kafamı bozuyor. Nasıl oluyor da kavalıyla konuşabiliyor. Nasıl oluyor da kızım bunları anlıyor. Aklım almıyor. Bu danışıklı döğüş gibi geliyor bana. Beni rezil etmek için uydurdular bunu. Aslında hırsız da, sürünün çalınması da bir oyundu gibi geliyor bana. Ama yüce meclisiniz ne karar verirse razıyım" deyip noktalar sözlerini. Meclistekiler verir kafa kafaya. Doluya koyarlar almaz; boşa koyarlar dolmaz. Sonunda şöyle bir karar verirler. Çoban, koyunlarına üç gün, üç gece tuz yalatacak. Sonra da suyu geçirecek. Suyu geçecek koyunlar ama, bir tek damla su içmeden. Eğer üç gün, üç gece yaladığı tuza rağmen koyunlar su içmeden çayı geçerse, kızla evlenecek çoban. Yok koyunlardan bir tanesi bile su içerse, çoban davayı kaybedecek. Obayı terkedecek. Çoban da Oba Beyi de karara "evet" demiş. Ve üç gün, üç gece koyunlara tuz yalatmışlar. Üç gün sonunda, ihtiyar meclisi, Oba Beyi ve çoban gelmişler çayın kenarına. Bir yandan da koyun sürüsü koyverilmiş ağılından. Koyverilmiş ki aman aman. Yazın sıcağında güneş tepeden vurur. Üç gün üç gece de tuz yalamış ki koyunlar; yürekleri yanıyor. Bir damla suya hasret. Bir koşu yönelmişler çaya. Koyunlar çayırı bir yakasından gelir; çoban çayın öbür yakasında. Ve elinde kavalı çobanın. Elinde kavalı ki, tüm umudu kavalında.

Bir de, Karakoyun var sürünün içinde, elinde doğmuş çobanın. Karakoyun yaman koyun. Leb demeden leblebiyi anlıyor. Kaval sesine de bir alışkın ki Karakoyun eh! Ne demek istediğini anlar çobanın. Ve de nerde duyarsa duysun, tanır kendi çobanlarının kaval sesini. İşte, suyu içirmemek için bir kavalına, bir de Karakoyuna güveniyor çoban.

Ne zaman ki sürü yamaçtan görünmüş, elindeki kavalı ufaktan ufaktan ağzına götürmüş çoban. Başlamış üflemeye. Çoban üflüyor kavalını ve sürüdeki her bir koyuna ayrı ayrı yalvarıyor. Ne dediğini, neler söylediğini koyunlar bir bir anlıyor. Şöyle yalvarıyor çoban koyunlara:

Koyun seni yedi yıldır güderim,
Sizi kor da nerelere giderim,
Gülhanım'ı yedi yıldır severim,
Bildin mi sevdiğimi Alakoyunum.

Ben sürümü yaydım yaydım getirdim,
Keyfi yetti, argacına yatırdım,
Bacın sağdı, ben südünü götürdüm,
Ablanı seveyim Ağcakoyunum.

Ak taşlara tuzunuzu ekerim,
Siz yedikçe, melül melül bakarım,
Ben aşkımla yüreğimi yakarım,
Gördün mü sevdiğimi Karakoyunum.

Çoban bunları dillendiriyor kavalıyla ya, koyunlar üç gündür tuz yalamış. Bir tek damla su içmeden, tam üç gün, üç gece tuz yalamış koyunlar. Yürekleri yanıyor. Bir de güneş var ki tepede; fırın gibi ortalık. Yürek yanığı bir yandan; güneş bir yandan. Çay da bir akıyor ki şırıl şırıl. Çoban yine Karakoyuna dil eder kavalını...

Karakoyun sana tuzlar yalattım,
Yalattım da ciğerciğim doğrattım,
İşte seni su başına ilettim,
İçme koyun içme haydi dön geri,

Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.
Tanla gelir sarı çanın avazı,
Kimi allar giymiş, kimi kırmızı,
Dönüp kılsam ben bir sabah namazı,

İçme kayun içme haydi dön geri,
Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.
Eğilip içenler onup yetmesin,
Yedip güden çoban gayri gütmesin,

Yaydığı yerlerde otlar bitmesin,
İçme koyun içme haydi dön geri,
Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.

Koyunlar iniyor tepeden, ama ne iniş! Yürümüyor koşuyorlar; koşmuyor uçuyor koyunlar. Koyunların yüreği yanık. Çoban korkulu. Ver ediyor kavala. Bir bir adlarını sayıp, döngeri etmek istiyor koyunları.

Hangi çoban size kaval çalacak,
Taze çimen, mor sümbüller solacak,
Gülhanımın gönlü öksüz kalacak,
Kanlım olma Akkoyunum dön geri.

Ak koyunum koyunların beyidir,
Karakoyun yüreğimin yağıdır,
Yaylası da Üçkapılı Dağıdır,
Kanlım olma Alakoyun dön geri.

Sürü suya yaklaştıça yaklaşıyor. Girdiler girecekler. Karakoyun duruyor birden. Kulak veriyor kaval sesine. Biraz daha yalvarmalı, biraz daha umutlu çalmaya başlıyor çoban. Kaval kavallıktan çıkmıştır artık. Kaval, kaval değil doğa yaratığı bir dil olmuştur. Bir dil olmuştur ki, koyunların anladığı lisandan konuşur. Ağlar. Yalvarır. Umutlanır. Velhasıl, her bir duyguyu alır çobandan, götürür Karakoyun'un kulağına koyar.

En çok Karakoyuna güvenmektedir çoban. En çok da Karakoyun'dan korkmaktadır. Neden derseniz. Karakoyun kinci koyun. Yaman koyun Karakoyun. Sürü kendi başına gidiyor, Karakoyun kendi başına. Ayrılıyor sürüden, bir koşu varıp suya ulaşıyor. Uzatıyor kafasını suya. Uzatıyor ki içti içecek suyu. Çoban daha içten daha yalvarmalı üflüyor kavalını.

