AK Gençliğin Buluşma Noktası
~ Nur-u Muhammediye ~ Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (S.A.V) hakkında herşey..


Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-05-2011, 05:43   #71
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Medîne'de en son vefât eden sahâbî: SEHL BİN SA'D

Sehl bin Sa'd çok genç yaşta olduğundan Peygamberimizle hiçbir savaşa katılamadı, ama ondan, çok ilim öğrendi. Hz. Sehl'in babası Sa'd bin Mâlik, Bedir savaşında çok yararlıklar gösterdi. Müslümanlar arasında kahramanca savaşırken ansızın yemiş olduğu bir darbe ile şehîd oldu. Peygamberimizin duâsını alarak, "Eshâb-ı Bedir" sıfatını kazandı. Bu sırada Sehl bin Sa'd sekiz yaşlarında idi. Peygamberimiz yetim kalan Sehl'e Bedir savaşında kazanılan ve dağıtılan ganimetlerden babasının hissesini ayırarak verdi.Sehl bin Sa'd, Uhud savaşı sırasında yaşı küçük olduğu için bu savaşa da katılamamıştı. Diğer yaşı küçük sahâbîler gibi Medîne'de kalmıştı. Ancak Peygamberimiz yaralandığı haberi Medîne'ye ulaştığı zaman, herkes gibi O da çok üzülmüştü.

Hasır parçasız

Bu arada Peygamberimizin sevgili kerîmeleri Hz. Fâtıma'nın, babasının yaralanma haberini duyar duymaz hemen O'nun yanına koştuğunu ve yardım etmeye başladığını, Sehl bin Sa'd, şöyle bildirmektedir:- Resûlullah efendimizin Uhud savaşında yaralandığı haberini duyduğumuz zaman çok üzüldük. Kızı Hz. Fâtıma'nın bir kalkan içinde su getirerek Peygamberimizin yaralarından akan kanları temizlediğini, bir hasır parçasını yakarak küllerini Peygamberimizin yaralarının üzerine sürdüğünü bizzat gördüm.Sehl bin Sa'd, Hendek savaşına da yaşı küçük olduğu için katılamadı. Çünkü bu sırada on-onbir yaşlarında idi. Fakat hendeğin kazılmasında sahâbilere çok yardımcı oldu. Bütün sahâbilerin hizmetlerinin hepsine koşardı. Ayrıca hendek kazımında da yardımcı olur, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmazdı. Her an O'nun hizmetinde bulunurdu.Sehl bin Sa'd, Hendek'te gördüklerini anlatırken der ki:- Hendek'te Peygamberimiz ile hep beraber idim. Onlar hendek kazıyor, biz küçük yaştakiler omuzlarımız üzerinde toprak taşıyorduk. Bu sırada Resûlullahın şöyle duâ buyurduğunu işittim:"Yâ Rabbî! Bütün hayat, âhiret hayatıdır. Muhâcir ile Ensârı magfiretine (afvına) nâil eyle."

Cemâ'at çoğaldı

Sehl bin Sa'd, Peygamberimizin bir emir ve isteği olduğu zaman hemen yerine getirir, hiç bir zaman geciktirmezdi. O'nun bu durumunu Hz. Sehl'in oğlu Abbâs şöyle anlatmaktadır:"Peygamberimiz hutbe okuyacağı zaman hurma ağacından bir direğe yaslanır öyle okurlarmış. Bir gün Resûl-i ekrem buyurur ki:- Artık cemâ'at çoğaldı, bir şey yapılsa da üzerine otursam. Bunu duyan babam (Sehl bin Sa'd) hemen, okun yaydan fırladığı gibi kalkmış ve gitmiş.Kısa bir zaman sonra minberin direklerini getirmiş. Yalnız babamın getirdiği bu direklerin kendisinin veya bir başkasının hazırladığı hakkında bilgim yoktur."Daha sonra Sehl bin Sa'd'a, Peygamberimizin minberi hakkında suâl sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:- Ben minberin hangi ağaçtan, hangi tarihte, hangi gün yapıldığını, hangi gün kurulduğunu, Peygamberimizin ilk defa o minberden hangi gün hutbe okuduğunu ve oturduğunu bilirim.Sehl bin Sa'd, Peygamber efendimizin cömertliğini, kendi ihtiyacı olan bir malı isteyen herkese verdiğini şöyle anlatmaktadır:Kadının birisi Peygamberimize gelir, yanında getirdiği ve kendi eli ile dokumuş olduğu güzel bir elbiseyi uzatarak der ki::- Ey Allahü teâlânın Resûlü, bunu sizin için bizzat kendi elimle dokudum, ne olur onu kabûl ediniz.Peygamberimizin de bu şekilde bir elbiseye ihtiyacı vardı. Bu hediyeyi kabûl ederek içeri girdi ve hemen giydi. Daha sonra dışarı çıktı.

Giymek için istemedim

Bu sırada Peygamberimizin ziyâretine gelenlerden birisi, bu elbiseyi görerek:- Ey Allahü teâlânın Resûlü! Bu ne kadar güzel bir elbise, bunu bana verseniz, dedi.Peygamberimiz hemen içeri girerek elbiseyi çıkardı ve isteyen sahâbîye verdi. Diğer ziyâretçiler, elbiseyi isteyen adama sitem ederek:- Hiç de iyi etmedin, Peygamberimizin bu elbiseye çok ihtiyâcı vardı. Sen onu istemekle doğru bir hareket yapmadın. Bilirsin ki, Hz. Peygamber kendisinden birşey istiyenleri hiç reddetmez ve geri çevirmez, dediler.Elbiseyi isteyen kişi ise şöyle cevap verdi:- Ben bu elbiseyi giymek için istemedim. Aksine, o benim öldüğüm zaman kefenim olacaktır.Sonra öldüğü zaman bu elbiseyle kefenlendi ve gömüldü. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:- Mü'minin; îmân sahibine karşı vaziyeti, bir kafanın vücuda karşı vaziyeti gibidir. Îmân sahibinin her derdi diğer bir mü'mine ızdırap verir. Nasıl ki kafanın her derdi bütün vücudu üzüntüye uğrattığı gibi.Sehl bin Sa'd diyor ki:Birgün birisi Peygamberimize gelerek dedi ki:- Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlânın ve insanların, beni sevecekleri bir işi bana öğretir misin?Bunun üzerine, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:- Dünyadan yüz çevir ki, Allahü teâlâ da seni sevsin. İnsanların eline bakma ki, onlar da seni sevsin.

Dünyanın kıymeti

Sehl bin Sa'd şöyle anlatıyor:Peygamberimiz, birgün bir topluluğa dünyanın boş, gerçek hayatın âhirette olduğunu anlatmak için onları bir koyun ölüsünün başına götürerek buyurdu ki:- Şu gördüğünüz koyun ölüsünün, sahibi yanında bir kıymeti var mı? Eshâb-ı kirâm:- Onun bir kıymeti olmadığı için onu buraya attı, diye arz ettiler.Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdular ki:- Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu dünya, koyunun sahibi yanında olan kıymetinden ziyâde Allahü teâlâ katında değerli değildir. Eğer dünyanın Allahü teâlâ katında bir sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, Allahü teâlâ ondan (dünyadan) kâfire bir yudum su içirmezdi. Hz. Sa'd, Ensârın Hazrec kabîlesi kolundandır. Babasının ismi Sa'd bin Mâlik olup, hicretten önce Müslüman olmuştur. Sa'd, dört halîfe devrinde çeşitli savaşlara katıldı. Gittiği şehirlerde yeni Müslüman olanlara dîn bilgilerini öğretti. 712 yılında Medîne'de vefât etti.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:43   #72
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Piyâdelerin en hayırlısı: SELEME BİN EKVÂ

Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı günlerdeydi. Hudeybiye'de endişeli ve huzursuz bir bekleyiş hâkimdi. Eshâb-ı kirâm, Semüre ağacının altında toplanmış, hayatları üzerine Allahın Resûlüne bî'at ediyorlardı. Aralarında kuvvetli ve cesûr bin sahâbî olan Seleme bin Ekvâ da vardı. Resûlullah efendimiz:- Seleme nerede, gelip bî'at etsin! diye seslendi.Seleme tekrar bî'at etti. Bu hâl üç defa tekrarlandı. Hz. Seleme her bî'at sonunda Resûlullaha olan bağlılık için tam üç defa söz vermişti.

Amcanla senin hâlin

Peygamber efendimiz Seleme'yi silahsız görünce bir kalkan vermişti. Üçüncü bî'attan sonra Seleme'nin elinde kalkanı göremeyen Resûlullah efendimiz buyurdu ki:- Sana vermiş olduğum kalkan nerede?- Yâ Resûlallah! Amcam Âmir silâhsız idi. Ona verdim.Resûlullah efendimiz tebessüm etti ve buyurdu ki:- Amcanla senin hâlin, "Yâ Rabbî! Bana kendimden daha sevgili bir dost ver" diye duâ eden kimsenin hâline benzedi.Bî'attan sonra sahâbîler dağıldılar. Seleme de uzakça bir ağacın altına gidip uzandı. O sırada dört kişilik bir düşman müfrezesi yanına gelerek Resûlullaha dil uzatmaya başladılar. Resûlullaha hayatı üzerine bağlılık sözü veren cesûr sahâbî, öfkesini zor kontrol ediyordu. Çünkü Resûlullah, sahâbîlerin müşriklere karşı herhangi bir harekette bulunmalarını men etmişti. Kalkıp başka bir ağacın altına gitti. Müşrikler de silahlarını bir ağaca asıp yere uzandılar.O sırada vâdinin aşağı tarafından bir ses duyuldu:- Yetişin, ey muhâcirler, İbni Zuneyn öldürüldü!Bu haberi duyan Seleme, daha fazla dayanamadı. Kılıcını eline aldı. Sessizce yatmakta olan müşriklerin yanına geldi. Ağaçta asılı duran kılıçlarını aldı. Sonra da bağırdı:- Kıpırdayanın başını uçururum!

Bir anda neye uğradıklarını şaşıran müşrikler, korku içinde titremeye başladılar. Seleme;- Kalkın ve arkanıza bakmadan önüme düşün! diye emir verdi.

Emrinize hazırım

Hepsini önüne katıp Resûlullahın huzuruna getirdi. Resûlullahın vereceği emre göre davranacaktı. Resûlullah harp edilmemesi husûndaki anlaşmayı ihlâl etmek istemedi, Onun için buyurdu ki:- Kötülüğün başı da, sonu da onların olsun. Bunları serbest bırakınız!

Hudeybiye anlaşması gereğince, Müslümanlar Medîne'ye geri dönüyorlardı. Akşam olunca, henüz müşrik olan Lıhyanoğulları kabîlesine yakın bir yerde konakladılar. Arada yüksekçe bir tepe bulunuyordu. Resûlullah efendimiz, gece düşmanı gözetlemek için bir gönüllü aradı ve ona Allahtan magfiret dileyeceğini söyledi. Seleme hemen ileri atıldı:- Ben emrinize hazırım, yâ Resûlallah!

O gece tek başına düşmanın hücum tehlikesine aldırmadan nöbet bekledi. Cesâret ve fedâkârlığını bir defa daha ispatladı.Peygamber efendimizin develerini Medîne'de otlağa götürme vazifesini bir çobanla birlikte Peygamberimizin hizmetçisi Rebâh üzerine almıştı. Hz. Seleme etrafın düşman kabîlelerle dolu olduğu bir zamanda, develerin hücuma uğrayabileceğini düşünerek Rebâh'la birlikte gitti. Gâbe dağının yokuşuna vardığı zaman Abdurrahman bin Avf'ın hizmetçisine rastladılar. Hizmetçi çok heyacanlı idi. Hz. Seleme ona sordu:- Allah iyiliğini versin, ne oldu sana?- Peygamber efendimizin develerini götürdüler.- Kim götürdü?- Gatafan ve Fezârî kabîleleri.

