![]() |
#1 |
![]() İlahiyatçı olmasam bunları sormazdınız!
Prof. İbrahim Emiroğlu ile evlilikte eş seçiminden mantığa, camiden televizyon dizilerine kadar konuştuk. Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu, Dokuz Eylül İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesinde Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Başkanı. Mantık denince aklımıza ilk gelen isim. Sohbetlerinde bulunan, dersine giren, sohbetine doyamıyor. Akademik araştırmaları dışında, güncel konulara değinmekten, gençlerin kafalarına takılan soruları cevaplamaktan kaçınmayan hocamız ile İzmir’de güzel bir söyleşimiz oldu. Saatler süren bu güzel sohbetten bazı başlıkları paylaşıyoruz. Sizi akademik kariyerinizle tanıyoruz. Aynı zamanda sohbetleriniz, konferanslarınızla.. Bunların dışında neler yapıyorsunuz diye sorsak? Ben 5 M üzerine odaklandım. Bunlar: Mantık, Mevlana, Muhammed Aleyhisselam, Mutluluk, Muhabbet. Zihnimi ağırlıkla bunlara yorarım, bunları düşünürüm, bunlar hakkında konuşurum. Bu kavramların beşi de asîl, soylu, içerik açısından zengin ve fonksiyonel kavramlardır. Örneğin, muhabbet dediğiniz zaman, yaratılışımızın mayasından tutun da, tohuma kadar uzayan bir anlam zenginliği ve bunu ifade etme enstrümanları olan ses, görüntü, şiir ve çeşitli sanat eserleri işin içine girmektedir. Bu 5M, iki dünyanın kazanılması için, saadet için gerekli kavramlar mıdır hocam? Özel ilgi alanım bunlar. Ama zaten mutlu olma talebi ile yaşar insanlar. Son üç M (Hz. Muhammed, Mutluluk, Muhabbet) zaten herkesin hayatında gereklidir. Ben akademisyen olarak Mantık ve Mevlana’yı da ekledim buraya. Onlar benim özel ilgi alanım. Bir de ben öteden beri Müslümanın üç zevki olmalıdır derim: Edebî, tasavvufî ve felsefî zevki. Felsefe vasıtasıyla sorarız, sorgularız, ince analizlerde bulunuruz. Tasavvuf ise, biraz daha gönül adamı olmaya, İslamî boyutumuzu derinleştirmeye yarıyor. Nefsini bilen, Rabbini bilir. Kendini bilmede, Allah’a giden yolu bilmede, onunla olmada, onda olmada tasavvufî hal ve düşünce önemlidir. Tarikata girmeden ziyade, mistik düşünmeyi kastediyorum. Üç zevk dedik ya, edebî zevk de düşüncelerimizi daha çarpıcı, daha etkileyici biçimde ifade etme imkânı verir. Müslümanların arz-sunu problemi var maalesef. Çok güzel fikirlerimiz var, zengin malzemeyle doluyuz ama onları güzel bir ambalajla, iyi bir sunuyla arz etmede sıkıntı çekiyoruz. Sitemi bile en güzel biçimde dile getirir edebiyat. Okuduğunuz ve tavsiye edeceğiniz kitaplar da vardır muhakkak... Ben bir liste hazırladım öğrencilere. Edebî, siyasî, felsefi, birçok alanda kitapları tavsiye ediyorum soranlara. Önce yakınımızdaki, bilmemiz gereken eserleri okumalıyız. Yabancılardan önce kendi yazarlarımız okunmalı bence. Fazla da cimri davranmamalı okunurken. Rasim Özdenören mesela, onu sevmek için birçok kitabını okuyun, diyorum gençlere. Bir kişiyi bir kitabıyla tartmaya çalışmayalım; bir tek kitabını okuyup da yazar hakkında karar vermeyelim. Atasoy Müftüoğlu-Vakti Kuşanmak mesela. Okumuş muydun onu? Evet hocam.. Onun üslubunu çok beğenirim mesela. Necip Fazıl zaten çok önemli bir yerde. Şiirlerde (hatta nesirde bile) onu aşan yoktur desem mübalağa etmiş olmam. Bazen öğrenciler geliyor, Çile’yi okudun mu diyorum, sadece yüzüme bakıyor! Bunu