Sürüden ayrılma Karakoyunum,
Sulağa sarılma Karakoyunum,
Gördünse darılma Karakoyunum,
Kanlım olma Karakoyun dön geri.

Kuzunu taşıdım, bahar çağında,
Gezdirdim otlattım, Çiçekdağı'nda,
Kurutma gülümü gönül bağımda,
Kanlım olma Karakoyun dön geri.

Karakoyun meler. Zıplayıp çıkar çayın kıyısına. Ve fırlayıverir birden sürünün önüne. Öyle bir yay çizer ki, koyunların önünde, hızları kesilir. Yavaşlar dururlar birden. Sonra Karakoyun önde, sürü peşinde ağır ağır girerler suya. Girerler ki, bir tek koyun kafasını uzatmaz suya. Karakoyun tırnak tırnak atar suyu. Boz bulanık olur suyun yüzü.

Güneş bir yandan, üç gün üç gecelik tuz yalayış bir yandan. Susuzluk bir yandan. Dayanamaz koyunlar susuzluğa. Ama Karakoyun durur mu? Öyle çekip çevirir ki sürüyü, bir teki bile suya uzatmaz kafasını. Vurur geçerler suyu. Çobanda bir heyecan, bir telaş, bir sevinç. Hepsi karışır birbirine.

Oba Beyi şaşkın. İhtiyar meclisi hafiften sevinçli. Karakoyun sürünün başında. Çoban bu kez yalvarmayı bıralap bir minnetle dillendirir ki kavalı; neler der, neler demek ister onu kendisi, bir de kavalını anlayanlar bilir.

Böyleyken böyle. Çoban kazanır davayı. Gülhanım'a kavuşur. Ancak Oba Beyi kızıyla çobanı evlendirmeden önce sorar: "Doğruluğunu, yiğitliğini kanıtladın oğul. Ama, anlamadığım bir şey var. Karakoyun neden diğer koyunlardan aynldı ilkin. Kinli kinli suya girdi. Sonra sana bakıp da suyu içmekten vazgeçti". Çoban yeniden sarılır kavala, soruyu kavalıyla cevaplar.

Yıllar var ki koyunları güderim,
Akşam gelir, sabahları giderim,
Koyun gibi, aşkımı da güderim,
Bağışla suçumu beylerin beyi.

Eridim su gibi ama akmadım,
Ne çiçeğe, ne çimene bakmadım,
Geceleri ışık bile yakmadım,
Bağışla suçumu beylerin beyi.

Gülhanım aşkında bana adaştı,
Kapandı gözümüz, gönlümüz taştı,
Bir gündü dudağım biraz yaklaştı,
Bağışla suçumu beylerin beyi.

Sel oldu çağlattı Karakoyunum,
Yüreğim dağlattı Karakoyunum,
Bunları anlattı Karakoyunum,
Bağışla suçumu beylerin beyi

Der ve kavalı bir yana atıp, eline sarılır Oba Beyi'nin. Oba Beyi de kucaklar çobanı. Gülhanım derseniz, sevincinden uçuyor. Sonunda onlar da erer muradına.

Tarantula_
02-12-2009, 15:28
KARADIR KAŞLARIN FERMAN YAZDIRIR

Karadır kaşların ferman yazdırır,
Bu aşk beni diyar diyar gezdirir,
Lokman Hekim gelse, yaram azdırır,
Yaramı sarmaya yar kendi gelsin.

Karadır Kaşların Ferman Yazdırır türküsünün kahramanı MUSTAFA TUNA ile 14 ARALIK 2002 tarihinde SEYİTGAZİ ‘deki evinde DSP Eskişehir Milletvekili NECATİ ALBAY ile birlikte yaptığım söyleşi...Mustafa TUNA ,astım hastası..Zor nefes alıyor,arada bir yanındaki astım ilacı aletinden nefes çekiyordu. Zaman zaman konuşurken zorlandı.

-Sayın Mustafa Tuna yıl 1944...Siz Seyitgazi’lisiniz, komşu kızına tutuluyorsunuz. Ama babanız evlenmenize karşı çıkıyor. Neden?

-Kızın babası Rum'dan dönme idi Babam ‘Ben soyuma Rum kanı katmam’ diye itiraz etti. Kanımıza karışmasın dedi. Belki de isabetliydi. Düşüncesi öyleydi. Ama gönül ferman dinlemediği için, biz kızı kaçırmak zorunda kaldık.

-Nasıl ve kiminle kaçırdınız?

-Arabacı Raşit vardı. Arkadaşımdı. Kız nişanlanınca, biz Raşit’in arabasıyla kaçırmaya karar verdik. Benim aracı kadınlarım vardı. Haber getirip götüren... Onlardan kızın ertesi gün çeşmeye geleceğini öğrendim. Bir yandan da kızın kına hazırlığı var. Bu iş bitiyor, biz bunu önleyelim dedik. Kızın eviyle, Kuruçeşme arasında dar bir sokak var. Arabayı sokağın başına çektik. Birgün önceden de atları nallatmışız. Herşey hazır. Kız testileri su doldurup, omuzuna almış. Sokak dar kaçacak-göçecek yer yok. Sabahın da körü... Saat 7-8 gibi. Kızı yakaladım. Duvara çarptım. Omuzundaki su testileri kırıldı. Kucaklayıp arabaya attım. Atları kırbaçladık. Yola koyulduk. Kalabalık bir gündü. Arabacı yolu şaşırdı. Planladığımız yola gitmedi. Eskişehir yoluna saptı. Zaten arabacı Raşit saralıydı. Nöbeti tuttu, titriyor. Kız bağırıyor. Bir elimle kızın ağzını kapatıyor, ötekiyle Raşit’i tutuyorum. Yuları kavrayıp, atların sırtına bineceğim ama, bu defa ötekiler arabadan düşecekler. Atlar başı boş koşuyorlar. Aniden bir de karşıdan kamyon çıktı. Eskişehir tarafından geliyor. Kamyonu gören atlar ürktü, anayoldan çıkıp, orman yoluna saptı araba.