Ben Ekvâ'nın oğluyum

Böylece durumu öğrenen Seleme hemen Rebâh'ı Medîne'ye haber vermek için gönderdi. Kendisi de gelecek yardım kuvvetini beklemeden tek başına eşkıyânın ardına düştü. Yaya idi, ama çok hızlı koşuyordu. Nihayet onlara yetişti. Seleme bin Ekvâ'nın kılıcı ve yayı yanında bulunuyordu. Hemen yayına ok yerleştirip onlara ok yağdırmaya başladı.Bu durumu Seleme bin Ekvâ şöyle anlatır:Onlardan, atlı bir adama yetişip, “Al sana! Ben Ekvâ'nın oğluyum! Bugün alçakların öleceği gündür!” diyerek bir ok attım.Okumun demiri, adamın omuzunu deldi. Vallahi, onlara durmadan ok atıyordum ve onları öldürüyordum.Ağaçlık bir yerde idim. Bir süvâri dönüp bana doğru gelmeye başlayınca, bir ağacın dibine oturdum. Sonra da, bir ok atıp onu öldürdüm. Bana yönelip de, öldürmediğim hiç bir atlı yoktu. Dağ yolu darlaşıp müşrikler, boğazın dar, ok yetişmez yerine girdikleri zaman, ben de, dağın üzerine çıktım ve onlara taş atmaya başladım.Allahın yarattığı mahlûklardan olup Resûlullah efendimize ait bulunan develeri ellerinden kurtarıp geriye alıncaya kadar onları ok ve taşa tutmaktan geri durmadım. Sonra da arkalarını bırakmadım. Onlara ok ve taş yağdırmaya devam ettim. Müşrikler benimle baş edemeyeceklerini anlayınca bir kısım develeri ve bir kısım mızrakları bırakıp kaçmak mecburiyetinde kaldılar.

Canımıza tak dedirtti

Bıraktıkları eşyayı, Resûlullah efendimiz tanısın diyerek işâret koyarak yol üzerinde bırakıyordum.Kaba kuşluk vakti olmuştu ki, Uyeyne bin Hısn el-Fezârî, baskıncı müşriklere yardıma gelmişti. Oturup kuşluk yemeklerini yemeye başladılar. Ben de, onların üst taraflarındaki küçük bir dağın tepesine çıkıp oturdum. Uyeyne onlara sordu:- Sizde görmüş olduğum bu perişan hâl nedir?Onlar da dediler ki:- Şu adam, canımıza tak dedirdi. Vallahi, seherden, sabahın karanlığından beri arkamızdan hiç ayrılmadı. Ellerimizdeki her şeyi bıraktırıncaya kadar bize ok yağdırdı.Uyeyne cevap verdi:- Onun gerisinde bıraktıklarınızı araştırmış olsaydınız, iyi olurdu. İçinizden birkaç kişi kalkıp ona doğru varsın!

Uyeyne'nin emri üzerine dört kişi kalkıp Seleme'ye yaklaşmak için dağa tırmandılar. Bundan sonrasını Seleme şöyle anlatır:- Beni, tanıyor musunuz?- Hayır, Tanıyamadık! Sen, kimsin?- Ben, Seleme bin Ekvâ'yım! Allaha yemin ederim ki, ben, sizden yakalamak istediğim kimseye muhakkak yetişirim! Sizden, beni yakalamak isteyen kimse ise, bana aslâ yetişemez!İçlerinden birisi, onlara, “Ben de, onun böyle olduğunu sanıyorum!” deyince, geri dönüp gittiler.

Şehîdlikle arama girme!

Ben de, dağdan inip Ahrem'in önünü kestim ve atının gemini tutup dedim ki:- Ey Ahrem! Şu kavimden sakın! Resûlullah efendimizin sahâbîleri gelip kavuşuncaya kadar onların seni kalbinden vurup şehîd etmeyeceklerinden emîn değilim!

Ahrem bana cevaben dedi ki:- Ey Seleme! Eğer sen, Allaha ve âhiret gününe inanıyor, Cenneti ve Cehennemi de, hak ve gerçek tanıyorsan, benimle şehîdlik arasına girme!

Bunun üzerine atının gemini bıraktım. Sonra Ahrem atını haydutların üzerine pervasızca sürdü. Ancak müşriklerin attığı oklarla şehîd düştü.”Seleme bin Ekvâ der ki:Baskıncı müşriklerin yorup tepede bıraktıkları iki atı önüme katıp, Resûlullah efendimize getirirken amcam Âmir, bana bir tulum sulandırılmış süt ve bir tulum da su ile karşı geldi. Su ile abdest aldım, sütten de, içtim. Sonra, Peygamber efendimizin yanına geldim.Kendisi; baskıncı müşrikleri su içmekten men ettiğim suyun başında, Zû Kared'de idi. Yanında da beş yüz kişilik bir cemâ'at bulunuyordu.

Yumuşak davran

Ben ise, Resûlullah efendimizin süvârîlerinin geldiklerini görünceye kadar bulunduğum yerden ayrılmadım. Süvârîler, ağaçların arasına girmeye başlamışlardı. Onların ilki, Ahrem Muhriz el-Esedî idi. Onun arkasında Resûlullah efendimizin süvârîsi Ebû Katâde ve Mikdâd bin Esved vardı. Baskıncı müşrikler geri dönüp kaçtılar.Resûlullah efendimiz, baskıncı müşriklerin elinden kurtarıp geride bıraktığım develerle müşriklere bıraktırdığım her şeyi, bütün mızrakları ve kaftanları almış bulunuyordu. Dedim ki:- Yâ Resûlallah! Ben, onları, su içmekten men etmiştim. Onlar, şimdi çok susuzdurlar, çarpışacak güçte değiller. Yanıma yüz kişi verseniz de, onları sık boğaz edip develerden ellerinde kalanları da kurtarsam, onlardan kimseyi sağ bırakmadan öldürsem olmaz mı?Resûlullah efendimiz de bana sordular:- Ey Seleme! Ben, seni bıraksam, sen, bu dediğini yapabilir misin?- Evet! Seni, Peygamberlikle şereflendiren Allahü teâlâya yemin ederim ki, yapabilirim! Resûlullah efendimiz, gülümseyerek buyurdular ki:- Onlara, şimdi Benî Gatafanların toprağında ziyâfet çekiliyordur! Gücün yetti mi, yumuşak davran, bağışlayıcı ol, sertliği bırak!

Seleme anlatır: Gece Resûlullah efendimiz ve eshâbı, Bilâl-i Habeşî'nin pişirdiği etten yerken, Gatafanlardan bir adam çıkageldi ve dedi ki:- Filân kişi, onlar için bir deve boğazlatmıştı. Devenin derisini yüzdükleri sırada, uzaktan bir toz yükseldiğini gördüler. Müslümanlar, sizin arkanızdan geliyor! dediler ve kaçıp gittiler.

Piyâdelerin hayırlısı

Sabaha çıktığımız zaman, Peygamber efendimiz buyurdu ki:- Bugün, süvârîlerimizin hayırlısı Ebû Katâde idi. Piyâdelerimizin hayırlısı da, Ebû Seleme olmuştur! Bunları söyledikten sonra bana, birisi süvârî, birisi de yaya hissesi olmak üzere, iki hisse verdi ve ikisini benim için birleştirdi. Seleme diyor ki: Açlık ve yorgunluğumu ancak sahâbîlere kavuştuğum zaman hissettim. Orada bulunan bir kırba sütü içip su ile de abdest alınca, ne açlığım, ne de yorgunluğum kalmadı.”Baskıncı müşriklerin sürüp götürdükleri yirmi deveden onu kurtarılmıştı. Geri kalan onu ise, kaçıp giden müşriklerin elinde kalmıştı.Seleme bin Ekvâ der ki:“Resûl-i ekrem efendimiz, beni devesinin terkisine almıştı. Medîne'ye dönülüp girilmek üzere bulunulduğu sırada idi ki, ensârdan, koşuda önüne geçilemeyen bir zât seslendi:- Medîne'ye kadar benimle koşu yarışı yapabilecek bir yarışçı yok mu?Su sözlerini tekrarlayıp durmaya başladı. Bu sözleri işitince, onca yorgunluğuma rağmen dedim ki:- Ne olur, yâ Resûlallah, bana izin ver de şununla yarışayım.Resûlullah buyurdu ki:- Yarışmak istiyorsan, yarış! Adama dedim ki:- Haydi sen, Medîne'ye doğru koş!Ben de, hemen deveden atladım. Ayaklarımı pekiştirerek koşmaya başladım. Nihayet, ona yetiştim. Onun iki küreği arasına ellerimle vurup dedim ki:- Vallahi, senin önüne geçildi!

O da cevap verdi:- Ben de, öyle olduğunu sanıyorum!

Böylece Medîne'ye kadar onun önünde koştum.

Suya kandık

Seleme bin Ekvâ şöyle anlatır: Bizler, Resûlullah efendimizin emrinde Hudeybiye'ye geldik. O gün yüzer kişilik ondört bölüktük. Kuyunun yanında, elli koyun da vardı. Kuyunun suyu bu koyunlara bile yetmiyordu.Resûlullah efendimiz kuyunun kıyısına oturup duâ etti. Derhal kuyunun dibinden su fışkırarak yükseldi. Biz orada hem koyunları suladık, hem de kendimiz suya kandık.Seleme bundan sonraki hayatında birçok kahramanlıklar gösterdi. Hayatı boyunca yedisi Resûlullah ile birlikte olmak üzere 14 gazveye iştirak etti. Hepsinde de yiğitlik ve kahramanlık destanları yazdı.Birçok defa Resûlullahın iltifat ve duâlarına mazhar olan bu mübârek sahâbî, Medîne'de Hicretin 74. senesinde seksen yaşında iken vefât etti.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:43   #73
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Kardeşlerinin işkence ettiği sahâbî: SELEME BİN HİŞÂM

Mekke ufuklarını aydınlatan hidâyet nûru, kalb ve gönüllere yansıyınca, İslâmiyetin şifâ bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı hayâta dalarak yudumluyor, rûhlarını paslandıran cehâlet ve zulüm kirlerinden kurtularak huzûra kavuşuyorlardı. İnsanlık, o sıralar o kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, her türlü aşağılıkları işliyorlardı. İşte onları, şirkin, küfrün ürkütücü pençesinden alıp, İslâmiyetin munis ve şefkatli sînesine, merhametli kucağına da'vet eden yüce Resûl, insanlığın hakîkî kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.

Kardeşlerin nasîblisi

İslâmiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla, îmân safında bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı akrabalık münâsebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik baba, mü'min oğlunu en büyük düşman biliyor, îmânsız kardeş, İslâmiyeti seçen kardeşini en azılı hasım olarak görüyordu.Bu ibretli tablo Hişâm'ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşâhede ediliyordu. Seleme ile Hâris Peygamber efendimizin yanında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil, Âs ve Hâlid nasîbsiz gürûhunun elebaşısıydılar.Büyük kardeşi Seleme'nin îmân ettiğini duyunca, Ebû Cehil'in hısımlığı hasımlığa çevrilmiş, kendi âilesinden bir ferdin, Peygamber efendimizin safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat bütün çabaları boşa çıktı. Îmânın ulvî hazzını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü?Hz. Seleme, zâlim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan'a hicret etti. Böylece her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı düşmüşler ise de can ve dinleri emniyette idi.Bu Müslümanlar hicret edeli üç ay olmuştu. Receb, Şa'bân ve Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına şöyle bir haber geldi:“Mekkeliler îmân etti, Velîd bin Mugîre Müslüman oldu.”Bunun üzerine kendi aralarında, “Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke'de Müslüman olmayacak kim kaldı? Bize kendi kavim ve kabîlemiz arasında yaşamak daha iyidir” diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdi. Fakat Mekke'ye yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayâl kırıklığına uğradılar.

Himâyeye girmediler

Mekke'ye, gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke'ye girmek demek, müşriklerin revâ görecekleri ezâ ve cefâları peşinen kabûl etmek demekti. Böyle bir tehlikeyi savuşturmak için ekserîsi Mekke'de bulunan akraba ve yakınlarının himâyesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir çeşit mülteci gibi kabûl edileceklerdi. Nitekim bir kısmı öyle yaptı.Ba'zıları da himâyeye girmediler ve Mekke'ye gizliden girerek uzun müddet geldiklerini sezdirmediler. Fakat bunların bir kısmı, bir süre gizlendilerse de müşrikler tarafından yakalandılar. İşte, Seleme bin Hişâm, Velîd bin Velîd, Hişâm bin Âs, Abdullah bin Süheyl ve daha birkaç sahâbî bu tutulup hapsedilen Müslümanlardandı.Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tâbi tutulan ve zulmün her türlüsüne mâruz kalan Hz. Seleme, Iyaş ve Hişâm Medîne'ye hicret emri çıkınca bile esâret zincirinden kurtulamadı. Hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına da katılamadı.Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm'ı işkenceden işkenceye sokuyordu. Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakâretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce acı ve ızdırap içine atıyordu.Bütün bu zulümleri yapmasındaki maksadı, "Belki tahammülsüz kalır da, dîninden vazgeçer" düşüncesinden ortaya çıkıyordu. Halbuki Hz. Seleme'de kâinâta meydan okuyacak kadar kuvvetli bir îmân; bitip tükenmez bir Resûlullah sevgisi vardı.

