|
EZAN ve MİLLETİMİZ (-Okumanızı tavsiye ederim -)
[size=13pt]Din, Milli Kültürümüzün Esasıdır
Ezan ve ezanın hakkaniyetini ilan ettiği din, milli kültürümüzün esaslı bir kısmıdır. Merhum, Nurettin Topçu’nun tespitiyle: “Din bir milletin malı olmasa bile, milletin kuruluşunun esaslı kaynağı olmuştur. Büyük dinler milletlerin kuruluşundan önce var olarak, bu kuruluşu hazırladılar. Milletlere, ruhun temel yapısında bulunan ahlak ve inanışları, ideallerinin kaynağını verdiler. Bugün Fransız ve İtalyan milliyetini Katolik inancından, Türk’ü müslümanlıktan ayırmak imkânsızdır. Bu suni ve zoraki bir tasavvur olur. Denemelerin muvaffakiyetsizliği de meydandadır.” Topçu, İslâm’ın millî kimliğimizle et ve tırnak hâline geldiğini ve bu ilişkinin artık ayrılmaz bir bütüne dönüştüğünü de çok beliğ bir ifadeyle şöyle açıklamaktadır: “Çünkü İslâm, yalnız camide değil, ezan sesleriyle dolan evlerimizdedir. Yalnız Kur’ân’da değil, onunla nurlanan yüzlerimizdedir. Onu imhaya çalışanlar bilmelidirler ki bu ev yıkılmaz. Bu baş koparılmaz. Bu yüz, yüzlerimizden çalınmaz.” Bu mümkün değildir.. Zira, ezan bize bazen ev olmuş, bazen sığınak olmuş.. Bazen bize içimizde ruh olmuş, nur olmuş.. Bazen bize öz, bazen de yüz ve göz olmuş.. Bazen bize ses, bazen de en beliğ bir söz olmuş..Dolayısıyla “minarede başlayıp mabedin içinde noktalanan bu sesler bazen o kadar mazi televvünlü, o kadar millî ve o kadar bizden birer nağme gibi duyulur ki, bu ses ve bu sözlerin her bir demetinde bütün tarihimizi ve onun arkasındaki atalarımızın o enginlerden engin his ve heyecanlarını duyuyor gibi olur ve kendimizi onların arasında sanırız.”
Ali Ulvî Kurucu da atalarımızın bu engin his ve heyecanını “Ecdadımız” adlı şiirinde çok veciz bir şekilde dile getirmektedir.
İşte Ali Ulvi Bey’in birkaç mısrası:
Yüzlerce yıl iman seli hep çağladı durdu,
Ejder kesilen devleri, yerden yere vurdu!..
Tekbir sesinin aksi uğuldardı cihanda,
Millet, yediden yetmişe askerdi vatanda!.”
Tarihe devirler açan ecdadımız ölmez,
Toprakların eb’adına ruhuyla gömülmez!..
Gök kubbede, mehtaba bürünmüş yatan onlar,
Allah’a giden yolları aydınlatan onlar.9
F. Gülen, mabedlerin ve minarelerin ülkemize kazandırdığı derinliği ‘Mabedlerin Sırlı Dünyası’ adlı yazısında şöyle dile getirir: “Evet, ülkemiz hemen her zaman, yeryüzünde sonsuzluğun rasathaneleri bu kutlu yuvalarla adeta deryalar kadar mehibleşip ebediyet düşüncesi ile dalgalanır; gökyüzü kadar derinleşip ihtişamla gönüllerimize akar. Bu ülkede ibadet ve ibadet düşüncesi kulluk ve kulluk felsefesi, ta eskilerden de eskilere dayanan camileriyle, minareleriyle, minarelerden yükselen ezanlarıyla, gözlere ışık saçan, gönülleri hoplatan semavi edalara ulaşmıştır. Hele duyguların duru, düşüncelerin uhrevi sokaklarının emin, çarşı-pazarın da nezih olduğu dönemlerde o, güzellik ve cazibesine doyum olmayan cennet yamaçları gibi tüllenmiş ve adeta bir semavi ülke hâline gelmiştir.””10
Behcet Kemal Çağlar, “Selimiye Destanı” adlı şiirinde Selimiye’ye destan yazarak, aslında hem Edirne’nin hem de Anadolu’nun semavi derinlik ve güzelliklerini destanlaştırmıştır:
Kaynar için için bizim Edirne,
Habbe habbe değil bu, kubbe kubbe,
İmanın kaynayıp taşması mı ne?
Akıl ermez yakılana yanana.
Bir bitmez secdede yerdeki Deden:
Duydukça ruh uçar, serilir beden,
Üç ezan okunur bir minareden;
Her çan boş çıngırak bir boş yalana.
