Konu: ADİL DÜZEN
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 04-12-2008, 18:05   #3
Kullanıcı Adı
HAKK_DAVA
Standart MİLLİ RESTORASYON -1-
MİLLİ RESTORASYON


DEVLETİ; ASIL VE ASİL ÖZELLİKLERİNE GÖRE YENİDEN YAPILANDIRMA:



Hak ile Batılın birbirine karşı üstünlük kavgasının süreci, iyilerle kötülerin çekişmesi, Rahmani güçlerle şeytani güçlerin hesaplaşma sürüveni ve kısaca farklı medeniyetlerin hakimiyet mücadelesi insanlık tarihi boyunca devam ede gelmektedir.
“İşte Biz, O (galibiyet ve hakimiyet) günlerini (hayra veya haksızlığa taraf) insanlar arasında (nöbetleşe sıra ile) devrettirip-döndürüp dururuz.”[1] ayetide bu gerçeği haber vermektedir.
Bu sürekli evrim ve değişim sadece farklı medeniyetler, rakip ve güçlü ülkeler arasında değil, köklü devletlerin bizatihi iç kurum ve oluşumlarında da kendini göstermekte, hükümetler, sistemler ve rejimler değiştiği halde “milli derin devlet” diyebileceğimiz ve büyük devletlerin “gen” leri olarak tarif edebileceğimiz bir “çekirdek öz”, gelişen ve değişen yeni şartlara ve standartlara uygun, yeni filizler, fikirler ve şekiller üretebilmektedir.
İşte bu tarihi ve tabii gerçeğe dayanarak diyoruz ki: Atatürk ve Türkiye cumhuriyeti, Osmanlı Devletinin ve Türk-İslam Medeniyetinin, çağdaş ihtiyaçlara ve şartlara uygun “aşı” larla gelişmiş ve gençleşmiş yeni bir filizi ve meyvesidir..
İşte aşağıdaki tespitler de bu yöndedir ve oldukça önemlidir:[2]
“Anadolu’nun dirlik ve düzen tarihi, devrimlerin değil restorasyonların silsilesidir… Toplumsal ilişki ve çelişkilerin değil, devletin yeniden tanziminin bir sürecidir. Savaşlar ve göçlerle dolu bu coğrafyada temel siyasal hedef ve sorun, daima denetim ve disiplinin nasıl korunacağı ola gelmiştir. Dirlik ve düzen, en iyi denetimin sağlanması olarak algılanmış ve bu amaçla toplumların zihniyet dünyasında kutsal olan ve somut yaşamlarında otoriter davranan “devlet örgütlenmeleri” vücut bulabilmiştir. Bu kutsi ve yarı askeri devlet örgütlenmeleri, esas itibariyle göçebeliğin denetimi ve savaşın sürekliliği üzerine oturan askeri-tarım düzenini oturtmayı ifade etmiştir: Mülkün ve halkın denetimi, din ve inançların denetimi, aşiretlerin ve azınlıkların denetimi, hatta anonim bütünler içinde erimiş halde varolan bireysel kimliklerin ve geleceğin denetimi... Düzen; işte bu denetimle elde edilen hakimiyet ve hegemonyanın adıdır. Tarih boyunca süren büyük çaplı göçlerin ve afetlerin yıkıcı etkileri, ya da savaşların, büyük yenilgi ve zafer gibi sonuçları ise; dirlik ve düzenin yeniden kurulmasının, ya da yenilenmesinin kapısını açmıştır.
Roma imparatorluğu; tarihi boyunca İran-Roma savaşlarının yorgunluk dönemlerini, Hıristiyanlığın kabulünü, kuzey ve doğudan gelen göç ve istila dalgalarını, ikonoklast (Hıristiyanlıkta İsa-Meryem resimlerine ve heykellerine tapınmayı putperestlik sayan dini görüş) akım gibi yeni sosyo-politik dinamiklerin harekete geçmesini ve yine göç ve savaş temelli yeni sosyolojik faktörlerin ürünü olan mezhep ayrışmaları gibi nedenlerle ortaya çıkan bozulma dönemlerini, restorasyon anlamına gelen yeni politikalar ve reformlarla aşmıştır.