İşkenceye aldırmadı

Uzun yıllar îmânında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır ve azim içinde, revâ görülen işkencelere aldırmadı.Bu îmân fedâîlerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi rûhunda da hisseden Resûl-i ekrem efendimiz, bir ay müddetle her sabah namazında şu duâyı tekrar ederdi:"Allahım, Velîd bin Velîd'i kurtar! Allahım, Seleme bin Hişâm'ı kurtar! Allahım, Iyaş bin Rebia'yı kurtar! Allahım, mü'minlerin zayıf olanlarını kurtar!"Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahâbî birbirlerinin amca çocuklarıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velîd bin Velîd, Müslüman olup Mekke'ye gidince hapsedilmiş, Iyaş bin Rebia hicret esnâsında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tâbi tutulmuştu. Bu üç sahâbî de bir aradaydı. Üçünü birbirlerine bağlamışlardı.Hz. Velîd bir fırsatını bularak kaçıp Medîne'ye geldi. Peygamber efendimiz, Velîd'e diğer kardeşleri Seleme ile Iyaş'ın durumunu sordu. Hz. Velîd, onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şiddetli azâb ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi.

Kim kurtarır?

Peygamberimiz, bu mağdûr Müslümanları müşriklerin ellerinden kurtarmak istiyordu. Bunun için bir defasında sordu:- Bunları kim kurtarıp Medîne'ye getirir?Hemen ayağa kalkan Hz. Velîd dedi ki:- Onları ben kurtarıp size getiririm, yâ Resûlallah!

Mekke'ye giden Hz. Velîd gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından Hz. Seleme ile Hz. Iyaş'ın bulundukları yeri öğrendi. Geceleyin oraya varan Velîd, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke'den çıkardı.Mazlûmların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de, onları ele geçiremediler. Hz. Velîd kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medîne'ye geldiğinde yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar içinde kalmıştı. İki mümtaz sahâbînin kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok sevinmişti.Hz. Seleme artık rahattı. Peygamberimizin vefâtına kadar Medîne'de kaldı. Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinde Suriye seferine katılan mücâhitler arasında yer aldı. Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında vuku bulan Mercu's-Sufr savaşında, Hicretin 14. senesi Muharrem ayında şehîd düştü.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:44   #74
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Ehl-i beytten sayılan İranlı sahâbî: SELMÂN-I FÂRİSİ

Eshâb-ı kirâmdan olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, İslâmiyeti bulmasını ve ebedî saâdete kavuşmasını şöyle anlatmıştır:Ben İran'ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazimiz ve malımız çoktu. Babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için benim üzerime titrerdi. Evden çıkmama izin vermezdi.

Sâhibi sen olacaksın

Babam Mecûsî (ateşperest) olduğu için, Mecûsîliği de bana, evde, tam olarak öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar, biz ona tapar, secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için, beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki:- Yavrum, ben öldüğüm zaman, bu malların sâhibi sen olacaksın. Onun için, git, mallarını ve arazilerini tanı!Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde, bir Hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben, daha önce öyle bir şey görmediğim için, çok hayret ettim. Zîrâ bizlerin ibâdeti bir miktar ateş yakıp, ona secde etmekti.Fakat onlar, görünmeyen bir Allaha ibâdet ediyorlardı. Kendi kendime, “Vallahi bunların dîni haktır ve bizimkisi bâtıldır” dedim. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza da gitmedim, akşam oldu. Kilisedekilere dedim ki:- Bu dînin aslı, merkezi nerededir?

- Bu dînin aslı, merkezi şam'dadır.- Peki, ben de Şam'a gitsem, beni de bu dîne kabûl ederler mi?

- Evet kabûl ederler.- Sizlerden yakında Şam'a gidecek kimseler var mıdır?

- Bir müddet sonra bir kervanımız Şam'a gidecektir.(İsfehan'daki bu Hyristiyanlar, İsfehan'a Şam'dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)

Allaha îmân ediyorlar

Ben bunlarla meşgul olurken, vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar, bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam dedi ki:- Bu zamana kadar nerede kaldın? Seni aramadığımız yer kalmadı.- Babacığım, ben bugün tarlaları dolaşmak için yola çıktım, fakat yolda karşıma bir Nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim. Baktım ki; görmedikleri ve herşeye hâkim ve kâdir olan bir Allaha îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki, onların dîni haktır.- Yavrum, yanlış düşünüyorsun. Senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma!- Hayır babacığım, onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.

Babam bu sözüme çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan başlayıp eve hapsetti.Babam beni, “Nasrânîlik haktır” dediğim için, elimi, ayağımı bağlamış ve eve hapsetmişti. Ben daha önce kilisedeki Hıristiyan rahiplere; bu dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da şam'da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken, devamlı şam'a gidecek olan kervanı beklerdim.

Şam'a gittim

Nihâyet Hıristiyan rahipler, şam'a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca, iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu yere gittim. Kervandakilere, buralarda duramayacağımı söyleyerek, o kervanla şam'a gittim.Şam'da Hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi ta'rif ettiler. Onun yanına giderek, durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi, ona hizmet edeceğimi söyleyip, ondan, bana Nasrânîliği öğretmesini, Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti.Fakat sonradan, onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü Hıristiyanların fakirlere vermesi için getirdikleri altın ve gümüş sadakaları, kendine alır, fakirlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirmişti. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi.Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defnetmek için toplandılar. Onlara dedim ki:- Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz? O hürmete lâyık bir insan değildir.

- Sen bunu nereden çıkarıyorsun?Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için, onlara gösterdim.Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defin ve techîze lâyık bir kimse değildir” dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar.

Sizi çok sevdim

Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim, zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve onunla ibâdet ederdim. Vefât zamany geldi ve ona sordum:- Ey benim efendim, uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü siz, dînin emirlerine itâat ediyorsunuz ve men ettiklerinden kaçıyorsunuz. Siz vefât ettiğiniz zaman, ben ne yapayım? Bana ne tavsiye edersiniz?- Oğlum, Şam'da insanları ıslâh edecek bir kimse yoktur. Kime gitsen seni ifsâd ederler. Fakat Musul'da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim.

Ben de “Peki efendim” dedim ve o zât vefât edince, Şam'dan Musul'a gittim. Onun ta'rif ettiği zâtı bulup, başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl etti.O da diğer zât gibi çok kıymetli, zâhid, âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı, aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin'de bir zâtı tavsiye etti.Musul'da hizmet ettiğim zât da vefât ettikten sonra derhal Nusaybin'e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup, yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl etti ve bir müddet de onun hizmetinde bulundum. Bu zâta da vefât etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye'deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi ta'rif etti.

Gelmesi yakındır

Vefâtından sonra da oraya gittim. Ta'rif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Artık onun da vefâtı yaklaşmıştı. Ona da beni birine havâle etmesini ricâ edince, dedi ki:- Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Araplar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır...

Böylece alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum bu zât da vefât edince, onun tavsiyesi üzerine, Arap diyârına gitmeye hazırlandım. Amuriye'de çalışıp, birkaç öküz ile bir miktar koyun sâhibi olmuştum. Benî Kelb kabîlesinden bir kâfile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki:- Bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip beni kâfilelerine aldılar. Vâdiyül Kurâ denilen yere gelince, bana ihânet edip, “Köledir” diyerek beni bir Yahûdîye sattılar.Yahûdînin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. “Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer, herhalde burasıdır” diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet Yahûdînin hizmetinde kaldım.Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medîne'ye getirdi. Medîne'ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim. Hemen ısındım. Artık günlerim Medîne'de geçiyor, beni satın alan Yahûdînin bağında, bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.

Peygamber olduğunu söylüyor

Bir gün beni satın alan Yahûdînin bahçesinde, bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sâhibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara o kimse dedi ki:- Mekke'den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor.

Ben bu sözleri işitince, kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, o şahsa dedim ki:- Ne diyorsun?Sâhibim bana bir tokat vurdu ve dedi ki:- Senin nene lâzım ki soruyorsun, sen işine bak!Âhir zaman Peygamberinin geldiğini işittiğim gün, akşam olunca, bir miktar hurma alıp, hemen Kubâ'ya vardım. Resûlullahın yanına girip dedim ki:- Sen sâlih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim.Resûlullah, yanında bulunan Eshâba buyurdu ki- Geliniz, hurma yiyiniz!

Onlar da yediler. Kendisi aslâ yemedi. Kendi kendime, “İşte, birinci alâmet budur. Sadaka kabûl etmiyor” dedim.

Bu hurmalar hediyedir

Eve döndüm. Bir miktar hurma daha aldım ve Resûlullaha getirip dedim ki:- Bu hurmalar hediyedir.Bu defa yanındaki Eshâbı ile birlikte yediler. Kendi kendime, “İşte, ikinci âlamet budur” dedim.Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Hâlbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın mu'cizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime, “Bir âlameti daha gördüm” dedim.Resûlullahın yanına ikinci defa varışımda, bir cenâze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim murâdımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca, Nübüvvet mührünü görür görmez, varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i Şehâdeti söyleyerek Müslüman oldum.Sonra da Resûlullah efendimize, uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Hâlime taaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirâma da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kirâm toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım.Selmân-ı Fârisî hazretleri îmân ettiği zaman, Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen Yahûdî tercüman, Selmân-ı Fârisî'nin Peygamberimizi methetmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnâda Cebrâil aleyhisselâm gelip, Selmân'ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha bildirdi.Durumu Yahûdî de anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.Selmân-ı Fârisî hazretleri, Müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki:- Yâ Selmân! Kendini kölelikten kurtar!

Bunun üzerine, sâhibine gidip, azâd olmak istediğini söyledi.

Kardeşinize yardım ediniz!

Yahûdî, hurma verecek duruma gelmiş üçyüz fidan getirmesi ve kırk ukiye altın (o zamanki ölçüye göre belli bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah Eshâbına buyurdu ki:- Kardeşinize yardım ediniz!

Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah efendimiz, “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber veriniz” buyurdu. Çukurları hazırlayıp haber verince, Resûlullah efendimiz teşrif edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hz. Ömer dikmişti. Hz. Ömer'in diktii hariç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi.Selmân-ı Fârisî anlatır: “Bir gün bir zât beni arıyor ve, “Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle Selmân-ı Fârisî nerededir?” diye soruyordu.Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını bana verdi. Ben de Peygamber efendimize gittim ve durumu arzettim.

Borcunu öde!

Resûlullah efendimiz bana, “Bu altını al, borcunu öde!” buyurdu. Bunun üzerine ben, “Yâ Resûlallah, bu altın Yahûdînin istediği ağırlıkta değil” diye arzettim. Resûlullah efendimiz, o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü ve sonra buyurdu ki:- Al bunu! Allahü teâlânın izniyle bu senin borcunu edâ eder.

Daha sonra, Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sâhibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum.” Bundan sonra azâd olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, Ehl-i soffa arasına katıldı.Uzak diyarlardan geldiği için, Eshâb-ı kirâmdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hz. Ebüdderdâ ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibaren bütün gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medîne üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı, nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre ediliyordu.Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta, Selmân-ı Fârisî hazretleri, Resûlullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. Onun bu teklifi kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek savaşı denildi.Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu'mân bin Mukarrin ile Ensârdan altı kişinin bulunduğu bir grupla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mâhir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah hazretleri buyurmuştur ki:- Selmân'ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri, vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî'ye Peygamberimiz “Selmân-ül hayr (hayırlı Selmân)” buyurdu.

Bizden fazla kalırdı

Selmân-y Fârisî hazretleri hanımı ile de gâyet zâhidâne bir hayat sürdüler. Eshâb-ı Soffa içerisinde Resûl aleyhisselâmın önünde, İslâm ilimlerini öğreniyordu.Selmân hazretleri senelerce fakirlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Soffa içerisinde Resûl aleyhisselâma en yakın olan Selmân-ı Fârisî hazretleri idi. Hz. Âişe buyuruyor ki:- Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûl aleyhisselâm ile beraber kalır ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullahın yanında bizden fazla kalırdı.

Hz. Ebû Bekir devrinde Medîne'den ve Hz. Ebû Bekir'in sohbetinden bir an ayrılmayan Hz. Selmân, Hz. Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde, Selmân-ı Fârisî'nin çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat sâhibi idi. Çünkü kendisi İranlıydı.