-Ve ormanların gümbürtüsü başladı. Hangi ormandı bu?

-KIZILTEPE ORMANI diyoruz. Şu karşıdaki orman, Eskişehir yolunda. Atlar ormanın içine daldı. O arada millet de peşimize düşmüş... Jandarma süvarisi bir yandan çevirdi; kızın nişanlısının akrabaları öte yandan. Üstümüze geldiler. Nihayet arabayı çevirdiler. Teslim olmak zorunda kaldık.

-Alıp götürdüler sizi...

-Götürdüler, tevkif ettiler..27 gün yattım. Sorgu hakimi samimi bir arkadaşımdı. Ben o zamanlar Halkevi çalışmalarına katılıyorum. Oradan tanışıyoruz. Beni hapishane bahçesinde volta atarken görmüş, işaret etti bana. ‘Hayrola n’apıyorsun orada?’ diye sordu. Ben de ellerimi üstüste çaprazlayıp, tevkif edildim dedim. Gardiyanı gönderdi ‘yaz, tahliyemi istiyorum de’ dedi. Yazdım, imzaladım. ‘Sen aşağı in. Şimdi seni bırakacaklar’ dedi. Aşağı indim, beni tahliye ettiler. O zaman sorgu hakiminin yetkisi vardı. Ben tahliye oldum. Ama mahkeme devam ediyor. Dosya ağır cezaya, Eskişehir‘e gönderildi. Duruşmaya çağırdılar. Mahkemeye gittim. İlk duruşmada beni tevkif ettiler.

-Suç kız kaçırma tabii ki ?

-Evet evet. 431’e 62 inci madde gereğince dava açıldı. Mahkeme devam ediyor. İkinci duruşmaya kardeşimle babam, RAZİYE’yi de getirdiler.

-Babanız araya girdi yani?

-Evet, babam araya giriyor, kızın ifade vermesini istiyor. Alıp mahkemeye kızı getiriyorlar. ‘Ben gönlümle gittim. Beni kaçıran olmadı. Yaşım küçüktü,beni zorla evermek istediler, ben de Mustafa’ya rızamla kaçtım. Zorla filan götürülmedim.’ Bunlar zapta geçti. Savcı itiraz etti: ‘Kızın yaşı küçük, tanıklığı geçerli değil‘ dedi. Ben de ‘Sayın yargıç, akit kişiyi reşit kılar. O zaman küçüktü ama, olay olmuş. Kişi reşit sayılır ‘ dedim. Beraatimi ve tahliyemi istedim. İçeri girdiler, bir saat kadar kaldılar. Sonra kararı açıkladılar. Bir seneye mahkum edildim. Yalnız bu arada bir şey anlatmam gerek KARAKULAK diye biri var Seyitgazi’de... Varsıl. Benim onunla bir meselem var. Ben ilk 27 gün yatıp çıktığımda, peşime adam takıyor...Beni vurdurtmak istiyor. Adamın birine yüz lira veriyor. O da benim arkadaşımdı. Gelip bana durumu anlattı. Biz o yüz lirayla,gidip güzel bir rakı içtik. Sonra Karakulak’ı yolda çevirip rezil ettim. Beni vurdurtmak için verdiği yüz lirayla içki içtiğimizi söyledim. Boynuma sarıldı, gönlümü aldı. Dayı yeğen olduk. Aramız iyileşti. Ama sonradan öğrendim ki, bir senelik tevkifatımda onun parmağı var. Benim ceza almam için mahkemeyi etkilemiş. Yıl 1944, tek parti dönemi...Bu tür şeyler kolay oluyordu. Velhasıl biz bir yıl yatacağız. Ben temyiz ettim, fakat savcının kızı da mahkeme kaleminde memur olarak çalışıyor. Kayıttan geçirdiğim dilekçeyi, temyize göndermiyor. Ama dilekçenin tarih ve numarası elimde var. Bana karar tebliğ ediliyor, bakıyorum temyiz isteğim yok...Yazmamışlar. İtiraz ettim. Elimdeki tarih-numarayı gösterdim. Zaten tahliyeme iki ay kalmış. Gardiyana on lira verdim, yeni yazdığım dilekçeyi bakanlığa gönderdim. Tahkikat açıldı, müfettiş geldi. Haklı çıktım ama, bir sene yattım.

-Siz bu arada olayı türküye mi döktünüz?

-Ben Seyitgazi’deki ilk yirmi yedi günlük hapisliğimde, sazla türküyü söylemeye başlamıştım. Hapishaneden, dışarıya taştı türkü... Bütün Eskişehir’in dilinde. Öyle meşhur oldu ki türkü, Eskişehir yıkılıyor. Hapishanede berber Gazi vardı, idamlık. Seyitgazi’den. O beni koruyor. Kimse bana dokunamıyor hapishanede. Tatarlar var. "Leylalar" diye bir türkü söylüyorlar. Cümbüşün bini, bir para. Bizim türkü de her tarafa yayıldı. Ben günümü tamamlayıp çıkacağım sırada, Hakkı Efendi, yani kızın babası haber gönderiyor, "tahliye olduğunda doğruca bizim eve gelsin görüşelim" diyor. Ama babam kabul etmiyor. Ben babamı karşıma alıp da onlara gitmedim.

-Yani görüşmediniz...

