AK Gençliğin Buluşma Noktası


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 01-11-2009, 22:59   #21
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ahlâk´ı Güzelleştirmenin Yolları

Daha önce anlaşılmıştı ki ahlâkta îtidal, nefsin sıhhati demektir. İtidalden uzaklaşmak ise, bir hastalıktır. Tıpkı mizacta îtidalin bedenin sıhhati, itidalden sapmanın o mizaçta bir hastalık olduğu gibi... Bu bakımdan biz bedeni misâl olarak ele alıp deriz ki; kötü huyların giderilmesi, faziletlerin ve güzel ahlâkın kazanılması hususunda nefsin tedavisi, bedenin illetlerini kendisinden uzaklaştırmak, sıhhatini kazandırmak hususundaki tedavisine benzer.

Nasıl ki mizacın esasında, mûtedil olmak galip ise, mideye gıdalardan ve değişik durumlardan zarar geliyorsa, tıpkı bunun gibi çocuk da fıtraten sıhhatli ve mûtedil olarak doğup dünyaya gelir. Ancak annesi ve babası onu yahudi, hristiyan veya ateşperest yaparlar; yani alıştırmak ve öğretmek sûretiyle ona rezaletleri kazandırırlar! Nasıl ki beden, başlangıçta tam ve kâmil bir şekilde yaratılmıyorsa, ancak gıda ile terbiye edilip geliştiriliyor, yavaş yavaş kemâle doğru gidiyorsa, nefis de mükemmelliğe kabiliyetli olduğu halde, eksik olarak yaratılır.

Ancak terbiye, ahlâkın güzelleştirilmesi ve ilim ile gıdalandırmak sûretiyle mükemmelleştirilir. Eğer beden sıhhatliyse, doktorun vazifesi bu sıhhatli bedene, sıhhati koruyucu prensipleri gösterip, kanunları öğretmekse, beden hasta olduğu takdirde doktorun durumu ona sıhhati kazandırmaksa, tıpkı bunun gibi senin nefsin temiz ve saf ise, sana uygun düşen hareket o temizliği korumak için çalışmaktır. Onu daha fazla kuvvetlendirmek, daha fazla temizlemek için çalışmaktır. Eğer nefsin mükemmel, saf ve temiz değilse en uygunu, nefse saflık kazandırmak için çalışmandır. Nasıl ki bedenin mûtedil durumunu değiştiren ve hastalığı getiren illet, ancak zıddıyla tedavi olunuyorsa, eğer hastalık hararetten ise soğukla, eğer soğuktan ise hararetle tedavi edilir. Tıpkı bunun gibi, kalbin hastalığı olan rezaletin de tedavisi zıddıyladır. Bu bakımdan cahillik hastalığı, öğrenmekle tedavi olunur.

Cimrilik hastalığı cömertlikle, gurur hastalığı tevâzu ile, oburluk hastalığı zoraki bir şekilde yemeği kesmekle tedavi olunur. Nasıl ki ilacın acılığına ve iştahın çektiği şeylere sabretmenin şiddetine, hasta bedenleri tedavi etmek için katlanmak gerekiyorsa, tıpkı onun gibi hasta kal-bin tedavisi için de sabır ve mücâhedenin acılığına katlanmak lâzımdır. Hatta bu daha evlâdır. Çünkü insan bedenin hastalığından ölüm ile kurtulur. Kalbin hastalığı ise -ALLAH korusun-ölümden sonra da ebediyyen devam eden bir hastalıktır. Nasıl her soğuk, sebebi hararet olan her hastalığa elverişli değilse, ancak belli bir sınırda olduğu zaman elverişli oluyorsa, bu da şiddet, zayıflık, devamlılık veya devamsızlık, çokluk ve azlık ile değişir ve buna faydalı miktarı belirten bir (doz) lâzımdır. Çünkü eğer bunun ayarı (dozu) bilinmezse, fesad daha da artar. Aynen bunun gibi kötü huyların tedavisinde kullanılan zıt unsurlar için de bir ayar (doz) lâzımdır.

İlaçların ölçüsü (dozu), hastalığın durumundan öğrenildiği gibi, doktor da hastalığın hararetten veya soğuktan geldiğini bilmedikçe tedavi edemez. Eğer hastalık hararetten ise, onun derecesini bilmesi gerekir. Acaba zayıf mıdır, şiddetli midir? Bunu bildiği zaman, bu sefer bedenin durumunu dikkate alır. Hastanın sanatına, yaşına ve diğer durumlarına bakar. Sonra onlara göre tedavi eder. Tıpkı bunun gibi önder olan ve müridlerin nefislerini tedavi eden ve irşad isteyenlerin kalplerine ilaç veren şeyh de müridlere özel riyazetleri ve birtakım zorlukları tatbik etmeye kalkışmamalı, onların hastalık ve huylarını bilmedikçe özel bir yolla bu formülleri kendilerine tatbik etmemelidir. Nasıl doktor, bütün hastalıklara tek bir ilacı tatbik ettiğinde onların çoğunu öldürürse, şeyhin durumu da böyledir.

Eğer bütün müridlere, bir çeşit riyazet uygularsa, onları helâk eder ve kalplerini öldürür. Mürşid müridin hastalığını tedkik etmeli, onun halinin, yaşının, mizacının ve bünyesinin kaldırabileceği riyazeti güzelce düşünmelidir ve bunun üzerine uygulamasını yapmalıdır. Eğer mürid acemi ise, şeriatın sınırlarını bilmeyen bir cahilse, önce kendisine tahareti, namazı ve ibâdetlerin zâhirlerini öğretmelidir. Eğer mürid, haram bir malla meşgulse veya bir günah işliyorsa, herşeyden önce ona o günahı terketmeyi emretmelidir. Ne zaman ki müridin zâhiri, ibâdetlerle süslenir, zâhirî günahtan azaları temizlenirse, o vakit mürşid, du-rumun karinesiyle onun iç âlemine bakmalıdır ki kalbinin has-talıklarını ve ahlâkını sezebilsin. Eğer onun yanında zarurî ihti-yacından fazla bir mal görürse o malı kendisinden alıp hayır mü-esseselerine sarfetmelidir. Onun kalbini o fazla maldan boşaltmalıdır ki müridin kalbi o fazla mala iltifat etmesin! Eğer müridin kalbinde hamakat, gurur ve nefis izzetinin galip olduğunu görürse, ona çarşı ve pazarlarda dilenme emrini vermelidir ki nefsin izzetini, riyaset dâvasını kırmış olsun. Zira nefsin riyaset iddiası ancak zillet ile kırılır. Dilenmekten daha büyük bir zillet yoktur. Bu bakımdan mürşid, bir zaman için müride kibir ve gururu kırılıncaya kadar dilenmeye devam etmek teklifinde bulunmalıdır. Zira kibir, insanoğlunu öldürücü hastalıklardandır. Hamakat da böyledir.

Eğer mürşid müridin, beden ve elbise temizliğine fazla önem verdiğini görürse ve kalbinin de buna meyyal olduğunu müşâhede ederse, kalbin bununla sevindiğini, buna iltifat ettiğini hissederse, bu sefer, böyle bir müridi tuvalet temizlemekte, pis yerleri süpürmekte, mutfağın ve dumanlı yerlerin işlerini yapmakta çalıştırmalıdır ki temizlik hakkındaki hamâkatı giderilsin! Çünkü elbiselerini temizleyip süslenen ve süslü yamaları, renkli seccadeleri arayan kimseler ile bütün gün kendisini süsleyip püsleyen gelinler arasında hiçbir fark yoktur. Bu bakımdan insanın kendi nefsine ibâdet etmesiyle bir puta tapması arasında hiçbir fark yoktur. O halde kul ne zaman ALLAH´tan başkasına ibâdet ederse, ALLAH´tan perdelenir. Kim elbisesinin helâl ve temiz olması cihetinden kalbinin iltifat edeceği bir şekilde başka birşeyi gözetirse, bu kimse nefsiyle meşguldür. Riyazetin inceliklerindendir ki mürid, kendiliğinden hamâkatı terketmek veya başka bir sıfatı terketmek suretiyle müsamaha göstermediği ve onun zıddıyla amel etmeye yanaşmadığı zaman, en uygunu onu o kötü ahlâktan, ondan daha az kötü olan bir ahlâka nakletmesidir. Tıpkı kanı sidik ile yıkayan, sonra sidiği su ile yıkayan bir kimse gibi... Bu da su kanı gidermediği zaman caiz olur.

Nitekim çocuk, önce top oynamak, çelik çomak fırlatmak ve benzerini yapmak sûretiyle mektebe gitmeye teşvik edilir, sonra oyundan zînete ve güzel elbiselere nakledilir, ondan da riyaset ve makama teşvik edilir, ondan da ahirete teşvik edilir. Bu bakımdan mertebe ve makamı bırakmaya nefsi razı olmayan bir kimse, o makamdan günah yönünden daha hafif bir makama nakledilir. Diğer sıfatlar da böyledir ve böylece mürşid, obur olan müride oruç tutmayı ve az yemeyi emretmelidir. Sonra ona lezzetli yemekleri hazırlama zahmetine katılmasını emretmelidir. O lezzetli yemekleri ona değil, onun eliyle başkasına takdim ettirmelidir. Hazırladığı o güzel yemeklerden yememeli ki böylece nefsi kuvvet bulsun, sabretmeyi âdet edinip oburluğu kırılsın! Müridi genç iken evlenmeye iştiyaklı gördüğü, nafaka vermekten aciz olduğunu müşahede ettiği zaman müride oruç tutmayı emretmelidir. Müridin nefsinin oruç tutmakla terbiye edilmediğini görürse, bu sefer ona bir gece su ile iftar edip yemek yememek, başka bir gece de yemek yeyip su içmemek sûretiyle oruç tutmayı emretmelidir. Ona et yemeyi ve katığı, nefsi zelil oluncaya ve şehveti kırılıncaya kadar yasaklamalıdır. Bu bakımdan iradenin başlangıcında açlıktan daha başka bir tedavi formülü yoktur. Eğer müridde öfkenin galip olduğunu görürse, ona hilmi ve susmayı emretmelidir. Ahlâken kötü olan bir kimseyi ona musallat etmeli, ahlâken kötü olan bir kimsenin hizmetini kendisine vazife olarak vermelidir ve onun sertliklerine göğüs germek hususunda nefsi yetişinceye kadar bu vazifesi devam etmelidir.

Nitekim hikâye olunuyor ki bir zat, nefsini hilim sıfatına alıştırıp öfkenin şiddetini gidermeye çalışırdı. Halk arasında kendisine küfretmek için adam kiralardı. Nefsini sabretmeye zorlar, öfkesini yutmaya alıştırırdı. Hatta bu şekilde hilim onun için bir âdet oldu. Hilim hususunda öyle gelişti ki bu vadide onunla darb-ı mesel getiriliyordu. Bir zat da nefsinde korkaklık ve kalbin zafiyetini hissetti. Şecaat ahlâkını kazanmayı istediği için kış mevsiminde denizin dalgaları kabardığı anda denizde seyahate çıkıyordu. Hindistan âbidleri de ibâdetteki tembelliği bütün geceyi tek ayak üzerinde geçirmek suretiyle tedavi ederler. Şeyhlerden biri başlangıcında ibâdet yapmakta tembelleşiyordu. Bütün gece başının üzerinde dururdu ki nefis kendiliğinden ayak üzerinde durmaya razı olsun!

Bazıları da mal sevgisini bütün malını satmak ve denize atmak suretiyle tedavi etti.42
Çünkü malını satıp halka dağıtmakta cömertlik hamâkatına ve vermek suretiyle riyaya düşmekten korkuyordu. İşte bunlar birkaç misâldir. Sana kalplerin tedavi yolunu gösterirler. Bizim burada gayemiz her hastalığın ilacını zikretmek değildir. Zira bu husus, kitabımızın diğer kısımlarında gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz, bu husustaki umumî yolun, nefsin her isteğinin zıddını yapmak ve ona meyletmek olduğuna dikkati çekmektir. ALLAH Teâlâ bütün bunları aziz kitabında bir cümleyle şöyle ifade etmiştir:

Ama kim rabbinin divanında du(rup hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da cennettir.
(Nâziât/40-41)

Mücâhedede en mühim temel, azim göstermektir. Bu bakımdan kişi şehvetin terkine azmettiği zaman, onun sebepleri kendisine müyesser olmuş demektir ve bu da ALLAH Teâlâ´dan bir
iptila ve denemedir. O halde burada sabrederek devam etmesi uygundur. Çünkü kişi azmin terkini âdet edinirse, nefis buna alışır ve sonunda bozulur. Eğer kazara azim zaafa uğrarsa, en uygunu nefsin cezalandırılması bahsinde Muhasebe ve Murakabe bölümünde dediğimiz gibi nefsine bu hususta ceza vermesidir. Nefsini ceza vermekle korkutmadığı takdirde nefis ona galebe çalar, şehvetine uymayı güzel gösterir. Böylece riyazet ve çalışması tamamen bozulur.

42) Malı zâyi etmek İslâm´da yoktur. Ancak müellifin söylediği, bazı şahıslara mahsus bir istisnadır. Umumî bir düstur değildir


Site İçi
Bir Hadis
Ben Sizin Gibi Değilim
İbn Ömer (r.a.) şöyle haber vermiştir:Hz. Peygamber (a.s.) yiyip içmeksizin oruçları birbirine eklemekten nehiy buyurdu. Sahabeler: Ama siz peş peşe oruç tutuyorsunuz, dediklerinde. Resulüllah (a.s.): "Ben, sizin gibi değilim. Zira ben, (RABBİM tarafından) yedirilir ve içirilirim" buyurmuştur.
Sahih-i Müslim´deki hadis numarası: 1844

Bir Ayet
İnsanın Bencilliği
Andolsun biz Musa´ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa´ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu´l-Kudüs´le teyid ettik. Demek size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?
 
Alt 01-11-2009, 23:01   #22
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kalplerin Hastalıkları ve Sıhhate Kavuştuklarına Delâlet Eden Alâmetleri

Bedenin âzâlarının herbiri, kendisine mahsus bir fiil için yaratılmıştır. Onun hastalığı ancak kendisi için yaratıldığı fiili yapmamasıdır. Hasta olmaması için o fiil, kendisinden çıkmamalı veya bir nevi sallantı ile kendisinden çıkmalıdır. Bu bakımdan elin hastalığı, kendisine çalışmanın zor gelmesidir. Gözün hastalığı, görmenin kendisine zorlaşmasıdır. Kalbin hastalığı da yapması için yaratılmış olduğu fiilin yapılmasının kendisine zor gelmesidir. Bu fiil de ilim, hikmet, mârifet, ALLAH sevgisi, ALLAH´a ibâdet, ALLAH´ın zikrinden zevk duymak ve ALLAH´ın zikrini diğer şehvetlere tercih etmek ve bütün şehvetler ve âzâlarla ALLAH´ın zikrine yardım etmektir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.(Zâriyât/56)

Bu bakımdan her âzâda bir fayda vardır. Kalbin faydası; hikmet ve mârifettir. İnsan nefsinin özelliği, hayvanlardan ayrılmasına sebep teşkil eden şeydir. Çünkü Âdemoğlu hayvanlardan yemek, cinsel güç, görme ve bunlara benzer özelliklerle ayrılmaz. Aksine eşyanın hakikatini bilmekle ayrılır. Eşyanın aslı, mûcidi ve onları eşya olarak yaratan ALLAH Teâlâ´dır. Bu bakımdan kişi herşeyi bilip ALLAH´ı bilmediği takdirde sanki hiçbir şey bilmiyor demektir. Mârifetin alâmeti sevgidir. O halde, ALLAH´ı bilen bir kimse ALLAH´ı sever. Muhabbetin alâmeti; dünyayı ve başka sevgilileri ALLAH´a tercih etmemektir.