İranlıları dîne da'vet etti

İranlıları kendi lisanlarıyla dîne da'vet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatıyordu. İranlılar, savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hz. Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi.İran'ın Medâyin şehri alınınca, Hz. Ömer, onu şehre vâli tayin etti. İlmi, basireti, vazifesindeki adâleti ve nezâketi ile Medâyin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hz. Ömer zamanında Medâyin vâlisi iken, maaşını aldığında, ondan hiçbir şey harcamaz, hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar, üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir, bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyleri alırdı.Medâyin'de vâli iken, Şam'dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî'yi tek bir hırka ile görünce, işçi zannetti ve dedi ki:- Gel şunu taşı!Hz. Selmân çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Hz. Selmân'ı tanıyanlar, adama dediler ki:- Sen ne yapıyorsun, bu vâlidir. Adam, Hz. Selmân'a dönüp özür diledi:- Kusûrumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı sırtınızdan indirin.- Hayır, niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim.

Çuvalı adamın evine kadar götürdü. Hz. Selmân böylesine de tevâzu sâhibi idi.

Kâsım bin Muhammed'i yetiştirdi

Çok sâde bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hz. Osman devrinde 655 senesinde hastalandı.Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kirâm nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu hâlde, devamlı nasîhatte bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medâyin'de vefât etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu.Selmân-ı Fârisî hazretleri, Peygamberimizden altmış civârında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifak edip, kitaplarına almışlardır.İlim öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Hüreyre ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.Tâbiînin büyüklerinden ve o zaman Medîne'de Fukahâ-i Seb'a denilen, yedi büyük âlimden biri olan Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî'nin talebelerindendir. Onun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir.Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, gâyet az yerdi. Bir sofrada kendisine çok yemesi için ısrar edilince, Peygamber aleyhisselâmın kendisine, İnsanların âhirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir buyurduğunu haber verdi.

Kendim götüreceğim

Çok cömert olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı ve el emeği ile geçinirdi. Fakirleri dâimâ doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar olduğu hâlde, kendi işini kendi görürdü. Birşey taşırken elleri titredi. Halk etrafına toplanır, Eşyalarını biz taşıyalım deyince, onlara, Hayır ben kendim götüreceğim derdi. Hâlbuki emrinde çok kişi vardı.Yaşlı hâline rağmen, her zaman ilim öğrenirdi. Bunun sebebini sorduklarında buyurdu ki:- İlim çoktur, fakat ömür kısadır. O hâlde önce dinde zarûrî lâzım olan ilimleri öğren! Kalb ile bedenin hâli, kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz. İlâhî ni'metleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla âmil olmalı ki, âhiretteki sonsuz ni'metlere kavuşmak nasip olsun.Çok ağlamasının sebebini sorduklarında buyurdu ki:- Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Resûl aleyhisselâmın vefâtı. Bu ayrılığa dayanamadım ve durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman, hâlim ne olur bilmediğim için ağlıyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çektiği zaman, Cennetlik miyim, Cehennemlik miyim bilemiyorum. O zaman hâlim ne olur bilemiyorum, onun için ağlıyorum.

Selmân-ı Fârisî hazretleri birgün bir deve yükü nafaka satın aldı. Bir kimse onu gördü ve sordu:- Yâ Selmân, bu kadar nafakayı ne yapacaksın? Bunu bitirecek kadar ömrün olduğunu biliyor musun?Selmân hazretleri buyurdu ki:- Nefs nafakasını aldığı zaman, insan rahat olur. Ondan sonra, nafaka ve başka birşey düşünmeden, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olabilir. İnsan nafakası tamam olunca, vesveselerden emin olur.Selmân-ı Fârisî hazretleri, arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, Bu hâl, sizin için hayırlı, fakat benim için fenadır buyurur, hiç kimsenin, arkasından yürümesini istemezdi.

Kanâat etseydin!

Ebû Vâil diyor ki: Bir arkadaşımla Selmân hazretlerinin ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım dedi ki:- Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı.Bunun üzerine Selmân hazretleri, matarasını rehin vererek o otu aldı, geldi. Yemeği bitirince arkadaşım dedi ki:- Bize verdiği ni'mete kanâat ettiğimiz için Allahü teâlâya hamdederiz.Selmân hazretleri buyurdu ki:- Eğer kanâat etseydin, benim matara rehin olmazdı.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:44   #75
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Resûlullahın hizmetçisi: SEVBÂN

Hz. Sevbân aslen Yemenliydi. Esîr olarak satılıyordu. Peygamberimiz esâret parasını vererek onu satın aldı, sonra da serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryâsı olan Resûl-i ekreme bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu farkeden Peygamberimiz, kendisine şu teklîfte bulundu:- İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i beytimizin arasında bulun.

Makâmını yükseltir

Bu, Hz. Sevbân'ın dört gözle beklediği bir teklîfti. Hiç düşünmeden, Kâinâtın efendisiyle beraber kalmayı kabûl etti.Hz. Sevbân, böylece Peygamber efendimizin ve ailesinin hizmetinde bulunmak şerefine erdi. Peygamberimizin husûsî hizmetkârlık vazîfesini de yürüttü. Akıllı, dirâyetli ve zekî bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde istediklerini yerine getirirdi.Bir gün Müslümanlar Resûlullahın hizmetçisi Sevbân'a bir hadîs-i şerîf nakletmesini ricâ ettiler: Hz. Sevbân dedi ki:Resûl-i ekrem efendimiz buyurdular ki: “Bir Müslüman cenâb-ı Hakka bir secde ederse, cenâb-ı Hak onun makâmını bir derece yükseltir ve günâhlarını affeder.”

Eshâb-ı Suffa'dan olan Hz. Sevbân, Resûl-i ekremden sonraki ilim, fazîlet ve fetvâ sahibi kimseler arasında sayılmaktadır. Geniş bir ders halkası ve talebeleri vardı. Hz. Sevbân, Resûl-i ekreme, hizmet ve ta'zîmde öyle bir derecede idi ki, Müslümanlar bunu kelimelerle izâh etmekte âciz kalırlardı.Resûl-i ekreme olan bu sevgi ve bağlılığından dolayı defalarca zarar görmüş, hattâ yaralanmıştı. Nitekim bir gün, bir Yahûdî gelerek, Resûl-i ekreme, “Esselâmü aleyke yâ Muhammed!” demişti. Orada bulunan Hz. Sevbân, “Niçin, yâ Resûlallah, demedi” diye Yahûdîyle dövüşmüş ve yaralanmıştı.Hz. Sevbân, “Peygamberimizin ismini, yalnız başına söylemeyi günâh kabûl ederim” derdi.Hz. Sevbân, Peygamber efendimizin söz ve emirlerini bütün gönlüyle, pür dikkat dinler ve bunlara titizlikle uyardı. Bir defa Resûl-i ekrem Sevbân'a;- Kimseden bir şey isteme ve suâl sorma! diye buyurmuşlardır.

Hidâyet kandilleri

Bundan sonra, Hz. Sevbân, ömrünün sonuna kadar kimseden bir şey istememiş ve kimseden bir şey sormamıştır. Hattâ son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek husûsunda kendisine yardım etmek isterler, fakat o reddederdi.Hz. Sevbân'ın bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu kiİhlâs sahibi olanlara müjdeler olsun! Bunlar hidâyet kandilleridir. Onların üzerinden bütün karanlık fitneler kalkar.)

Hz. Sevbân buyururdu ki:Bir Müslümana faydası dokunan veya bir Müslümanın zararını kaldıran yalan hariç, her yalan günâhtır.Hz. Sevbân, Resûlullahtan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber âşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla ba'zan Resûlullahtan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir hâlde Resûl-i ekremin huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simâsında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı. Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu:- Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?

Hiçbir şeyim yoktur

Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı: - Ne hastalığım, ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Resûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemâline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum. Sonra âhıreti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum. Çünkü siz Cennette diğer Peygamberlerle beraber yüksek makâmlarda bulunacaksınız. Ben ise Cennete girsem bile senin derecenden aşağı makâmlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum.Bunun üzerine Nisâ sûresinin 69-70. âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. Bunlarda meâlen buyuruldu kiAllahü teâlâ ve Peygamberlere itâat edenler, işte bunlar, Allahü teâlânın kendilerine ni'met verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlarsa ne güzel birer arkadaştır!

İşte itâatkârlara yapılan bu ihsân Allahü teâlâdandır. Her şeyi bilici olarak Allahü teâlâ kâfidir.)

Bu âyetleri duyan Hz. Sevbân sevincinden uçacak gibi oldu.Hz. Sevbân, çok sâdık, Peygamberimize candan bağlı, fazîlet yönünden örnek bir Sahâbî idi.Hz. Sevbân, Resûl-i ekremin her zaman yanında hazır bulunup, hizmet edenlerdendi. Bu bakımdan, Peygamber efendimizden pek çok istifâde etmiş ve ilim bakımından pek yüksek bir dereceye kavuşmuştur. Nitekim 124 veya 127 hadîs rivâyet etmişti. Çok hadîs-i şerîf ezberleyip neşredenler arasına girmişti.

Her zaman bulunacaktır

Hadîsleri iyi ezberlerdi. Ezberlediği hadîsleri yaymayı farz bilirdi. Halk, hadîs ilmindeki derecesini bildiklerinden, dâimâ ondan hadîs-i şerîf sorar öğrenirlerdi. Bildirdiği hadîslerin ba'zılarında buyuruldu kiBir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygamber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecektir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar, Allahın emri gelinceye kadar, onlara zarar yapamayacaktır.)

(Biliniz ki en hayırlı ameliniz namazdır. Yalnız kâmil mü'min abdestli durur.)

(Kim Ramazandan sonra altı gün oruç tutarsa, bütün sene oruç tutmuş gibi olur. Kim bir iyilik yaparsa, ona, bunun on katı verilir.)
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:44   #76
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Allah yolunda malını mülkünü terkeden sahâbî: SÜHEYB-İ RUMİ

Ka'be-i muazzamanın güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam'ın evi bulunuyordu. Ka'be'ye güney tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte olduğundan Ka'be rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke'nin ileri gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve ikrâm ederdi.Bu gibi sebeplerden dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer Müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli bir yer olduğu için ibâdetlerini rahat yaparlardı. Yeni Müslüman olmak isteyenler de bu eve gelir, Müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve Dar'ül-İslâm ve Dârül-Erkam gibi isimler verilmişti.

Müslüman olacağım

Bir gün Hz. Ammâr bin Yâser, Hz. Erkam'ın evinin önünde Hz. Süheyb bin Sinan'a rastladı. O'na sordu:- Burada ne yapıyorsun?- Sen ne yapıyorsun?- Ben içeri gireceğim ve Hz. Muhammed'in sözlerini dinleyip bildirdiği dîne gireceğim. Müslüman olacağım.- Ben de aynı maksatla buraya geldim.İkisi de aynı maksatla geldiklerini söyleyince, beraber içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Müslüman oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan sonra evlerine gittiler.Peygamber efendimiz, İslâmiyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve birbirlerini severlerdi. Süheyb bin Sinan, Abdullah bin Ced'an'ın azâdlı kölesi idi. Müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmeyen yedi mücâhid Sahâbîden biri idi.Hz. Süheyb, Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra Mekke'li müşriklerin, şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara işkence ederlerdi. Hz. Süheyb, Mekke'de akrabası, dayanağı olmayan bir zât olduğu için, müşrikler kendisine çok zulmederler, konuşamıyacak hâle getirinceye kadar döverlerdi. Demir gömlek giydirirler, en sıcak günde, güneş altında tutulur, üstüne de yük bindirirlerdi.

Zevk alan kimseleriz

Bir gün, Hz. Habbâb ve Hz. Ammâr'la birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden ba'zıları ile karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce:- İşte Muhammed'e tâbi olan kimseler, diye alay ettiler ve ba'zı uygunsuz sözler söylediler.Hz. Süheyb onlara cevâben buyurdu ki:- Evet! Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olan, Onunla beraber bulunmaktan zevk alan kimseler biziz. Hz. Muhammed'e biz inandık, siz inanmadınız. Biz O'nun söylediklerinin, bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğunu kabûl ettik. Siz yalanladınız. Bütün üstünlük ve fazîletler İslâmiyette, bütün zillet ve felâketler de müşrikliktedir. Müslümanlıkta aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur. Hz. Süheb böyle söyleyince inanmıyanlar üzerine saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan'ı dövdüler. Öyle ki, konuşamıyacak, ne söylediğini bilemiyecek hâle geldi.Hz. Süheyb bütün bu işkencelere tahammül ediyordu. Yapılan eziyetler onun için, hak yolda sabır ve sebât için bir teşvik oluyordu. Îmânı kat kat artıyor, müşriklerin onu hak yoldan döndürme gayretleri boşa gidiyordu.Hz. Süheyb, Mekke'de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu. Medîne-i münevvereye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu kesildi. Dediler ki:- Sen Mekke'ye fakir olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz.