-Ben kızla görüşüyorum, ama babasına gitmedim. Hatta hiç unutmuyorum, aracılar vasıtasıyla kız bana bir çevre göndermişti. Baktım olmayacak, babam reddediyor, 1948‘de terk-i diyar eyleyip, Ankara’ya gittim. Orada iş bulup çalıştım. İnşaatlarda çalıştım, taşeronluk yaptım.

-Eşiniz Hikmet Hanımla nasıl tanıştınız?

-Benim çalıştığım insanların akrabası idi. Her zaman görüyordum. Kısmetmiş, istettim evlendik.

-Şimdi şunu öğrenmek istiyorum 'Karadır Kaşların Ferman Yazdırır Türküsü' bu anlattığınız yaşam öykünüzün yansıması mı? Yani size ait değil mi?

-Bestesi de güftesi de bana ait.

-Başka türkü yaktınız mı?

-Şiirlerim çok, ama başka türküm yok.

-Bu türkü çok tutuldu. Herkes kendinden bir parça buluyor bu türküde... Öğrenmek istiyorum ‘Karadır Kaşların Ferman Yazdırır’ ne demek sizce?

-Yani hatıra yazdırıyor demek.

-Kaşları kara mıydı?

-Karaydı, çok da güzeldi rahmetli canım ...(Burada Mustafa Tuna’nın gözleri doluyor... Ağlamaklı oluyor)

-‘Bu aşk beni diyar diyar gezdirir’...

-Gezdirdi, uzun yıllar gurbette yaşadım. Yirmi iki yıl Seyitgazi’ye hiç gelmedim...

-‘Lokman hekim gelse, yarem azdırır’...

-Çare yok yani...

-Çare yok ‘Yaremi sarmaya yar kendi gelsin’

-Çok sözleri var türkünün ...Ama unutmuşum.

‘Anası Ümmü de babası Hakkı,
Bizi ayırmaya var mıydı hakkı,
Kuruçeşme suyu çağlayıp akar,
Anası çıkmış da yollara bakar.’

-Anasının adı Ümmü, babasının adı da Hakkı mıydı?

-‘Ormanların gümbürtüsü başıma vurur, Sevdiğimin hayali karşımda durur.’ ne demek?

Atlar ormana girdi ya...Onu kastediyorum.

-‘Kızıltepe ardıçları sallanır, Birgün evvel atlarımız nallanır’. Bir gün evvel Raşit atları nallatıp, arabayı hazırlamış yani...Öyle mi?

-Evet evet...Kızıltepe ormanı da Eskişehir yolu üzerindeki orman...

-Sonra Hikmet Hanımla evlendiniz. Siz mutlu oldunuz, karşı tarafın durumu n’oldu?

-O çok üzgün öldü canım...

-Yakında mı öldü?

-1989’ın 21 Temmuz’unda öldü. Şu şiirle andım ben..

‘Açmış kollarını kara toprak,
Seni bağrına basmak için,
Niçin niçin niçin,
Çektiğin ızdıraplar için.’

(Sözün burasında Necati Albay, araya giriyor.)

-Mustafa Abi, senin türküde unuttuğun yeri ben hatırlatmak istiyorum.

‘Dolana dolana geldim bacana,
Çay mı demletirsin Kadir kocana,
Danıştın da mı geldin Sultan Elif Hocana
Ölüm ver Allahım, ayrılık verme’

-Bunlar kim?

-(Necati Albay) Kadir evlendiği adam, Sultan Elif de , Demirci Guru Memed’in kardeşi, aracılık yapıyormuş.

-Benim yirmiyedi günlük hapisliğimde düğün yapıldı, evlendi. Altı ay, bir sene kocasıyla kaldı. Benim için ifade verdikten sonra, kocasının evine gitmedi, babasının evine döndü. İşte o zaman babası hapisten çıkınca doğru bize gelsin dedi. Resmen boşanmamışlardı; ayrıydılar. Babam da rıza göstermeyince ben buraları terkettim.

-Ne zaman terkettiniz; kaç yıl sonra döndünüz Seyitgazi’ye?

-1948 yılında terkettim; 1975 yılında döndüm. Çocukların çoğu gurbette doğdu.

-(Necati Albay) Babasıyla küsken arada bir ‘Köylü Gazetesi’ gönderirdi Seyitgazi’ye. Beni de aralarına alırlardı, babası Ahmet Amca bana okuturdu gazeteyi. Mustafa Abi’nin haberini öyle alırdık.

-Mustafa Bey, siz uygar bir insansınız, türkü yakanların duygusallığı fazladır. Hayatını o türküye bağlar, etkisinden kurtulamaz. Ama siz bunları aşmışsınız. Mutlu bir evlilik yapmışsınız. Meslek edinmişsiniz. Yetişkin çocuklarınız var. Yaşamda başarılısınız. Ama burada benim öğrenmek istediğim şey şu; kızı başkasına zoraki vermeleri, babanızın da itirazı mı sizi etkiledi? Olayın nedeni bu mu yani?

-Evet.

-Kız ile sonra hiç karşılaştınız mı?

-Kocası öldükten sonra bir iki karşılaştık. Ailesiyle sürekli görüşüyoruz. Tabii konu hassas olduğu için kimse üstüne gitmiyor.

-Mustafa Bey, peki bu türkü burada, Seyitgazi‘de doğmuş, Zonguldak’a nasıl maledilmiş?

-Vallahi bilmiyorum ki...

-(Necati Albay) Ağabey benim hatırımda kalan şu; ben sana hatırlatayım da sen ne dersen de... Bu türküyü sen Zonguldak’ta çalışırken, hani orada bir yerde çalışmışsın ya!

-Bartın’da ...

