|
YENİ BİR DÜZEN İHTİYACI -2-
Dünyadaki federal ülkeler incelendiğinde, her ülkede farklı federal yapılar ve farklı amaçlarla oluşturulmuş federalizm biçimleri bulunduğu kolayca görülebilir. Örneğin, ABD’deki federalizmde küçük birimler, yetkilerinin bütünü ilgilendiren kısımlarını merkezi hükümete devrederken, özerk kalan küçük birimlerin ismi de State ya da Eyalet olarak isimlendirilmiştir. Almanya’da ise, mevcut merkezi hükümetin varlığı ilk başta söz konusu olup daha sonra merkezi hükümet tarafından kurulan yerelleşme ilkesine dayanan federal yapı oluşumları dikkati çeker. Bu tür federalizmde küçük birimler, Almanya’da Landers olarak isimlendirilerek merkezi yönetimin güçlü yapısını zayıflatmak yoluna gidilmiştir. Buradaki amaç ise merkezi hükümetin güçlü yapısını engelleyerek güçlü totaliter sistemlerin ortaya çıkmasının ve özellikle faşizm tehsinin engellenmesi hedeflenmektedir.
Dünyanın değişik bölgelerindeki federal yapılarda değişik niteliklere sahip küçük birimlerin isimleri de Kantonlar, Bölgeler ya da District’ler olarak farklı olabilmiştir.
Bu gerçeklerin ışığında, dünyadaki farklı ülkelerde, farklı federal yapıların farklı biçimlerde ve amaçlarla ortaya çıkmasının nedenleri bilinmeden ve tartışılmadan, Türkiye için Eyalet sistemi önerilmesi, tek kelimeyle “cahilce” bir fikir jimnastiğinden başka bir şey değildir.
Bu düşünceler doğrultusunda, Kenan Evren’in ne amaçla ve neyi ifade etmek için kullandığı bilinmeyen Eyalet kavramı ile gündemimize getirdiği federalizm tartışmalarını, bulanık suda balık avlamaya çalışanlarını yaptığı cahilce bir tartışma olarak değerlendirmekte sakınca yoktur.[1]
Avrupa’nın Adaleti Srebrenica’da Defnedilmiştir
Uluslar Arası Adalet Divanı’nın Bosna’da gerçekleştirilen soykırım konusunda Sırpları aklaması Avrupa’nın ayarını ortaya koymaktadır. Soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına dair 1948 yılında imzalanan sözleşmede yer alan tarifine göre Lahey Adalet Divanı’nın verdiği kararı “hukuksuz” ve haksızdır. Bu soykırım Batı destekli Sırpların gerçekleştirdiğini tüm dünyanın televizyonları başında seyrettiğini herkes hatırlayacaktır. Lahey Adalet Divanı’nın bir yandan soykırımı kabul ederken, diğer yandan bu soykırımı sadece Srebrenica ile sınırlandırılması ve faillerinin Sırplar olmadığına karar vermesinin anlaşılır bir mantığı bulunmamaktadır. “Bunun altında uluslar arası topluluk ile Birleşmiş Milletler’in soykırım “soykırım tekelciliği” ve Batının kahpeliği yatmaktadır.”
Uluslar arası toplum ve Birleşmiş Milletler’in sadece Yahudilere yönelik yapılan holokost’u soykırım olarak tanıdığını, bunun dışında dünyanın pek çok yerinde gerçekleştirilen soykırımlara gözlerini kapadığını artık herkes anlamıştır.
Bu Hukuk Sistemi İflas Etmiştir
Lahey`in, Boşnakların Sırbistan`a açtığı soykırım davasında aldığı karar, uluslararası hukukun emperyalizmin emrinde ve güçlü zalimlerin güdümünde olduğunu göstermiştir..
Bu karar görünüşte, Sırbistan devletini soykırım yapmak, planlamak veya soykırıma teşvik etmek suçlarından aklarken, Belgrad`dan Ratko Mladiç ve Radovan Karaciç`i USSM`ye teslim etmesini istiyordu.