Kendiniz bilirsiniz

Hz. Süheyb, onlara buyurdu ki:- Ey müşrikler. Beni iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üzerime gelirseniz, ok çantamdaki okların hepsini size atarım ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde bulundukça bana birşey yapamazsınız, kendiniz bilirsiniz.Fakat Hz. Süheyb'in, Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O'na kavuşmak arzûsu ve Medîne-i münevvereye gidip ibâdetlerini rahatça edâ edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeple hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara dedi ki:- Yanımdaki ve Mekke'de bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?Hak ve hakikatlerden nasîbi olmayan müşriklerin de arzûsu buydu. Hemen kabûl ettiler. Hz. Süheyb, yanında bulunan bütün mallarını verdi, Mekke'deki mallarının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam etti.Mekke ile Medîne arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştı. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün sıkıntılardan zevk alarak yoluna devam etti. Peygamber efendimiz, beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olduğu hâlde Hz. Külsüm bin Hedm'in hânesine misâfirdiler. Önlerinde de ev sâhibinin getirdiği yaş hurmalar vardı.Hz. Süheyb Peygamber efendimizin huzuruna geldiğinde gözü ağrıyordu. Yolda çok acıkmış ve susamıştı. Bu sebeple Peygamber efendimizin önlerinde hazır bulunan taze hurmalardan yemeye başladı. Hz. Ömer:Yâ Resûlullah! Süheyb'i görüyor musunuz, hem gözü ağrıyor, hem yaş hurma yiyiyor, dedi.

Birisi sağlamdır

Peygamber efendimiz de Hz. Süheyb'e lâtife ile buyurdu ki:- Gözlerinde rahatsızlık var, yine de hurma yiyorsun. Hz. Süheyb de cevaben dedi ki:Yâ Resûlallah! Gözümün birisi sağlamdır. Onun hakkını yiyorum.Peygamber efendimiz ve orada bulunanlar, bu cevap hoşlarına gittiğinden tebessüm ettiler. Sonra Süheyb başından geçenleri anlattı:Yâ Resûlallah, Mekke'den, Medîne'ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakaladılar. Onlara bütün servetimi teklif ettim. Onlar da kabûl ettiler. Bütün malımı vererek kendimi ve ailemi kurtararak huzurunuza geldim.Peygamber efendimiz buyurdu ki:- Süheyb kazandı, Süheyb kazandı, Ebû Yahyâ kazandı! Satış kârlı çıktı. Satış kârlı çıktı.Sonra Hz. Süheyb hakkında nâzil olan:"İnsanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın rızâsını isteyerek O'na ibâdet yolunda kendini ve malını fedâ ederler." [Bekara 207] meâlindeki âyet-i kerîmesini okudular.Hz. Süheyb-i Rûmî, nişan almakta ve ok atmakta çok mahir idi. Başta, Bedir, Uhud ve Hendek olmak üzere bütün gazâlarda bulundu. Çok büyük gayret ve kahramanlıklar gösterdi. Buyurdu ki:- Her zaman, Resûlullahın yanında bulundum. Bütün bîâtlerde, bütün gazâlarda ve seferlerde hep yanlarındaydım. Hiç bir zaman Resûlullah ile benim aramda bir düşman bulunmamıştır. O'na bir zarar gelmemesi için kendi vücudumu siper ettim. Bu durum, O âhirete irtihâl edinceye kadar devam etti.

Arabım dersin

Bir gün Hz. Ömer kendisine takıldı:- Yâ Süheyb! Oğlunun adı Hamza olduğu hâlde, Ebû Yahyâ ya'nî Yahyâ'nın Babası diye tanınırsın. Rûmî olduğun hâlde, Arabım dersin. Bir de çok harcıyorsun. Niçin?Hz. Süheyb gülerek, şu cevabı verdi:- Ebû Yahya künyesini, bizzat Resûlullah efendimiz verdiler. Soyum Nemr neslindendir ama, Rumların eline esir düşmüşüz. Çok harcamama gelince, çok harcıyorum ama, hep Allah yolunda sarf ediyorum. Zîrâ sevgili Peygamberimizden duydum, buyurdu ki:"Sizin hayırlınız, selâmı güzelce alıp veren. Bir de, çokca ikâm eden kimsedir."Hz. Ömer, Hz. Süheyb'i çok severdi. Hz. Ömer, Ebû Lü'lû kâfiri tarafından yaralanınca, yerine geçecek halîfeyi seçmek için şûra ehlini tayin edip, yeni halîfe seçilinceye kadar Hz. Süheyb'in kendisinin yerine vekil olması ve cenâze namazını kıldırması için vasiyet etti.Hz. Süheyb, üç gün müddetle cemâ'ate namazları kıldırdı. Bu mukaddes vazîfeyi büyük bir ihtimam ve hassasiyetle yerine getirdi. Hz. Ömer'in cenâze namazını da kıldırdı. Bu esnada gösterdiği dikkat ve itina ile herkesin takdir ve tasvibini kazandı.Hz. Süheyb, herkese iyilik eder, çok yemek yedirirdi. İkrâm ve ihsânları çok idi. 70 yaşında, 658'de Medîne-i münevverede vefât etti. Bâki kabristanına defnolundu.Orta boylu, buğday tenli, kırmızı benizli, saçları sık ve siyah, yakışıklı bir zât idi. Çocukları Habib, Hamza, Sa'd, Salih, Seyfi, Ubbâd, Osman ve Muhammed'dir.

Süheyb'i sevsin

Resûlullah efendimiz Süheyb'i çok severdi. Buyurdu ki:- Bir kimse Allaha ve ^Ahiret gününe inanıyorsa, bir ananın evlâdını sevmesi gibi Süheb'i sevsin. Süheyb'in babası, Nemr soyundan Sinan, anası Kuayd kızı Selma'dır. Hep birlikte Übülle şehrinde yaşıyorlardı. Dedesi, Musul civârındaki bu şehrin Hâkimi idi.Günün birinde, Bizanslılar hücum ettiler. Çok kimseyle birlikte, Küçük Süheyb de esir düştü. Uzun müddet, Rumların elinde kaldı. İşte bu yüzden, Süheyb-i Rûmî olarak anılmıştır.O'nu, Mekkeli Abdullah bin Ced'an satın aldı. Bir müddet sonra da, iyi hareketlerinden dolayı âzâd etti...Hz. Süheyb, orta boylu, kırmızı yüzlü, çok cömert ve lâtifeyi seven bir zât idi. Resûlullahın hadîslerine büyük önem verir, hata ederim endişesiyle hadîsleri nakletmezdi. Niçin nakletmiyorsun diyenlere buyurdu ki:- Vallahi ben Resûlullahın hadîslerini bile bile nakletmiyorum. İsterseniz gelin size Peygamber efendimizin savaşlarını ve yanlarında bulunduğum sırada gördüğüm şeylerin hepsini anlatayım. Fakat, "Peygamber efendimiz şöyle buyurdu" demeye gelince, ben onu yapamam.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:44   #77
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Yemâme kabîlesi reisi: SÜMÂME BİN ÜSÂL

Hicretten sonra Medîne'de İslâmiyet hızla yayılıyordu. İslâm güneşi gittikçe daha fazla insanı hidâyet nuru ile aydınlatıyordu. Peygamber efendimiz çevre kabîlelere elçiler gönderiyor, onları İslâmiyete da'vet ediyordu. Onlardan gelen elçileri kabûl ediyordu.Bir gün Sümâme bin Üsâl da Resûlullahın ziyâretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında yaşayan Yemâme kabîlesinin reisi idi. Asıl maksadı Resûlullahı öldürmekti.Nitekim Resûlullahın huzûrunda iken, Peygamber efendimize saldırmaya teşebbüs etti. Ancak Eshâb-ı kirâm araya girerek buna mâni oldu. O kargaşa esnâsında Sümâme kaçmaya muvaffak oldu. Resûlullah efendimiz onun yakalanarak cezâlandırılması için emir verdi ve yakalanması için duâ etti.

Kim olduğunu biliyor musunuz?

Hicretin altıncı yılı başlarında, Sümâme bin Üsâl, umre için yola çıkıp, Medîne yakınlarına gelmişti. Resûlullahın süvârileri onu burada yakalayıp, Peygamberimize getirdiler. Yakalayanlar onu tanımıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara buyurdu ki:- Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme bin Üsâl'dir. Ona iyi esir muâmelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz! Sümâme, mescide habsedildi. Resûlullah kendi evine geldiklerinde, mübârek hanımlarına:- Sizde yemek olarak ne varsa toplayıp Sümâme'ye gönderin! buyurdular.Böylece Sümâme'ye yiyecek gönderdikleri gibi iyi muâmelede bulundular. Ancak Sümâme'yi bulunduğu yerden bir tarafa ayırmadılar.Peygamber efendimiz mescide çıktıklarında buyurdu:- Yâ Sümâme, yanında ne var, gönlünden ne geçiriyorsun, benden ne bekliyorsun? Sümâme cevap verdi:- İçimde hayır ümidi var. Çünkü sen affedicisin. Eğer beni öldürecek olursan, bir câniyi öldürmüş olursun. Öldürmez de affedip, beni bağışlarsan, iyilik bilen, ni'mete şükreden birisine ihsân etmiş olursun. Eğer benden kurtuluş fidyesi olarak mal istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al.Resûlullah efendimiz, üç gün üst üste gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimiz yine yüksek merhametini gösterdi ve Sümâme'nin hayâl bile edemiyeceği bir şekilde buyurdu ki:- Artık Sümâme'yi salıveriniz! Bu emir üzerine Eshâb-ı kirâm onu serbest bıraktı. Sümâme bırakılıp, serbest kalınca, gönlüne İslâmiyetin sevgisi düştü. Hemen Kelime-i şehâdet getirdi. Resûlullah efendimize biat etti.

En sevimli dîn

Resûlullah efendimiz ona, hemen gidip gusletmesini emretti. Sümâme hemen gidip gusledip, sonra mescide girdi. Resûlullahın huzurunda şunları söyledi:- Vallahi, akşamleyin, yanına geldiğim zaman, bana senin yüzünden daha çok kızdığım bir yüz yoktu. Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi akşamleyin, senin dînin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir din olmuştur.Böylece dünün azılı bir müşriki Peygamberimizin engin merhameti sâyesinde Müslüman olmuş hidâyete kavuşmuştu.Hz. Sümâme hicretin altıncı yılında Resûlullahın huzûrunda Müslüman olduktan sonra Peygamber efendimize:- Yâ Resûlallah! Ben umre yapmak için giderken süvârilerin beni yakalamıştı. Şimdi ne buyuruyorsunuz? diye arzetti.Resûlullah onu dünya ve âhiret saâdetiyle müjdeleyip, umresini yapmasını emretti.Hz. Sümâme, Mekke'ye, telbiye ederek girmişti. Bunun üzerine müşrikler onu yakaladılar, neredeyse boynunu vuracaklardı. Fakat o sırada birisi:- Bırakınız onu! Siz yiyecekleriniz husûsunda Yemâme halkına muhtaçsınız. Ona bir şey olursa hepimiz aç kalırız, dedi.