De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden meskenler, size, ALLAH´tan, Rasûlü´nden ve onun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık ALLAH´ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin! ALLAH fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez,(Tevbe/24)

Bu bakımdan nezdinde ALLAH´tan daha sevimli birşey bulunan bir kimse hastadır. Nitekim çamur yemenin ekmek yemek ve su içmekten daha sevimli geldiği her midenin veya ekmek ve su isteğinin kaybolduğu her midenin hasta olduğu gibi... İşte hastalıkların alâmetleri bunlardır. Bu bakımdan ALLAH´ın dilediği hariç, bütün kalplerin hasta olduğu anlaşılmıştır. Ancak birtakım hastalıklar vardır ki sahipleri onları teşhis edememektedir. Kalbin hastalığı sahibi tarafından teşhis edilmeyen hastalıklardan olduğu için sahibi ondan gafil olur. Eğer biliyorsa ilacın acılığına sabretmek ona zor gelir. Çünkü ilacı, şehvetlere muhalefet etmektir. Bu ise ruhun zorluk çekmesi demektir. Eğer nefsinde tedaviye sabır göstermek kudreti görürse, ehil bir doktor bulamazsa, nefsini tedavi etmelidir. Çünkü doktorlar âlimlerdir. Maalesef onlara da hastalık galebe çalmaktadır. O halde hasta bir doktor pek az tedavisine bakar ve bunun için de bu hastalık daimî ve müzmin bir hastalık olmuştur. Bu ilim tamamen ortadan kalkmış, kalplerin tababeti tamamen inkâr edilmiştir. Halk dünya sevgisine, zâhirleri ibâdet, bâtınları âdet ve gösterişler olan amellerin sevgisine yönelmiştir. İşte bunlar hastalıkların esaslarının alâmetleridir.

Tedaviden sonra sıhhate kavuşmasının alâmetlerine gelince, onlar da şunlardır: Kişinin tedavi ettiği illete bakmasıdır. Eğer cimrilik hastalığını tedavi ediyorsa, bu hastalığın öldürücü ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı bir hastalık olduğunu bilmelidir. Bunun tedavisi ancak mal vermek ve infak etmekle mümkün olur. Fakat kişi bazen malı israfçı olacak derecede verir. Bu sefer israf da has-talık olur, kişi tıpkı soğukluğu, hararet galebe çalıncaya kadar tedavi eden bir kimse durumuna düşer ki bu da hastalıktır. Aksine istenilen, hararet ile soğukluğun arasındaki îtidal dengesini elde etmektir. Cimrilik hastalığının tedavisinde de böylece israf ile cimrilik arasındaki normal durumu elde etmek gerekir ki ifrat ve tefrit taraflarından uzak olup orta yolun tam üzerinde bulunsun. Orta yolun ne olduğunu bilmek istiyorsan, kötü ahlâkın gerektirdiği fiile bak! Eğer o fiil, senin için daha kolay ve zıddından daha hoş geliyorsa bil ki o fiili gerektiren kötü ahlâk sende galiptir.

Mesela malın toplanması ve saklanması sence onu hak edene vermekten daha sevimli ve senin için daha kolay ise bil ki, sende galip olan cimrilik ahlâkıdır. O vakit malın verilmesine devam etmekte daha ileri git! Eğer müstehak olmayan bir kimseye vermek senin nezdinde hak ile tutmaktan daha sevimli ve kolay ise bil ki, sende israf sıfatı galiptir. O vakit malı yeniden elinde tutma durumuna dön! Böylece durmadan nefsini murakabe edip fiillerin yapılması ve neleri kapsadığıyla ahlâkının ne raddede olduğuna istidlâl ederek muttali ol!

Kalbinin mala duyduğu ilgisi kesilinceye, malın dağıtılmasına ve tutulmasına meyletmeyecek raddeye varıncaya kadar devam et. Öyle ki mal senin nezdinde su gibi olmalıdır. O malı ancak bir muhtacın ihtiyacı için tutmalı veya bir muhtacın ihtiyacına sarfetmelisin. Senin nezdinde vermek, vermemekten daha sevimli olmamalıdır. Böyle olan her kalp -özellikle bu makamdan- ALLAH´a sapasağlam gelmiş bulunması ve böyle bir kalbin diğer kötü ahlâklardan da selim olması gerekir ki dünya ile ilgili olan bir şeyle alâkası bulunmasın! Nefis, dünyadan alâka ve irtibatlarını kesmiş olduğu halde, dünyaya iltifat etmeksizin, onun sebeplerine iştirâki olmaksızın ölünceye kadar böyle olmalıdır. İşte bu anda nefis, mutmain olan bir nefsin dönüşüyle rabbine döner. Hem rabbinden râzı, hem de rabbi kendisinden râzıdır. Rabbinin peygamberler, sıddîklar, şehid ve sâlihlerden olan mukarreb (yaklaştırılmış) kullarına katılmış olur.

Bunlar da arkadaş olmak yönünden ne güzeldirler! İki taraf arasındaki hakikî itidalin bulunması gayet zor olduğundan hatta kıldan daha ince, kılıçtan daha keskin olduğundan, şüphesiz dünyada böyle dosdoğru yolun üzerinde olan bir kimse, ahirette de böyle bir köprünün üzerinden rahatlıkla geçebilir. İnsan taraflardan birisine meyletmeden, dosdoğru yoldan kaymaktan nâdiren kurtulabilir. Bu bakımdan kulun meyli hangi tarafta ise, kalbi mânen oraya bağlıdır ve bunun için de bir nevi azaptan ve ateş üzerinden geçmekten bir türlü kurtulamaz, çakan bir şimşek gibi geçse bile... Nitekim ALLAH Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur:

İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra ALLAH´tan korkup sakınanları kurtaracağız.(Meryem/71-72)

Yani dosdoğru yola yakınlıkları, uzaklıklarından daha fazla olan kimseleri kurtaracağız. İstikametinin çetin oluşundan dolayı her kula gereken günde onyedi defa "Ya rabbî! Bizi dosdoğru yola ilet!´ duasında ısrar etmektir. Zira namazın her rek´atında Fatihayı okumak (Şâfiî´ye göre) farzdır.

Rivayete göre bir kişi rüyasında Hz. Peygamberi gördü, "Ya RasûlALLAH! Sen ´Hûd suresi beni ihtiyarlattı´ demişsin. Neden böyle söyledin?" diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Çünkü o sûrede ´Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!´ (Hûd/112) ayeti vardır".

Dosdoğru yol üzerinde istikamet gayet zordur. Fakat istikametin hakikatine gücü yetmese dahi, onun yakınına varmak için var kuvvetiyle çalışmalıdır. O halde kurtuluş isteyen kişi ancak sâlih amellerle kurtulabilir. Sâlih ameller de ancak güzel ahlâktan meydana gelir. O halde her kul ahlâk ve huylarını tahkik etmeli, onları teker teker saymalı, gözden geçirmeli, tertip üzere onların teker teker tedavisiyle meşgul olmalıdır. Bu bakımdan biz, ALLAH Teâlâ´nın bizi mûttaki kullarından eylemesini niyaz ederiz.
 
Alt 01-11-2009, 23:03   #23
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
İnsanın, Kusurlarını Bilmesinin Yolu

ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiği zaman, ona nefsinin ayıplarını gösterir. Bu bakımdan basireti keskin bir kimseye ayıpları gizli kalmaz. Ayıpları bildiği zaman da tedavi etme imkânı olur. Fakat halkın çoğu nefislerinin ayıbını bilmekten câhildirler. Onlardan birini görürsün ki kardeşinin gözündeki çapağı görür de kendi gözündeki merteği görmez. O halde nefsinin ayıplarını bilmeyi isteyen bir kimse için dört yol vardır:

Birinci Yol: Nefsin ayıplarını bilen, âfetlerin gizliliklerine muttali olan ve basiret sahibi olan bir şeyhin huzurunda oturmalı, onu nefsine hâkim kılmalıdır. Nefisle yapılan mücâhedelerde onun işaretlerine tâbi olmalıdır. Bu şeyhle müridin durumu, öğretmenle talebenin durumu gibidir. Öğretmen ve şeyhi kendisine nefsinin ayıplarını ve tedavi yolunu öğretir. Bu zamanda böyle bir öğreticinin bulunması çok zordur.

İkinci Yol: Dosdoğru bir dost istemektir. Basiret sahibi, dindar bir dost... O dostu kendi üzerine gözetleyici tâyin etmelidir ki o dost, onun durum ve fiillerini kontrol etsin, ahlâk ve fiillerinden, zâhir ve bâtın ayıplarından hoş görmediklerine dikkatini çeksin! Din sahasının imamlarından olan büyükler ve akıllı kimseler böyle yaparlardı.

Hz. Ömer (r.a) derdi ki: ´ALLAH o kişiden razı olsun ki benin ayıbımı bana gösterir!´ Ömer (r.a) Selman-ı Fârisî´den ayıplarını sorardı. Selman, Hz. Ömer´e geldiği zaman Hz. Ömer Selman´a ´Hoşuna gitmeyen ne gibi fiillerim sana nakledildi? ´ dedi. Selman ´Ne olursun bu hususta bana birşey sorma´ dedi. Ömer buna rağmen durmadan ısrar etti ve bunun üzerine Selman şöyle dedi:

-Benim kulağıma geldiğine göre, sen bir sofrada iki katık bulunduruyormuşsun. Senin iki elbisen varmış! Birisini gündüz,öbürünü de gece giyiyormuşsun!

-Senin kulağına bundan başka şeyler de geldi mi?

-Hayır!

-Ben bunların ikisinden de kurtuldum.

Hz. Ömer, Huzeyfe b. Yeman´a şöyle sordu: ´Sen Rasûlüllah´ın münâfıklar hakkında sırdaşısın. Acaba bende münâfıklık eserinden birşey görüyor musun?´ Hz. Ömer, derecesinin yüksekliğine, kıymetinin azametine rağmen nefsine bu kadar ithamda bulunuyordu. Bu bakımdan aklen gelişen, rütbece büyük olan herkesin, nefsini takdir etmesi pek az, itham etmesi de pek fazladır. Fakat bu da pek nâdir görünür. Dostlara yağcılığı terkeden pek azdır.

Dostunun ayıbını söyleyen veya hasedi bırakan, gereken miktardan fazlasını söylemeyen pek azdır. Bu bakımdan senin dostların arasında hasedden sıyrılan veya ayıp olmayanı bir gareze binaen ayıp gören veya müdahene ederek bazı ayıplarını senden gizleyen kimseler vardır.

Dâvud et-Tâî halktan uzaklaştı. Kendisine denildi ki: ´Neden halkla beraber olmuyorsun?´ Cevap olarak şöyle demiştir: ´Ayıbımı benden gizleyen kimseleri ne yapayım!´
Dindarların şehveti (zevki), başkasının uyarmasıyla ayıplarını görüp uyanmalarıdır. Bizim gibiler öyle bir duruma gelmişlerdir ki, en çok nefret ettiğimiz insanlar bize nasihat eden ve ayıbımızı bize bildiren kimselerdir. Bu durumumuz neredeyse imanımızın zâfiyetini haykıracak bir durumdur. Çünkü kötü ahlâk, yılan ve akrep gibidir. Eğer biri bizi, elbisemizin içerisinde akrep olduğu için uyarırsa, ona karşı minnettar olur, dediğiyle seviniriz ve o akrebi çıkarmaya çalışırız, öldürmeye gayret ederiz. Oysa akrebin felâketi sadece beden içindir. Elemi bir gün veya daha az bir müddet devam eder. Kötü ahlâkların felâketi ise, kalbin özünedir. Ölümden sonra da ebedî veya binlerce yıl devam etmesinden korkulur! Sonra biz, kötü ahlâkımız hususunda bizi uyaran bir kimseyi hoş görmez ve o kötü ahlâkı düzeltmeye gayret göstermeyiz. Aksine nasihata karşılık nasihatçının sözleri gibi sözler sarfetmekle meşgul olur, ona deriz ki: ´Sen de filan filan şeyleri yaptın!´ Bu durumun, günahların çokluğunun bir meyvesi olarak ortaya çıkan kalbin katılığından gelmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün bunların esası, iman zafiyetidir. Bu bakımdan biz, ALLAH Teâlâ´nın bizi doğruya hidayet etmesini, ayıplarımızı bize göstermesini, bizi ayıplarımızı tedavi etmekle meşgul etmesini, ayıplarımız hususunda bizi uyarana teşekkür etmeye bizi muvaffak kılmasını, minnet ve faziletiyle temenni ve niyaz ederiz.

Üçüncü Yol: Nefsinin ayıpları veya marifeti hususunda düşmanlarının dilinden istifade etmektir. Zira düşman gözü, daima ayıpları açığa vurur. İnsan, ayıplarını haykıran düşmanından, kendisini öven, medh u senâsını yapan ve ayıplarını gizleyen yağcı bir dosttan daha fazla faydalanır. Ancak tabiat, düşmanı yalanlamak, söylediklerini hasede yormak üzere yaratılmıştır. Fakat basiret sahibi bir insan düşmanlarının sözünden faydalanmayı abes görmez. Zira onun kötü tarafları muhakkak düşmanlarının diliyle yayılır.

Dördüncü Yol: Halk ile oturup-kalkmasıdır. Halk arasında gördüğü kötülükleri nefsinde aramalı ve nefsinde de bu kötülüğün olduğu düşüncesiyle hareket edip onu silmelidir. Çünkü müslüman, müslümanın aynasıdır. Müslüman başkasının ayıplarından önce kendi ayıbını görür. Bilir ki tabiatlar, nefsin hevasına tâbi olmak hususunda birbirine yakındır. Emsal ve akranından herhangi birisinde bulunan bir sıfatın esası veya ondan daha büyüğü veya ondan bir parça mutlaka diğerinde de vardır. Bu bakımdan nefsini incelemeli, başkasında görüp de hoşuna gitmeyen sıfatlardan temizlemelidir. Bu şekilde edeplenmek yeter de artar bile. Çünkü eğer insanlar, başkasından görüp de hoşlanmadıkları şeyleri bırakırlarsa, artık başka bir edep vericiye muhtaç olmazlar.

Hz. İsa´ya (a.s) ´Sana kim edep öğretti?´ denildiğinde, şöyle demiştir: ´Bana hiç kimse edep öğretmedi. Ancak câhilin cehaletini çirkin gördüm ve cehaletten sakındım, hepsi o kadar!´

Şimdiye kadar söylediklerimizin tümü ârif, zeki, nefsinin ayıplarını bilen, dinde şefkatli ve nasihatçi olan, nefsini temizledikten sonra ALLAH´ın diğer kullarının nefislerini temizlemek ve onlara nasihat etmekle meşgul olan bir şeyhe rastlamayan bir kimsenin çıkar yollarıdır. Bu bakımdan herhangi bir kimse yukarıda belirtilen nitelikte bulunan bir şeyhe rastlarsa, doktoru bulmuştur, ondan ayrılmasın. Onu hastalığından kurtaracak olan o doktordur. Onu, içinde bulunduğu helâktan ancak o doktor kurtarır!
 