Taşan nedir, göremeyen aldanır:
Dört fıskiyeyi dört minare sanır,
Baktıkça hasetten Meriç kıvranır,
Bu, cami denilen taş şadırvana.
Dahil mi bu kubbe, Tanrım çatında
Sekizinci de bu göğün katında,
Bir baygın ayılsa bunun altında,
‘Gök bu muydu,’ diye düşer gümana..” 11
Bu manada acaba ezanla bu kadar bütünleşen, mabedlerle semavîleşen, lahutîleşen ve onu istiklal marşına bile taşıyan başka bir millet var mıdır bilmiyorum. “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.” diyerek, ebedlere yürümeyi bu ses ve soluksuz düşünemeyen millî şairimiz, bağımsızlığın temeli bu hakikati milletimizin dudaklarında ölümsüz bir marşa dönüştürmüştür.
Cephalerde Ezanlarla Beslendik
İstiklal mücadelemizde mabetler ve mabetlerden arşa yükselen ezanlar, dualar, en büyük manevi moral ve motivasyon kaynağımız oldu. Mabede gider gibi yürüdük, şevkle cepheye..Mabed bir ana kucağı, bir kale, minareler bir süngü oldu bizlere..Âleme bir velvele, düşmanın kalbine korkular salmıştık. Savaşı, daha savaş başlamadan almıştık, imanlı sinelerden yükselen, arz ve semayı titreten gürül gürül tekbirlerle..Et ve kemikten bir kaleye dönüşmüş saf saf yiğitlerle..Tekbirlerle beslenen Mehmetçiğimiz ve mehter mu*****izle. Allah’a söz verdik, değdirmedik asla düşman ellerini, din için, insanlık için, gelecek nesiller için, mabed vatan göğsümüze. Karslı Bahri’nin dediği gibi biz vatanı candan severiz ve canın adeta vatan için verildiğine inanırız. Bu sevgi ve bu fedakârlık bizim Allah’a iman ve O’na teslimiyetimizden kaynaklanmaktadır:
“Bize canı verdi Hüda
Olsun diye yurda feda
Kafeste ruh eyler nida
Türk, kâfire kul olur mu?” 12
Vuruşurken Hak için, Allah için vuruşur, can verilmesi gerekirse Allah için seve seve verir, ölüme hayat gibi koşardık. Mehmet Emin Yurdakul’un “Vur” şiirinde ifade ettiği gibi:
“Vur, sen de mukaddes hürriyet için
Dünyanın diktiği bayrak için vur;
Her dinin sevdiği adalet için
Her yerde haykıran bir hak için vur.
Vur aşkın ve hakkın zaferi için
Vur, senden bak dünya bunu istiyor.
Vur, yerde bak tarih seyircin
Vur, gökten bak Allah sana: ‘Vur’ diyor.” 13
Müslüman Anadolu insanı vatanını müdafa edecek, vuracak ve vurulacaktır. Ya şehit veya gazi olacaktır. Fakat her şehrinde her köyünde Ezan-ı Muhammedî’lerin okunduğu bu güzel yurdumuza asla düşman ayağı bastırılmayacaktır: Mehmet Emin Yurdakul “Ya Gazi Ol Ya Şehit” adlı şirinde ezan seslerinin nasıl bir harem alanı oluşturduğunu veciz bir şekilde şöyle ortaya koymaktadır:
“Haydi yavrum! Ben seni bugün için doğurdum;
Hamurunu yiğitlik duygusuyla yoğurdum;
Türk evladı odur ki, yurdu olan toprağı
Ana arzı bilerek yad ayağı bastırmaz;
Bir yabancı bayrağı
Ezan sesi duyulan hiçbir yere astırtmaz.
Git evladım, yıllarca ben oğulsuz kalayım;
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım!
Haydi oğlum haydi git;
Ya gazi ol, ya şehit! 14
İşte şanlı ecdadımız, bu maneviyat derinliği ve zenginliği ile cepheden cepheye koşmuştur. Düşmanın ölümden korktuğu kadar onlar şehadeti sevmiş, okuduğu-dinlediği ezanlar ve Kur’ânlarla; kıldığı namazlar, yaptığı dualarla maneviyatını beslemiş daima canlı tutmuştur. Düşman ordularının “Artık bunların işini bitirdik” dediği yerde, onlar dualar ve tekbirlerle yeniden dirilmiş ve taarruza geçmiştir. Zaten bu iman bu şuur ve bu maneviyat olmasaydı cephelerde çeşitli yokluklar ve zorluklar içinde mücadele ederken zaferi elde etmek de mümkün olmazdı. Gücünüz olabilir fakat sadece maddi güç veya insan gücü asla yeterli değildir. Bu gerçeği Çanakkale savaşı resmi tarihçilerinden Erkan-ı Harbiye muallimi Binbaşı Bursalı Mehmet Nihat Bey çok veciz olarak şöyle ifade etmektedir: “Tekmil tarih-i harb gibi bu seferde gösterdi ki harbde asıl insandır. Ve insanın bilhassa maneviyatıdır. Karşı karşıya bulunan tarafların hakikatte çarpışan maneviyatlarıdır. Bunun aksini kabul etmek Çanakkale müdafasının cinnet olduğuna hükmetmekle müsavidir.” 16
Cepheler Bizim İçin Mahşerdi
İşte biz millet olarak sahip olduğumuz iman ve irfanla, din-i mübin-i İslâm’a hizmet etmeyi en mukaddes vazife bilmiş, bu uğurda cepheden cepheye koşmayı da ibadet olarak kabul etmişiz. Cepheleri, secdenin manasıyla bütünleştirmiş, Allah’a en yakın mekânlardan addetmişiz. İşte Mehmet Güneş, “Cepheler” şiirinin son mısrasında bu manayı şöyle nazma dökmektedir:
“Cepheler, vatan aşkının vuslat ateşi;
Cepheler kader yeri, cepheler mahşer,
Cepheler en ulvi, en kutsal, en yüce,
Cepheler Allah’a en yakın yer!” 17
Yahya Kemal de “Mohaç Türküsü” nde seferleri ve cepheleri Allah’a giden bir yol olarak ifade etmektedir:
“Dünyaya veda ettik, atıldık dolu dizgin;
En son koşumuzdur bu asırlarca bilinsin!
Bir bir açılırken göğe, son defa yarıştık;
Allah’a giden yolda meleklerle karıştık.
Geçtik hepimiz dört nala cennet kapısından;
Gördük ebedî cedleri bir anda, yakından…”
Fethullah Gülen de “İrşat Ruhu” adlı şiirinde cephelerin bizim için bir ahiret koyu olduğunu şöyle ifade etmektedir:
Bir aşktı, bir tutkuydu ruhlarımızda cihad,
Sevdayla kanatlandık çağlar ve çağlar boyu..
Duygularımız coşkun, gönüllerimiz âbâd,
Koştuk serhatlere her serhat bir ahret koyu...
Davamız, Kuru Bir Cihangirlik Davası Değildi
İşte, hakiki cesaretin kaynağı imanla ve bu derin imanın eksiksiz ifadesi, gürül gürül tekbirler ve şehadetlerle, ezanlarla beslendik yüzyıllarca. Minareler, günde beş defa fetih müjdesiyle besledi bizi. Dizimizde derman, içimizde fer kalmayınca yeniden emzirdi bizi. Karamsarlığı bozguna uğratan, yeisi kovan bir sur oldu. Hayat ve ümit yağdırdı üzerimize. Yağdırmaya da devam ediyor, sessizce. Anadolu’nun bağrına sıradağlar gibi serpiştirilen çil çil kubbelerden ve gökyüzüne ser çekmiş minarelerden ders aldık, sarsılmadan dimdik ayakta durmayı. Yerinde sebat edip yıkılmamayı, hep mehip kalmayı. Davamız kuru bir cihangirlik davası değildi. Allah’ın rızası için, tekbirlerle yolları dökülmüş, kullarıyla Allah arasındaki engelleri ortadan kaldırmaya azmetmiştik. İnsanlığa gerçek adalet ve hürriyeti tattırmanın, hakiki insanlığa giden yolları göstermenin ve insanı yüceltmenin peşindeydik. Ali Ulvi Kurucu’nun ifadesiyle: “Her gün yeni bir ülkeyi fethettiği anda /Tekbir sesi, dağdan dağa çarpardı cihanda.” 18
Tekbirler gaza meydanlarının aşk ve heyecan kaynağı. Güç ve kuvvet kaynağı.. Ahmet Muhtar Paşa “Mehter Marşı”nda bu sesin maddi-manevi besleyiciliğini şöyle seslendirmektedir:
“Gafil ne bilir neşve-i pür şevk-i vegayı
Meydan-ı celadetteki envar-ı sefayı
Meydan-ı gaza aşk ile tekbirler alınca
Titretti yine ruy-i zemin arş-ı semayı.” 19
Yusuf Ziya Ortaç’ın “Mehmetçik” adlı şiirinde ifade ettiği gibi Tekbirler sayesinde ecdadımızın Allah’la irtibat tamdı. En büyük dayanağı kudreti sonsuz Allah’dı:
“Kalbi Allah’a dayanmış, dayanır dipçiğine..
Güvenir milletimiz yine Mehmetçiğine” 20
Mehmetçiğin cesaretinin kaynağı imandı.. Zira hakiki imanı elde eden, cihanlara meydan okuyabilecek bir insan bir kahramandı.
Allah’ın yüce adının cihanda şehbal açması için koştururken, hakiki adaletin temsilcileri birer havariydik. Cihana öyle bir adalet getirmiştik ki, Grandük Notharas, İstanbul fethedildiğinde şöyle demişti: “Ayasofya’da bir Kardinal şapkası görmektense bir Türk sarığı görmeyi tercih ederim.” Şairimiz Azmi Güleç, bu hadiseyi “Fatih Ayasofya Önünde Konuştu” şiirinde şöyle nazma döker:
“Gök maviliğince hür,
zaman elimizde perdedir.
Tanrım! Bu nasıl gündür
Kubbeler ayakta, taclar yerdedir.
Ayasofya, Tekfur saraylarınca günahkâr,
Tekfur saraylarında kin, arzu, şehvet.
Besbelli Tanrı’nın rahmetinden silinmiş
Romalı bir memleket.
Kubbeler benzeri Osmanlı sarığını
Kardinallara karşı savunmuş Notharas.
Artık Türk’ün gelecek adaletinden emin ola
Bizanslı halk, Bizanslı papas.
Haydi hocam tekbir getirin, tekbir tekbir üstüne
İçimize dolsun nur!
Gök kubbelerince sarsın bizi
Bir devri kuşatan huzur.” 21
Mekke-Medine gibi, o güzel yurtlarını Allah için hicretle terkeden yüz bin sahabinin heyecan ve aksiyonuyla, Ruh-ı Revan-ı Muhammedî’yi dünyanın dört bir yanında dalgalandırmaya çıkmıştık, Tekbirlerle dualarla. Her ezan vakti dünyamızda şehbal açtığı gibi. Yahya Kemal ne hoş ve ne güzel ifade eder, “Ezan” şiirinde bu hakikati. Bu yüce ideali.. Ezanla fethin ilgisini bu güzellikte şiire döken, bir başka kimse var mıdır, bilmiyorum.
“Emr-i bülentsin ey Ezan-ı Muhammedî
Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedî
Sultan Selim-i evvel räm etmeyip ecel
Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedî
Gök nura garkolur nice yüzbin minareden
Şehbal açınca ruh-ı revan-ı Muhammedî
Ervah cümleten görür Allahu ekberi
Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.”
Yahya Kemal’in de bu şiirinde ifade ettiği gibi dinin temeli, Arab’ın ezanı değil, ezan-ı Muhammedî dir, o. Beyan-ı Muhammedîdir, o. İnanan inanmayan herkesin, herşeyin ve bütün ruhların Alllah’ın büyüklüğünü göreceği şan-ı Muhammedîdir, o.
Ezanın Lafızları Cild Gibidir, Değiştirilemez.
Dün, tekbirler, şehadetler, kelime-i tevhidler bizi beslerken manalarını bilmiyor muyduk? Biliyor, anlıyor ve anlatıyorduk. İnsanın aklına şu soru geliyor. Bugün acaba problem ne? Sorun biz de mi yoksa ezanın lafızların da mı? Dün bu yüce sadayı büyük bir sevdaya dönüştürüp ona cihanı kâfi görmeyen aziz ecdadımızın lafız ve mana problemleri var mıydı? Hayır yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. O zaman mesele gelip bizde düğümleniyor. Ezan-ı Muhammedî’yi Türkçeleştirmeyi düşündüğümüz kadar bu uğurda harcadığımız vakit ve emek kadar, manasını öğrenmeye yönelseydik, ezanın muhtevasını bellemeyen kimse kalmazdı. Kaldı ki, kulağı günde beş vakit ezanda olan, kalbi mescide asılı-bağlı bir müminin ezanın ne dediği ve neyi ifade ettiği ile ilgili bir sıkıntısı, asla yok. Lisan-ı Muhammedî’yi o anda çok iyi anlıyor ve alacağını alıyor. Mabedden uzak olanın ise bu mevzuyu en büyük problemmiş gibi kamuoyuna takdime hakkı olmamalı zannediyorum. Bilmiyorum yanılıyor muyum? Kaldı ki ezanın mübarek lafızları asla tercüme edilemez. Edilir zannedilse bile o kudsî lafızların yerine konan cümleler aynı mana ve fonksiyonu göremez.. Bediuzzaman bu hakikati çok veciz bir şekilde şöyle açıklamaktadır: “Elfaz-ı Kur'aniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları camid libas değil; cesedin canlı cildi gibidir, belki mürur-ı zamanla cild olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi mübarek lafızlar, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve özel isim ise değiştirilmez. Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan ilahî kudsî lafızların yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Muvakkat ifade etseler de daimî, ulvi, kutsi ifade edemezler. Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan lafızlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünki nasihat ile eğitim-öğretim ve vaaz ile o ihtiyaç giderilir.” 22 [/size]
|