-Hah!. Oralarda çalışırken, Zonguldak türküsü diye verdin. Buraya maledilmesin, aileler üzülmesin diye. Benim hatırladığım, 1975’te sen buraya döndüğünde seninle konuştuk. O zaman sen bana böyle anlattın.

-Bu hastalık bende unutkanlık yaptı. Birçok şeyi hatırlayamıyorum. Türkünün çok sözünü de unuttum. Hatıra defterim vardı. Onu da yaktım.

-Şimdi işi yerine oturtmak gerek. Bu türkü Seyitgazi’li iki gencin yaşadığı olay üstüne yakılmış. Olayın taze olması nedeniyle kimi ayrıntılar gizlenmiş. Ama artık olan olmuş, ölen ölmüş... Gerçek neyse ortaya çıksın. Türkü de doğduğu yere maledilsin.

-Elli altmış sene geçti aradan. Ben yazdığım şeyleri hatırlamıyorum

-Bartın’da ne iş yaptınız?

-Tapu Kadastro’da çalışıyordum. Geçici görevle gittim. 1950’li yıllar olsa gerek.

-Mustafa Bey, bu bir fikri ürün. Araba üretmek, tarlada bir şey yetiştirmek gibi... Fikir üretimi... Size ait olan bu ürünü başkaları sahiplenmiş. Hem de siz sebep olmuşsunuz. Allah gecinden versin size bir şey olsa, bina mal-mülk geçer gider. Ama bunlar kalıcıdır. Bunlarla anılırsınız.

-İşte bilmiyorum gayri... Benim adıma bir şey kaydettirmedim. Kimse üzülsün istemedim

(Necati Albay elindeki dizeleri okuyor.)

‘Minareye çıkıp bize baktılar,
Arkamıza candarmayı taktılar,
Arabada sarılıp da yattılar,
Ölüm ver Allahım ,ayrılık verme.’

-Necati Bey daha iyi biliyor. Halka malolmuş. Ben unutuldum artık, halkın oldu türkü.

-Necati Bey, siz bir ay öncesine, yani 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar DSP Eskişehir Milletvekili idiniz. Benim de çok eski bir arkadaşımsınız. Bana da bu türküyü araştırmam için yardımcı oldunuz. Anlaşılıyor ki, ‘Karadır Kaşların Ferman Yazdırır’ türküsü, doğduğu yere mal edilmemiş. TRT kayıtlarında Zonguldak görünüyor. Oysa olay burada, Seyitgazi’de geçmiş. Sizin de çocukluk anılarınızda yeri var. Bana bu türkünün bu bölgeye ve Mustafa Bey’e ait olduğunu nasıl açıklayabilirsiniz?

-Şimdi Yaşar’cığım, Mustafa Abim, benim çok sevdiğim birlikte olduğum, beraber gün geçirdiğim bir kişi. Mustafa Abi yetişme çağında, Seyitgazi’yi terketti gitti. Nedeni bir kız kaçırma olayıdır. Mustafa Abi’nin babası ile de yakınlığım vardı. Zaman zaman bir araya geldiğimizde, 'Ah oğlum, benim bir oğlum var, şimdi buralarda değil’ der iç geçirirdi.

-Bu olaya müdahalesinden ötürü üzüntü duyar mıydı?

-Duymaz mıydı? Ben gerçekten Mustafa Abi’yi çok merak ederdim. Onu tanımamıştım. Ama Ahmet Amca’nın anlatımından biliyordum. Nerede olduğunu bilmezdim. Ama zaman zaman ondan ‘Köylü Gazetesi ‘ gelirdi. Kahvede oturan ihtiyarlara gazeteyi okurdum. Yani benim bu aileyle böyle bir yakınlığım vardı. Bu Köylü Gazetesi, Ahmet Amca ile oğlu arasında ve bizler arasında bir iletişim aracıydı. Sonra aradan yıllar geçti, sanıyorum 70’li yıllardı. Mustafa Abi emekli oldu. Seyitgazi’ye geldi. Tanıştık. Bu şimdi içinde bulunduğumuz evleri yaptırdı. Buraya yerleşti. Dostluk öyle başladı.

-Bu türkünün ona ait olduğu konusu...

-Bu türkünün ona ait olduğunu bilmeyen yoktur Seyitgazi’de... Türkünün sözlerinde geçen yerler de Seyitgazi’nin yer adlarıdır. Örneğin Kızıltepe, Eskişehir’den Seyitgazi’ye gelirken yol üstünde gördüğümüz tomruk yığılı tepenin adıdır. Ve de ardıçlar vardır. ‘Ardıçlık’ denir. Bu da geçiyor türküde. Kızıltepe’nin altında deve yolu vardır. ‘Develerin gümbürtüsü’ diye geçiyor. Eskiden deve kervanları bu yoldan geçerdi. Boyunlarında çanlar vardı. ‘Develerin gümbürtüsü , başıma vurur’ lafı da budur. Yani ‘Derelerin gümbürtüsü’ değil...’Develerin gümbürtüsü’ dür o. Ve bu da Kızıltepe’nin yanından geçen deve yoludur. Kahramanları belli olan ‘Karadır Kaşların’ türküsü Seyitgazi’de yaratılmış bir türküdür. Ama Mustafa Abi bunu kimseye zarar vermemek için geçici olarak çalıştığı Zonguldak’a maletmiştir. Çünkü aileler rencide olsun istemiyordu. Kız evlenmişti. Çocukları vardı. Böylece türkü oradan halka maloldu. Her Seyitgazi’li bu türkünün olayını bilirdi. Vaktiyle bu türkü radyodan çalınırken, Seyitgazi’liler olaya duydukları saygıdan ötürü radyolarını kapatırlardı. Yani sözün kısası bu türkü sazıyla, sözüyle Seyitgazi’lidir. Mustafa Abi’nin yaşam öyküsüdür.