Alt 01-25-2009, 17:37   #24
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Güzel Ahlâk´ın Fazileti ve Kötü Ahlâk´ın Zemmi Ayet ve Hadîsler

ALLAH Teâlâ, peygamberini ve habîbini, onu medh ve senâ ederek ve ona verdiği nimetlerini zikrederek şöyle buyurmuştur:

Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzeresin! (Kâlem/4)
Âişe validemiz de şöyle der:

Hz. Peygamber´in ahlâkı Kur´an´dı!1

Bir kişi Hz. Peygamber´e güzel ahlâkı sorduğunda, Hz. Peygamber ona cevap olarak şu ayeti okumuştur:

Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüzçevir!
(A´raf/199)
Sonra da şöyle buyurmuştur:

Güzel ahlâk, seninle akrabalık bağlarını kesen akrabana sıla-i rahim yapmak, seni mahrum edene vermek ve sana zulmedeni affetmektir.

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim´.2

Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâktır.3

Bir zat gelerek Hz. Peygamber´e şöyle sordu: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ Hz. Peygamber (s.a) ´Din güzel ahlâktır´ diye cevap verdi. Aynı adam, Hz. Peygamber´in sağ tarafına geçerek ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ diye sordu. Hz. Peygamber ´Din güzel ahlâktır´ dedi. Sonra aynı adam, Hz. Peygamber´in arkasına geçti ve ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ diye sordu. Hz. Peygamber ´Sen anlamaz mısın, din öfkelenmemendir´ dedi.4
Bir ara Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Şûm nedir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ahlâkın kötüsüdür´.5

Bir kişi, Hz. Peygamber´e gelerek şöyle dedi:
-Bana nasihat et!
-Nerede olursan ol, ALLAH´tan kork!
-Dahasını söyle ey ALLAH´ın Rasûlü!
-Günahının arkasından sevap işle ki o günahı silsin!
-Dahasını söyle ey ALLAH´ın Rasûlü!
-İnsanlarla iyi geçin.6

Hz. Peygamber ´Amellerin hangisi daha üstün ve faziletlidir?´ diye sordu, sonra cevap olarak da ´Güzel ahlâk!´ dedi

Başka bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur:

Kitabu Riyazet ´in-Nefs ve Tehzib´il-Ahlâk 141

ALLAH Teâlâ bir kulunun yaratılış ve ahlâkını o kulunu ateşe atmak için güzelleştirmemiştir. (Kulunun sûretini ve ahlâkını güzelleştirdiği takdirde onu ateşe yem yapmaz).7

Fudayl der ki: Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle denildi: ´Filan kadın gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Fakat buna rağmen kötü ahlâklıdır, diliyle komşularına eziyet verir´. Hz. Peygamber şöyle dedi:

O kadında hayır yoktur! O ateş ehlindendir.8: Ebu Derdâ der ki: Hz. Peygamber´den dinledim, şöyle buyurdu

Kıyamette insanoğlunun terazisine ilk konan şey, güzel ahlâk ve cömertliktir.9

ALLAH Teâlâ imanı yarattığı zaman, iman şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Beni kuvvetlendir´. Bu duasına binaen ALLAH Teâlâ onu güzel ahlâk ve cömertlikle takviye etti. Küfrü yarattığı zaman küfür de şöyle dedi: ´Yarab! Beni kuvvetlendir´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisini cimrilik ve kötü ahlâkla takviye etti.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki ALLAH Teâlâ bu dini kendi zatı için seçti. Sizin dininize ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Dikkat edin! Dininizi güzel ahlâk ve cömertlikle süsleyin.10

Güzel ahlâk, ALLAH Teâlâ´nın en büyük mahlûkudur. 11 Hz. Peygamber´e şöyle soruldu:

-Ey ALLAH´ın Rasülü! Mü´minlerin hangisi iman yönünden
daha faziletlidir?

-Ahlâkça en iyisi hangisi ise...12

Muhakkak ki, sizler halkı mallarınızla zengin kılamazsınız ve memnun edemezsiniz. Bu bakımdan onlara güler yüz ve güzel ahlâkla yardım ediniz.13

Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi, sâlih amelleri bozar.14

Cerir b. Abdullah Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Muhakkak sen öyle bir kişisin ki, ALLAH senin sûretini güzel yapmıştır. Bu bakımdan sen de ahlâkını güzelleştir.15

Berra b. Azib şöyle anlatır: ´Hz. Peygamber (s.a) yüz bakımından insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk bakımından da onların en güzeliydi´.10

Ebu Mes´ud Bedrî Hz. Peygamber´in duasında şöyle dediğini nakleder:

Ey ALLAHım! Sûretimi güzelleştirdin. Bu bakımdan ahlâkımı da güzelleştir.17
Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in şu duayı çokça okuduğunu rivayet eder:

Ey ALLAHım! Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim.18 Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet eder:

Mü´min bir kimsenin şerefi dinidir. Soyu sopu güzel ahlâkıdır. Mürüvveti ise aklıdır.19

Usâme b. Şerik şöyle anlatır: Bedeviler Hz. Peygamber´e şöyle sordular: ´Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?´ Hz. Peygamber (s.a) ´Güzel ahlâk´ buyurdu.20

Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz ve kıyamet gününde meclis bakımından bana en yakınınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır.21

İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Üç haslet vardır, onların üçü veya onlardan biri bir insanda yoksa, o insanın hiçbir ameline güvenmeyiniz: Kişiyi ALLAH´ın günahlarından meneden takva veya bir hilm ki, o hilm saldırgan bir kimseyi durdurur veya bir ahlâk ki kişi onunla insanlar arasında yaşayabilir.22

Hz. Peygamber´in namazın başlangıcındaki dualarından birisi şudur:

Ey ALLAHım! Beni ahlâkların en güzeline hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin. Benden huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur.23

Enes (r.a) der ki: Biz birgün Hz. Peygamber ile beraberdik Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu eritmesi gibi, ha-tayı (günahı) eritir.24


Güzel ahlâk, kişinin saadetindendir.25

Meymenet güzel ahlâktır.26 Hz. Peygamber (s.a) Ebu Zer el-Gıfârî´ye şöyle demiştir:

Ey Ebu Zer! Tedbir gibi akıl, güzel ahlâk gibi soy ve sop yoktur!27

Enes´ten şöyle rivayet ediliyor: Ümmü Habîbe (r.a) Hz. Peygamber´e şöyle sordu:

-Kadının dünyada iki kocası olmuşsa, kadın da onlar da ölüp, üçü de cennete giderse, acaba bu kadın cennette hangi kocasına verilecektir?
-Dünyada iken kadının nezdinde hangisinin ahlâkı daha güzelse ona verilir. Ey Ümmü Habibe! Güzel ahlâk hem dünyanın ve hem de âhiretin hayrını gerektirir.28

Başarılı olan bir müslüman, güzel ahlâkının ve mertebesinin şerefi sayesinde muhakkak ki gündüz oruçlu, gece ibâdet eden bir kimsenin derecesini elde eder,29

Başka bir rivayette ´Sıcak günlerde susuz kalanın derecesini elde eder´ buyurulmuştur.

Abdurrahman b. Semüre der ki: Biz Hz. Peygamber´in (s.a) yanında iken kendileri şöyle buyurdu:

Ben dün akşam acaip birşey gördüm. Ümmetimden biri diz çökerek oturmuştu. Onunla ALLAH arasında perde vardı. Bu esnada güzel ahlâkı geldi (perdeyi kaldırıp) onu ALLAH´ın huzuruna soktu!30

Enes (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder:

Muhakkak ki kul, güzel ahlâkının sayesinde âhirette en büyük dereceye ulaşır, konakların en güzeline girer. Oysa ibâdette kendisi zayıftır.31

Rivayet ediliyor ki Hz.Ömer (r.a) Hz. Peygamber´in huzuruna girmek için izin istedi. O esnada Hz. Peygamber´in yanında, Hz. Peygamber ile konuşan ve çokça soru soran ve seslerini Hz. Peygamber´in sesinden daha fazla yükselten bir grup Kureyş kadını bulunuyordu. Hz. Ömer, Hz. Peygamber´in huzuruna girmek için izin istediği zaman, kadınlar aceleyle perde arkasına gittiler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber´in huzuruna girdiğinde Hz. Peygamber´in güldüğünü gördü ve ´Annem-babam sana feda olsun ya Rasûlullah! Niçin gülüyorsun?´ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

-Benim yanımda oturan şu kadınların haline hayret ediyorum. Senin sesini işitir işitmez acelece perde arkasına gittiler.32

Hz. Ömer ´Herkesten daha fazla senden korkmaları gerekiyordu´ dedikten sonra yüzünü kadınlara çevirdi ve şöyle haykırdı:

-Ey nefislerinin düşmanları! Siz Peygamber´den korkmuyorsunuz da benden mi korkuyorsunuz?

-Evet, sen Hz. Peygamber´den daha katı ve az merhametlisin!

Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer´e şunları söyledi:
-Ey Hattab´ın oğlu! Dahası var! Nefsimi kudret elinde bulunduran ALLAH´a yemin ederim ki, bir yolda yürüdüğünde

şeytan sana rastlarsa muhakkak yolunu değiştirir.33

Kötü ahlâk, affedilmez bir günahtır. Kötü zan ise, şerleri doğuran bir hatadır.34

Muhakkak ki kul, kötü ahlâkından ötürü cehennemin en alt kısmına varır (düşer).35

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Lokman Hakîm´in oğlu babasına şöyle sorar:
-Babacığım! İnsanın hangi hasleti daha hayırlıdır?
-Din!
-Hayırlı olan hasleti iki ise, hangileri olur?
-Din ile mal...
-Üç olursa?
-Din, mal, hayâ...
-Dört olursa?
-Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır...
-Beş olursa?
-Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir.
-Altı olursa?
-Ey oğlum! İnsanoğlunda, saydığım bu beş haslet birden bulunduğu zaman, o tertemiz ve muttakîdir. ALLAH´ın velisidir.
Şeytandan uzaktır.

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ahlâkı kötü olan, nefsini azaba verir´.
Enes b. Mâlik şöyle demiştir: ´Muhakkak kul güzel ahlâk sayesinde, âbid olmadığı halde cennetin en yüce derecesine varır. Kötü ahlâkı yüzünden de -âbid olduğu halde- cehennemin en aşağısına düşer!´

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Ahlâk´ın güzelliğinde rızıkların hazineleri vardır. Kötü ahlâklının misâli, kırılmış testi gibidir. Ne düzeltilebilir ve ne de gerisin geriye dönüp çamur olabilir!´

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Güzel ahlâklı fâcir bir kimsenin benimle arkadaşlık yapması, bence kötü ahlâklı bir âbidin ar-kadaşlığından daha sevimlidir´.
İbn Mübarek, bir seferinde kötü ahlâklı bir kişi ile arkadaşlık yaptı. Onun eziyetlerine göğüs gererek onunla iyi geçindi, ondan ayrıldığı zaman ağladı. Kendisine ´Neden ağlıyorsun?´ denince, ´Ona olan şefkatimden ağlıyorum. Ben ondan ayrıldığım halde onun kötü ahlâkı ondan ayrılmamaktadır´ dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Dört şey vardır ki, kulu derecelerin en yücesine vardırır, kulun ameli ve ilmi az olsa da... Onlar hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise, imanın kemâlidir´.

Kettânî der ki: ´Tasavvuf ahlâk demektir. Bu bakımdan ahlâ-ken senden ileride bulunan bir kimse, Tasavvuf´ta da senden ileri-dir´.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: İnsanlarla olan ilişkilerinizde güzel ahlâka sarılın. Fakat amellerinizle onlara muhalefet edin´.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Kötü ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda vermez. Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar zarar vermezler´.

İbn Abbas´a ´Kerem ne demektir?´ diye sorulduğunda, şöyle demiştir: "Kerem o şeydir ki, ALLAH Teâlâ onu Kitab-ı Kerîm´inde beyan ederek şöyle buyurmuştur: ´Muhakkak sizin ALLAH nezdinde en kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır´. (Hucurât/13)"
Denildi ki: ´Haseb (soy, sop) ne demektir?´ Şöyle dedi: ´Ahlâken sizin en güzeliniz, soy-sop yönünden en üstününüzdür´.

İbn Abbas şöyle demiştir: ´Her binanın bir temeli vardır. İslâm´ın temeli de güzel ahlâktır´.

Atâ (r.a) şöyle der: ´Yücelen bir kimse, ancak güzel ahlâkla yü-celmiştir. Hiç bir kimse -Hz. Peygamber müstesna- güzel ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır´. (Çünkü ALLAH Teâlâ: ´Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin´ (Kalem/4) buyurmuştur).
Bu bakımdan ALLAH nezdinde insanların en sevimlisi, güzel ahlâk ile Hz. Peygamber´in yolunu ve izini takip edenlerdir.

1)İbn Merduveyh
2)Hâkim, İmam Ahmed, Beyhakî
3)Ebû Dâvud, Tirmizî
4)Muhammed b. Nesr
5)İmam Ahmed
6)Tirmizî
7)Sohbet Âdâbı bölümünde geçmişti.
İmam Ahmed, Hâkim
9)Ebu Dâvud, Tirmizî, (bir benzerini)
10)Dârekutnî ve Harâitî
11)Taberânî
12)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, Hâkim
13)Bezzar, Ebu Yâ´lâ, Taberânî
14)İbn Hibban, Beyhakî
15)Harâitî
16)Harâitî
17)Harâitî
18)Harâitî
18) İbn Hibban, Hâkim, Beyhakî 20) İbn Mâce
25)Harâitî
26)Harâitî
27)İbn Mâce, İbn Hibban
28)Bezzar, Taberânî, Harâitî
29)İmam Ahmed
30)Harâitî
31)Taberânî, Harâitî
32)Müslim, Buhârî
33)Müslim, Buhârî
34)Taberânî
35) Harâitî
 
Alt 01-25-2009, 17:38   #25
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Gelişine Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen herşeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder. Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur. Eğer şerre alıştırılır, hayvanlar gibi ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim ALLAH Teâlâ (ce) şöyle buyurmuştur:

Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.(Tahrîm/6)

Madem ki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır. Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmek, kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süs ve lüksü kendisine sevdirmemek demektir. Çünkü böyle olduğu takdirde büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatı zâyi olup, ebediyen helâk olur. Hatta başlangıçta onu gözetim altında tutmak, onu sâlih, dindar ve helâlyiyen bir kadının sütüyle ve dadılığı ile büyütmek daha uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslendiği takdirde çocuğun çamuru necasetten yoğrulmuş olur. Böylece tabiatı pisliklere uygun olana meyleder! Çocukta erginlik alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce murakabe etmek gerekir. Bunun başlangıcı, hayânın başlangıçlarının belirmesidir. Çünkü çocuk, çekildiği ve utandığı zaman, bir kısım fiilleri terkettiği an, aklın nûru onun üzerinde doğmuştur ki, bir kısım şeyleri çirkin görür ve bir kısmına muhalefet eder. Çocuk öyle bir hâle gelmiştir ki, birtakım şeylerden utanmaktadır. Bu ise, ALLAH Teâlâ´nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının normale döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir... ve bu durum çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir. Çocuğa ilk galebe çalan sıfat yemeğe karşı oburluktur. Bu bakımdan çocuğu bu hususta eğitmek gerekir. Mesela ´yemeği sağ elinle ye! Yemeğe başladığın zaman bismillâh de! Yemeği kendi, tarafına düşen kısmından ye! Arkadaşlarından önce yemeğe başlama! Gözünü dikerek yemeğe ve yemek yiyenlere bakma! Yemekte pek acele etme! Güzelce çiğne! Lokmaları arka arkaya atıştırma! Elini ve elbiseni kirletme!´ diyerek edep kurallarını öğretmek gerekir.