anlamıyorum. Çile’yi bilmeyen bir Müslüman genç olmamalı bence! Herkesle yürüyen cehenneme de yürüyor olabilir! Bir de, hassas olduğum bir nokta hocam, bazı isimleri bilsek de, sadece bir-iki popüler şeyle biliyoruz. Sezai Karakoç mesela, sadece Mona Rosa ile biliniyor. Aslında, özüne baktığımızda Diriliş çok geniş kapsamlı. Bazı gençlerin bundan haberi bile yok.. Müslümanlar bu popülizmi bırakmalı. Piyasa kitapları ile, best-sellerle yürümez. Herkes okuyor diye bir kitap iyi demek değildir. Herkes konuşuyor diye bir söz doğru demek değildir. Herkesin yaptığını yapan, herkesle birlikte bayağı işler de yapmış olabilir. Herkesle birlikte yürüyen cehenneme de yürümüş olabilir. Dikkat etmek lazım. Gençlere Mehmet Akif Ersoy’u, Necip Fazıl’ı tavsiye ediyorum. Üçüncü sırada da Mavera gelir. O adamları okusunlar. Erdem Beyazıt’ın “Sürüp Gelen Çağlardan” şiiri mesela.. Müthiştir, beni hâlâ heyecanlandırır. Biraz önce Atasoy Müftüoğlu dedik, mesela onun Vakti Kuşanmak adlı kitabı soyut konuları ve fikirleri çarpıcı biçimde ifadede oldukça başarılıdır. Gençlere bir önerim de, Nurettin Topçu’nun okunması gerekiyor. Farklı bir bakışla okumak lazım. Önemli olan da, okuduğunuzu kanınıza karıştırmak. Okuyup geçmek değil. Doğrudan sana katkı verecek yani. Topçu’nun ‘Varolmak’ adlı kitabını zihnimizi terlete terlete düşüne düşüne okumamız gerekir. Bunun yanında, şiir önemli. “Bilincinde olma” kökünden gelir şiir. Oradaki çarpıcı üslup, benzetmeler çok güzel. Birisine bir fikri düz anlatımla ifade etseniz belki fazla etkili olmaz. Ama bazen bir şiirle, bir benzetmeyle, çarpıcı bir ifadeyle insan vurulur. Örneğin “Zindandan Mehmet’e Mektup”u okuduğumuzda, acı, sancı, çile, hasret, sitem, ümit hepsi birden kulaklarımızda yankılanır. Gençler okusunlar, okudukları üzerinde düşünsünler. Kuluçkaya yatsınlar yani. Özümsemek ve okuduğumuzla kendimizde bir şeyler üretmek, sonrasında da hayatımıza aktarmak önemli. Okuduğumuz her şey bizi değiştirsin yani.. Tabi, dönüştürsün. Hissettirsin kendini. Sevdiğiniz alimleri de soracaktım ama.. Bu, bir akademisyene sorulacak zor bir soru. Tarihten ve günümüzden o kadar çok isim var ki. İmam-ı Azam mesela. Gazali, müthiştir. İbn-i Haldun, Ahmet Cevdet Paşa... O kadar çok isim var ki. Said-i Nursi, Muhammed İkbal... Hepsini sıralamam mümkün değil. Akademisyenlik adanmışlık ister İnsan akademide belirli bir yere gelince, hobileri ile işi aynı mı oluyor? Siz, genelde işinizle alakalı uğraşlar mı ilgileniyorsunuz iş dışında? İyi bir akademisyen, hayatını kendi alanına adar. Özel zevkleri çok sınırlı oluyor, bunu samimi söylüyorum. Eğer farklı zevkleri varsa, bunlar çelişir. Hem safâ süreceksin, hem de iyi bir akademisyen olacaksın, bu biraz zor. Çünkü iyi bir akademisyenlik feragatı, cefayı, çileyi, sabrı, kısacası sıkı çalışmayı gerektirir. Akademisyenlik sosyal hayatı öldürüyor mu peki? Hayır. Bu biraz adanmışlıkla, biraz da bizim sahamızla ilgili. Baktım, Müslümanlar mantığı çok ihmal etmiş. Ben Türkiye’deki ilahiyatlarda ilk mantık doçenti ve profesörüyüm. Ben iğne ile kuyu kazdım, çünkü salt mantıktan bana rehberlik yapan olmadı. Sağolsun, felsefeden hocalarım vardı, onların yardımını da inkar edemem. Ben bu yüzden çok arkadaşın elinden tuttum, şimdi bu alanda birçok isim var. İlklerden, öncülerden, önde gidenlerden olmak kolay değildir; zira hem risk almayı, hem fedakârlık yapmayı hem de ağır sorumluluk taşımayı gerektirir. Ancak, akademisyenlik çok kuru, kafayı kuma sokmayı gerektiren veya kendi kabuğuna çekilmiş biri olmak değildir. Birçok konuya Fransız olmak değildir. Ben vakti rasyonel kullanma anlamında işi sıkı tutuyorum. Ama özel zevklerim var tabi. Arabama binip seyahat etmekten hoşlanıyorum. Ama bir taşla da iki kuş vuruyorum. Hem konferansa gidiyorum, hem de seyahat ediyorum. Beni sohbet için çağırıyorlar, mesela “Köyceğiz çok iyi” diyorlar. “Bir konferans ayarlarsanız gelirim” diyorum. Hem ziyaret, hem ticaret gibi.. (gülüyoruz) Okumazsam nefes alamam Şöyle bir durum mu var; Kitap okumak zaten sizin özel zevkiniz iken, işiniz gereği de okuyorsunuz gibi.. Bu bizim için zaten gerekli. Okumazsak nefes alamayız. Yeni bir şeyler yazamayız. Kendimizi tekrar ederiz ancak. Açık söylemem gerekirse, okuduklarımı paylaşmaktan çok hoşlanıyorum. Biri Şems’im olsun, ona anlatayım istiyorum. Bazen öğrencilerim geliyor, birkaç saat konuştuğumuz oluyor. Onları takip ediyorum bir yandan. Eğer ki zevkle dinliyorlarsa, devam ediyorum konuşmaya. Bu bir zevk. İkinci bir zevk olarak da, yorulduğum zaman, sahile inmeyi çok seviyorum. Denizi özlüyorum. Bunun dışında, akşam 11 ile 12 arası bir saat televizyona bakıyorum. Tartışma programlarını izlemezsek sosyalitemiz zayıf olur zaten. Yani bir akademisyen fildişi kuleye çekilmemeli; ilmî ağırbaşlılığı yanısıra gündemi de takip etmelidir. Sosyal hayatı takip etmek gerekiyor zaten. Bir keresinde bir öğrencimin ısrarla tekrarladığı bir sözü anlamadım. Sürekli “mağdurum da mağdurum” diyordu. Meğer bir dizide meşhur sözmüş.. Evet tabi, Fransız kalmamak lazım. Hatta, popüler dizideki bir sloganı söylediğin zaman, derste dikkatleri uyandırıyorsun. Bu anlamda bir şeyleri az da olsa bilmek gerekiyor. Bunun dışında, benim bir ayağım akademideyse, bir ayağım da dava adamı olmaktadır. Konferanslar, sohbetler çok önemli benim için. Bir düğünde beni çağırdıklarında, orada konuşmak bile çok önemli benim için. Evlilikte kadın-erkek dengesi İlginç bir konu konuşuluyor şimdilerde. Siz evlilik üzerine de sohbetler yaptığınız için sormak istiyorum. Entelektüel kızların geç evlenmesi gibi. Öte yandan bir konu daha var, dindar erkeklerin, her ortama rahatça giremedikleri için, kapalı kızlarla evlenmek istemediği yazıldı-çizildi.. Bence, ikincisi biraz haksızlık. Dindar erkeklerin başörtülü kızlarla alakalı böyle bir düşüncesi olabilir mi? Belki esnafça bir bakış olur o. “Bu durum benim işlerimi arttırır mı, düşürür mü” bakışı bu. Bence böyle bir bakışın olduğunu sanmıyorum. Ama entelektüel kadının halini soruyorsan, şöyle düşünebiliriz: Müslüman erkekler, genel olarak çok dışa dönük kadından hazzetmezler. Bir de, “erkekler kadınlar üzerine kâimdirler.” Yani, biraz daha baskındırlar, biraz otoriter tavır gösterirler. Okumuş, entelektüel kızlarda bunu sergileyemeyecekleri için, kendi erkeksi tavrını ve yükümlülüğünü sergilemesine engel gibi görebilir. Bir de, özgüvenini yitirme noktası var. Kur’an’da “dengi dengine olmak” vardır. Meselâ üniversite mezunu bir kızla ortaokul mezunu bir erkek evlense, evliliği sürdürmenin çok da kolay olacağını düşünmüyorum. Davul dengi dengine vurmalı. Psikolojik olarak her kadın erkeğinin daha güçlü olmasını ister. Erkek de kadının kendisine bağlı olmasını ve kendisini güçlü görmesini ister. Kadında samimiyet, sadakat ve annelik güdüsü; erkekte de güçlü görünme baskın olur. Ben de bir erkek olarak konuşuyorum, bir kadın eşine “aa sen bu konuyu bilmiyor musun” derse, erkek kendisini kötü hissedecektir. Bilinçaltında kadına karşı bir tepki gelişir. Rum Sûresi 21. âyette üç kavram geçmektedir: Sekine, meveddet ve rahmet. Adaylar evlenmeden önce bunları iyi okuyup, anlamalı, içselleştirmeli, evlenirken dikkate almalıdır. Eşlerin komplekse girmeleri, gizliden gizliye boy ölçüşmeye kalkışmaları, birbirine el ense çekmeleri kötüdür. Ailede en büyük çıkmaz inatlaşma, kendini gösterme veya ispat etme çabasıdır. Yine de bazı restleşmeler olsa da bu, evlilikte bir senede aşılabilmelidir. Sen, “ben her ne kadar sinema alanında bilgi sahibi olsam da, eşimin de güçlü olduğu yönler çoktur, onu seviyor ve ona saygı duyuyorum” dersen, sorun olmaz. Ama “ben de onun kadar biliyorum, o ne ki!” dediğin zaman, sorunlar çıkar. Lafın kısası, fazla bilmişlik taslama inatlaşmayı , çatışmayı, kavgayı doğurur. Her insan eşini güçlü görmeli ama bu bir yarışa, rekabete dönüşmemeli. Eşimizi dünyada yoldaş, haldaş, gönüldaş, çiledaş, davadaş olarak görmeli; âhirette de cennette yoldaş olamak için niyazda bulunmalıyız. Duygular bayatlamadan evlilik Ama, evlenme yaşı da yükseldi, değil mi.. O doğru. Özellikle okuyan kesimde yaş yükseldi. Ama duygular bayatlamadan hareket lazım. Yani, buzdolabında dura dura duygular katılaşır, donuklaşır, sönükleşir, silikleşir; buzdolabından çıkarınca birden gevşemez, çözülmez, kaskatı kalıverir. (gülüyoruz). Evliliğe 25 yaşına kadar karar verilince, duygusallık bu kararda etkili oluyor. Karşı cinsin mesleğinden, duruşundan, bakışından etkilenilebiliyor. Ama bu yaştan sonra daha rasyonel ölçüler etkili olabiliyor. Para harcama alışkanlığından tutun da, ailesine karşı nasıl davranılacağı konusuna kadar incelenir. Çevre baskısı, alternatifler, hepsi bu kararı zorlaştırıyor. Müslüman genç çok yönlü olmalı Müslüman genç nasıl olmalı hocam? Öncelikli tavsiyeleriniz nelerdir? Müslüman genç önce repertuarını geniş tutsun yani ‘çok yönlü’, zengin kişiliğe sahip olsun. Hadi dediğiniz zaman bir şiir okusun; hadi, dediğiniz zaman bir aşr okusun. Gerektiğinde eğlenmeyi de bilsin. Adam güzel şeyler biliyor, ama konuşmasını bilmiyor. Bu olmaz. ‘Giyinmesi’ni bilmesi lazım. Müslüman çok ‘nazik’ olmalı. Çevresindekilere örnek olmalı, adab-ı muaşerete en iyi o uymalı. “Her şey İslam için” bu amaç oldukça önemli. Bunun dışında, başkalarına işi bırakmaktan yani havalecilikten vazgeçmeli. Şimdi, “davamız için şu şehre gitmek lazım” desek, bin türlü bahane bulunur. “Birileri nasılsa uğraşıyor” diyemez Müslüman. Bu dava nasıl yürüyecek? Hepimiz uğraşmalıyız Camiayı tanımak, sosyal hayatı tanımak demek Hocam, ilahiyatlı olmak nasıl bir şey? Bana şöyle geliyor, “mühendis olmak” gibi bir meslek değil bu sadece. Hem meslek, hem de bir meslekten çok daha fazlası, iki dünya için de uğraşıyor ilahiyatlılar.[/B]. İlahiyatın batıdaki karşılığı “Teoloji”dir. Teoloji de “kelam” demektir. Ama biz bunun yanında İslam ahlakını, fıkhını, İslam felsefesini, yer yer İslam ekonomisini, siyasetini de okutuyoruz. İlahiyatçı olmak, bir şeyi pazarlamak gibi olmamalı. Perdeci perde alıp satar. Biz din alıp satmıyoruz. İslam’ı biraz daha üst seviyeden okuyan, anlayan ve anlatandır ilahiyatçı. Ne yaparsak yapalım, toplumda kendimize bir değer biçiliyor. İlahiyatçılık bir aidiyattır. Ben, dinî hedefleri olan, dinî değer dünyası olan bir kişiyim ve bunu da topluma kazandırmak istiyoruz. İsteriz ki hayatta bir dinî doku olsun. Resulullah’ın ahlakı, Kur’an’ın izzeti olsun, Allah’ın haram ve helalleri olsun isteriz. Benim çok garibime gider, sigarayı yasaklayan zihniyet televizyonda neden rakıyı yasaklamıyor. Niye ekranda bu gösteriliyor ki? Sigaradan daha mı az zararlı? Onun için, ilahiyatçılık bence bir değer taşımaktır aynı zamanda. Biraz daha evrensel boyutu da var tabi, dinler arası ilişki biçimlerini de arar, araştırır. Bence ilahiyatçı olmak da bir avantajdır. Ben ilahiyatçı olduğum için demiyorum. Niye dersen, bir ilahiyatçı bir edebiyatçıyla, bir siyaset bilimciyle, bir güzel sanatlar mezunuyla rahat diyalog kurar. Müşterek kavramları vardır. Ama sanki bir fizikçi bir ilahiyatçının avantajlarına sahip değil. Diğer alanları da içeren, daha geniş bir küme sanki.. Geniş bir kültürü içerir. Sosyal yönü de var. Camiyi tanımak demek, sosyal hayatı tanımak demek. Dokuyu tanıyorsun. Hayatı tanıyorsun. Problemleri tanıyorsun. Bana gelip birisi aile problemlerini, mahremini açıyor. Neden? İlahiyatçıyı kendine yakın hissetmektedir. Ben farklı bir alanda hoca olsaydım, bana aynı sorular büyük bir ihtimalle sorulmayacaktı. Aklın durduğu yerde dine sarıl Peki, mantık sizin alanınız. Bana öyle geliyor ki, bir dine inanmak mantıkla açıklanacak bir şey değil. Dinî emirleri mantıkla açıklamaya kalkmıyorum ben. Ben vahye inanıyorum. Bunun sonucunda bazı eylemlerde bulunuyorum. Din bir kabuldür. Ve dinin alanında rasyonel olan vardır, bildirimsel olan vardır, vahiy ve peygamber haberi vardır. Bunların toplamı dindir. Hayatımızı sadece rasyonel boyutta gitmiyor ki. Aklî ve rasyonel olan nedir ki hayatta? Su 100 derecede kaynar, onu bilebilirsin. Ama bunun dışında aklı aşan çok nokta var. Din bize gayb aleminden de haber verir. Bunları biz aklımızla bulamayız. Ama bu demek değil ki, din akla aykırı. Din temelde akıl olan bir nakil dinidir. Aklı olmayanın dini de olmaz, buyrulmuş. O zaman mantık penceresinden dine değil de, din penceresinden mi mantığa bakalım? İslam akla uygun vahiy dinidir. Ama öyle noktalar vardır ki, akıl orada durur. Mevlana der, bir atla okyanus kıyısına kadar gelebilirsin. Artık o kıyıda tahtadan bir ata binmen lazım. Ne demek istiyor? Akılla gelirsin bir yere kadar, ama sonra akıldan inip peygamberin gemisine bineceksin. Ne kadar güzel. İşte din budur. Din samimiyettir. Ama sadece duygu da değildir. Ben Kur’an’da sırf aklı işleyen 49 tane ayet inceledim. Düşünme, tefekkür etme, ibret alma kavramlarını da sayarsan, 200 küsür ayet oluyor. Herkes farklı açıdan bakar dine. Kısaca, Mevlana’nın fil hikayesi gibi. Karanlık bir odada file dokunanlar onu farklı farklı tanımlamışlar ya, onun gibi. Bizi kırmadınız, vaktinizi ayırdınız. Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz hocam. Sümeyye Karaarslan dunyabizim
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|