Bu karar aslında, herhangi bir uluslararası mahkemenin hangi zihniyetin otoritesi altında bulunduğunu simgeliyordu; aynı zamanda gizli bir pazarlık teklifi de içeriyordu. Bu pazarlığın şartlarına göre, aklanmasının karşılığında Sırbistan, MOSSAD’ın resmen şube açmasına izin veriyordu.
Bosna Hersek`in Uluslararası Adalet Divanı`nda açtığı dava, tarihte bir devletin diğerini soykırımla suçladığı ilk örnekti. Aynı zamanda, daha ziyade uzun süreli sınır anlaşmazlıkları, egemenlik ve uluslararası hukukun daha `kolay` alanları gibi konularda hakemlik yapmaya alışkın olan Uluslararası Adalet Divanı`nın karşılaştığı ilk soykırım davası oluyordu…
Yargılama ile Srebrenitsa`nın 7 bin kurbanının, davalarını savunacak bir uluslararası forum bulunduğu sanılıyordu. Ama bütün dünya aldanıyordu ve hiçe sayılıyordu…
Türkiye’nin Siyaset Kültürü ve Demokrasi
Bugün Türkiye’de demokrasinin işleyişinde önemli sorunlar yaşanmaktadır ve sistem tıkanmıştır. Bu sorunların nedenleri, siyasal sistemin işleyişinden başlamakta; hukuk devleti ilkelerinin uygulanamamasına, adaletsiz gelir dağılımına, hak ve özgürlükler üzerindeki baskılara kadar uzanmaktadır.
Demokrasilerin gelişmesinde, siyasal kültür ve onun ahlaki kökleri önemli bir rol oynamaktadır. Siyasal kültür demokrasiyle uyum içinde olduğu zaman, demokratikleşmenin önündeki engeller daha kolay kalkmakta, demokrasi gelişip büyüyecek zemin bulmaktadır.
Siyasal kültürü: “insanların içinde yaşadıkları toplumun yönetimiyle ilgili algı, ilgi, bilgi, değer ve eylemleri ile bunları etkileyen maddi ve manevi şartların bütünü” olarak tanımlanmak lazımdır.
Siyasal kültür genellikle, bütünsel kültürün siyasal yönleri olarak da algılanmaktadır. Böyle bir yaklaşıma katılmayan Duverger, siyasal kültür kavramını daha açık bir hale getirmek için onun bütünsel, yerel ve alt kültürlerle ilişkilerinin kurulması gerekliliğini vurgulamaktadır.
Bir toplumun siyasal kültürü, toplum üyelerinin siyasal nesneler karşısındaki değerleri ve yönelimleriyle, siyasal semboller hakkındaki ampirik inançlarından oluşmaktadır. Siyasal kültür bir yandan kamusal olaylardan diğer yandan da özel deneyimlerden beslenmektedir. Siyasal kültür, bir toplumun temel siyasal değerlerine de biçim vermektedir.
Almond ve Verba 1958/1963 yılları arasında ABD, İngiltere, Almanya, İtalya ve Meksika’da yaptıkları araştırmada “siyasal kültür demokrasinin gelişmesine destek mi yoksa engel mi oluyor?” sorusuna cevap aramışlardır. Araştırma sonucunda üç ayrı siyasal kültür düzeyi saptanmıştır: Yerel kültür, tebaa kültürü ve katılımcı kültür. Bu sınıflamada katılımcı kültür tipinin olduğu ve yaşandığı toplumlarda demokratik işleyişin de varlığı saptanmıştır. Katılım, seçme, denetleme, ilgi ve bilgi sahibi olma gibi davranışlar çoğulcu ve katılımcı kültürlerde görülmektedir.
Ülkemizdeki siyasal kültür ortamına baktığımız zaman çok ciddi eksiklikler hemen göze çarpmaktadır. Bu eksiklikler de öncelikle siyasal kültürümüzün “bize özgü” olan niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Siyasal kültürümüzün belli başlı özelliklerini İlter Turan, “Türkiye’de Demokrasi Kültürü” isimli makalesinde şöyle sıralamaktadır:
* Toplumumuz kendini dayanışmacı bir cemaat olarak algılamaktadır. Toplum kendi içinde yeterince farklılaşmamıştır. Herkes kişiliğini topluluk içinde bulduğu, topluluk dışında algılayamadığı bir bütün olarak görmektedir. Bu durum da siyaset alanını yakından etkilemektedir. Farklılaşmanın ifadesi güçleşmekte, farklılaşmanın dile getirilmesi bölücü bir eylem olarak değerlendirilmektedir. Düşünce üzerine sınır koyma eğilimleri de artmaktadır. Toplumda ortalamadan sapan davranışlara ve görüşlere karşı hoşgörüsüz bir tutum takınılmaktadır.