Hak dîni kabûl ettim

Bunun üzerine müşrikler Sümâme'yi serbest bıraktı. Sonra müşriklerden birisi ona dedi ki:- Demek, dinden çıktın hâ!Hz. Sümâme şöyle karşılık verdi:- Hayır, ben dinden çıkmadım. Bilâkis ben hak din olan İslâmiyeti kabûl ettim. Muhammed aleyhisselâmı ve Onun getirdiklerini tasdik ettim. Vallahi Allahın Resûlünden izinsiz buğday alamıyacaksınız. Siz Ona tâbi olmadıkça, Yemâme'den faydalanamıyacaksınız! Sümâme umresini yaptıktan sonra Yemâme'ye gitti. Yemâme halkının, Mekke'ye erzak göndermelerine mâni oldu. Bu yüzden müşrikler çok sıkıntıya düştüler. Müşrikler bu sebeple Resûlullaha mektup yazıp, çektikleri sıkıntıları ve erzak gönderilmesine müsâade edilmesini istediler. Hattâ, Ebû Süfyân Medîne'ye kadar gelerek, Peygamber efendimize:- Âlemlere rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun, diyerek bu husûsta müracaatta bulunup, hallerini uzun uzun anlattı.Resûlullah, müşriklerin bu talepleri üzerine Yemâme halkının, Mekkelilere, yiyecek göndermelerine mâni olmaması için Sümâme'ye mektup gönderdi. Hz. Sümâme bu emre uyarak, engel olmaktan vazgeçti.Resûlullah efendimizin vefâtından sonra, Sümâme bin Üsâl ve onunla beraber olanların dışında bütün Yemâme halkı İslâmdan çıkıp, mürted olmuşlardı. O sırada Sümâme bin Üsâl Yemâme'de bulunuyordu.

Karanlık bir iştir

Halkı, Peygamberlik dâvâsına kalkışan Müseyleme'ye tâbi olmaktan, onu desteklemekten alıkoymaya çalıştı. Onlara dedi ki:- Ey Hanîfeoğulları! İslâmdan dönüş, nursuz, çok karanlık bir iştir. Bundan sakınıp, uzak kalınız. Son Peygamber Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Ondan sonra Peygamber gelmiyecek, Ona ortak da olmıyacaktır.Sonra Mü'min sûresinin ilk üç âyetini okudu ve:- Ey Yemâme halkı! İşte bu Allahü teâlânın kelâmıdır, dedi.Yemâme halkı onun bu nasîhatlarını dinlemedi. Onlar Müseyleme'ye uymakta birlik hâlinde idiler. Bu sırada, Alâ bin Hadramî komutasında bir İslâm ordusu, Bahreyn'e doğru gidiyordu. Yemâme tarafına da uğradı. Sümâme bunu duydu. Orada bulunan Müslümanlarla birlikte Alâ bin Hadramî'nin ordusuna iştirak ettiler.Temim kabîlesinden de bir hayli asker katılıp, Alâ'nın ordusu iyice kuvvetlendi. Alâ bin Hadramî, bu ordu ile, Hatam komutasındaki mürted ordusu ile çarpışmaya başladı. Nihayet, bir gece müşrik ve mürtedlerin sarhoş oldukları bir vakitte İslâm ordusu gece baskını yaptı. Müşrik ve mürtedler perişan olup, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir edildi. Diğerleri kaçtılar. Müslümanlar harbi kazandılar. Hz. Sümâme bu savaştan dönerken yol kesiciler tarafından şehîd edildi.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:44   #78
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Işık Saçan Sahâbî: TUFEYL BİN AMR

Tufeyl bin Amr, meşhur bir şâirdi. Misâfirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu.Peygamberimiz, Mekke'de İslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara nasîhat veriyor, onları İslâm dinine davet ediyordu. Mekke'li müşrikler ise, Resûlullahın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı.

O'na tâbi oluyorlar

Hattâ dışarıdan Mekke'ye gelenleri Peygamberimizle görüştürmemek için, ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı. İşte böyle bir zamanda Tufeyl bin Amr, bir iş için Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, hemen onun yanına gittiler dediler ki:- Ey Tufeyl! Sen meşhur bir şâirsin, sözüne güvenilir, akıllı bir insansın. Biliyorsun, aramızdan çıkan Abdülmuttalib'in Yetîmi, putlarımızı kötülüyor, bizi kendi dînine çağırıyor. Babayı oğlundan, kadını kocasından ayırıyor, akrabâları birbirlerine düşman ediyor.Onun sözünü işiten oğul babasına bakmıyor. O'na tâbi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip, müslüman oluyor. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belâsı, seninle kavminin başına da gelir. Sana nasihatımız olsun, O'nunla sakın konuşma. Ne O'na bir söz söyle, ne de O'nun sözlerini dinle. Anlattıklarına kulak asma! Çok dikkatli ol. Burada daha fazla da kalma. Hemen çekip git!

Bundan sonrasını Tufeyl bin Amr şöyle anlatıyor:- Bu sözü o kadar çok söylediler ki, artık O'nunla konuşmamaya, O'nun sözünü aslâ dinlememeye kara verdim. Hatta Kâ'be'ye girdiğim zaman, ne olur, ne olmaz belki sözlerini duyarım endişesiyle kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım.Ertesi gün, sabahleyin Kâ'be'ye gittim. Gördüm ki, Resûlullah efendimiz Kâ'be'nin yanında durmuş namaz kılıyordu. Ona yakın bir yerde durdum. Cenab-ı Hakkın hikmeti olarak Kur'ân-ı kerimden okuduklarından bazısı kulağıma gitti. İşittiğim sözleri, o kadar güzel buldum ki, kendi kendime:"Ben, iyiyi kötüyü ayırd edemiyecek bir adam değilim. Hem de şâirim. Bunun söylediklerini ne diye dinlemiyeyim? Sözlerini güzel bulursam Onu kabul ederim, güzel gelmezse terk ederim" dedim.Ve bir tarafa gizlenip, Resûlullah efendimiz namazını kılıp evine dönünceye kadar orada bekledim. Evine girinceye kadar peşinden gittim. Evine girince, ben de girdim.

Kulaklarımı tıkadım

Yâ Resûlallah! Ben bu diyara geldiğimde senin kavmin, senden uzak durmamı istediler. Beni, o kadar korkuttular ki, ben de senin sözünü işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkadım. Ama Allahü teâlânın hikmeti olacak ki, bana senin okuduklarını işittirdi. Onları pek güzel buldum. Bana yolunuzu anlatır mısınız?Resûlullah efendimiz, bana İslâmiyeti anlattılar, Kur'ân-ı kerîm okudular ve îmân etmemi istediler.- Vallahi ben bu zamana kadar, böyle güzel söz, böyle âdil bir din işitmemiştim. Huzûrunda hemen Müslüman oldum. Sonra:- Yâ Resûlullah! Ben, kavmimde sözü dinlenen itibarlı bir kimseyim. Onlar benim sözümden dışarı çıkmazlar. Gidip onları da, İslâm dinine da'vet edeyim. Duâ ediniz de, Allahü teâlâ benim için bir alâmet, bir kerâmet buyursun! Böylece o alâmet, kavmimi İslâmiyete da'vet ederken bana bir olaylık, yardım olsun! dedim.Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:- Ey Allahım! Onun için bir âyet, alâmet yarat! diye dua buyurdu.

Karanlık gece

Bundan sonra Mekke'den çıkıp kendi beldeme döndüm. Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu su başına bakan tepeye vardığım zaman, hemen alnımda kandil gibi bir nûr peyda oldu. Çıra gibi ışık vermeye başladı. O zaman duâ edip:- Allahım! Bu nûru alnımdan başka bir yere naklet! Devs kabilesinin câhilleri görüp de, dîninden döndüğü için Allah, onun alnında ilâhi bir cezâ olarak bunu çıkardı, sanmasınlar! dedim.O nûr, hemen elimdeki kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Kabilemin yurduna yaklaşıp da, yokuştan aşağıya inmeye başladığım sırada orada bulunanlar, elimdeki kamçının başında kandil gibi parlayan, etrafa ışık saçan nûru birbirine gösteriyorlardı. Bu vaziyette yokuştan aşağıya inip evime geldim.Yanıma ilk önce, ihtiyar olan babam gelip, beni bu hâlde gördü. Bana olan sevgisinden dolayı boynuma sarıldı. Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki:- Ey babacığım! Eğer evvelki hâl üzere kalırsan, ne ben sendenim, ne de sen bendensin!- Sebebi nedir?, Ey oğlum!- Ben, artık Muhammed aleyhisselâmın dinine girip Müslüman oldum.Bunun üzerine babam da:- Oğlum, ben de senin girdiğin dine girdim. Senin dinin benim dinim olsun, deyip hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Bundan sonra İslâm dininden bildiğimi ona öğretttim. Sonra yıkanıp temiz elbiseler giydi.Daha sonra yanıma hanımım geldi. Ona da aynı şeyleri söyledim. O da kabul edip Müslüman oldu.Sabah olunca Devs kabilesinin içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyeti anlattım. Onları da bu dîne girmeye davet ettim. Fakat onlar, bu daveti kabullenmede ağır davrandılar. Hatta kaş göz hareketleri yaparak benimle alay etmeye başladılar. Faiz ve kumara düşkünlüklerinden beni dinlemediler. İslâmiyete uymaktan kaçındılar. Allaha ve Peygamberine âsi oldular.

Yumuşak davran!

Bir müddet sona Mekke'ye gelip kavmimin durumunu Resûlullaha anlatarak:- Yâ Resûlullah! Devs kabilesi Allaha âsi oldular. İslâma girmeleri için yaptığım da'vetimi kabul etmediler. Onların aleyhinde bedduâ et de, helâk olsunlar, dedim.Herkese şefkât ve merhameti çok olan Peygamberimiz, ellerini açıp kıbleye dönerek:- Yâ Rabbi! Devs halkına doğru yolu göster de, onları İslâm dînine getir, diye duâ buyurdu. Bana da:- Kavmine dön! Onları güleryüzle ve tatlı dille İslâmiyete da'vet etmeye devam et! Kendilerine yumuşak davran! buyurdu.Hemen dönüp memleketime geldim. Devs halkını İslâma davetten hiç boş kalmadım. Hz. Ebû Hureyre de dâhil bir çok kimse Müslüman oldu.Tufeyl bin Amr, Peygamber efendimiz, Hayber'de bulunuduğu sırada, Devs kabilesinden kendisine tâbi olup, Müslümanlığı kabul edenlerle birlikte Medine'ye geldiler. Sayıları 70 veya 80 civarındaydı.Resûlullah efenimizden, ordunun sağ kanadında yer almalarını rica ettiler. Kendilerine "Yâ Mebrûr" sözünü savaş parolası yapılmasını istediler. Peygamberimiz de bu isteklerini kabul etti. Ordunun sağ kanadının kumandanlığını Tufeyl bin Amr yürüttü. Hayberdeki ganîmetlerin hepsinden pay aldılar.

Putu yaktı

- Yâ Resûlullah! Beni, Huzâa ve Devs kabîlelerinin putu olan Zülkeffeyn'e gönder de, onu yakayım!" dedi.Resûlullah efendimiz, bu putu yakıp, yok etmek için Onu görevlendirdi ve buyurdu ki:- Zülkeffeyn'in işini bitirdikten sonra, kavminle beraber İslâm ordusunu desteklemek üzere Tâif'e gelip, bize yetişeceksin!"Tufeyl bin Amr, derhal Devs kabilesinin putunu yakmak üzere hareket etti. Putun, Bulunduğu yere gelip onu yıktı, kırdı ve içine ateş doldurup yaktı.Devs kabilesi, Zülkeffeyn putu yakılıp orada tapılacak bir şey kalmayınca, hepsi birden İslâmiyetin bütün emirlerine tam olarak uymaya söz verip, Müslüman oldular. Puta tapmaktan vazgeçtiler.Ondan sonra Tufeyl, kendi kabilesinden 400 kişi alarak acele yola çıktı. 4 gün sonra Tâif'te Peygamber efendimize yetişti. Yanında, ağır savaş aracı olarak Debbâbe ile mancınık da götürdü.Hz. Ebû Bekir zamanında Mekke ve Medine'nin dışında birçok kabile dinden ayrılmaya başlamışlardı. Hz. Ebû Bekir, bunların üzerine yürüdü. Hepsini mağlup etti.Yalancı peygamberlik iddia eden Tuleyhâ adındaki kimsenin üzerine, Hz. Tufeyl bin Amr gönderildi.

Müjdeleyen rü'yâ

Tufeyl bin Amr, Mekke'nin fethinde de Resûlullahın maiyetinde bulundu. Peygamberimiz Mekke'nin fethinden sonra Huneyn'de Hevâzinlileri bozguna uğratıp Tâif üzerine yürümek istediği sırada, oğlu Amr ile giderken bir rü'yâ gördü. Rü'yâsında, başı tıraş ediliyor, ağzından kuş uçuyor ve bir kocakarı onu karnına sokuyor, oğlu da onu arıyordu.Bu rü'yâsını arkadaşlarına anlattı. Onlarda:- Hayırdır inşaallah, dediler.- Bu rüyâyı kendim şöyle yorumladım:Başın tıraş edilmesi, başın kesilmesi demektir. Ağızdan kuşun çıkması rûhun çıkmasıdır. Kocakarının karnına alması, toprağın içine gömülmektir. Oğlumun beni araması da savaşta yaralanacağına ve sonradan O'nun da şehîd olacağına alâmettir. Ben şehîd olacağımı umuyorum.Gerçekten, Tufeyl bin Amr hazretleri Yemâme savaşında şehîd oldu. Oğlu da bu savaşta ağır yaralandı. Yermuk savaşında da şehîd oldu.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:45   #79
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Akabe bî'atlerinde kavminin temsilcisi olan sahâbî: UBÂDE BİN SÂMİT

Resûlullah efendimiz hicretten sonra Medîne'de, Yahûdîlerle antlaşma yapmışlardı. Buna göre Yahûdîler, Müslümanlara saldırmıyacaklar, onların düşmanlarına yardım etmiyeceklerdi!

Buna rağmen, Yahûdîler sözlerinde durmadılar ve Müslüman kanı dökmekten çekinmediler.Medîneli Yahûdîler, üç kabîle hâlinde yaşıyorlardı. Kureyzâ, Nâdir ve Kaynukaoğulları. En cesûrları, Kaynuka Yahûdîleriydi. Pek sağlam bir kalede oturuyorlardı. Kuyumculuk ve tefecilikle geçinirlerdi.

Savaşmasını bilmiyenler

Müslümanların Bedir zaferinden sonra, hepsi de hırslarından kuduracak hâle geldiler. Bir Müslüman kadınına saldırmaları üzerine, Resûlullah efendimiz Yahûdîlere, bu kadar şımarmamalarını, aradaki antlaşmaya saygılı olmalarını, aksi davranışları devam ederse; Bedir günü, Müslümanlara eziyet eden Kureyş müşriklerinin başına gelenlerin, onlara da gelebileceğini ihtâr ettiler.Yahûdîler işi, daha da ileri götürerek dediler ki::- Savaşmasını bilmeyen kimselere ya'nî Kureyş'e karşı kazanılan zafer, önemli değildir. Şâyet Müslümanlar bir gün bizlerle çarpışırlarsa, o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!

Artık onlara, bir ders gerekliydi. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâma hareket emrini verdiler.Kaynukaoğulları, o çok sağlam kalelerine çekildiler. Müslümanlar da 15 gün müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda kaçacak delik bulamayan Yahûdîler, teslim olmaya mecbur kaldılar. Sevgili Peygamberimizden eman dileyip, merhâmetine sığındılar.Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla istişâre ettiler.Yahûdîlere, nasıl bir cezâ verilmesini, Eshâbına da sordular.Münâfıkların başı İbni Selül, söz aldı:- Yahûdilerle benim, anlaşmalarım vardır. Ben, onların dostluğunu bırakamam!.. deyince, Hz. Ubâde bin Sâmit de söz istedi ve dedi ki:- Yâ Resûlullah! Benim Kabîlem de Yahûdîlerle dostluk anlaşması yapmıştır. Fakat onlar, bütün sözlerini; ayaklar altına aldılar. Antlaşmalarını bozdular. Artık bundan sonra benim, Allah ve Peygamberinden başka dostum yoktur. Allah ve Resûlüne sığınıyor, emirlerini bekliyorum.

Onlardan sayılır

Sevgili Peygamberimiz ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki:- Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahûdîlerin dostluğu senin olsun! Ubâde'nin seçtiği, Allah ve Resûlünün dostluğu da, Onun olsun!

Bunun üzerine, Kur'ân-ı kerîm'in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzil oldu. Meâlen şöyledirEy îmân edenler! Sizler, Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah zâlimleri, doğru yola eriştirmez.)Peygamber efendimiz onlara karşı, pek merhâmetli davrandılar. Kaynukaoğullarının, canlarını bağışladılar. Sâdece, Medîne'den çıkarılmalarını emrettiler. Bu vazifeyi de, Hz. Ubâde'ye verdiler. O da bu vazîfeyi hakkıyla yapmıştır.Ubâde bin Sâmit hazretleri, şöyle anlatır:Ben birinci Akabe'de hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik. Resûlullah efendimiz ile şunun üzerine bî'at ettik ki:Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık etmiyelim, zinâ yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyleyerek iftirâ etmeyelim, herhangi bir iyilik husûsunda O'na âsi olmayalım.Bundan sonra, Peygamberimiz buyurdu ki:- Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü teâlâya âittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder.

Oniki temsilciden biri idi

Ubâde bin Sâmit, bîsetin 12. senesi hac mevsiminde Mekke'de yapılan ikinci Akabe bî'atinde de bulunan Hazrec kabîlesinin oniki temsilcisinden biridir. Bî'atte dedi ki:- Yâ Resûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bî'at ediyorum.Ubâde bin Sâmit'in annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin Müslüman olmasına vesîle oldu. Hicretten sonra Mekke'den göç eden Müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu. Hz. Ümmü Hıram ile evlendi. Nikâhını Resûlullah efendimiz kıydı.İslâm güneşi parladıkça, Medîne'ye hicret edenler de çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili Peygamberimiz, ba'zı âilelerin yanına misâfir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara, Kur'ân-ı kerîm öğretilmesini de istiyorlardı.Onlardan biri, Hz. Ubâde'nin misâfiri oldu. Kur'ân-ı kerîmi iyice öğreninceye kadar yedi, içti, ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O da, Hz. Ubâde'ye bir karşılık vermek istedi. Elinde, çok güzel bir yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği fevkalâde idi. Dedi ki:- Bana verdiğin emeklere karşı, lütfen bu yayı kabûl et!

Hz. Ubâde vaziyeti Peygamber efendimize arzetti. Allahü teâlânın Resûlü buyurdu ki:- Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş közü taşımış olursun. Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, ba'zı şeyler, bilhassa, Kur'ân kerim öğretilmesi; yalnız Allah rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında, herhangi bir şey almak, doğru değildir...

Şehîdler kimdir?

Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:Birgün hasta idim. Peygamber efendimiz, Ensârdan ba'zı zâtlarla beni görmeye geldi. Resûlullah efendimiz, şehîdlerden bahsederek;- Şehîdlerin kim olduğunu biliyor musunuz? diye sordu.Herkes susmuştu. Resûlullah suâli üç defa tekrarladı. Beni kaldırdılar. Şöyle cevap verdim:- Şehîd, İslâmiyeti kabûl eden, hicret eden, sonra Allah yolunda ölendir.Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:- O zaman ümmetimin şehîdleri çok az olur. Allah yolunda ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehîddir, karın ağrısından ölenler şehîddir, lohusalıktan ölen kadın şehîddir.Ubâde bin Sâmit, talebelerinden Sanabic'in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce:- Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefâ'at etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâ'at ederim.Bu Resûl-i ekremden işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i ekremin diğer bir hadîs-i şerîfini rivâyet ediyorum. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu kiKim ki Allahtan başka tapacak bir ma'bûd bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Resûlullah olduğuna şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme harâm olur.)

Sabır ve iyilik severler

Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:Birgün bir zât Peygamber efendimize gelerek sordu:- Yâ Resûlallah, amellerin en üstünü nedir?- Allahü teâlâya îmân ile O'nu tasdik, O'nun yolunda cihâddır.- Yâ Resûlallah, daha kolayı yok mu?- O hâlde, sabırlı ve iyilik sever ol!- Yâ Resûlallah, daha da kolayını istiyorum.- O hâlde, Allahü teâlâ sana ne kısmet etmiş ise ona râzı ol!

Başka bir zamanda da Resûlullah efendimiz o'na şöyle buyurdu:- Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyl ve rağbet etmenizdir.Birisi Ubâde bin Sâmit'e dedi ki:- Ben harb ederken Allahü teâlânın rızâsını murâd ettiğim gibi, başkalarının beni övmesini de isterim.Bunun üzerine Ubâde hazretleri buyurdu ki:- Sana bundan kâr yok.Adam üç kere aynı sözü tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu hadîs-i şerîfi okuduAllahü teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan müstagnî olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devrederim.) Ubâde bin Sâmit, Eshâb-ı kirâmın en fazîletlerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur'ân-ı kerîm yazmıştı.

Cehennemin yedi kapısı

Buyurdu ki:"Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir.""Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç."Allahü teâlânın rızâsı için yaşıyan Peygamber efendimiz, vazîfelerini tamamladıktan sonra; bu dünyadan ebedî âleme göçtüler. Birinci halîfesi, Hz. Ebû Bekir de ömrünü tamamladı. Arkasından, Hz. Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm orduları, büyük fetihler yaptılar.

Şunu iyi bil ki

Hz. Amr ibni Âs kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı. Epeyce zaman geçmesine rağmen, zafer haberi gelmiyordu. Nihâyet bir mektup geldi. Mısır için, yardım isteniyordu!..Bunun üzerine Hz. Ömer de, bir mektup yazdı:Ey Amr! Şunu bil ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli olmadıkça, yardım etmez. Sana yardım için, dört Müslüman gönderiyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her biri, bin kişiye bedeldir.Mektubumu aldığın zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir şekilde hitâb et. Yolladığım dört Müslümanı, onlara tanıt. Askerlerine evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra da, düşman karşısında sabır ve sebatla savaşmalarını söyle.Cum'a Günü, zevâlden sonra hücûm emrini ver. Çünkü o saatte, duâlar kabûl olunur ve Allahın rahmeti yağar. Bütün mücâhidler yüksek sesle Tekbîr getirip, Allahü teâlâdan yardım dilesinler. Sonra da, hücûma kalksınlar!

Hem âlim hem cengâver

Mısır Başkumandanı bu mektubu alır almaz, askerlerini topladı. Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla okudu. Sonra da şöyle konuştu:- Ey mücâhid gâziler. Emîr-ül Mü'minîn, Ömer bin Hattâb hazretlerinin; bizlere yardım için yolladığı bahâdırları, işte sizlere tanıtıyorum:Bu zât: Cennetle müjdelenmiş, 10 büyük Müslümandan, sevgili Peygamberimizin öz halasının oğlu, Zübeyr bin Avvâm'dır.Şu kahraman; "Resûlullahın süvârisi" ve Bedir savaşını yaşayan kahramanlarından, Mikdâd bin Esved'dir.Bu genç ise; Peygamber efendimizin duâlarına mazhâr olan, meşhur Mesleme bin Muhalled'dir.Sonuncu Müslüman da; hem âlim, hem hâfız, hem cengâver ve de Akabe Bî'atlarının reislerinden, Ubâde bin Sâmit hazretleridir.Bu konuşmadan sonra mücâhidler gerçekten coştular. Hz. Ömer'in dediklerini aynen yapmaya başladılar. Mübârek Cum'a vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarını kıldılar ve zafer için, Cenâbı Hakka duâ ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücûma geçtiler. İşte bu îmânlı hücûmlar sonunda, duâlar nihâyet kabûl oldu. Mısır topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.Hz. Ubâde, dirâyetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hz. Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus'a elçi olarak Haşim bin Âs ile Ubâde bin Sâmit'i gönderdi.Bu iki zât, Şam'a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu hâlde atlarının üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından inerken;- Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler.

En büyük kelâm

Kralın huzuruna çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Aralarında şu konuşmalar geçti:- Sizin yanınızda en büyük kelâmınız nedir?- Lâ ilâhe illallahu vallahü ekber'dir.- Siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğiniz zaman evleriniz sarsılıp, tavanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?- Hayır, biz bu sözün hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik. Ancak senin yanında gördük. O, bize öğütten başka birşey değildir.- Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi olurdum, ölünceye kadar da sizin hakîr bir köleniz olmayı isterdim.Kral, bu itiraftan sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi.Hz. Ubâde 655 yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle'de hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahâbî olduğu için, bütün mü'minler ziyâretine koşuyorlardı.Hasta yatağında bile, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini ve mübârek Kur'ân-ı kerîm âyetlerini açıklıyor; güzel nasîhatlerde bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid dedi ki:- Babacığım! Bana da bir nasîhatta bulunur musun? Fakat lütfen en önemlisi hangisiyle, onu söyleyiniz.- Beni yatağımda doğrultun, oturayım!

Dediğini yaptılar. Sonra şunları söyledi:- Oğlum! Eğer sen, kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan; îmânın tadına eremezsin.- Fakat Babacığım, kaderin, hayrını ve şerrini nasıl anlıyabilirim?- Şöyle inanmalısın ki: kaderinde olmayan şey, seni aslâ bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, aslâ kaçamazsın.

Son nasîhat

Hz. Ubâde'nin hastalığı ziyâdeleşti. Vefât edeceğini anlayınca dedi ki:- Ne kadar akrabam, azatlı, hizmetli ve komşularım varsa; toplayıp getirin!

Hepsi gelince, onlara;- Sanıyorum bugün; dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk gecem olacaktır. Ba'zılarınızı, elimle veya dilimle incitmiş olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı benden alacaksınız, dedi. Etrafındakilerle helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı:- Rûhumu teslim eder etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın. İkişer rek'at namaz kılıp; hem kendinize, hem de şu garip Ubâde'ye duâ edin. Çünkü cenâbı Hak, yüce Kitâbında (Sabır ve namazla, Allaha sığının!) buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni kabrime götürün.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-05-2011, 05:45   #80
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Eshâb-ı suffadan: UKBE BİN ÂMİR

Ukbe bin Âmir, Medîne otlaklarında koyun güderdi. Peygamber efendimizin Medîne'ye hicret ettiğini de dağda haber almıştı. Artık orada duramazdı. Gidecek, o yüce Peygamberi görecekti. Koyunları oracakta bıraktı, doğruca Medîne'nin yolunu tuttu. Geldi, Resûlullahı sordu. Misâfir kaldığı evi öğrenir öğrenmez soluğu huzurunda aldı.

Suffa eshâbından oldu

Kâinatın Efendisini karşısında görünce çok sevindi, birden dünyası genişledi, gönlü aydınlandı. Uçacak gibiydi. İçi içine sığmıyordu. O zamana kadar böyle bir heyecan yaşamamış, bu kadar sevinmemişti. Rûhundaki değişikliklere kendisi de inanamaz olmuştu. Dedi ki:- Yâ Resûlallah! Size bî'at edeceğim.Resûl-i ekrem efendimiz hakikat nûrlarından inciler saçtı önüne. Yüce dînin esaslarını öğretti. Ukbe en ufak bir tereddüt bile göstermedi. Hemen bî'at edip mü'minler arasında yer almakta gecikmedi. Ukbe artık bir sahâbiydi. Hem de Suffe eshâbının içinde yer alan seçkin bir Sahâbî.Ukbe bundan sonra her şeyi terkederek kendisini tamamen ilme verdi. Peygamberimizin hayat dolu sohbetini artık hiç kaçırmıyordu. Ondan ilim ve ma'rifet meyveleri derliyordu. Peygamberimiz de Ukbe'nin ilme olan aşırı arzûsunu bildiği için kendisiyle husûsî olarak ilgileniyordu.Birgün Hz. Ukbe'ye hitâben şöyle buyurdu:- Kur'ân-ı kerîmde bazı sû'reler vardır. Cenâb-ı Hak o sûrelerin bir benzerini ne Tevrât'ta, ne İncil'de, ne Zebûr'da ve ne de Kur'ân-ı kerîmde indirmemiştir. Hiçbir geceni onları okumadan geçirme. Bunlar: İhlâs, Felâk, ve Nâs sûreleridir.Bu sözleri kulaklarına küpe edinen Ukbe şöyle der:- O günden sonra her gece bu sûreleri okumadan yatmadım. Hep okudum.Hz. Ukbe bilmediklerini, öğrenmek istediği husûsları Peygamberimizden sormaktan çekinmezdi. Böylece pek çok şeyi öğrenme imkânını bulmuştu. Birgün Peygamberimizin yanına yaklaştı, mübârek ellerini tuttu ve şöyle dedi:- Yâ Resûlallah, iyilik ve ibâdetin üstün olanlarının hangisi olduğunu söyler misiniz?- Hâlini sormayanın hâlini sor. Sana bir şey vermeyene vermeye bak. Sana haksızlık edeni de affet.- Ya Resûlallah, kurtuluş nerededir?- Diline sahip ol, evin sana dar gelmesin. Sırrını yayma. Günâhların için ağla.

Sen hüküm ver

Bunlar zor işlerdi. Nefse ağır gelen hizmetlerdi, fakat Cennete kavuşturuyordu. Bunun için herşeyden önce böyle nefse zor gelen amelleri işliyerek Allahü teâlânın rızâsını elde etmek lâzımdı. Hz. Ukbe'nin öğrenme husûsundaki bu gayreti onun kısa zamanda âlim Sahâbîler arasına girmesine sebep oldu. Öyle ki, Hz. Ukbe, Peygamberimizin zamanında ictihâd edebilecek seviyeye geldi. Hattâ bir defasında Peygamberimiz kendisine müracaat eden iki dâvâlı hakkında hüküm verme işini ona bıraktı. Ukbe:- Siz daha lâyıksınız yâ Resûlallah! Anam, babam size fedâ olsun, dedi.Fakat Resûlullah efendimiz buyurdu ki:- Sen hüküm ver! - Neye göre hüküm vereyim yâ Resûlallah?- Kendi ictihâdına göre hüküm ver. Eğer hükmünde isâbet edersen sana on sevâb verilir. İsâbet etmezsen bir sevâb kazanırsın.Hz. Ukbe birgün on iki arkadaşıyla birlikte Peygamberimizden birşeyler öğrenmek düşüncesiyle yola çıktı. Yanlarında develeri de vardı. Onları başı boş bırakmak istemediler. Dediler ki:- İçimizden birisi develerimizi otlatsa da, kalanımız Resûlullah efendimizle sohbet etsek. Sonra öğrendiklerimizi ona bildiririz.Hz. Ukbe gerçi Peygamberimizin sohbetinde bulunmayı çok arzuluyordu. Fakat develerin yanında birisinin kalması gerektiğine de inanıyordu. Arkadaşlarını kendi nefsine tercih ederek, "Siz gidin. Develeri ben otlatırım" dedi. Sonrasını kendisi şöyle anlatır:

Kim güzelce abdest alırsa

"Arkadaşlarım gideli bir hayli olmuştu. Kendi kendime dedim ki:- Galiba aldandım. Arkadaşlarım Resûlullahtan benim duymadıklarımı dinliyor, öğrenmediklerimi öğreniyorlar.Sonra şehre gittim. Yolda sahâbîlerden bir grupla karşılaştım. İçlerinden biri, Peygamberimizin, "Kim güzelce abdest alırsa, günâhından temizlenerek annesinden yeni doğmuş gibi olur" buyurduğunu söyledi. Hayret etim. Benim hayretimi fark eden Ömer bin Hattâb dedi ki:- Hele sen ondan önceki hadîsi dinlemeliydin. Ondaki müjde daha fazla idi.- Ne olur, onu da sen söyle!

Bunun üzerine O da, Resûlullahın, "Kim Allaha hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse, Allah ona Cennet kapılarını açar. O da istediği kapıdan Cennete girer. Cennetin sekiz kapısı vardır" buyurduğunu söyledi.Tam bu sırada Resûlullah efendimiz geldi. Ben de tam karşısında oturdum, dinlemeye başladım. Fakat benden yüzünü çevirdi. Dedim ki:- Ey Allahın Resûlü! Anam babam size fedâ olsun. Niçin benden yüzünüzü çeviriyorsunuz?Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:- Sence bir kişinin istifâdesi mi daha kıymetli, yoksa on iki kişinin mi?Hatâmı anlamıştım."Hz. Ukbe, Peygamber efendimize karşı son derece hürmetkârdı. Öyle ki, Resûlullahın huzurunda deveye binmeyi hürmetsizlik sayardı. Birgün Peygamberimizle birlikte bir yere gidiyordu. Peygamberimiz deveye binmişti. Kendisi yaya idi.Resûlullah efendimiz onu terkisine almak istedi.- Ey Ukbe! Binmiyor musun? buyurdu.Hz. Ukbe dedi ki:- Yâ Resûlallah! Edebsizlik etmekten korkuyorum,Peygamberimizin ısrar etmesi üzerine, onun emri edebden üstündür diyerek mahcûb bir hâlde deveye bindi.

Allahü teâlâ onun ayıbını örter

Ukbe, mü'min kardeşlerinde gördüğü kusurları, kabahatleri açığa vurmazdı. Başkalarının kusurlarını araştırmadığı gibi, yanında başkasının kabahatlerinin anlatılmasından da rahatsız olurdu. Bir defasında hizmetçisi, komşunun bir hatâsını söyledi. Hz. Ukbe, hizmetçiye kızmadı. Ona nasîhat etti. Bunun iyi birşey olmadığını anlattı. Sonra da şu hadîs-i şerîfi rivâyet etti:"Kim dünyada bir mü'minin ayıbını örterse, Allahü teâlâ da Kıyâmet günü onun ayıbını örter."Hz. Ukbe'nin; hadîs, mîrâs taksimi ve hitâbet gibi sahalarda müstesnâ bir yeri vardı. Kur'ân-ı kerimi güzel okuyan, sesiyle süsleyen sahâbîlerdendi. Hattâ Hz. Ömer ona Kur'ân-ı kerîm okutturur ve büyük bir huşû ile dinlerdi.Hz. Ukbe'nin bir diğer husûsiyeti de askerlik sanatına olan merakıydı. Fırsat buldukça Peygamber efendimizin, (Hiçbiriniz ok atışı yapmaktan geri durmasın) ve (Bir ok sebebiyle Allah üç kişiyi Cennete koyar: Oku hayırlı bir işte kullanmak maksadıyla yapan ustasını, onu atanı ve atana yardımcı olanı) gibi hadîsleri hatırlatıyordu. Böylece cihâd rûhunun devamlı uyanık kalmasını, Müslümanların düşmana karşı tâlim yapmaya ehemmiyet vermelerini istiyordu.

Yolların en hayırlısı

Ukbe, Peygamberimizin İstanbul'un fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Hicretin 52. senesinde Hz. Muaviye'nin İstanbul'un fethi için hazırladığı orduda vazife aldı. O sıralar Mısır vâlisi olduğu için Mısır'dan hazırlanan birliğin kumandanlığını yaptı. Hicretin 58. senesinde vefât etti.Mısır'da vâli iken Peygamberimizden rivâyet ettiği bir hutbenin meâli şöyledir:- Ey insanlar! Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en hayırlısı, benim yolumdur. Sözlerin en değerlisi, Allahü teâlâyı anmaktır. Kıssaların en değerlisi, Kur'ân-ı kerîmdir. Amellerin en iyisi, farz olan amellerdir. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.Ölümlerin en şereflisi, şehitlerin ölümüdür. Körlüğün en kötüsü, hidâyete erdikten sonra sapıklığa düşmektir. İlmin en iyisi, faydalı olandır. Veren el, alan elden üstündür. Az ve yeterli olan mal, çok olan ve azdıran servetten iyidir. Pişmanlığın en kötüsü, Kıyâmet günü duyulan pişmanlıktır.En büyük hatâ, yalan söylemektir. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. En iyi azık, takvâdır. Hikmetin başı, Allah korkusudur. Kalbde yer alan şeylerin en iyisi, hakîkî îmândır. Ölüler için yüksek sesle ağlayıp dövünmek câhiliyye âdetlerindendir. Devlet malına el uzatmak, Cehennemden ateş közleri çalmaktır. Altın ve gümüşü biriktirip zekâtını vermemek, insanın, vücudunu Cehennem ateşiyle dağlamasıdır. İçki kötülüklerin anasıdır. Kazançların en kötüsü fâizdir. Yiyeceklerin en kötüsü yetimin malıdır. Bahtiyar insan, başkasından ders alabilendir.

Toprağa gireceksiniz

Hepiniz nihayet birkaç metrelik toprağa gireceksiniz. Her iş neticesiyle değerlendirilir. Amellerde geçerli olan, amelin sonudur. Gelmesi muhakkak olan şey, uzak olsa da yakındır. Mü'mine sövmek fâsıklıktır. Mü'minin gıybetini etmek Allahü teâlâya karşı gelmektir. Mü'minin kanına tecâvüz etmek ne kadar harâm ise, malına tecâvüz etmek de o kadar harâmdır. Kim kötü bir iş yapmak için Allah adına yemin ederse, Allahü teâlâ onu yalancı çıkarır. Kim sabrederse, Allah sevâbını kat kat verir.Allahım, beni ve ümmetimi bağışla! Allahım, beni ve ümmetimi bağışla! Allahtan beni ve sizi affetmesini dilerim.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim
eshabi kiram, hz. ebubekir, hz. hatice, hz.ali, hz.bilal, hz.hamza, hz.hasan, hz.huseyin, hz.omer, hz.osman


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




boşanma avukatı webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım