|
DOĞAN CÜCELOĞLU RÖPORTAJI: “Kendimiz için bir mahpushane yaratmışız”
Siz yabancı dili nerede öğrendiniz?
Ben Amerika’ya doktoraya gittiğimde yabancı dilimin çok iyi olduğunu sanıyordum. Çünkü o zamanlar Türkiye’de asistandım ve Amerikalı profesörlerin derslerini öğrencilere tercüme ediyordum. Ama doktora programına girebilmem için bir yeterlilik sınavına girmem gerekiyordu. Şunu gördüm ki benim buradaki yabancı dilim ABD’de akademik bir eğitimi kaldıracak olgunlukta değil. O nedenle Amerika’da doktora derslerine paralel bir yıl yabancı dil eğitimi aldım.
Dil öğrenmek için nasıl bir yol izlemek gerekir sizce?
Gençlerin kesinlikle yabancı dil alt yapısını çok güçlü bir şekilde oluşturmalarına salık veririm. Buradaki zamanlarını bu alt yapıyı oluşturmak için kullanabiliyorlarsa kullansınlar. Sınavı geçmiş olmaları yeterli değil. Eğer eğitim için gidiyorlarsa kendi alanlarında bilimsel araştırmaları okuyabilecek hale gelmelerini tavsiye ediyorum.
Yabancı dil o kültürün, o toplumun dilidir. Yaşamdan yalıtılamaz. O nedenle o kültürün müziği, sanatı, felsefesi, edebiyatı ve yaşamıyla tanışmaları gerekir. Dil çalışmak yanlış bir yaklaşım. Televizyonuyla, müziğiyle, kitabıyla bütünün içine girmek gerekir. Her dilin bir ritmi vardır. O ritmi yakalamak önemli.
Yurtdışında hem eğitim gören hem de eğitim veren bir insansınız. Türkiye ile karşılaştırdığınızda ne gibi farklılıklar gördünüz?
Türkiye’deki üniversite geleneği ABD’deki üniversite geleneğinden farklıdır. Bize Cumhuriyet döneminde Orta Avrupa geleneği gelmiş. Ondan önce de medrese geleneği var. Medrese geleneğini biliyoruz. Onun bilimsel araştırma ile bir ilgisi yok. Medrese daha ziyade hafıza üzerine kurulmuş bir sistem. Onun için bir nesilden öbürüne bellek aktarılması sağlıyor. Orta Avrupa üniversitelerinde oldukça hiyerarşik bir yapı var. Ülkelere göre farklılıklar gösteriyor. Mesela, Fransız sistemi, Alman sisteminden farklıdır. Şimdi yavaş yavaş Amerikan sistemi hakim olmaya başladı. ODTÜ ve Boğaziçi Üniversiteleri gibi kurumlarımız Amerikan modeline daha yakın. Klasik yerleşmiş üniversitelerimizin ise oldukça farklılıkları var. En önemlisi hocanın bilimsel kariyerine hazırlanışı, yetişmesi farklıdır. Ne demek bu? Türkiye’de kimler asistan alınıyor. Doktora programı nasıl planlanıyor ve doktora programlarının çalışma alanları nasıl yönetiliyor? Bunlar incelendiği zaman her iki tarafta çok büyük fark görülür. Bu demek değil ki bu farklar bizde bilim insanı yetiştirme konusuna pek özen gösterilmiyor. Bence bu konunun üzerinde ısrarla durulması gerekiyor. Bizde benim gördüğüm kadarıyla bir kişi asistan olarak alınırken ve hatta doktora programından geçip, üniversite kadrosuna girerken daha ziyade o bölümdeki güçlü insanlarla ilişkisi hesaba katılıyor. Amerika’da ise kişinin akademik yeteneği hesaba alınıyor. Bunu kesinlikle söyleyebilirim. Bu, zaman içerisinde çok büyük farklar ortaya çıkarıyor. Orada akademik program içinde bir doktora öğrencisi son derecede bağımsız olarak sürekli eleştirir, karşı çıkar ve kendi görüşlerini destekleyecek araştırmaları bularak mevcut dersin içerisine sokar. Bunu ne kadar dirençle ve bir nevi asi bir tavır içerisinde yaparsa sistem onu o kadar çok kabul eder. Burada ise akademik hayatının sonu olur. Türkiye’de benim gördüğüm kadarıyla bizim klasik akademik sistem içinde gerçekten yetenekli, bağımsız ve kendini alanına adamış gençlerin akademisyen olma fırsatları pek çok. Bu söylediğim şey çok acı bir şey. Bununla ilgili de ufukta yapılacak herhangi bir şey görmüyorum. Bu sadece üniversitelerimizde mi böyle? Hayır. Bürokrat sistemde de böyle. "Tanıdık bildik kültürü" olduğumuzdan kaynaklanıyor.
Amerika’da kötü üniversiteler var. İyi üniversiteler var. Bundan dolayı Amerika’da üniversite mezunuyum dediğiniz zaman hemen soruyorlar, "Hangi üniversite mezunusun?" diye. 3000’in üzerinde üniversite var. Bunların içerisinde ben üniversiteden mezunum dediğiniz zaman utanılacak üniversiteler de var. Yani tamamıyla parayla mezun olabileceğin okullar. Herkes bunları bilir ve sürekli üniversiteler değerlendirilir, açık pazar durumundadır. "Doktoramı aldım" dediğinizde "Hangi üniversiteden doktoranı aldın?" diye sorarlar. Onun için bazı üniversitelerin doktoralarını doktora olarak kabul etmezler. Bilmeyenler için geçerlidir orada. Kaliteli, bilimde öncülük yapan üniversitelerin hocalarına ise müthiş olanaklar sağlanmıştır. Onun için öğretmen olarak görülmezler. Hemen hemen üç grup yüksek öğrenim vardır. Bir tanesi meslek yüksek okulu düzeyinde eğitim verir, iki yıllıktır. Bunların sayısı çok fazladır, yaygındır. Hiçbir sınavı yoktur. İstediğin gibi girebilirsin. Herhangi bir alanda meslek edinebilirsin. İkincisi öğrenime ağırlık veren ve hocalarından daha çok iyi öğretmen olması istenilen üniversitelerdir. Üçüncüsü ise lisans düzeyinde eğitim veren araştırmaya önem veren üniversitelerdir. Bu üniversitelerde hocalık yapan kişiler bir yılda bir ders verirler, o da haftada 3 saattir. Hatta onu da 1 bir sömestir verirler. Bazılarının 12, bazılarının 36 asistanı vardır. Müthiş araştırma üretirler. Kitap yazmazlar. Kitap yazanlar daha çok üniversitedeki öğretmenliğe önem veren profesörlerdir ama yazılacak kitaba konu olan araştırmaları da hep bu insanlar üretir. Sürekli makale hazırlarlar ve Nobel mükafatı alan gruptakiler böyledir ve büyük araştırma fonlarıyla çalışırlar. Bilimi sürekli canlı tutarlar. Amerika bu araştırma kurumlarına gözbebeği gibi bakar. O bakımdan bizde gerçekten meslekte üretici olmak isteyen insanların çoğu maalesef üniversite ortamında yer imkânı bulamaz. Amerika’ya gidip, parlayıp, bizim gazetelerde isimlerini okuduğumuz insanlar haline gelebiliyorlar. Daha başka farklar da var ama esas üzerinde duracağım temel farklar bunlar.
Yurtdışı bir kurtuluş olarak görülüyor. Bir şekilde gideyim. Orada tuvalet temizleyeyim ama gideyim. Daha sonrasında ise sıkıntılar başlıyor. Gitmeden önce gençler neler düşünmeliler, kendilerini nasıl hazırlamalılar, nasıl bir bakış açısı geliştirmeliler?
Türkiye’de biraz dış dünyanın farkına varmış, kendine güveni olan insanlara sor. Sadece üniversite öğrencisi değil, Türklerin büyük bir çoğunluğu yurtdışına gitmek istiyor. Bu önemli. Bunun nedenini sormak gerekir. Şimdi üzerinde çalıştığım kitap, benim "Mış gibi Yaşamlar" kitabımın ikinci adımı olarak devam ediyor. Şöyle bir gözlemde bulunuyorum. Bir mahpushane yaratmışız kendimiz için. Çocuk doğduğu andan itibaren çocuğun en ufak bir sesinde hemen şişt diyoruz. Neden şişt diyoruz, onu düşünmek gerekir. Yani 10 günlük çocuğun ıh ıh demesini kabul etmeyecek, bundan rahatsız olacak bir toplum haline gelmişiz. Eğer biz bundan rahatsız oluyorsak çok hasta bir toplumuz. Çocuk doğalca çocukluğunu yaşarken sürekli yaramaz olarak damgalanıyor. Bu ülkenin çocukları, çocukluğunu yaşayamaz hale gelmiş. Dersine çalış, yapma, gitme, koşma düşersin sözleri ile büyüyen çocuk birden kendini OKS, ÖSS maratonunda buluyor. Ne yapmışız? Bir mahpushane yaratmışız. Şimdi, kim mahpushanede kalmak ister? Hapistekilere soralım: Hapiste kalmayı mı tercih edersiniz? Dışarıda nereye gideceğinizi bilmiyorsunuz ama şöyle bir kapıyı açalım mı? Herkes çıkar gider değil mi? Durum bu. Belki abartarak konuşuyorum ama bizim bu ülkeyi yöneten insanlar olarak, bu ülkenin entelektüelleri olarak, bu ülkenin profesörleri olarak bu ülkenin geleceğinden sorumlu ana babalar, öğretmenler, yöneticiler, politikacılar olarak düşünmemiz gerekir. Neden bu ülkeyi böyle bir mahpushane havası içerisinde tutuyoruz. Hepimiz böyleyiz. Biraz zenginleşince, fırsat bulunca gidip 8 ay New York’ta yaşayım, 4 ayımı da burada geçireyim diyoruz. Yazarlarımıza bak, çizerlerimize bak hepsi aynı. Ama dışarıdakilerin "Ay geleyim de 8 ay İstanbul’da kalayım, 2 ay Amerika’da yaşayım" dedikleri çok az. Hemen hemen yok gibi. O nedenle ben gençlerimizi kınamıyorum. Bu tavrın arkasında neler yattığını düşünmeliyiz.
Sorunuza cevap olarak şunu söyleyeyim: Gençler gitmeden önce araştırsınlar. Neyi araştırsınlar? Bizim ülkemizde pek konuşulmayan şeyler söyleyeceğim. Gönüllerinin muradını keşfetmeye çalışsınlar. Bir yaşam vizyonu oluşturmaya çalışsınlar. Çünkü oraya gidip, rüzgârın önündeki yaprak gibi uzun yıllar geçirip, orada biraz dal budak salıp, ev sahibi olup, çoğu evleniyor. Bir süre sonra keşfediyorlar ki mutlu değiller. Ama iş işten geçmiş. O zamanda dönüş çok zor oluyor. Onun için bence dışarıya gidecek olan öğrencilerin önce ben neyi gerçekleştirmek istiyorum? Seçeneklerimde nelerim var? Ben ne de iyiyim? Neyi başarabilirim? Gönlümden geçenler, gönlümün muradı ne? Böyle bir düşünce keşfetmeleri gerekiyor. Nasıl keşfedecekler? Bir ortam gerekir bunun için. Bu ortamı ailede bulabilirler mi? Üniversite hocalarıyla bulabilirler mi, arkadaş aralarında bulabilirler mi? Gözlesinler. Ellerinden gelinceye kadar bu ortamlar içinde bir etkileşim kurmaya çalışsınlar. Gidip gelenlerle temas kursunlar. Mümkün olduğunca gitmeden önce bilinçli gitmeye çalışsınlar. Çünkü yaşam hem çok uzun hem çok kısa. Nasıl baktığına bağlı. Her geçen gün ve her geçen saat tik tak, tik tak ilerliyor. O seçimleri çok bilinçli yapmalılar.
İşsizliğin had safhada olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Üniversiteyi bin bir emekle kazanan, bitiren gençler, ya işsizlikten yakınıyor ya da düşük ücretlerle istemedikleri belki de branşlarının dışında olan alanlarda çalışmak zorunda kalıyorlar. Tabiî ki bu durumda bir mutsuzluk duygusu, karamsarlık ve hayal kırıklıkları yaşanıyor. Bu noktada gençler ne yapmalılar?
Bir kere dediğiniz doğru, karamsarlık mı gerçekçilik mi? Ben "gerçekçilik" diye görüyorum. Ama "karamsar bir gerçekçilik" var burada. Çünkü gerçeğin kendisi karamsar hakikaten. Burada eğer kişinin özgüveni yerinde değilse benim önerim, Türkiye iş kurma cenneti. Ama Türkiye’de iş kuranların çoğu kırsal bölgeden, tahsili az olan insanlar. Bu adamların sahip olduğu ne? Girişim! Yaşam içerisinde boğuşmuş, ben yapabilirim duygusunda olan insanlar. Ondan İngiltere’ye gidip, doktora yaptıktan sonra, "Gel bakayum gardeşim ne isteyisün şu işi yapacaksın bağa, ne vereceğüm sağa" diyor. Okumuşların, yürekli ve girişimci olmalarını gönlümden geçiriyorum. " Bizim paramız yok ki, bilmem ne haldeyiz" bunların hepsi laf. Bence gençler eksiklerini tamamlasınlar ve girişimci olsunlar. Çünkü Türkiye tam bir girişimci cennetidir. Yok pahasına başka hiçbir yerde bu kadar kalifiye insanı çalıştıramazsınız. İş kur, bir sürü kaliteli adam hemen hemen yok pahasına seninle çalışmak için sıraya giriyor. Daha ne istersin. Bu kaliteli insanlar iş kursun. Dördü beşi bir araya gelsinler. Su içsin, kuru ekmek yesin, iş kursun. Yapılacak çok iş var. Yabancı geliyor, parasının zoruyla burada iş kuruyor. Çok iyi para kazanıyor. Yazık oluyor bizim emeğimize diyorum.
İş kuranların şu 5 konuya dikkat etmesini öneriyorum.
1. Kendini tanımak, kendine değer vermek: Kendini tanımıyorsa, kendini tanımaya başlasın. Bil ki kız erkek cinsiyetin, dilin, dinin, ırkın ne olursa olsun sen insan olarak değerlisin.
2. Seçimlerinden sorumlu olmak: Paldır, küldür yaşama. Sabahleyin kaçta kalkıyorsun? Niçin o saatte kalkıyorsun? Kalktıktan sonra ne yapıyorsun? Ne yapmıyorsun? Ne içiyorsun? İçmiyorsun? Kendine hesap vermeye çalış.
3. Önceliklerinin bilincinde olmak: Neden şunu daha önce yapıyorsun? Neyi daha önce neyi daha sonra yapacağının farkında olmak, bu da sorumlulukla ileri gelir.
4. İnsan ilişkilerinin bilincinde olmak
5. Paranın gücünü bilmek ve parayı yönetmesini bilmek
Bu beş maddeye dikkat etsinler. Derin bir nefes alıp, iş hayatına girsinler. Türkiye’de o kadar çok geliştirilecek iş var ki ve bu amaçla yurtdışına gitsinler. 2–3 ay gitsin, görsün. Bizde kahve mi yoktu? Neden Star Bucks bu kadar yayıldı. Bizde köfteci mi yoktu? Neden Mc Donald’s bu kadar talep görüyor? Hiçbiri sebepsiz değil. Bütün bunları inceleyecek olursak bir işletme ve yaklaşım tarzı, bir mimari, insanı anlama çabası, yaşama coşkuyla bakma gibi bir sürü alt başlık çıkıyor. Bunları öğrensinler, zengin olsunlar. Türkiye’de iş hayatı onları bekliyor.
Adam mezun oluyor. İş arıyorum, ağabey iş yok, diyor. Bence, nasıl iş kurulur seminerleri verilmeli. Hükümetin bunu yapabilecek bürokrasisi yok. Zaten bilse kendisi yapacak. İş kuranların hayatlarını okusunlar.
Ben psikolojiye yazıldığımda ağabeyim "Sen Galata Köprüsü’ne git, dilenci ol" demişti. Şimdi yeteri kadar psikolojik danışman yetiştiremiyoruz. Öyle bir ihtiyaç haline geldi ki ben gelen talepleri karşılayamaz durumdayım. Demek ki kendini geliştirdiğin zaman iş alanı var.
Son olarak mutlu bir yaşam için gençlere tavsiyeleriniz neler?
En önemli tavsiyem "mış gibi yaşamasınlar" şu dört gereksinimin karşılanmasına imkân versinler: Ciğer, gönül, kafa ve öldükten sonra hayırla anılmak. Bunun dördünü de düşünsünler. Yamukluk olursa hayat eninde sonunda yakalıyor. Sadece ceple mutlu olmuş insan yok. Sadece kafayla mutlu olan yok. Sadece gönülle de mutlu olunmuyor. Hayat denge istiyor sürekli.
|