* Toplumsal hayatımız, sosyal, siyasi, iktisadi ve diğer alanların ayrışmadığı bir bütün olarak algılanmaktadır. Bu algılama sonucu toplumsal hayatın bütün alanları siyasetle ilgili görülmekte ve siyasetin müdahale alanının kapsamı çok genişletilmektedir. Demokratik sisteme taşıyamayacağı kadar büyük yükler yüklenmektedir. Toplumda siyasetin sınırı bu anlayış yüzünden belli değildir. Vatandaş hertürlü isteğinin devlet tarafından karşılanmasını beklerken, devlet de kendisinde her alana sınırsız müdahale hakkını görmektedir. Hertürlü isteğin devlet tarafından karşılanmasının beklenmesi beraberinde herşeyin siyaset aracılığıyla elde edilebileceği düşüncesini de getirmektedir. Bu da demokrasinin işleyişini zorlaştırmaktadır.
* Toplumumuzda merkezi devlet dışında, özerk kurumlar veya topluluklar yeterli düzeyde bulunmamaktadır. Devlet, kendisi dışındaki kurum, kuruluş ve topluluklar karşısında kayıtsız bir üstünlüğe sahip olarak görülmekte, bunlar devlete tabi olması gereken birimler olarak değerlendirilmektedir. Halbuki, demokrasilerde özerk kurum ve topluluklar devletin desteğine, onayına gerek duymaksızın varlıklarını sürdürebilmekte, siyasal sürece kendi inisiyatifleriyle katılabilmektedirler.
* Siyasal kültürümüzde ayrıca “siyasal seçkincilik” anlayışı da görülmektedir. Siyasal seçkincilik, belirli nitelikleri haiz kişilerin toplumu yönetmekte özel hak sahibi olduğuna ilişkin bir anlayıştır. Merkezden değişim modeli, niteliği itibariyle, seçkinci bir toplumsal değişme modelidir. Bu modelde toplumsal değişmenin öncülüğünü bürokrasi ile aydınlar yapmakta ve bunlar doğruyu, iyiyi, güzeli kendilerinin bildiklerini varsaymaktadırlar. Oysa günümüzde böylesine “merkezden değişim modeli” terkedilmiştir. Türkiye’de özellikle bürokrasinin hâlâ böyle bir işleve sahip olduğu görülmekte; gelişmiş demokrasilerde kamu hizmetkarı niteliği ağır basan bürokratlar ülkemizde devletin topluma göre üstün bir konumda olduğu ideolojisini ön plana çıkarmakta ve bu davranış da toplum tarafından ne yazık ki fazlaca yadırganmamaktadır. Bu da siyasal kültürümüzde demokrasiyi zedeleyen önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.
Görüldüğü gibi siyasal kültürümüzün farklı düşünce ve fikirlere tahammülü olmayan, bürokratik ve masonik gizli dikta yapılanmasını aşamayan, rejimi merkez alan, özgürlükleri baskı altında tutmaya çalışan yapısı nedeniyle, ülkemizde demokratikleşme yönünde kağıt üzerinde birtakım düzenlemeler yapılsa da bunların hayata geçirilmesinde ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Demokrasi kültürünün ülkemizde yerleşebilmesi için öncelikle mevcut siyasal kültürümüzün bu hastalıklarından kurtulması, hatta kanserleşen urların atılması lazımdır.[2] Çünkü felçli ve yamuk ellerle ve eğri bir cetvelle, doğru çizmek imkânsızdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Yrd. Doç. Dr. Birol Ertan / Milli Gazete / 12.03.2007
[2] Abdullah Özkan / Milli Gazete
|