-Peki Mustafa Bey sizin eğitiminiz neydi?

-Burada Seyitgazi’de o zaman ortaokul yoktu. İlkokulu burada bitirdim, Kalecik‘te ortaokul diploması aldım. Tapu Kadastro’ya girdim. Orada tekamül kurslarına devam ettim. Kademe kademe ilerleyip, tapu müdürlüğünden emekli oldum.1921 doğumluyum.

-Mustafa Bey sizi bu hasta halinizde epeyce yorduk. Çok teşekkür ederim. Ama önemli bir saptama yaptığımıza inanıyorum. Eğer izin verirseniz, türkünün kimliğinin değişmesi için gerekli girişimleri yapacağım. MESAM ve TRT’ye bu anlattıklarınızı aktaracağım. Türk Halk Müziğimizin önemli ürünlerinden biri olan Karadır Kaşların Ferman Yazdırır türküsünün’nün asıl kaynağına, yani SEYİTGAZİ’ye ve şahsınıza kaydedilmesi için çaba göstereceğim.

-Kimseye zarar gelsin istemiyorum. Hatta kızın adı hiç geçmese iyi olur. Gerisi size kalmış, n‘aparsanız yapın


KARADIR KAŞLARIN FERMAN YAZDIRIR.

Karadır kaşların ferman yazdırır,
Bu aşk beni diyar diyar gezdirir,
Lokman Hekim gelse, yaram azdırır,
Yaramı sarmaya yar kendi gelsin.

Ormanlardan aşağı aşar geçerim,
Nazlı yari kaybettim ağlar gezerim
Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur.

Karadır kaşların benzer kömüre,
Yardan ayrılması zarar ömüre,
Kollarımdan bağlasalar demire,
Kırarım demiri, giderim yare.

Ormanlardan aşağı aşar giderim,
Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur.

Uzaklara gittim,gelirimdiye,
Tabancamı doldurdum vururum
Hiç aklıma gelmez ölürüm diye,
Ölüm ver Allahım ayrılık verme.

Ormanlardan aşağı aşar giderim,
Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur.

Üç güzel oturmuş karaya bakmaz,
İnsan sevdiğini dilden bırakmaz,
Hey Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz,
Gönül defterinden sildin mi beni.

Ormanlardan aşağı aşar giderim,
Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur.

KAYNAKLAR:
1-TRT Müzik Dairesi Y. THM Sözlü Eserler Antolojisi -2
Sayfa 519,Yöre Zonguldak,Kaynak: İ.Yeşilgül , Derleyen :A.Yamacı
2-TRT Müzik Dairesi Y.THM’den Seçmeler, 1998 2. Baskı
Sayfa 314,315 Yöre:Zonguldak, Kaynak: Feriha Özen, Derleyen : S.Yaver Ataman
3-Folklor ve Türkülerimiz, Mehmet Özbek Ötüken Y.2. baskı 1981,
Sayfa:175, Yöre: Giresun, Kaynak kişi: Feriha Kınalı

Tarantula_
02-12-2009, 15:29
KARAKAŞ GÖZLERİN ELMAS

Güfte ve bestesi tamamen bana ait bulunan yukarıda başlığı taşıyan bu türküm bazı asılsız dedikodulara da vesile olmuştur. Ben bu durumu hiçbir zaman üzülmedim. Bilhassa sevindim.Çünkü, yurdum Niğde’deki müzik sever insanlar ruhunda çöreklenen bir şüpheyi, öğrenmekle yetinecekler kanısındayım.

Gerek sözle, gerekse gazete ve mektupla, bu türkünün hakiki sahibini öğrenmek isteyen ve yakın alaka gösteren vatandaşlarıma burada ayrı ayrı teşekkür ederim.

1948 yılında İstanbul da çalıştığım bir pavyonda, Emel adımla kara kaşlı, kara gözlü, hafif esmere kaçan tenli bir kıza tutulmuştum. Bu her bekar insanda olagelen, tabiat ananın sevki tabii dedikleri bir kanundu.

Aradan yıllar geçmesine rağmen Emel’i hiçbir zaman unutamıyorum. 1959 yılında Gaziantep öğretmen okulu müzik öğretmeni Nezihi Babacaner’in daveti üzerine Gaziantep’e. Öğretmen Okulunda yapılacak folklor topluluğuna iştirak etmek üzere gitmiştim. Bu sırada bir pavyonla anlaştım ve çalışmaya başladım. Aksam sahneye çıktığımda Emel’i de o pavyonda gördüm. Aradan onbir yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen tesadüfler yine birbirimizi bir araya getirmişti.

Yattığım yatakhanenin karşısındaki odada Emel’in de yatak odası vardı. İlk aşkın verdiği hazzın tesirinden kendimi kurtaramamış olmalıyım ki o gece sabaha kadar uyuyamadım.
Şafak sökerken kapım vuruldu ve yaşlı bir hanım yanıma geldi. Evladım niçin uyumuyorsun dedi. Bende kalbimdeki duyguları yaşlı hanıma anlattım. Meğer yaşlı hanım Emel’in annesi imiş. Biraz sonra Emel de yanımıza geldi. Artık dedi, aramızdaki dağlar burada sona ermeli. Nede olsa kalp ferman dinlemez derler. Fakat Emel’in annesinin yaşlı ve gittikçe çirkinleşen hali bana bir acayip görünmüş olacak ki, o anda, mısralarını aşağıda okuyacağınız KARAKAŞ GÖZLERİN ELMAS türküsünün beste ve güfteleri bende bir şimşek hızıyla uyanıverdi. Onlar gittikten sonra kaleme ve kağıda sarılarak türküyü yazdı ve akşama pavyonda okumak üzere de kendi kendime sazımla talimini yaptım. Bu suretle bu türkü o anda ve o saniyede orada bestelendi ve güftelendi.

Niğde’ye konser vermek üzere gelen Aliye Akkılıç’a da aynı türkümün bestelerini verdim. Emin Aldemir ile birlikle Niğde’de 1960 yılında söylediler ve çaldılar.

İşte bu tarihten den sonra türküm yurdun dört bucağına yayık vermekle günümüzün meşhuru oldu.


Karakaş Gözlerin Elmas

Karakaş Gözlerin Elmas
Bu Güzellik Sen De Kalmaz
Pişman Olun Kimseler Almaz
Annene Bak Gör Halini

Gel Güzelim Beni Yakma
Seni Seven Kalbi Yıkma
Allah Dahi Kalbi Yıkmaz
Öldürücü Gözle Bakma

İnsanların Kalbi Belli
Canlıları Yaşatan Odur
Bir Saniye Gönlünü Kır Da
Gel De Benim Kalbime Gir

Gel Güzelim Beni Yakma
Seni Seven Kalbi Yıkma
Allah Dahi Kalbi Yıkmaz
Öldürücü Gözle Bakma

Ne Gecem Ne Gündüzüm Belli
Yaşım Oldu Kırkdokuz Elli
Bağrım Yanık Gözlerim Nemli
Yalan Dünya Yaktın Beni

Gel Güzelim Beni Yakma
Seni Seven Kalbi Yıkma
Allah Dahi Kalbi Yıkmaz
Öldürücü Gözle Bakma

Ercan Söyler Hakiki Sözü
Geçti Bahar Getirdik Yazı
Bir Gün Ölür O Zalımın Kızı
Annene Bak Gör Halini

Gel Güzelim Beni Yakma
Seni Seven Kalbi Yıkma
Allah Dahi Kalbi Yıkmaz
Öldürücü Gözle Bakma

Tarantula_
02-12-2009, 15:29
KATIRCIOĞLU

Niğde' li mahalli sanatçı Ali ERCAN "Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri" adlı kitabında türkünün hikayesini şöyle anlatmaktadır.

"Bu sülalede 65 sene evvel çok genç ve yakışıklı babayiğitliği de Niğde'nin dilinde olan bir pehlivan var imiş. Bu pehlivanın ismi Murtaza, Yedi çerilikte bir zahire çuvalını sırtına aldığı zaman Alâattin Camii'ne çıkar ve inermiş. Esas sanatı fırıncılık olan Murtaza arkadaşları arasında bu bahsi her zaman kazanırmış.

Bu yüzden arkadaşları Murtaza' yı çekememiş ve nihayet bir gün kalleşçe Sırali mahallesinin dar bir sokağında bıçaklayarak öldürmüşler. Bu olayın hikayesini bu gün için hayatta olan ve Kığlı Camii geçidinde kuru kahvecilik yapan Murtaza Katırcıoğlu bana şöyle anlattı:

Merhum Murtaza, amca zademin oğlu olup o öldükten sonra onun ismini bana takmışlar. Amcamın oğlu bir gün oturak aleminde bulunuyor. Bilindiği üzere eski oturak alemlerinde tenekelerle rakı, küplerle şarap içilir,bir iki kadınla beraber bağ evlerinde ,kelerlerde ışıkları çam ve bezir çırası eğlencelere devem ederlermiş. Böyle bir eğlencede bir gün Murtaza da bulunuyor. Kalabalık içerisinde en genç ve en yakışıklı babayiğit olan Murtaza' ya o alemdeki kadınlardan biri aşık oluyor. Gerek kıskançlık, gerekse Murtaza'nın babayiğitliğini çekememezlik baş gösteriyor ve o zamanın gençleri aralarında Murtaza'nın meçhul bir kişi tarafından öldürülmesine karar veriyorlar. Yukarıda dediğimiz gibi, günün birinde Sırali mahallesinde Şakir Ağa'nın evinin karşısındaki karanlık bir sokağa pusu kuruyorlar ve bir bıçak darbesiyle bağırsakları yere dökülüyor. O halinde Murtaza bağırsaklarını kucaklayıp demir kapıya kadar o vaziyette gidiyor ve orada düşüyor. Tesadüf olacak ya bu olaydan bir gün evvel Hafız İzzet isminde bir şahıs ağzından bir laf kaçırarak bütün eşine dostuna yarın cenaze namazına buyurun diyor. Esasında Hafız İzzet' in Murtaza'nın ölümü hakkında hiçbir ilgisi yokmuş ve dilinin cürümü için de 15 sene hapis yatmış. Zamanın aşıklarından birisi de bu olay üzerine Katırcıoğlu Bozlağı'nı yakmış."

Tarantula_
02-12-2009, 15:30
KESİK ÇAYIR BİÇİLİR Mİ?

Meram bağları, Meram çayırları tanıktır, böylesi yiğit her anaya kısmet olmaz. İnadına mertti, inadına yiğit, inadına yağızdı.

Konya'nın valisi o yıl Meram'da otururdu hep. Meram o zamanlar da en saygıdeğer yeriydi şehrin, Mevlevi dedeleri Meram'daydı, çelebiler hepten Meram'daydı. Ve Vali paşanın yâveri, genç yâveri Meram'dan çok az inerdi Konya'ya. Bütün oralar bu genç adamı, o da bütün oraları tanırdı, iyi tanırdı.

Yâver, fesini sola doğru devirdi. Güz demiydi. Serindi ama o yanıyordu. Korkmuyordu. Oysa Kocamış bir gece yollara düşmüştü "Dutlu"dan Meram'a doğru, akşam namazından sonra. Korkmuyordu.

"Sırtıma sepken yağıyor."
"Yanuben yorgun gelirim."

demiş elin oğlu zamanında. Yâver işte bu hâl idi. Konya severdi bu delikanlıyı; O da Konya'yı. Ama Konya'dan daha çok sevdiği bir şey bir kişi, bir hatun kişi vardı. Meram'a ilk zamanlar sık gelirdi. Aslı Konaya'lı değildi.

Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Düşünün, Allah etmesin dile düşerlerse ötesi yoktu bu işin. Allah etmesin dile düşerlerse, Musalla mezarlığında selviler hüzzam makamından bir şarkıyla başlayıverirlerdi. Allah etmesin, gençti. Konya'nın delikanlısı zaten pek hayır okumuyordu adının üstüne. Allah etmesin. Ama yine de kotkmuyordu işte.

Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Gelirken- giderken bir şeyler olmuştu. Bir şeyler olmuştu çünkü. Loraslarından kalkan ebabil kuşları, kanatlarında "Günaydınlar" getirdilerdi bir gün. Ebabil kuşlarının gözleri kahverengiydi, sol ellerinin üstünde bir "Ben" vardı ebabil kuşlarının.

Bu gece onunla buluşacaktı. İlk buluşmaları değildi bu şüphesiz. Ama Meram'ın o ördekbaşı ve şili çayırları o "incecik" çayırları tanık olsun ki en mutlusuna gidiyordu buluşmalarının.

Yâver fesini sol yana devirdi ve bıyıklarını burdu. Eli-ayağı yanıyor gibiydi. Ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) duvarı aşmıya çalıştı. Ceketi tozlandı, aldırmadı, hemen şöyle silkiverdi eliyle, ince çayırlar ayağına dolaştılar aldırmadı.

Çelebi kızı, Zerdalinin altına vardı. Gözleri apaydınlıktı, kahverengiydi.
Yâver yanına gelince, oturuverirdi çayırların üstüne. Yâver o cesaretsiz elleriyle çelebi kızın elini tutacak oldu, edemedi. Oturdu.

Konya pul pul dirildi gözbebeklerine. Yalnız Konya değil dünyalar onundu. Anasını hatırladı, bir zaman sonra, memleketini hatırladı, sonra kalkıp gitmek istedi, niye istedi bilmem, gidemedi.Oturdu.

Derken efendim sekiz iklimden ipil ipil bir batı rüzgarının seranadı başladı. Kız konuşuyordu. Çelebi kızı. Derken efendim, Dere tarafından bir bülbülü vurdular, ne hacetti, kız konuşuyordu, yâver öldü öldü dirildi.

Konuştular. Kızın elleri yâverin ellerinde serindi. Uzun uzun konuştular. Aşktı bu dost. Sevgiydi. Ne Konya vardı önlerinde, ne zerdali ağaçları, Ne Meram, ne paşa, ne çayırlar ve ne de sekiz taraflarından sekiz kara binayla onları gözetleyen sekiz Konya uşağı.

Derken efendim, yâver "Haydi hoşçakalasız" diyecekti, diyemedi. Derken efendim sekiz karabina sekiz kurşun kuştu yâverin suratına. Derken efendim, yâver "gidem" dedi, gidemedi. Önce sallandı sağ ayağının üzerinde üç kez. Sonra sa yanına devrildi. Kıpırdayamadı bile. Sekiz Konya delikanlısı için sanki bir şey olmamıştı. Dere yöresine doğru "Konyalı" yı çağıraraktan yürüdüler.

Sabah yakındı. Çelebi kızı ölü sevgilinin üstüne eğildi. Öylece kaldı.
Gün ışığında ölü yâveri ve çelebi kızını "incecik" çayırların üstünde buldular.
Paşa, vali paşa, yâverin anasına yanık künyesini gönderdi yarıntesi günü.

"İnce çayır biçilir mi
Sular ayaz içilir mi
Bana yardan vaz geç derler
Yâr tat'lolur geçilir mi"

Sonra arkasından, mezar taşı olsun garibin diye bu türküyü yakıverdiler. "İnce çayır biçilir mi?" Biçtiler bile.

"Aman ben yandım, paşam ben yandım,
Ellerin köyünde vuruldum kaldım."

Tarantula_
02-12-2009, 15:31
KIRMIZI GÜL DEMET DEMET

Kırmızı gül demet demet,
Sevda değil bir alamet,
Balam nenni, yavrum nenni
Gitti gelmez ol muhannet
Şol revanda balam kaldı,
Yavrum kaldı, balam nenni...

Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle
gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...
Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''. Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!. Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın? Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü
seçmişsin sen. Hem de demet demet...

Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun. Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti... Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635. Dördüncü Murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş. Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. Mal götürüp, mal getirmişler... Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!. Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet... Memet de Memet hani... Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in. Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.

Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .Bazen de tersi oluyor . Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var... Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi. Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar. Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin. Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses; ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik. ''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı. Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları. Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi? İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!. Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya! Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.


Gurbet elde baş yastığa gelende,
Gayet yaman olur işi garibin,
Gelen olmaz giden olmaz yanına,
Bir çalıdır mezar taşı garibin.

Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına... O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. Karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan... Soluyan, nefes alan; nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor. Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali. Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''Kırmızı gül demet demet. Sevda değil bir alamet Şol Revan'da balam kaldı. Yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.

Kırmızı gül demet demet
Sevda değil, bir alamet
Balam nenni, yavrum nenni,
Gitti gelmez ol muhannet,
Şol Revan'da balam kaldı,
Yavrum kaldı,
Balam nenni,

Kırmızı gül her dem olmaz,
Yaralara merhem olmaz
Balam nenni,
Yavrum nenni,

Ol tabipten derman gelmez
Şol Revan ' da balam kaldı,
Yavrum kaldı,
Balam nenni.

Kırmızı gülün hazanı,
Ağaçlar döker gazalı,
Karayağızın güzeli
Şol Revan ' da balam kaldı,
Yavrum kaldı,