Bazen yavan ekmek yemeye alıştırmalıdır ki çocuk katığın bulunmasını şart görmesin! Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemelidir. Yani çok yiyen bir kimseyi hayvanlara benzetmeli ve böyle bir kimseyi çocuğun huzurunda küçümsemelidir. Yine çocuğun yanında edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemeğe düşkün olmamayı çocuğa öğretmelidir. Hangi yemek olursa olsun, kaba yemeklerle kanaat etmeyi çocuğa öğretmelidir. Çocuğa renkli ve ipekli değil de beyaz elbiseleri sevdirmelidir. Çocuğun yanında renkli elbiselerin ve ipeklilerin kadınlar ve kadınımsı erkekler için olduğunu söylemelidir. ´Gerçek erkekler ise, böyle elbiselerden sakınırlar´ demelidir ve bunu defalarca çocuğun yanında tekrar etmelidir. Ebeveyni ne zaman çocuğun sırtında bir ipekli veya renkli elbise görürse o elbiseyi kötülemelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Pahalı elbiseler giymekten çocuğu muhafaza etmelidir, Çocuğun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu), ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir. Sonra çocuk Kur´an´ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve durumlarını öğrenmelidir ki kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda aşktan ve aşk ehlinden bahseden şiirlerden ve gazellerden korunmalıdır. Edebin zerâfet ve tabiatın inceliğinden olduğunu iddia eden ediblerden uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir.

Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir. Eğer bazı durumlarda, çocuk bu yaptığına muhalefet ederse, göz yumulması uygun olur. Çocuğun perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Ona, başkalarının da buna cesaret edeceğini belli etmemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Örtülmesi için gayret gösterildiği zaman, bu yöne daha da dikkat edilmelidir. Çünkü bunu çocuğa belli etmek, ona cesaret verir. Hatta sonunda çocuk böyle şeylerin açığa çıkmasından artık perva etmez olur. Böyle bir durumda bu fiil, ikinci bir defa çocuktan çıkacak olursa, gizlice çocuğu azarlamak ve bu fiilin çok büyük bir kabahat olduğunu söylemek uygun olur. Çocuğa ´Sakın böyle birşeye bir daha kalkışma, halk seni görür rezil olursun!´ diyerek sakındırmalıdır. Fakat her zaman çocuğu azarlamak doğru olmaz. Çünkü çocuğa çokça azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğu babasıyla korkutmak ve bu şekilde çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır. Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevkeder. Çocuğu gece uykusundan menetmemelidir. Çocuğun âzâlarının katılaşıp bedeninin yağ tutmaması için yumuşacık yataklardan menetmelidir ki çocuk rahata alışmasın. Aksine çocuğu yatağın, elbisenin ve yemeğin az ve kaba olanına alıştırmalıdır. Çocuğun gizlice yaptığı herşeyden onu menetmelidir. Çünkü çocuk gizlice yaptığı birşeyi çirkin kabul ettiği için böyle yapar. Bu bakımdan çocuğu bundan menetmek, çirkin davranışları terketmeyi öğretmek demektir. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya, sportif faaliyetlerde bulunmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmamaya, normalin üzerinde hızlı yürümemeye, ellerini gevşek bırakmamaya, göğsünün üzerine koymaya çocuğu alıştırmalıdır. Çocuğu, ebeveyninin servetiyle veya yemeklerinin, elbiselerinin, kitaplarının, kalem veya divitinin bir kısmıyla, akran ve yaşıtlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğuna, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Eğer çocuk, ihtişam sahibi kimselerin evlâdı ise, çocuğun gözünde muhteşem görünen birşeyi başkasından almaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir.

Eğer çocuğun anababası fakir ise, çocuğuna tamahkârlığın, başkasından birşey almanın zillet olduğunu ve böyle yapmanın köpeklerin âdetinden olduğunu öğretmelidir. Çünkü köpek, bir lokma için beklemekte ve ona karşı kuyruk sallamaktadır! Kısacası çocuğuna altın ve gümüşün sevgisini, onlara karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü altın ve gümüş sevgisinin âfeti ve onlara karşı gösterilen tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Hatta büyükler için de böyledir. Çocuğuna oturduğu yere tükürmemeyi, sümkürmemeyi ve başkasının huzurunda gerinmemeyi öğretmelidir. Başkasına sırtını çevirmemeyi, ayak ayak üstüne atmamayı, el ayasını çenesinin altına koymamayı, başını dirseğine dayamamayı öğretmelidir. Çünkü böyle yapmak, tembelliğin delilidir. Çocuğuna oturma şeklini öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğuna fazla konuşmanın kişinin hakirliğine ve hayâsızlığına delâlet ettiğini ve fazla konuşmanın düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Esasında çocuğunu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle birşeye alışmasın. Çocuğunu arkadaşından önce konuşmaya başlamaktan menetmelidir. Ancak sorulan sorunun cevabı ve soru kadar konuşmaya alıştırmalıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hür-metle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir. Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğunu fuzulî konuşmaktan, çirkin konuşmaktan, lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Çocuğuna, öğretmeni tarafından dövüldüğü zaman fazla bağırmamasını ve başka bir arkadaşından bu hususta yardım istememesini öğretmesi gerekir. Hocasının dövmesine karşı sabretmeyi çocuğuna telkin etmeli ve böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu, fazla bağırmanın köle ve kadınların âdeti olduğunu çocuğuna söylemelidir. Çocuk mektepten dönünce ona oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Fakat burada çocuğun oyun ile yorulmamasını gözetmelidir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve öğrenmeye mec-bur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur.

Anne ve babanın çocuğa, öğretmene itaat etmeyi öğretmesi gerekir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda oynamamayı çocuğa telkin etmelidir. Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terketmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğu ipeklinin her çeşidini giymekten ve altın kullanmaktan sakmdırmalıdır. Çocuğa muhtaç olduğu şer´î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çocuklarda çoğu zaman bulunan çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur. Çocuğa yemeklerin ilaç olduk-larını, onlardan maksadın insanın onlar vasıtasıyla ALLAH´ın iba-detine güç yetirmek olduğunu ve dünyanın temelsiz olup bâki ol-madığını, ölümün dünya nimetlerinin sonunu getireceğini, dünyanın istikrar yeri değil de geçit evi olduğunu, âhiretin geçici değil, daimî ev olduğunu, ölümün her saatte insanoğlunu beklediğini, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu ve böyle bir kimsenin gittikçe

ALLAH nezdinde derecesinin büyüdüğünü ve böyle kimse için cennet nimetlerinin git-tikçe genişlediğini öğretmelidir, Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır. Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa, ço-cuk oyuna alışır, çirkin konuşmaya, yemek, elbise, süs ve böbür-lenmeye alışır, onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi... Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60

Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar´ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan ALLAH´ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona ´Nasıl hatırlayayım ve anayım?´ diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: ALLAH benimledir. ALLAH beni görür. ALLAH şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki:

"Ey Sehl! ALLAH´ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse
60) Müslim, Buhârî

ALLAH´a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde ´Himmetimin dağılmasından korkuyorum´ dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur´an´ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur´an´ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra´ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra´ya geldim. Âlimlere meselemi sordum.

Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan´da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim... Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster´e döndüm. ALLAH Teâlâ´nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim".

Ahmed der ki: ´Sehl et-Tüsterî´nin ölüp ALLAH´a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim´.

60) Müslim, Buhârî
 
Alt 01-25-2009, 17:39   #26
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
İradenin Şartları, Mücâhedenin Mukaddimeleri ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı

Kalbiyle yakîn derecesinde âhireti müşahede eden bir kimse, zarurî olarak âhiretin mahsulünü istemekte ve ona iştiyak göstermekte, âhiretin yollarına girmekte, âhirete nisbeten dünyanın nimet ve lezzetlerini hakir görmektedir. Çünkü yanında boncuk bulunan bir kimse, değerli bir cevheri gördüğü zaman, artık boncuğa karşı rağbet ve iştiyak duymaz, onu cevherle değiştirmek ister. Ahiret meyvesine tâlip olmayan bir kimse ise, ALLAH´a ve son güne iman etmediği için ALLAH ile mülâki olmaya da tâlip değildir.

Buradaki imandan gayem; dilin şehâdet kelimesini inanmaksızın ve ihlâssız olarak söylemesi değildir. Çünkü böyle söylemek, cevherin boncuktan daha üstün olduğunu tasdik eden, ancak cevherin hakikatini değil, sadece lâfzını bilen bir kimsenin sözüne benzer! Biri boncuğa rağbet ettiği zaman, onu bırakmak istemez. Cevhere karşı olan iştiyâkı pek fazla olmaz. Çünkü yolu bilmemek hedefe varmaktan insanı alıkoyar. Sülûkten meneden ise iradesizliktir. İradeden de meneden imansızlıktır! İmansızlığın sebebi ise, hatırlatıcı ve ALLAH´ı bilen, onun yoluna hidayet eden âlimlerin yokluğudur!

O âlimler ki dünyanın hakirliğine ve yıkılacağına dikkat çekerler, ahiret işinin önemini ve devamlılığını hatırlatırlar. Bu bakımdan halk gafildir, şehvetlerine dalmışlardır, uykularına oldukça batmışlardır. Din âlimleri içinde de onları uyandıran bir kimse yoktur. Eğer onlardan biri uyanırsa, bu sefer cehaletinden dolayı yol gitmekten âciz olur. Eğer âlimlerden yolun gösterilmesini isterse, onların nefislerinin hevasına uyup doğru yoldan ayrıldıklarını görecektir. Bu bakımdan iradenin zayıflığı ve yolun bilinmemesi, âlimlerin nefislerinin hevasına göre konuşmaları, ALLAH´ın yolunun sâliklerden boşalmasına sebep olmuştur. Ne zaman hedef perdeli, delil yok, hevâ galip ve talip de gafil ise, hedefe varmak zorlaşır. Bu takdirde şüphesiz yollar kullanılmaz olur. Eğer biri kendiliğinden uyanırsa veya başkası tarafından uyandırılırsa âhiret mahsulüne ve ticaretine karşı iradesi harekete geçerse, ilk başta yapması gereken birtakım şartların olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki kendisi için uyulması gereken bir örnek vardır, ona yapışması lâzımdır. Kalesi vardır, ona sığınması lâzımdır ki yolunu kesen düşmanlardan emin olabilsin. Boynunda birtakım vazifeler vardır. Yolculuk esnasında onlardan ayrılmaması gerekir. İrade için öne alınması gereken şartlar ise, kendisiyle halk arasında gerilen perdelerin kaldırılmasıdır. Çünkü halkın haktan mahrum olmasının sebebi perdelerin üstüste gelmesidir. Yol üzerine barikatların kurulmasıdır.

Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık; artık görmezler.
(Yâsîn/9) Mürid ile halk arasındaki barikat ve engel dört tanedir:

l.Mal
2.Rütbe
3.Taklid
4.Günah

Mal:

Mal perdesi, ancak kişinin mülkünden çıkıp, sadece zarurî miktarın elinde kalmasıyla kaldırılabilir. Kişinin elinde bir dirhem kalıp kalbi ona iltifat ettikçe, kişi onunla bağlı ve ALLAH´tan perdelenmiş demektir.
Rütbe
Rütbe perdesinin kaldırılması da rütbeden uzaklaşmak, tevâ-zuya bürünmek, namsızlığı ve şöhretsizliği, şöhret ve nâma tercih etmek, anılma sebeplerinden kaçmak, halkın kalbini nefret ettiren ve kendisini rahat bırakmalarını sağlayan amellerde bulunmakla mümkündür.

Taklid:

Taklid perdesi, mezhebler için gösterilen taassubun terkedilmesiyle ve ´Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah´ kelimesine gönülden iman etmek suretiyle kaldırılır. Bu kelimenin doğruluğunu kanıtlamak için ALLAH´tan başka bütün ilahları aradan kaldırmaya dikkat etmelidir. İnsanoğlunun en büyük ilahı hevâsıdır. Kişi bu ilahları aradan kaldırdığı zaman, takliden almış olduğu itikadının hakikati kendisine görünür. İnsan bu hakikatleri mücadele yoluyla değil, mücahede yoluyla aramalıdır. Eğer inancına karşı olan taassubu kendisine galip gelirse, nefsinde bir genişlik kalmazsa, bu durum onun için bağlayıcı bir kayıt ve perde olur. Zira müridin belli bir mezhebe nisbeti, asla müridlik şartından değildir.

Günah:

Günah bir perdedir. Bu perdeyi ancak tevbe, zulmen alınanları terketmek, gerçek azm ile bir daha dönmemeye niyetlenmek, yaptıklarından pişman olmak, zulmen aldıklarını geri vermek ve hasımlarını razı etmek kaldırır. Çünkü tevbesi sıhhatli olmayan,büyük günahları terketmeyen ve buna rağmen keşif yoluyla dinin sırlarına vâkıf olmak isteyen bir kimse, tıpkı Arap dilini öğrenmeden önce Kur´an ve tefsirinin esrarına vâkıf olmak isteyen bir kimseye benzer. Çünkü önce Kur´an arapçası bilinmeli, sonra oradan Kur´an´ın sırlarına ulaşmaya çalışmalı, hem önce hem sonra şeriatın zâhirini yerine getirip, sonra onun derinliklerine ve sırlarına vâkıf olmaya çalışmalıdır. Kişi önce bu dört şartı yerine getirip, mal ve rütbeden uzaklaştığında âdeta temizlenip abdest alan ve namaz kılmaya elverişli hâle gelen bir kimse gibi olur. Bundan sonra da uyulacak bir imama muhtaçtır. İşte mürid de böyledir; kâmil bir şeyhe ve uyulacak bir üstada muhtaçtır ki o üstad onu doğru yola iletsin! Çünkü dinin yolu gayet gizli ve muğlaktır. Şeytanın yolları ise açık ve çoktur. Kendisini hakikate hidayet eden bir şeyhi ve üstadı olmayan bir kimseyi şeytan kendi yollarına çeker. Bu bakımdan delilsiz çölün helâk edici yollarına dalan bir kimse nefsini tehlikeye atmış ve helâk etmiştir!

Nefsini kendisi eğitmek isteyen bir kimse, kendiliğinden biten bir ağaca benzer. Böyle bir ağaç, bakıcısı olmadığı için pek çabuk kurur. Eğer bir müddet kalır, yaprak verirse de meyve vermez. Yani aşılanmadığı takdirde ya meyve vermez veya yabani meyve verir. Bu bakımdan adı geçen şartları yerine getirdikten sonra müridin elinden tutacak bir şeyhi olmalıdır. Mürid, tıpkı gözleri kör olan bir kimsenin nehrin kıyısında kendisine rehberlik edenin eline yapıştığı gibi, kâmil bir şeyhe yapışmalıdır. Bütün geleceğini ona teslim etmelidir. Hiçbir hususta ona muhalefet etmemelidir. Bilmelidir ki şeyhinin hatası, kendisinin isabet etmesinden daha faydalıdır. Bu bakımdan kişi, böyle bir şeyhi bulduğu zaman, o şeyhe, müridi korumak, sağlam bir kalenin içine almak, bütün yol kesicilerden korumak farz olur. Bu da dört şey ile mümkündür:

A.Halvete çekilmek
B.Sükût etmek
C.Aç kalmak
D.Uykusuz kalmak:

İşte bunlar, kişiyi yol kesicilerden koruyan kaledir. Çünkü müridin hedefi kalbinin ıslahıdır ki o kalp ile rabbini müşahede etsin ve o kalp ile rabbine (mânen) yakınlaşmaya elverişli olsun!

Açlık, kalbin kanını azaltır, kalbi bembeyaz yapar. Kan beyazlaşınca kalp nûrlanır. Açlık, kalbin yağlarını da eritir. Yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, mükaşefe ilminin anahtarıdır. Nitekim kalbin katılığının, perdelenme sebebi olduğu gibi... Kalbin kanı eksildiği zaman düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları, şehvetlerle dolu bulunan damarlardır.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey Havârîler! Karınlarınızı aç bırakınız! Umulur ki kalpleriniz rabbinizi görür´.:

Sehl et-Tusterî şöyle demiştir: Abdal, ancak dört hasletle abdal olur:

1.Aç kalmak
2.Uykusuz kalmak
3.Sükût etmek
4.Halktan uzaklaşmak

Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir. Deneme buna şehâdet etmektedir. İki şehvetin kırılması bahsinde bu husustaki tedric yönünün beyanı gelecektir.:

Uykusuz kalmaya gelince, bu kalbi cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalpte oluşan berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir ayna gibi olur. Bu takdirde hakkın cemâli kalpte görünür. Âhiret derecele-rinin yüksekliği kalpte müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir. Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır. Uykusuzluk da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. ´Abdalların yemesi keyif için değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir´ denilmiştir. İbrahim Havvas şöyle demiştir: ´Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir´.
Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini, suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder. Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar. Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister. Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir.

Halvete gelince, onun faydası kendini meşgul eden şeylerden uzaklaşmak, kulak ve gözü zapt u rapt altına almaktır. Zira kulak ile göz, kalbin dehlizleridir. Kalp, bir havuz hükmündedir. Ona pis, bulanık ve kirli sular, duyu nehirlerinden akıp gelir. Riyazetin hedefi ise, o havuzu pis sulardan boşaltmak, orada biriken çamurlardan kurtarmaktır ki havuzun dibinden temiz su kaynayıp çıksın! Acaba nehirler durmadan havuza akarlarsa, kişi nasıl havuzun suyunu boşaltabilir? Oysa onun boşalttığından daha fazlası durmadan havuza akmaktadır. Bu bakımdan zaruret miktarı hariç, duyuları zaptu rapt altına almak gerekir. Bu ancak karanlık bir evde halvete çekilmekle tamamlanır. Eğer karanlık bir ev yoksa başını kucağına eğip bir cübbe veya geniş bir elbise ile örtünmeli-dir. Böyle bir durumda hakkın sesini işitir. Rubûbiyetin celâlini müşahede eder. Hz. Peygamber´e gelen nidanın, Hz. Peygamber bu haldeyken geldiğini bilmiyor musun?

Ey örtüsüne bürünen!(Müzzemmil/1)

Ey elbisesine bürünen!(Müddessir/1)

İşte bu dört derece kalkan ve kaledir ki kişiden yol kesicileri defedip ârızlarını bertaraf eder. Mürid bunu yaptığı zaman, bundan sonra yolun sülûkü ile meşgul olmalıdır. Yolun sülûkü de geçitleri geçmek suretiyle mümkün olur. ALLAH Teâlâ´nın yolunda, dünyaya iltifat etmenin sebebi olan kalp sıfatlarından başka bir geçit yoktur. O geçitlerin bir kısmı diğer kısmından daha zor ve tehlikelidir. Onları geçmekteki tertib şöyledir: Önce en kolay olanından başlamalıdır. O geçitler sıfatlardır. Bunlardan maksadım iradenin başlangıcında bertaraf ettiği alâkaların eserleridir. Yani mal, rütbe, dünya sevgisi, halka iltifat etmek, günahlara karşı istekli olmaktır. Bu bakımdan zâhirini bunlardan arındırdığı gibi iç âlemini de bunların eserlerinden boşaltması gerekir. Buradaki mücâhede uzun sürebilir. Bu mücâhede, durumların değişmesiyle değişir. Çünkü sıfatların çoğundan kurtulan şahıslar için mücâhede pek uzamaz. Biz daha önce mücâhedenin yolunun, şehvetlerin zıdlarını yapmak, müridin nefsine galip gelen her sıfatta hevâ-i nefse muhalefet etmek olduğunu söyledik. Bu bakımdan kişi, bu sıfatlardan kendiliğinden kurtulduğu veya mücâhede yoluyla bunları zayıflattığı zaman kalbinde de herhangi bir ilgi kalmaz. O zaman kalbini zikirle meşgul etmelidir. Zikri daimî bir şekilde kalbine yüklemeli ve kalbini zahirî virdlerin çokluğundan menetmelidir. Hatta sadece farzlarla ve revatıblarla yetinmelidir. Virdi de virdlerin özü ve semeresi olan tek bir vird olmalıdır. Yani kalbini ALLAH´tan başkasının zikrinden boşalttıktan sonra ALLAH´ın zikrine sevketmelidir. Kalp, başka şeylere iltifat etmedikçe zikirle meşgul edilmemelidir.

Şiblî, Hüserî´ye şöyle dedi: "Eğer bana geldiğin cum´adan öbür cum´aya kadar senin kalbine ALLAH´tan başka birşey gelirse, bana gelmen senin için haramdır´.
Bu tecerrüd, ancak iradenin doğruluğuyla ve ALLAH sevgisinin kalbe galip gelmesiyle elde edilir. ALLAH sevgisi kalbe öyle galip gelmelidir ki kişi âdeta tirtir titremeli, sevgilisinden başka hedefi olmayan aşık gibi olmalıdır. Böyle olursa, şeyh onu kendisine mahsus bir zâviyeye sokar, hizmetine helâl yemek verecek bir kimseyi tayin eder. Çünkü din yolunun esası helâl rızıktır ve böyle bir durumda iken şeyh ona zikirlerden birini telkin eder ki kalbini ve dilini o zikirle meşgul etsin! Oturup ´ALLAH, ALLAH´ veya ´SübhânALLAH, sübhânALLAH´ demelidir veya şeyhin tensib ettiği kelimeleri tekrarlamalıdır. Dil hareketten düşünceye kadar bu zikirlere devam etmelidir. Kelime sanki dilin üzerinde hareket etmek-sizin çıkıncaya kadar devam etmelidir. Sonra bu duruma kelimenin eseri dilden düşünceye ve kalpte sadece kelimenin sûreti kalıncaya kadar devam etmelidir. Daha sonra nefsin harfler ve sûreti kalpten silinip manâsının hakikati kalbe yerleşinceye, kalpte hazır oluncaya ve kalbe galebe çalıncaya kadar devam etmelidir.

Böylece ALLAH´tan başka herşeyden vazgeçmiş olur. Çünkü kalp birşeyle meşgul olduğu zaman, ne olursa olsun onun haricindeki şeylerden boşalır. Bu bakımdan, kalp, ALLAH´ın zikriyle meşgul olduğunda -ki ALLAH´ın zikri de kalbin hedefidir- şeksiz ve şüphesiz ALLAH´tan başka herşeyden boşalır. O zaman kişiye düşen görev kalbin vesveselerini murakabe etmek, dünya ile ilgili hatıratların gerek geçmişteki durumları ve gerekse başkalarının durumunu hatırlatıcı şeylerle ilgili hallerini murakabe etmektir. Çünkü kalp, herhangi birşeyle meşgul olduğu zaman -velev az bir zaman olsun- bu meşguliyet sebebiyle, o az bir zamanın içinde bile zikirden boşalır, bu da eksikliktir. Bu bakımdan kişi bunu bertaraf etmeye çalışmalıdır. Bütün vesveseyi bertaraf ettiği ve nefsini bu kelimeye çevirdiği takdirde kelimenin yönünden vesveseler gelmeye başlar: ´Bu kelime nedir? Bizim ALLAH dememizin mânâsı nedir? ALLAH hangi mânâdan dolayı ilah olmuştur?´ gibi... Bu vesveseler sırasında kalpte birtakım hâtırat başgösterir ve kalp için düşünce kapısını açar. Bazen de şeytanın vesveselerinden küfür ve bid´at olan şeyler kalbe hücum ederler; kişi bu gelen vesveseleri sevme-dikçe, onları kalpten söküp atmaya gayret gösterdikçe onlar kendisine zarar vermez.
Bu vesveseler, ALLAH Teâlâ´nın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği şeyler ve ALLAH hakkında düşünülür mü düşünülmez mi diye şüphe ettiği şeyler olmak üzere iki kısma ayrılır. ALLAH´ın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği kısma gelince, bunun böyle olduğunu bilir, fakat şeytan onun kalbine onu atıverir, hatırından geçirir. Bundan kurtulmanın şartı; bu vesveseye aldırmamak, ALLAH´ın zikrine sığınmak, vesveseyi bertaraf etmek için ALLAH´a yalvarmaktır.

Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, ALLAH´a sığın; çünkü O, işitendir bilendir. ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman (ALLAH´ı ve azabı) düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile!...(A´raf/200-201)

ALLAH hakkında caiz olup olmadığında şüphe ettiği kısma gelince, bunu şeyhine arzetmesi uygun olur. Hatta kalbinde bulduğu herşeyi gevşeklik, iştiyak, herhangi bir şeye iltifat ve iradedeki doğruluk gibi, her durumunu mürşidine arzetmeli, başkasından da gizlemelidir. Şeyhinden başkasını bunlara muttali etmemelidir. Sonra şeyhi hâline bakar, zekasını ve aklını dikkate alır, onu kendi haline bıraktığı ve düşünceyi ona emrettiği takdirde kendiliğinden uyanıp meselenin hakikatine vâkıf olacağını bilirse onu düşünceye havale etmesi ve daimî bir şekilde düşünmeyi kendisine emretmesi uygun olur. Onun kalbine hakîkati keşfeden bir nûr atılıncaya kadar düşünceye devam etmesini sağlamalıdır. Eğer böyle bir düşünceye güç yetiremeyeceğini biliyorsa, onu kesin inanca, kalbinin alabileceği va´z, zikir ve anlayışına yakın delillerle çekmeye çalışmalıdır. Şeyhin böyle bir müride karşı nazik davranması, iltifat etmesi gerekir. Çünkü bu yollar, yolların en tehlikelileri, bu yerler tehlikelerin çok olduğu yerlerdir. Nice mürid vardır ki riyazetle meşgul olmuş, bozuk bir hayâl gelip kendisine hâkim olmuş, bunu anlayamamış böylece önündeki yolu şaşırmış, boş şeylerle meşgul olmuş ve herşeyi helâl telâkki etme yoluna girmiştir! Bu ise büyük bir tehlikedir. Zikir için herşeyden uzaklaşan, kalbindeki meşgul edici alâkaları söküp atan bir kimse, bu gibi fikirlerden bir türlü kurtulamaz. Çünkü böyle bir kimse, tehlike gemisine binmiştir. Eğer sahile sağ ve selametle çıkarsa din padişahlarından olur. Eğer yanlışlık yaparsa helâk olur ve bu-nun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kocakarıların dinine yapışınız!61

Kocakarıların dini ise, imanın esasını ve taklid yoluyla zâhirî inancı kabullenmek ve sâlih amellerle meşgul olmaktır. Çünkü böyle bir imandan dönmekte çok tehlike vardır. Bu sırra binaen denilmiştir ki; ´Şeyh´e müridin durumunda hassas davranmak ve sezgi sahibi olmak farzdır´. Eğer mürid zeki değilse, sadece zâhirî inanca sahipse, onu zikir ve fikirle meşgul etmemelidir. Aksine kendisini zâhirî amel ve virdlerle meşgul etmelidir veya onu fikre dalanların hizmetinde çalıştırmalıdır ki onların bereketinden o da istifade etsin! Çünkü savaşmaktan âciz olan bir kimsenin en azından savaşçılara su dağıtması, onların hayvanlarına bakması gerekir ki kıyamet gününde -her ne kadar onların derecesine ulaşamasa da- onlarla beraber haşrolunup, onların bereketi kendisine dokunsun! Sonra kendisini zikre ve düşünceye vermiş müridi bu vazifeden ucub, riyâ, kendisine keşfolunan hâllerle ve kerâmetlerle sevinmek gibi birçok mâniler menetmektedir. Ne zaman bunlardan herhangi birine iltifat eder, nefsi onlarla meşgul olursa bir gevşeklik olur. Hatta bütün hayatı boyunca hâline dikkat etmesi gerekir. Tıpkı susamış ve bütün dünya denizleri ağzına dökülse dahi susuzluğu gitmeyecek bir kimsenin suya yapışması gibi.. Sermayesi halktan uzaklaşıp hakka gitmektir.

Seyyahlardan biri şöyle anlatır: Ben halktan ayrılmış bir kısım abdala şöyle dedim:

-Tahkike giden yol nedir?

-Dünyada sanki bir yolcu gibi davranmandır.

-Bana öyle bir amel öğret ki ben kalbimi devamlı bir şekilde ALLAH ile beraber göreyim.

-Halka bakma! Çünkü halka bakmak zulmettir.

-Halka bakmak mecburiyetindeyim.

-O halde onlarla iş yapma. Çünkü onlarla iş yapmak vahşettir.

-Onların arasında yaşıyorum. Onlarla iş yapmak mecburiyetindeyim.

-O halde onlara gönül verme. Çünkü onlara gönül vermekte felâket vardır.

-Acaba illet bu mudur?

-Sen gâfillere baktığın, câhillerin konuşmasını dinlediğin, tembellerle oturup-kalktığın halde kalbinin daimî bir şekilde ALLAH ile beraber olmasını istiyorsun! Bu, ebediyyen olmayacak bir şeydir.

Durum bu iken riyazetin son zirvesi; kişinin kalben daimî bir şekilde ALLAH ile beraber olmasıdır. Bu ise, kalbi ALLAH´tan başka herşeyden boşaltmakla mümkün olur. Kalp de ancak uzun bir mücâhede sonunda başka şeylerden boşalır. Ne zaman kişinin kalbi ALLAH ile beraber olursa, kişiye rubûbiyetin celâli görünür, hak tecelli eder, ALLAH´ın lâtifelerinden vasfedilmesi câiz olmayan şeyler ona görünür. Hatta vasıflandırmak asla bu şeyleri kapsayamaz. Müride bunlardan birşey inkişaf ettiği zaman, bu durumları silen en büyük tehlike bunları başkalarına anlatmaktır. Nefis burada bir zevk hisseder, o zevki de başka bir zevk tâkip eder! Bu takdirde o zevk, kendisini o mânâların keyfiyeti hakkında düşünmeye davet eder. O mânâları ifade eden lâfızları süslü püslü yapmaya, zikirlerini tertip etmeye, onları hikâyelerle, Kumandan alman delillerle ve kıssalarla süslemeye ve konuşma sanatını güzelleştirmeye sevkeder. Bütün bunları, insanlar kendisine meylet-sin diye yapar. Çoğu zaman şeytan kendisine ´Senin bu yaptığın ALLAH´dan gafil bulunan ölü kalplerin diriltilmesidir. Sen ancak ALLAH ile halk arasında vasıtasın. Halkı ALLAH´a davet ediyorsun. Senin burada herhangi bir kazancın yoktur´ hayâlini verir(!) Konuşma yönünden ondan daha güzel, lâfız bakımından ondan daha zarif, halk tabakasının kalplerini etkilemek bakımından ondan daha kudretli birisi göründüğü zaman, şeytanın hilesi açığa çıkar. Çünkü -eğer kendisini harekete geçiren halk tarafından kabul edilme hissi ise- bu takdirde kişinin içinde hased akrebi harekete geçer. Eğer onu harekete geçiren hak ve ALLAH´ın kullarını ALLAH yoluna davet etmenin şevki ise, arkadaşının kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya atılmasına sevinir ve der ki: ´Kullarının isyanını engellemekte bana yardımcı olan bir arkadaşımla beni takviye eden ALLAH´a hamdolsun!´

Tıpkı sahipsiz bir ölüyü gördüğü zaman, onu gömmesi kendisine farz olan ve şer´an gömülmesinden sorumlu olan bir kimse gibi... Bu kimse, ölüyü bulduğu esnada kendisine yardım eden biri gelirse onun gelmesiyle sevinir, kendisine yardım edene hased et-mez. Gafil kimseler de kalben ölüdürler. Vâizler uyandırıcı ve dirilticidirler. Onların çok olması birbirlerini istirahat ettirmelerine ve yardımlaşmalarına vesile olur. Bu bakımdan bir vâizin, vâizlerin çokluğuyla sevinmesi uygun bir harekettir. Bu ise cidden pek nâdir bir durumdur. Bu bakımdan müridin bundan sakınması uygun olur. Çünkü bu desise, yolun kendisine açıldığı kimselere karşı şeytanın en büyük tuzaklarındandır. Zira dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek, insanoğlunda çok görülen bir niteliktir.

Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (A´lâ/16)

Bundan sonra ALLAH Teâlâ şerrin tabiatlarda eski bir nitelik olduğunu beyan etmiştir ve bunun geçmiş kitaplarda da mevcut olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:

Bu ilk sahîfelerde de vardır. İbrahim´in ve Musa´nın sahîfe-lerinde!(A´lâ/18-19)

İşte tedrîcen ALLAH´ın mülakatına giden müridin riyazetinin ve terbiyesinin yolu budur!
Riyazetin her sıfattaki ayrıntısına gelince, eserin ilerdeki bölümlerinde bu husus gelecektir. Çünkü insanoğluna hâkim olan sıfatlar midesi, tenâsül uzvu ve dilidir. Ben bunlarla ilgili şehvetleri kastediyorum. Sonra şehvetleri korumak için asker gibi olan öfkeyi kastediyorum. Sonra insanoğlu midesinin ve tenâsül uzvunun şehvetini sevdiği ve onlarla yakınlaştığı zaman dünyayı sever. Buna da ancak mal ve mertebe ile ulaşır. Mal ve mertebe istediği zaman, dünyayı sever. Mal ve mertebe istediği zaman, kendisinde kibir, ucub ve riyaset sevgisi başgösterir. Bunlar verildiği zaman nefsi, isteyerek dünyayı terketmeye râzı olmaz. Dinin de ancak içinde riyaset olan kısmını alır. Böylece gurur kendisine galip gelir.

Bu kitabı takdim ettikten sonra, Mühlikât bölümünü sekiz kitap olarak -ALLAH´ın inayetiyle- tamamlamak bize zorunlu olmaktadır. O sekiz kitap da şunlardır:

1.Mide ve Tenâsül Uzvunun Şehvetini Kırmak
2.Dilin Âfetleri
3.Hased, Kin ve Öfkenin Kırılması
4.Dünyanın Kötülenmesi ve Hilelerinin Beyanı
5.Cimriliğin ve Mal Sevgisinin Kötülenmesi
6.Rütbe Sevgisi ve Riyanın Kötülenmesi
7.Ucub ve Kibirin Kötülenmesi
8.Gurur´un Yerleri

Bu helâk eden şeyleri zikretmek ve buradaki tedavi yolunu bildirmek sûretiyle -ALLAH´ın izniyle- bu bölümdeki hedefimize varmış oluruz. Birinci kitapta zikrettiklerimiz kalp sıfatlarının açıklanmasıydı. O kalp ki hem helâk edicilerin, hem de kurtarıcıların kaynağıdır. İkinci kitapta zikrettiklerimiz ise, ahlâkın temizlenmesi ve kalp hastalıklarının tedavi yoluna genel bir işarettir. Onların ayrıntıları ise -eğer ALLAH dilerse- gelecek bölümlerde zikredilecektir.

Nefsin riyâzetine ve ahlâkın güzelleştirilmesine ilişkin bu bölüm ALLAH´ın hamdi, yardımı ve hüsn-ü tevfîki ile burada tamam-lanmış oldu. ALLAH´ın izniyle bu bölümü, iki şehvetin kırılmasına dair bölüm takip edecektir.

Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur! ALLAH Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının, yer ve gök ehlinden seçilmiş her kulunun üzerine rahmet deryalarını açsın! Tevfîk ancak ALLAH´tandır! ALLAH´a tevekkül eder ve sadece O´na dönerim!

61) İbn Tâhir et-Tezkire adlı kitabında ´Bu lâfız halk arasında kullanılmaktadır. Fakat ne sahih, ne de sakîm bir rivayette bunun aslına rastlamadım´ der. Bazı eserlerde Hz. Ömer´in sözü olduğu kaydedilmektedir.
 
Alt 01-25-2009, 17:40   #27
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kesriş Şehaveteyn Konusuna Giriş

Azamet ve kibriyâsında celâl sıfatıyla tek olan, hamd, takdis, tesbih ve tenzihe müstehak olan, hükmettiği ve takdir ettiği konularda adaletle kaim olup, nimet olarak verdiğinde ve kullarına ihsân ettiğinde illetsiz hareket eden ve kulunu korumayı üzerine alan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki nimetlerle kuluna ihsan eder. Hatta kulunun bütün emellerini karşılayacak şekilde kuluna ihsan eder. Kulu irşâd ve hidayete erdiren O´dur. Kulunu öldüren ve dirilten O´dur. Hastalandığı zaman kula şifa veren, zayıfladığı zaman takviye eden, kulunu ibâdetine, tâatına ve rızasını gerektiren işlere muvaffak kılan O´dur. Yediren ve içiren O!... Helâktan koruyan ve muhafaza eden O!... Kulu helâk edici şeylerden yemek ve içmekle koruyan O´dur. Azığın azıyla kanaat etmeye kulunu muvaffak eden O´dur. Kulların düşmanı olan şeytanın yollarını daraltsın diye kullarını az yemeye muvaffak kılan O!.... Kendine düşmanlık yapan nefsinin şehvetini az yemekle kırması ve nefsin şerrini defederek rabbine ibadet etmesi için kulu bu yola sevkeden O!... Bütün bunları, kul için lezzete vesile olan, iştahını kabartan nimetleri çokça verdikten, bu nimetlere karşı teşvik edici isteklerini harekete geçiren sebepleri yarattıktan sonra yapmıştır... Bütün bunları, kulu imtihan etmek ve denemek için vermiştir. Kulun hevâ-i nefsinde nasıl tesir meydana getirip, ona ne gibi bir seçim yaptıracağını görmek için yaratmıştır. Kulun O´nun emirlerine nasıl itaat edeceğine, yasaklarından nasıl sakınacağına, tâat ve ibâdetlerine nasıl devam edeceğine ve günahlardan nasıl kaçınacağına bakmak için bunları bu şekilde yapmıştır. Salât ve selâm, şerefli kulu, değerli rasûlü Hz. Muhammed´e olsun! Öyle bir salât ki Hz. Peygamber´i ona yaklaştırır, nasibdâr eder, derecesini de yüceltir. Aynı zamanda salât ve selâm Hz. Peygamber´in nesline, akrabalarına, ashâb ve tâbiinin hayırlılarına da olsun!

Ademoğlu için helâk edicilerin en büyüğü midesinin şehvetidir. Bu şehvetten ötürü Âdem ve zevcesi Havva Dâr´u1-Karar´dan (Cennet´ten) ´Zillet ve iftikar evi´ olan dünyaya atıldılar. Çünkü onların ikisi şecere´den (ağaçtan) yememekle emrolunmuşlardı. Fakat şehvetleri galebe çaldı ve o ağaçtan yediler. Çirkin yerleri kendilerine göründü. Hakîkat noktasından bakıldığında mide, şehvetlerin pınarı, hastalık ve âfetlerin kaynağıdır. Zira mide şehvetini, tenâsül uzvunun şehveti ve kadınlara karşı heyecanın şiddeti takip eder. Sonra yemek ve evlenme şehvetini, dünya mertebeleri ile mala karşı olan rağbetin şiddeti takip eder. Dünya mertebesi ve mal, fazla evlenmeye ve fazla zevk ve sefâya dalmaya vesiledirler. Sonra fazla mal ve rütbeyi, kara câhilliğin çeşitleri, münakaşalar ve çekememezlikler takip eder. Sonra bu iki şehvetten, riya ve böbürlenmenin felaketi, zenginlikten gelen felaket ve azamet afeti doğup meydana gelir! Sonra bunlar insanoğlunu kindar ve hasedci olmaya, düşmanlık gütmeye ve buğzetmeye davet ederler. Sonra bu durum, sahibini zulmetmeye, münkeri işlemeye ve fuhşiyatta bulunmaya sürükler! Bütün bunlar, midenin ihmal edilmesinin sonuçlarıdır. Bunlar, mideden doğan oburluk ve mideyi tıkabasa doldurmanın kötü neticeleridir. Eğer kul, açlıkla nefsini terbiye eder, şeytanın yollarını daraltırsa, muhakkak ki nefsi ALLAH´ın ibadetine yönelir, serkeşlik ve mütecavizlik yolunda yürümez. Kendisini dünyaya dalmaya, geçici dünyayı âhirete tercih etmeye ve bu şekilde dünyaya yapışmaya sürüklemez.

Mide şehvetinin âfeti bu dereceye kadar vardığı zaman, onun tehlike ve âfetlerini açıklamak farzdır ki ondan sakınılsın! Yine onunla mücahede etmenin yolunu izah etmek, bu mücahedenin faziletine dikkati çekmek, bütün bunları o mücahedeye insanları teşvik ve tergib için yapmak farzdır. Tenâsül organının şehvetini izah etmek de gerekir. Çünkü tenâsül uzvunun şehveti mide şehvetine tâbidir. Biz ALLAH´ın inayetiyle bu durumu birkaç fasılda izaha çalışacağız. Bu fasılları meydana getiren konular şunlardır: Açlığın faziletinin beyanı, sonra faydalarının, sonra mide şehvetinin kırılmasında takip edilen riyazet yolunun az yemek ve geç yemek sûretiyle temin edilmesinin beyanı, sonra insanların durumlarına göre açlık hükmünün ve faziletinin değişmesinin beyanı.. Sonra şehvetin terkindeki riyazetin beyanı... Sonra tenâsül organının şehveti hakkındaki söz... Sonra evlenmenin terki veya yapılması hususunda müride düşen vazifenin beyanı. Sonra gözünün, tenâsül uzvunun ve midesinin şehvetine muhalefet eden bir kimsenin faziletinin beyanı.


 
Alt 01-25-2009, 17:42   #28
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Açlığın Fazileti, Tokluğun Zemmi

Hadîsler
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Nefislerinize karşı açlık ve susuzluk (silahlarıy)la mücahede ediniz, çünkü buradaki sevap, ALLAH yolunda mücahede eden kimsenin sevabı gibidir. ALLAH Teâlâ nezdinde açlık ve susuzluktan daha sevimli bir amel yoktur.

İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu nakleder:

Karnını tıkabasa dolduran kimse gökler âlemine giremez!1
Hz. Peygamber´e insanların hangisinin daha faziletli olduğu sorulduğunda, şöyle buyurmuştur:

Yemesi ve gülmesi az olup avret mahallini örten bir elbiseyle yetinerek lükse ve sükseye kaçmayan kimse (insanların en faziletlisidir).2

Amellerin efendisi (en hayırlısı) açlıktır. Nefsin zilleti ise yün elbiseler giymektir.3

Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet eder:

Giyiniz, yeyip içiniz, fakat karınlarınızı yarısına kadar (doldurunuz); çünkü bu, peygamberliğin bir parçasıdır.4

Hasan Basrî Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Düşünce, ibâdetin yarısıdır; az yemekse ta kendisidir.5

Yine Hasan Basrî, Hz. Peygamber!in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Kıyâmet günü ALLAH Teâlâ nezdinde derece bakımından en üstününüz, en fazla aç kalanınız ve ALLAH´ın sıfatları hakkında en fazla düşüneninizdir. ALLAH nezdinde en sevilmeyeniniz ise çok uyuyan ve çok yeyip içeninizdir!6

Hz. Peygamber, kendi arzusuyla ve zaruret olmaksızın aç kalır, açlığı tokluğa tercih ederdi.7 Nitekim kendileri şöyle buyurmuştur:

ALLAH Teâlâ, meleklere karşı dünyada az yeyip içen kimselerle iftihar ederek şöyle buyurur: ´Ey melekler! Kuluma bakınız! Ben onu dünyada yemeye ve içmeye müptelâ kılmışım; o ise sabretmiş ve onları terketmiştir. Ey melekler! Şâhid olun ki (benim için) terkettiği her yiyeceğin yerine kuluma cennette birçok dereceler vereceğim´.8

Kalpleri, çok yeyip içmekle öldürmeyiniz; çünkü kalp, ekin gibidir. Ekinler çok sulandıklarında ölür!9

Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmuş değildir! Ademoğluna, belini doğrultmasını sağlayacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemek istiyorsa karnının üçte birini yemek, üçte birini su ve üçte birini de nefes alıp verme için ayırsın.10

Usâme b. Zeyd ile Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği uzun bir hadîste açlığın fazileti şöyle zikredilmiştir:

Kıyâmet gününde insanların ALLAH´a en yakın olanları, dünyada O´nun için uzun süre aç, susuz ve mahzun kalmış olan kimselerdir. Bunlar, şöhretsiz muttakîlerdir ki bir yerde bulunduklarında tanınmazlar, yokluklarında ise aranmazlar. Onları ancak yeryüzünün bölgeleri tanır. Göklerin melekleri onların etrafını çepeçevre kuşatır. Halk dünyadan, onlar ise ALLAH´a ibâdet ve tâattan zevk alırlar... Halk, altlarına yumuşacık döşekler sererken, onlar alınlarını ve dizlerini sermiştir... Halk, peygamberlerin fiil ve ahlâkını zayi etmiştir, onlar ise korumaktadırlar. Yer küresi onlardan birini kaybettiği zaman ağlar. Cebbâr olan ALLAH Teâlâ, içerisinde bu kullarından bulunmayan memlekete gazap eder. Onlar köpeklerin leşlere daldığı gibi dünyaya dalmazlar; az yerler ve yamalı elbiseler giyerler. Üst ve başları toz toprak içerisindedir. İnsanlar onları gördüklerinde hasta zannederler; oysa onlarda hastalık yoktur. Onlar için, akıllarını kaybetmiş deniliyor; oysa onlar akıllarını kaybetmiş değildir. Fakat kalpleriyle kendilerini dünyadan uzaklaştıran ilâhî emre baktıklarından dünya ehline göre akılsız gezerler. Oysa halkın aklı başlarından gittiği zaman, onların akılları başlarında olacaktır. Âhirette şeref onlara aittir. Ey Usâme! Kendilerini herhangi bir memlekette gördüğün zaman bil ki, onlar o memleketin ahalisi için emniyet sübabıdırlar. ALLAH Teâlâ, onların içinde bulunduğu bir kavme azap etmez. Yer küresi, onlarla sevinmekte,

Cebbâr olan ALLAH onlardan razı olmaktadır... Bu bakımdan sen onları kendine arkadaş edin! Umulur ki onların yüzü suyu hürmetine kurtulmuş olasın. Elinden geldiğince karnın aç ve ciğerin susuz olduğu halde ölmeye çalış; çünkü bu şekilde konak ve derecelerin en şereflisini elde eder, pey-gamberlerle birlikte olursun ve ruhunun gelişiyle melekler sevinir, Cebbâr olan ALLAH da sana rahmet deryâlarını coşturur.11

Hasan Basrî´nin Ebu Hüreyre´den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yün elbise giyiniz; fakat bol olmasın! Yediğiniz zaman da midenizin yarısını dolduracak kadar yeyin. (Böyle yaptığınız takdirde) gökler âlemine dahil olursunuz.12

Hz. İsa havârilerine şöyle demiştir:

Ey havâriler! Nefislerinizi aç, bedenlerinizi (lüks ve süslü elbiseler giymemek sûretiyle) çıplak bırakınız ki kalpleriniz ALLAH´ı (O´nun cemâlini) müşâhede edebilsin!