Osmanlı da aynı şekilde, Timur istilası, İstanbul’un fethi Bizans’ın yıkılması ve Viyana kuşatması sonrasında büyük restorasyonlar ve yeniden yapılanmalar yaşamıştır. 17.yy dan itibaren yeni dünyanın keşfi ile birlikte Avrupa’da başlayan modernleşme sürecinin sonuçlarından biri olarak: ticaret yollarının değişmesi, sömürgecilik siyasetleri ve Anadolu’da baş gösteren kıtlık dönemleri; arka arkaya dirlik ve düzeni bozmuş, 3.Selimle başlayan yenilenme çabalarına yol açmıştır. Tanzimat, kapsamlı bir restorasyon süreci olarak gösterilmiş olsa da, aslında ekonomiden kültüre, siyasetten diplomasiye kadar her alanda Osmanlıyı içten kuşatma hareketidir ve 2.Abdülhamit’in temsil ettiği direnç politikasına rağmen 1.Dünya Savaşı sonunda, düzen tamamen çökmekten kurtulamamıştır. Cumhuriyet, Osmanlının yıkıntıları arasından; dış güçlerin ve Siyonist merkezlerin bazı hesapları ve Mustafa Kemal’in dehasıyla kurtarılabilen Anadolu’nun restorasyonu olarak şekillenmiştir. 2.Dünya Savaşı sonrası demokratik düzen deneyimi ise daha küçük çaplı bir restorasyon hamlesi olarak sahneye çıkmıştır ve soğuk savaşın bitişiyle birlikte tekrar bir restorasyon ihtiyacı ve talebi belirmiştir.
Bu tarihi serüven kesintisiz sürmekte ve her yeni durum karşısındaki tıkanma ve bozulmayı yeni bir restorasyon hamlesi izlemektedir. Jeopolitiğin tarihsel gerçeği ve cilvesi olarak, yaşadığımız coğrafya: göçler ve savaşlarla işleyen ve çöken bir düzene sahiptir. Dinler ve kültürler, bu düzenin prizmalarına yansıyan yüzleriyle maya tutar ve yerlerini alırlar.
Restorasyon, düzenin yeniden kurulması ya da yeni bir düzen kurulmasıdır. Devrimlerden farkı, devlet içinde veya devlet kademelerinde olup bitmesi, yani esas itibariyle; hegemonya çeperindeki inisiyatif ve eylemlerle yeni bir irade beyanıdır. Başka bir ifadeyle: Hiçbir toplumsal dinamiğin, yani örneğin Avrupa’da ki sınıfsal çatışmalar, ya da Amerika’da ki iç savaşlar türünden-örgütlü müdahalesi olmadan, bütün çelişki ve çatışmaların sadece “devlet bağlamında” sahneye çıkıp çözülmesi ve yine seçkinler öncülüğünde yeni tanzimin yukardan aşağıya doğru gerçekleşme olayıdır. Restorasyonlar, sonuçları itibariyle pasif devrimler olarak nitelenebilecek köklü değişimlere yol açtığı gibi, bazen de varolan statükonun korunması ve ömrünün uzatılmasını sağlayacak tedbirler düzeyinde de olmaktadır. Tarihin kırılma anları bu yöntemle ve daha az sakıncalı biçimde ortaya çıkmaktadır.
Yine tıpkı devrimlerdeki gibi her restorasyon süreci, başlangıcında ya da sonucunda; yeni elitlerin sahneye çıkmasını sağlamaktadır. Bizans’ın fethi sonrasında ki Osmanlıda beylikler koalisyonu görünümünde ki devletlü sınıfların yerini bu sefer devşirme elitler almış, tanzimat sonrası kurulan modern okullarda yetişen aydın-bürokrat kadrolar ise meşrutiyet ve cumhuriyetin yeni elitleri olarak sahneye çıkmışlardır. Elit dönüşümü düzenin yenilenmesinin vazgeçilmez kuralıdır. Yeni ve milli bir değişim yaşanacak ki bu kaçınılmazdır, o takdirde bu yeni dönem ve düzene uygun kadrolara kapı açılacaktır.
Restorasyonlar, doğanın sürekli kendini yenilemesi gibi; toplumların ve düzenlerin de mecburi yenilenme dönemleri olduğunu ve bu yeteneği olmayanların tasfiye edildiğini göstermektedir. Bu değişim ve yenilenme, adeta tarihin çarkını döndüren bir dinamo etkisine sahiptir. Şüphesiz her yeni iyi her eski de kötü sonuçlar doğurmaz. Ama değişim her tür sonucuyla birlikte tarihin değişmez yasasıdır.
Bizatihi kendisi, Osmanlının çöküşünün restorasyonu anlamını taşıyan Cumhuriyet dönemine baktığımızda, kurulan yeni düzenin de sürekli yenilenme ihtiyacı duyduğu ve bu yönde kritik dönemeçler yaşandığı görülmektedir.
1930’lu ve İsmet İnönü’lü yıllarda Avrupacı, 1950’li ve Adnan Menderesli yıllarda Amerikancı doğrultuda iki önemli restorasyon deneyimi yaşanmıştır. Her iki dönemde de dünya konjonktürüne ABD öncülüğündeki Siyonist sermaye hakimiyetine paralel özelliklere sahip yenilikler başlatılmıştır. İlkinde Sovyet, Alman ve İtalyan totaliterizminin bir karması üretilmiş, ikincisinde ise kapitalist batı modelleri taklide çalışılmıştır. Üçüncü restorasyon deneyimi ise; 1980’li yıllarda Özal la başlayan ve soğuk savaşın bitişiyle birlikte yeni durumun belirsizliği nedeniyle yarım kalan ve Özal’ın ölümüyle birlikte rafa kaldırılan 2.Tanzimatçılık uygulamalarıdır.
28 Şubat süreci ise 1930’lu yılların dinamiklerine yaslanarak, Özalist restorasyonun kapılarını kapatmaya çalışmış, ancak tam tersine Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alan derin bir çelişkinin alevlenmesi ile sonuçlanmıştır.
İçinde yaşadığımız süreçte, Türkiye’nin yeni bir yön çizerek siyasetten, yağma ve talan düzenine kadar bütün sosyo-ekonomik ve politik statükoyu elden geçirip yeni bir düzen inşa etmesi kaçınılmazdır. Bu süreçte birbiriyle çatışmayı sürdüren ve Türkiye’nin geleceğini ipoteğe almaya çalışan iki ana restoratör taraf göze çarpmaktadır: Statükocu güçler ve 2.Tanzimatçılar.
Son elli yıllık geçmişe baktığımızda: “karşılıklı olarak birbirini biçimsizleştirerek çatışan bu bağdaşmaz taraflar arasındaki derin çatlak” Türkiye’yi yeni ve daha kritik sorunlarla yüzyüze bırakmıştır. Statükocu güçler, Kemalizme sığınarak sahnede tutunma savaşı ve telaşındadır. Artık Kemalizm, Koflaşmış ve milletten kopuklaşmış güçlerin iktidarda kalma tarzının paravanı yapılmıştır. Bu kesimlerin ‘illa da biz yöneteceğiz’ iddiası dışında hiçbir ciddi tez ya da projeleri bulunmamaktadır. Ulusalcılık olarak tanımladıkları batı şovenizmini ve kapitalizmini, Siyonist ve emperyalist küreselleşmecilikle çatışmaya sokarak buradan güç ve meşruiyet devşirmeye çalışmaktadırlar. Laik, cumhuriyetçi ve milliyetçi vasıfları bürokratik üslup ve yöntemlerle savunma alışkanlıkları yüzünden milletle de çatışan bu kesimlerin nihai amacı: oluşacak yeni düzenin kendilerinin de içinde olacağı bir denge ve koalisyon tarzında gerçekleşmeye zorlamaktır. Bu amaçla kendi varlıklarını ve güçlerini abartarak pazarlık şanslarını yükseltmeye çalışmaktadırlar.
İkinci taraf ise, ideolojik pozisyon, dış müttefik ve söylemleri itibariyle tanzimatçılığı ifade eden, yenilikçi bürokrasi, tekelci sermaye ve aydınlardan oluşan daha organize kesimlerin küreselleşmeciliğidir. İsrail güdümlü, İngiliz siyasetini taklit ve tatbik eden bir çerçevede reformist ve revizyonist politikaları savunan bu kesimlerin talep ettikleri restorasyon, esas itibariyle söylemin büyüsüne yaslanarak geniş toplumsal kesimler nezdinde cazibe oluşturma şansını yakalamıştır. Statüko ile çatışmanın haklılığından beslenen değişim talebine Menderes ve özellikle Özal dönemini referans gösterip, AKP iktidara taşınmıştır. 2.Tanzimatçıların kürt ve İslamcı muhalif güçleri yanına yedek ve destek olarak alma ve gelenekçi güçleri yalnızlaştırma stratejisi, AB’ye giriş heves ve hayalleri üzerinden gündem oluşturmaktadır.
Statükocu güçler, her tür değişim talebine karşı saplantılı bir reddedişin dilini kullanmakta, sahiplendikleri düzenin bittiğini görmelerine rağmen, hem çağdaşlaşma hedefini, hem de bu çağdaşlaşma sürecini frenleyen şeyleri aynı anda korumaya çalışmaktadır. Kendilerine özgü bir projenin olmamasından dolayı, daima tekrarlanan demode sloganlar ve uyarlanma eksikliğinden ötürü keskinleşen çağdışı politikalarla devleti ve toplumu cendereye almışlardır.
2.Tanzimatçı çevreler ise; küreselleşme ve değişim söyleminin büyüsüne, mekansız ve tarih ötesi bir edayla sahip çıkmaktadırlar. Devleti, hükümet etme işinden uzaklaştıran ve tekniği politik ideolojinin yerine koymaya çalışan “yeni tip hegemonya biçimini kurtuluş sanmaktadır. Dünyaya hakim güçlerin ve Siyonist sermayenin güdümüne girmeyi gerçekçilik ve dünya ile birliktelik” olarak sunan bu çevreler, kendi teklif ve taleplerinin, teorik düzeyde dahi zamana ve mekana giydirilip test edilmesine fırsat verilmeden kabullenilmesini dayatan örtük bir faşizanlığı yöntem olarak kullanmaktadırlar. Yine sorgulama ve yanlışlanmaya karşı, pervasız ve suçlayıcı reflekslerle tepki veren özellikleriyle bu kesimler, karşı çıktıkları totaliter güçlerle, esasta aynı minvali paylaştıklarına dair şüpheleri uyandırmaktadırlar.
Sonuçta “zincirleme özdeşleşme” diyebileceğimiz türden, birbirinden beslenerek varolan ve giderek benzeşip aynılaşan batı kaynaklı iki farklı tarafın çatışmasına hapsolma tehsi ile karşı karşıyayız.
Arka planında ABD/AB ve Asyatik güçlerin rekabeti, iç politika seyrinde, ise iktidar ve rant paylaşımından etnik hegemonya çekişmesine kadar, bir dizi yanal ve sanal çelişkinin de dahil olduğu bu kaotik sürecin tek eksiği “milli bir seçeneğin” oyuna dahil olmamasıdır. Ve artık olmalıdır.
HAKK_DAVA isimli Üye şimdilik offline konumundadır