|
Öz güven” tabirinin mü’mincesi nedir;İddiasız Büyükler
İddiasız Büyükler
Seyyidina Hazreti Ebu Bekir yüz tane mehdînin yaptığı işi yapmıştır. Fakat, hiçbir zaman herhangi bir büyüklük iddiasında bulunmamıştır. Bilakis, akıbetinden hep korkmuş, sürekli kendini sorgulamış ve devamlı nefsiyle yaka paça olmuştur. Mesela; Sâdık u Masduk Efendimiz’in “Eteklerin yerde sürünmesi kibirdir!” dediğini duyunca ürpermiş ve hemen “Ya Rasûlallah, yoksa ben de mi mütekebbirlerdenim?” deyip, Allah Rasûlü’nden öyle olmadığının teminatını alana kadar endişeyle beklemiştir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in onca takdirine, iltifatına ve müjdesine mazhar olduğu halde, iddiadan uzak durmuş, düz kulluğu talep etmiş ve kendisini hep mü’minlerin en gerisindeki biri gibi görmüştür.
Hazreti Sıddık’ın “Cud bi lutfike ya İlahî men lehu zâdün kalîl / Müflisün bissıdkı ye’tî inde babike yâ Celîl!..” mısraıyla başlayan münacaatı, onun ruh haletini ortaya koyması açısından çok ibretâmizdir: “Allahım, azıcık bir zahîresi kalmış şu kuluna lütf u kereminden bol bol nimet ver; iflas etmiş olsa da, yine sadâkatle kapına gelmiş bulunmasına merhameten büyüklüğünü göster! Evet o, günahı pek büyük, zavallı bir kuldur, fakat, Senden başka kimsesi olmayan bir gariptir; Sen o büyük günahların hepsini yarlığa ve bu bîçâreyi sevindir. Onunki isyan üstüne isyan, hata üstüne hata; Senden ise sürekli fazl u ihsan ve pek çok atâ; artık ne desin, kapında şöyle nasıl inlemesin: Rabbim, günahlarım kum taneleri gibi sayılamayacak kadar çoktur; o güzel müsamahanla muamele eyle ve beni bağışla, bütün günahlarımı affet ne olur!”
Evet, bu yakıcı nağmelerle tazarru ve niyazda bulunan Hazreti Ebu Bekir, açıkça görülüyor ki, insanlık semasının en büyük yıldızlarından birisi olduğu halde, hiçbir paye iddiasında değil, fevkalade bir mahviyet içerisindedir; ilahî inayet olmazsa, Nebi’nin şefaat eli uzanmazsa Cennet’e dahi girememe endişesindedir. O, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sonra dava-yı nübüvvetin ilk ve en büyük temsilcisidir; ama halaskârlık, mehdîlik, müceddidlik iddialarından fersah fersah uzak birisidir. İşte, onun halidir iki esası cem’etme: Yüksek bir himmetle hep zirvelerde gezinme; fakat, bütün mazhariyetlere rağmen kendini düz bir kul bilme.
Hulefa-yı Raşîdin ve Ashab-ı Güzîn efendilerimizin hepsi aynı mahviyet ve tevazunun mümessilleridir. Mesela, bu hususta Hazreti Ömer, Sıddık-ı Ekber’den geri değildir. O, “Ömer aslında bizim hayallerimizde ve ideallerimizde canlandırdığımız prototiptir!” diyen Karl Marks’ın dahi takdirini almıştır. Evet, Rasûlullah’ın İkinci Halifesi, sadece beşerî yanları, insanî meziyetleri ve ahlakî derinlikleri itibarıyla bile, Allah’ı kabul etmeyen, peygamber tanımayan ve dine saygı duymayan kimseler tarafından da dünyada eşinin gösterilemeyeceği ve insanların daima ibret alabilecekleri bir hüsn-ü misal ve muhteşem bir tablo olarak takdim edilen bir şahsiyettir.
Ne var ki, Allah Rasûlü’ne yakınlığı, İslam’a hizmetleri, âdilâne hilafeti, zamanının iki güçlü devletini yerle bir edişi ve üstün ahlakı ile alâkalı misalleri anlatmaya, büyüklüğünü vasfetmeye sözün yetmeyeceği Hazreti Ömer, çok zaman, başını secdeye koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Dua ederken hıçkırıklarla inler, kalbi hızlı hızlı çarpar ve tir tir titrerdi. Ahirete irtihalinden az evvel, bir kuraklık esnasında yine duaya durmuş, şöyle ağlıyordu: “Allahım! Ümmet-i Muhammed’i benim günahlarımdan dolayı mahvetme. İhtimal yağmursuzluk benim mâsiyetim sebebiyledir; ne olur Rabbim, Ashab-ı Rasûlullah’ı benim yüzümden cezalandırma!” Evet, Hazreti Ömer’in kendisine bakışı böyleydi. Onlarca mehdînin ya da yüzlerce müceddidin ancak altından kalkabileceği işleri yapmış olsa da, onda iddia yoktu, yüksek mertebelere dilbeste olma yoktu, kendisine makamlar tayin etme yoktu. O âlî himmetlilik ile mahviyetin birleşme noktasına taht kurmuştu.
Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar hakiki Hak dostlarının mülahazaları hep aynı oldu; onlar iddiada bulunmaktan ve kendilerine mertebeler takdir etmekten hep uzak durdular. Mesela; İbrahim Edhem malı-mülkü, tâcı-tahtı, nâm u nişanı terkedip zühd yoluna sülûk etmişti. Dünyaya sırtını dönüp yüzünü ukbâya çevirince Cenâb-ı Allah da onu gönüller tahtına oturtmuş ve kalb saraylarının sultanı haline getirmişti. Fakat, pek yüce mertebelere ulaşmış olmasına rağmen, o hep “İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; dağlar cesametindeki günahlarını itiraf edip, ellerini Sana açıyor ve Senden af dileniyor. Şâyet Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Senin şânındandır; fakat, dergahından kovarsan, Senden başka kim ona merhamet eder ve günahlarının ağırlığından onu kim kurtarabilir?!.” diye yalvarıyordu. Dahası, bütün hayr ü hasenâtını, topyekün ibadet ü taatini unutmuşçasına şu sözleri söylüyordu: “Allah’ım, Senin şefkatine nâil olmayı umarak kapına gelen şu bîçâreyi affet; ne olur onun günahlarını bağışla. Her ne kadar amel defteri isyanla dolu olsa da, ey Müheymin, kulun Sen’den başkasına secde etmemiştir!..” Görüyor musunuz bu kutlu Zâtın kendisini nereye koyduğunu? Cenâb-ı Hakk’ın kapısına, O’ndan başkasına secde etmeme mülahazasına sığınarak teveccüh ediyor; ulaştığı mertebelere ya da sâlih amellerine hiç dönüp bakmıyor ve kendisini bir günah küpü gibi addediyor.
Oysa, İbrahim Edhem, Şâh-ı Geylânî, Fudayl b. İyaz, Tavus b. Keysân ve Bişr-i Hafî gibi zatlar, başı Nübüvvet’in kademine değen yüce kâmetlerdendi; bir hadîse binaen diyebiliriz ki, şayet Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sonra nübüvvet mukadder olsaydı, bunların herbiri İsrail peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi. Eğer karanlık dönemlerde zuhur etselerdi, Mehdî-i Râsul gibi görüleceklerdi. Ne var ki, onlardan hiçbiri mehdîlik ya da müceddidlik iddiasında bulunmamış ve mahviyetten kat’iyen ayrılmamışlardı. Bunların hepsi, Gazze’de son anlarını yaşayan İmam-ı Şafiî hazretlerinin “Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” sözleriyle tercüman olduğu tevazu hissiyle ve mahviyet duygusuyla düz kulluğu talep ufkunda yaşamış; o mülahazayla da ötelere yürümüşlerdi.
Bu mevzuda, o altın halkanın zamanımıza yakın temsilcilerinden olan Hazreti Üstad’ın, hususiyle On Yedinci Lema’nın On İkinci Notasındaki ifadelerini de mutlaka hatırlamalısınız. Siz ona hangi payeyi verirseniz verin ve onu nerede görürseniz görün; o Zâtı bir de, kendisine bakışı zaviyesinden değerlendirmelisiniz. Üstad Hazretlerini gerçekten tanımak istiyorsanız, onu kendisini koyduğu yer açısından yakalamaya çalışmalısınız.
Evet, Nur Müellifi, irşat maksadıyla konuştuğu zaman tabii olarak o andaki makamının gerektirdiği vakar ve ciddiyet içerisinde bulunuyor; fakat, yalnız kaldığı ve Rabb-i Rahim’e yakardığı anlarda kendisiyle alâkalı asıl duygu ve düşüncelerini açığa vuruyor: “Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi', hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatalarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz ediyor. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.” diyor.
|