Bu söz, aynı zamanda bizim peygamberimizden de (Tâvus kanalıyla) rivayet edilmektedir.
Tevrat´ta şöyle bir ifadenin yazılı olduğu söylenir: ALLAH Teâlâ şişman âlime buğzeder.
Çünkü şişmanlık, gaflete ve çok yemeye delâlet eder; bunlar ise çirkin şeylerdir. Hele âlim için daha da çirkin olur. Nitekim İbn Mes´ud şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ şişman kurra´ya (Kur´an okuyucusuna) buğzeder.

Mürsel bir hadîste Hz. Peygamber´den şöyle vârid olmuştur:

Şeytan, Ademoğlunun kanının dolaştığı yerlerde dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaşma yollarını, açlık ve susuzlukla daraltınız.

Tok karnına yemek, beras (alacalık) denilen deri hastalığına yol açar.

Mü´min bir mideyle, münâfık ise yedi mideyle yer!13

Yani münafık, mü´minin yedi mislini yer veya şehveti, mü´minin şehvetinden yedi kat fazla olur. Bu bakımdan hadîsteki, mide mânâsına gelen mia kelimesi, şehvetten kinâyedir; çünkü yemeği kabul eden mide olduğu gibi, yemeğe yakışan da şehvettir. Yoksa hadîsin mânâsı münâfığın midesinin sayısı mü´mininkinden fazladır demek değildir.

Hasan Basrî´nin Hz. Aişe´den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

-Cennetin kapısını çalmaya devam ediniz! Bunu yaptığınız takdirde size açılacaktır.

-Cennetin kapısını ne ile çalalım?

-Açlık ve susuzlukla!14

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, huzurunda geğiren Ebu Cühayfe´ye15 şöyle buyurmuştur:

Az geğir; çünkü kıyâmet gününde en çok aç kalacak olanlar dünyada fazlasıyla doyanlardır.16

Hz. Âişe şöyle der: Hz. Peygamber, hiçbir zaman doyasıya yeyip de karnını doldurmadı! Aç olduğu bir gün kendisine karşı şefkat ve merhametimden ağladım ve mübarek karnını elimle sıvazlayarak şöyle dedim:

- Canım sana fedâ olsun! Dünyadan, seni kuvvetlendirecek ve açlığını giderecek kadarını alsaydın ne olurdu?

- Ey Âişe! Benim ulu´1-azm arkadaşlarım, bundan daha şiddetli durumlara sabrettiler ve kendi halleriyle geçip gittiler; rablerinin huzuruna vardılar. Rableri onlara ikramda bulundu, sevaplarını artırdı. Bu bakımdan -eğer geçimde lükse ve refaha kaçarsam- bu durumun yarın (âhirette) derecemi onlarınkinden küçük düşürmesinden utanırım. O halde birkaç gün sabretmek, bana, yarın kıyâmette nasibimin azalmasından daha sevimli gelir. Nezdimde arkadaşlarıma ve kardeşlerime yetişmekten daha sevimli birşey yoktur.17
Hz. Âişe, sözünü şöyle tamamladı: ´ALLAH´a yemin ederim ki bu sözlerinin üzerinden bir hafta geçmeden ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´in ruhunu kabzeyledi´.

Enes´ten şöyle rivayet edilir: Birgün kızı Fâtıma Hz. Peygamber´e bir parça ekmek getirdi. Hz. Peygamber ´Bu nedir?´ diye sorduğunda Fâtıma ´Kendi ellerimle pişirdiğim bir ekmektir. Canım yalnız yemeye razı olmadığından bu parçayı da sana getirdim´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Şunu bil ki, bu ekmek üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir.18

Ebu Hüreyre şöyle der: ´Hz, Peygamber hiçbir zaman aile efradına, buğday ekmeğinden üç gün üst üste doyasıya yedirmemiştir. Dünyadan ayrılıncaya kadar da bu durum böyle devam etmiştir´.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Âhirette doya doya yiyecek olanlar, dünyada açlık çekenlerdir. İnsanların ALLAH nezdinde en sevilmeyeni, karınlarını tıkabasa doldurup mideleri ekşiyenlerdir. Canının istediği bir yemeği terkeden hiçbir kul yoktur ki onu terkedişi kendisi için cennette bir derece olmasın!

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Tıkabasa yemekten sakınınız; çünkü çok yemek, hayatta ağırlık, ölümden sonra ise kokuşmaktır´.

Şakîk Belhî şöyle der: İbâdet bir sanattır. Bu sanatın dükkanı halvethane, aleti ise açlıktır´.

Lokman Hekim, oğluna şunları söylemiştir: ´Ey oğul! Mideyi doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşir. Azalarsa ibâ-detten bıkıp otururlar!´

Fudayl b. Iyaz nefsine şöyle derdi: ´Acaba neden korkuyorsun? Yoksa aç kalacağından mı korkuyorsun? Sakın korkma; çünkü sen ALLAH Teâlâ nezdinde bu dereceye erişecek kadar değerli değilsin. Bu dereceye ancak ve ancak Hz. Peygamber ile arkadaşları erişebilmiştir´.

Kehmes b. Hasan20 şöyle derdi: ´İlâhî! Sen beni aç ve elbisesiz bıraktın!. Gecelerin karanlığında lambasız oturttun! Acaba beni bu dereceye hangi vesile ile yükselttin?´

Feth el-Mevsılî, hastalığı ve açlığı şiddetlendiğinde şöyle derdi: ´Yârab! Beni hastalık ve açlığa müptelâ eyledin. Oysa sen bunları velî kullarına (sevdiklerine) verirsin. Bu bakımdan bana verdiğinin şükrünü hangi amelimle eda edebilirim?´

Mâlik b. Dinar, Muhammed b. Vâsi´e şöyle dedi: ´Ey Ebu Abdullah! Hem azığı olacak ve hem de kendisini insanlara muhtaç olmaktan kurtaracak kadar yiyeceğe sahip olanlara ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!´ Buna karşılık o da şunları söyledi: ´Ey Ebu Yahya! ALLAH Teâlâ kendisinden razı olduğu halde (aç karnına) sabahlayıp akşamlayan kimselere ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!´

Fudayl b. Iyaz şöyle derdi: ´Yâ rabbî! Beni ve aile efradımı aç, gecelerin karanlığında çırasız bıraktın. Oysa sen bunu velî kullarına bahşedersin. Acaba ben bu makama hangi derecemle lâyık oldum?´

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Râğıbların (ALLAH´ı isteyenlerin) açlığı uyarıcıdır. Tevbe edenlerin açlığı deneme, müctehidlerin açlığı da keramettir. Sabredenlerin açlığı siyaset, zâhidlerin açlığı ise hikmettir´.

Tevrat´ta şöyle yazılıdır: ´ALLAH´tan kork ve karnını doyurduğun zaman açları hatırla!´

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle der: ´Akşam yemeğinden bir lokmayı terketmek benim için bütün bir geceyi sabaha kadar ibâ-detle ihyâ etmekten daha sevimlidir. Açlık ALLAH nezdinde onun hazinesindendir. Onu ancak sevgili kuluna verir´.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, bazen yirmi küsür gün birşey yemezdi. Bu zatın bir senelik yiyeceğine bir dirhem kâfi gelirdi. Kendisi açlığa çok büyük değer verip bu konuda çok mübalâğalı hareket eder ve hatta şöyle derdi: ´Kıyamet gününde -Hz. Peygamber´e uyma bakımından- çok yemeyi terketmekten üstün sevap yoktur´.

Yine bu zat şöyle demiştir: ´Akıllılar, gerek din ve gerekse de dünya için açlıktan daha faydalı birşey görmemişlerdir. Âhireti is-teyenler için çok yemekten daha zararlı birşey bilmiyorum´.

Yine şöyle demiştir: Hikmet ve ilim açlıkta, mâsiyet ve cehâlet ise, tokluktadır. Helâli terketme hususunda ALLAH´a, nefsin isteklerine muhalefet etmekten daha üstün birşey ile kulluk yapılmış değildir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Midenin üçte biri yemek içindir. Bundan fazlasını yiyen kimse ancak sevaplarından yemiş olur.

Sehl´e, fazlasının alâmeti ve ne olduğu sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: ´Kişinin nezdinde yemeği bırakmak, yemekten daha sevimli olduğu ve bir gece aç kaldığında ALLAH Teâlâ´dan bu geceyi iki geceye çıkarmasını istediği zaman fazlasını bulmuş de-mektir´.
Yine bu zât şöyle demiştir: ´Abdallar bu makamı ancak karınlarını aç, gözlerini uykusuz ve dillerini konuşmasız bırakmak ve halvete çekilmekle elde etmişlerdir´.

Yine şöyle buyurmuştur: ´Gökten yere inen her sevabın başı açlıktır. Gök ile yer arasındaki her fısk u fücurun başı da tokluk-tur. Nefsini aç bırakan kimse vesveselerden kurtulur. ALLAH Teâlâ kullarına açlık, hastalık ve belâ ile yönelir. Ancak kullarından diledikleri, bunlarla müptelâ olmadıkları halde ALLAH´ın yönelişine mazhar olabilir. Biliniz ki şu zamanda nefsini açlık, uykusuzluk ve mücahede ile öldürmeyen kimse kurtuluşa eremez. Yeryüzünde hiçbir kimse geçmemiştir ki şu sudan kana kana içip de içirmesine karşılık ALLAH´a şükretse bile günahlardan kurtulabilmiş olsun. Suyun durumu bu olursa, tıkabasa yemenin durumunu varın siz düşünün´.

Bir hakîm ´Nefsimi hangi bukağı ile bağlıyayım?´ diyen birisine şöyle buyurmuştur: ´Nefsini açlık ve susuzlukla bağla... Nam u şânı terketmek ve azizliği bırakmak sûretiyle de onu ALLAH´a karşı zelil et! Âhiret evlâtlarının ayakları altına sermek sûretiyle küçült! Kurraların (âlimlerin) zâhirî elbiselerini ve süslerini terketmek sûretiyle kır! Kendisine karşı daima sû-i zanda bulunmak sûretiyle onun âfetlerinden kurtul! Onunla, hevâsına aykırı hare-ket etmekle arkadaşlık yap!´

Abdülvâhid b. Zeyd şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ´nın hiçbir ku-lunu açlık çekmeksizin safâvete erdirmediğine yemin ederim. (ALLAH´ın bu sevgili kullarının) su üzerinde yürümeleri ve yeryüzünün kendileri için dürülmesi de ancak açlık sayesinde olmuştur. ALLAH Teâlâ onlara ancak açlığın yüzü suyu hürmetine yardımcı olmuştur´.

Ebu Tâlib el-Mekkî de şöyle demiştir: ´Mide Muzhir´e benzer. Muzhir içi boş ve üzerinde teller bulunan ud (saz) demektir. Bunun sesi, hafif ve ince olduğundan ve içi de tıkabasa dolu ol-mayıp boş bulunduğundan dolayı güzel çıkar. Mide de böyledir. Boş olduğu zaman okuma, ibâdet ve uyku için daha istekli olur´.

Ebubekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ şu üç sınıf insanı sever:
1.Az uyuyanlar
2.Az yiyenler
3.ALLAH´ın ibâdetini bırakıp az istirahat edenler´.

Rivayet edildiğine göre Hz. İsa, altmış sabah hiçbir şey yemeksizin ALLAH´a münâcaat etti. Sonunda kalbine yemek geldi ve münâcaatı o anda kesiliverdi. Münâcaatı kesildiğinde de yanına bir ekmeğin konulmuş olduğunu gördü. Bunun üzerine (münâcaatı kesildiği için) ağlamaya başladı. Tam o sırada bir ihtiyarın kendisine bakmakta olduğunu farketti ve ona ´Ey ALLAH´ın velî kulu´ ALLAH´ın bereketi üzerine olsun! Benim için ALLAH Teâlâ´ya dua et; çünkü münâcaat halinde iken kalbime yemek arzusu geldi ve dolayısıyla münâcaatım birden kesiliverdi´ dedi. Bu dilek üzerine ihtiyar şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Seni tanıdığımdan beri kalbime ek-mek yemek gelmişse, beni affeyleme! Bilakis ben düşünmeden ve kalbimden geçirmeden, bana kendiliğinden verilen şeyleri yiyorum´.

Rivayet edildiğine göre; ALLAH Teâlâ, münâcaat için kendisine yaklaştırdığı zaman Hz. Musa önce otuz, sonra da on gün olmak üzere toplam kırk gün yemeyi terketmişti. Nitekim Kur´an´da da böyle vârid olmuştur; çünkü Hz. Musa´nın geceleyin niyet etmeksizin geçirdiği bir gün, on gün arttırıl

1)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
2)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
3)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
4)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
5)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
6)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
7)Beyhakî
11)Hatib, Zühd, (Said b. Zeyd´den)
12)Deylemî
13)Buhârî, Müslim
14)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
15)İsmi Vehb b. Abdullah es-Süvâî´dir. Hz. Peygamber´in vefatında erginlik çağına yaklaşmıştı.
16)Beyhakî
17) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır
18)Hâris b. Ebî Usâme
19)Taberânî, Ebu Nuaym
20)Âbid ve zâhid bir kimse olup Hasan Basrî´nin çağdaşıdır
 
Alt 01-25-2009, 17:42   #29
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Yemeği Azaltan ve Şehvetleri Terkeden Bir Kimseye Ansızın Gelen Riya´nın Âfeti

Şehveti terkedenin kalbine iki büyük âfet girebilir ki ikisi de tehlike yönünden her istediğini yemekten daha tehlikelidir.

Birinci Afet

O âfetlerin birincisi, nefsin bir kısım yemekleri terketrneye gücünün yetmemesi ve iştahı onlara çekmesidir. Fakat buna rağmen canının bunları çektiğinin bilinmesini istemez. Böylece şehvetini gizlemeye çalışır. İnsanların yanında yemediklerini tenhada yer.

İşte gizli şirk budur. Âlimlerin birine bir zâhidin durumu soruldu. O âlim sustu. Kendisine denildi ki:

-Onun bir kötülüğü olduğunu mu biliyorsun?

-Cemaatle beraber yemediğini tek başına kaldığında yemektedir.

Bu ise büyük bir âfettir. Aksine kulun yapması gereken şey, yemeden vazgeçemediği ve yemeklere duyduğu arzuyu, müptelâ olduğu ve şehvetlerin sevgisinde bulunduğu zaman açığa vurmaktır. Çünkü böyle yapması durumunun doğruluğunu gösterir. Bu ise amellerle yapılan mücâhedelerin karşılığıdır. Çünkü kusurunu gizleyip, olgun olduğunu göstermek, katmerli iki noksanlıktır; gizlemekle beraber iki defa yalan söylemektir. Bu bakımdan böyle olan bir kimse iki azaba müstehak olur ve ALLAH böyle bir kimseden ancak iki sadık tevbe yaparsa razı olur. Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ, münâfıkların hakkında şiddet göstererek şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.(Nisâ/145)

Çünkü kâfir, küfredip küfrünü açıklar. Münâfık ise kâfir olduğu halde küfrünü gizler. Küfrünü gizlemesi de ikinci bir küfürdür. Çünkü böyle yapan bir münâfık, ALLAH´ın, kendisinin kalbini bildiğini hafife almakta, insanların kendisini bilmesini ise büyütmektedir. İşte bunun için küfrünü gizler. Ârif kimseler ise şehvetlere, hatta günahlara müptelâ olurlar. Fakat riya, hile ve kusurlarını gizlemeye müptelâ olmazlar. Hatta ârifin kemâli, ALLAH için şehvetleri terketmek ve içinden şehvete taraftar olması keyfiyetini açıklamaktır. Bunu da halkın kalbinden mertebesini düşürmek için yapmalıdır. Çünkü selef-i sâlihînden biri, yiyecekleri satın alır ve evine asardı. Oysa kendisi onları yeme iştiyâkını öldürmüştü. O halde, bunları satın alıp asmaktan gayesi, halini gizlemektir ki gafillerin kalbi kendisinden uzaklaşsın, gafiller hal-lerini bozmasınlar. Zâhidliğin son noktası, zâhidlikte zâhid olmak, onun zıddını göstermek sûretiyle bunu başarmaktır. Böyle yapmak, sıddîkların amelidir. Çünkü böyle yapmak, iki doğruyu bir araya getirmek demektir. Nitekim daha öncekinin, iki yalanı bir araya getirmek olduğu gibi... Bu kimse, nefsine iki ağır yük yüklemiş, nefsine sabrın acısını iki defa; arzu ettiği şeyden nefsini alıkoyarak ve nefsinin hoşuna giden gösterişten uzak durarak tattırmıştır. Şüphe yok ki sabrettiklerinden dolayı onlara iki defa ecir verilir. Bu, kendisine verilen sadakayı açıkça alıp ve gizlice o sadakayı geri götürüp verene iade eden ve açıkça almak sûretiyle nefsini zilletle, gizlice geri vermek sûretiyle de nefsini fakirlikle kıran kimselerin yoludur.

Bunu yapamayan hiç olmazsa yemeklere duyduğu arzuyu ve eksikliğini açığa vurmak ve bu hususta doğru hareket etmek fırsatını kaçırmasın. Şeytanın ´Sen eğer bunu açığa vurursan başkası da sana uyar. Bu bakımdan başkasının ıslahı için bu durumunu gizli tut!´ demesine sakın aldanmasın. Çünkü kendi nefsinin ıslahı, başkasının ıslahından daha önemlidir. Bu bahane ise katıksız riyadır. Şeytan onu bu riyaya başkasının ıslahı kisvesi altında teşvik eder ve bu sırra binaen de kusurunun açığa çıkması kendisine gayet ağır gelir. Her ne kadar kusurunu bilen kimsenin, fiiline uyulacak bir kimse olmadığını veya kendisinin bunları terketmesine inanmasından dolayı aksini görse de, ürkmeyeceğini bilse de yine durum değişmez!

İkinci Âfet

Şehvetleri terketmeye gücü yetmesine rağmen bunları terkettiğinin bilinmesine sevinir. Böylece şehvetlerden çekinmekle şöhret bulur. Böyle kimse zayıf bir şehvet olan yemek şehvetine engel olabilir, fakat daha şerli olan rütbe şehvetine boyun eğer. Gizli şehvet ise, zaten bu ikincisidir. Ne zaman kişi, böyle bir şehvete taraftar olduğunu hissederse, bu şehveti kırmak, yemek şehvetini kırmaktan daha önemlidir. Bu bakımdan yemesi daha evlâdır.

Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Sana hoşuna giden bir yemek ikram edildiği zaman -sen de onu daha önce terketmişsen-ondan az bir şey al! Fakat nefsine son derecesine kadar arzusunu verme. Böyle yaptığın takdirde, nefsinin arzusunu gidermiş olursun ve aynı zamanda onun arzusunu tam olarak kendisine vermediğinden dolayı onu perişan etmiş olursun´.

Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle demiştir: ´Bana bir yemek hediye edildiği zaman nefsime bakarım. Eğer arzu duyarsa o takdim edi-len şeyden ona yediririm ve yedirmek onu menetmekten daha üstündür. Eğer arzusunu gizlerse, o takdim edilen şeyden çekindiğini belirtirse, ona vermemek sûretiyle cezalandırırım ve ona yedirmem´.

İşte bu yol, bu gizli şehvetten dolayı nefsin cezalandırılma yoludur. Kısacası, yemek şehvetini terkedip de riyâ şehvetine düşen kimse, akrepten kaçarak yılana sarılan kimse gibidir; çünkü riyânın şehveti, yemeğin şehvetinden çok daha zararlıdır. Tevfîk ve hidayet ALLAH´tandır!
 
Alt 01-25-2009, 17:43   #30
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ferc´in (Tenasül Uzvu´nun) Şehveti

Cinsî ilişkinin şehveti, iki faydadan ötürü insanoğluna verilmiştir.

Birinci Fayda

Cima´nın zevkini anlayıp âhiret zevklerini ona kıyas etsin diye verilmiştir. Çünkü cima´nın zevki, eğer devam ederse bedenlerin en büyük zevki olur. Nitekim ateşin eleminin, bedenin en büyük eleminden olduğu gibi... Teşvik etmek ve korkutmak ise, insanları saadete sevk eder. Bu sevketmek ameliyesi ancak hissedilir bir elem, hissedilir ve idrak edilir bir zevk ile mümkündür. Çünkü zevk ile idrak edilmeyen birşeye karşı insanın iştiyakı kabarmaz.

İkinci Fayda

Neslin bekâsı ve varlığın devamıdır. İşte bu da cima´nın faydasıdır. Fakat cinsî ilişkide din ve dünyayı yok eden âfetler vardır. O âfetler eğer kontrol altına alınmaz ve normal hâle getirilmezse bu tehlike sözkonusudur. Nitekim

´Ey RABBİMiz! Güç yetiremiyeceğimiz şeyi bize yükletme!´ (Bakara/286) ayet-i celîlesinin tevilinde, bunun mânâsının şehvetin serkeşliği olduğu söylenmiştir.

İbn Abbas ´Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden´ (Felâk/3) ayetinin tefsirinde ´tenasül uzvunun intişarıdır´ demiştir. Bazı râviler bu sözü Hz. Peygamber´e isnad etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber ´İzâ vekabe´ ayetinin tefsirinde ibareyi ´Tenasül uzvu girdiği zaman´ şeklinde tefsir etmiştir.

´Kişinin tenasül uzvu intişar ettiği zaman, aklının üçte ikisi gider´ denilmiştir. Hz. Peygamber duasında derdi ki:

Ey ALLAHım! Kulağımın, gözümün, kalbimin, (tenasül uzvumun) ve menimin şerrinden sana sığınıyorum.49

Kadınlar şeytanın tuzaklarıdır. Eğer bu şehvet olmasaydı kadınların erkekler üzerindeki saltanatı olmazdı.50

Rivayet ediliyor ki, Musa (a.s) bir mecliste oturuyordu. Ansızın İblis çıkageldi. Sırtında renkli bir bornoz vardı. Musa (a.s) ona şöyle sordu:

-Sen kimsin?

-Ben İblisim!

-ALLAH seni yaşatmasın! Niçin geldin (işin nedir?)

-ALLAH nezdindeki yüksek derece ve makamından ötürü sana selâm vermek için geldim.

-Senin sırtında gördüğüm nedir?

-Bir bornozdur. Onunla Âdemoğullarının kalplerini çelerim.

-İnsanoğlu ne gibi bir fiilde bulunursa sen ona galebe çalarsın?

-Kendini beğenir, amelini çok görür ve günahını unutursa,ona galebe çalarım.

(Ya Musa!) Seni üç şeyden sakındırırım:

1.Nikâhı sana düşen bir kadınla tek başına kalma. Çünkü nikâhı düşen bir kadınla başbaşa kalan bir erkeğin arkadaşı benim. Onu o kadınla, o kadını da onunla kötülüğe sevkedinceye kadar arkadaşlığıma devam ederim!

2.ALLAH´a verdiğin bir sözü mutlaka yerine getir.

3. Ayırdığın sadakayı, muhakkak ver. Çünkü, kişi ayırdığı sadakayı vermediği zaman yanına sokulur, kendisiyle sadaka arasına girer, ona engel olurum.

Bunları söyledikten sonra İblis, dönüp giderken şöyle dedi: ´Eyvah! Musa insanoğlunu sakındıracak şeyleri bulmuş oldu´.

Said b. Müseyyeb der ki: ´ALLAH Teâlâ, ne zaman bir peygamber göndermişse, İblis onu kadınlar vasıtasıyla helâk etmekten ümidini kesmemiştir ve benim nezdimde kadınlardan daha korkunç bir tehlike yoktur. Medine-i Münevvere´de kendi evimle kızımın evi hariç hiçbir eve girmem. Kızımın evinde cuma günü yıkanır, sonra cumaya giderim´.

Seleften biri şöyle diyor: Şeytan, kadına şöyle der: ´Sen benim askerimin yansısın! Sen, atıp da yanılmayan okumsun. Sen sırrımın yerisin. Sen ihtiyaçlarım için gönderdiğim elçimsin´. Bu bakımdan şeytanın ordusunun yarısı şehvet, yarısı da öfke ve gazabdır. Şehvetlerin en büyüğü ise kadın şehvetidir! Bu şehvetin de ifrat, tefrit ve normal diye (üç) derecesi vardır. İfrat derecesi, aklı mağlûp edip erkeklerin himmetini kadınlar ve cariyelerle zevk sürmeye yöneltir. Böylece kişiyi âhiret yolunun yolculuğundan mahrum eder veya dinini zayıflatır. Sonunda insanı fuhşiyatları yapmaya sürükler. Şehvetin ifrat derecesi, bazen bir grubu iki kötü şeye sevkeder.

Bir

Cinsî gücünün artması için şehvetini takviye edici şeyleri almaya sevkeder. Nitekim insanların bir kısmının midenin takviyesi için birtakım ilâçlar aldığı gibi... Bu ilâçları, midenin yemeğe karşı arzusu artsın diye alırlar! Bunun misâli, yırtıcı canavar ve yılanlarla karşı karşıya kalan bir kimsenin misâline benzer. Bu adam bazen uyuyup kendisini parçalamaktan veya sokmaktan gafil olan o yırtıcı canavarı ve yılanları yeniden ürkütür sonra onları yatıştırmak ve ellerinden kurtulmak için uğraşır durur. Yemek ve cinsî ilişkinin şehveti, bir hastalıktır ki insan onlardan kurtulursa büyük bir zevk duyar. Eğer Hz. Peygamber´in (s.a) bu konuda Cebrail´e sorduğu şu hadîsi hatırlatacak olursan;

Cebrâil´e, cinsî ilişkideki zâfiyetimden şikayet ettim. Bana herîse denilen yemeği yememi tavsiye etti.51

Bil ki Hz. Peygamber´in nikâhı altında dokuz kadın vardı ve onların zevkini tatmin etmek sûretiyle iffetlerini muhafaza etmek Hz. Peygamber´in görevi idi. Onları boşasa bile, başkasının onlarla evlenmesi haram olduğu için Hz. Peygamber´in bu hususta kuvvet araması zevk için değil, bu durumun düzelmesi içindir.

İki

Bu şehvet bir kısım insanları aşk sapıklıklarına kadar vardırır. Bu ise, cinsî gücün verilmesinin hikmetinden son derece câhil olmak demektir ve aynı zamanda hayvanlıkta hayvanların aşağısına düşmektir. Çünkü bu yapmacık aşık, şehvetini teskin etmekle yetinmez. Oysa bu, şehvetlerin en kötüsüdür. Her şehvetten daha fazla bu şehvetten utanmak gerekir ki kişi şehvetin ancak birşeyle tatmin edileceğine inanır! Hayvan ise, şehvetini tatmin eder ve onunla yetinir. Bu aşık ise, belirli biriyle yetinmez, bunun için zillet üzerine zillet, kulluk üzerine kulluk yükü altına girer. Sonra bununla da yetinmez, aklı şehvetin hizmetinde kullanır! Oysa aklı, kendisine hizmet edilsin diye yaratılmış, şehvete hizmetçi olsun ve şehvetin hatırı için hilekârlık yapsın diye yaratılmamıştır. Aşk, şehvet ifratının kaynağıdır. Hiçbir hedefi olmayan ve boş olan kalbin hastalığıdır. Ancak daimî bakış ve bu husustaki düşünceyi terketmek sûretiyle onun önüne geçmek gerekir. Aksi takdirde yerleştiğinde sökülmesi zorlaşır. Mal, mülk, rütbe ve evlât aşkı da böyledir. Hatta kuşlarla oynamak, zar atmak, satranç oynamak alışkanlığı da böyledir. Çünkü bütün bu şeyler, birtakım insanları öyle yakalar ki onların din ve dünyalarını perişan eder. Onlar asla bunlarsız duramazlar. Aşkın kabarmasını ilk gelişmesinde kıran bir kimsenin misâli, bir kapıdan girmek için yönelen serkeş hayvanın dizginini tutup onu çeviren bir kimsenin misâline benzer. Hayvanın dizginini tutup çekerek onu istediği yere girmekten menetmek kolaydır. Yerleştikten sonra aşkın gücünü kırmak isteyen bir kimsenin misali de hayvanın başını kapıdan girip kapıyı geçinceye kadar bırakan, girdikten sonra hayvanın kuyruğuna yapışıp gerisin geriye çekip çıkarmak isteyen bir kimsenin misâline benzer. Bu iki işin -zorluk ve kolaylık hususunda- aralarındaki ayrılık çok büyüktür. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarında ihtiyatlı davranmak gerekir.İşin sonuna gelindiğinde, artık öldürecek derecede yorucu bir çalışma ile ancak tedaviyi kabul ettirebiliriz. Bu bakımdan şehvetin ifratı, aklı bu şekilde mağlup etmesi demektir. Böyle olması ise gerçekten çok kötüdür.

Şehvetin tefriti ise, iktidarsız olmak veya hiç evlenmemektir ki bu da kötüdür. Güzel olan ve övülen ise, şehvetin mûtedil olması, frenlemesinde ve bırakmasında akla ve şeriata itaatkâr olmasıdır. Şehvet ne zaman ifrata kaçarsa, onun kırılması açlık ve evlenmekledir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.

Ey gençler! Evleniniz! Evlenmeye gücü yetmeyen kimse oruç tutsun; çünkü oruç şehveti kırar.52

49)Dualar bölümünde geçmişti.
50)İsfehânî
49)Dualar bölümünde geçmişti.
50)İsfehânî
51)Ukaylî, Zuafa; Taberânî, Evsat
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi