|
Îkaz Görünümlü İlahî İltifatlar
Münkirlerin Kınamalarına Karşı
“İtap ayetleri” arasında sayılan beyanlardan biri de; “Ey Peygamber, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeye devam et, kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Ahzab, 33/1) mealindeki ayet-i kerimedir. Şayet, bu ilahî kelamın Ahzab sûresinin ilk ayeti olduğu ve mezkur surenin muhtevası gözönünde bulundurularak şümullü bir değerlendirme yapılırsa, burada da asla bir kınamadan bahsedilemeyeceği görülecektir.
Ahzab sûresi bir kısım içtimaî esasları bildirmekte, zıhar gibi bâzı batıl gelenekleri kaldırmaktadır. Rehber-i Ekmel’e karşı mü’minlerin davranışlarının nasıl olması gerektiğini, hakiki mü’minlerin vasıflarını, münafıkların karakteristik özelliklerini, tesettür meselesine ve aile hayatına dair bazı hususları anlatmaktadır. Dolayısıyla, “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!” hitabı, Ahzab savaşı ile hınçlarını alamayan münkirlerin ve münâfıkların Hazreti Zeyneb ile izdivaç meselesi bahanesiyle koparacakları fırtınaları, yayacakları yalanları, hazırladıkları çeşit çeşit saldırıları haber veren ve Rasûl-ü Ekrem’e hak bildiği yolda sabit kadem olmasını ihtar eden ilahî bir emirdir. Evet, bu sûrede inkarcıların ve münafıkların dedikodularına sebep olacak bazı hükümler indirileceğinden dolayı Allah Rasûlü daha ilk ayetle te’yid edilmiş ve ona “Kafirlere ve münafıklara uyma. Onların sözlerine kulak verip de görevini yerine getirmekten endişe duyma!..” denilmiştir.
Şu kadar var ki; eğer Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, -farzımuhal- nübüvvetle serfirâz olmayan, mücerret bir ideal ve aksiyon adamı gibi davransaydı, kendisine dehalet etmek isteyen bazı insanların düşüncelerine mümâşat ve mülayemet gösterebilir ve onları kendisine bağlamaya çalışabilirdi. İnsanların iman etmeleri konusundaki fevkalâde hırsından dolayı, onları da kazanabilmek için bazı münkirlerin bir kısım imtiyaz taleplerini muvakkaten kabul edebilirdi.
Allah Teâlâ, imana davet mevzuunda Rasûl-ü Kibriyâ’ya bazı ipuçları vermişti; neyi nasıl emredeceğini, hangi meseleyi ne şekilde yasaklayacağını ve insanları ne suretle Din-i Mübîn’e çağıracağını öz ve esas itibarıyla bildirmişti. Fakat, bir kısım meseleler de vardı ki, O’nun içtihadına bırakılmıştı. Gerçi, o içtihadlarda -gayr-i metluv da olsa- yine mutlak surette bir vahy-i ilahî ya da bir ilham-ı ilahî söz konusuydu; evet, bazı hususlar O’na doğrudan doğruya ve kelimesi kelimesine ifade edilmemişti ama hak ve hakikat bir nüve halinde içine atılmıştı. Bir yönüyle, o nüveyi açma, büyütme, şekillendirme, değerlendirme ve ifade etme mevzuu kendisine bırakılmıştı. Allah Rasûlü, çok defa o türlü malzemeleri o üstün fetanetiyle bizzat kullanır; işin içine kendi tasarrufunu ve içtihadlarını da katardı. İşte, Allah Teâlâ, beşerin hidayete ermesi için kıvrım kıvrım kıvranan Müşfik Nebi’nin bir kısım meselelerde ortaya koyması muhtemel içtihadı bildiğinden dolayı daha baştan O’na “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!” demiştir. Bu itibarla, şayet söz konusu ayetin bir îkaz ihtiva ettiğinden bahsedilecekse, bunun bir kınama olarak değil, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beşerin kurtuluşu için çırpınıp durmasını takdir ve münkirlere karşı onu te’yid şeklinde anlaşılması gerekmektedir.
Ezcümle; Sakîf kabilesinden bazıları, İslam’ı kabul etmelerine karşılık olarak bir kısım imtiyazlar istemişler; Allah Rasûlü’ne müracaatla, kendilerinin bazı vecîbelerden muaf tutulmalarını talep etmişlerdir. Sıradan bir ideal ve aksiyon adamının o türlü isteklere kayıtsız kalması ve muhataplarının kendinden uzaklaşmalarını göze alması çok zordur; çünkü, insan fıtratında her şeye rağmen taraftar toplama gibi zaaflar vardır. Fakat, İnsanlığın İftihar Tablosu, her türlü zaaftan korunmuş bir rasûldür. O’nun gayesi, insanları kendine değil, Allah’ın (celle celâluhu) dinine bağlamaktır. Öyleyse, Rasûl-ü Ekrem’in, dini bütünüyle kabul etmeyen Sakîflilere taviz vermesi ve onların hatırına dinin ahkâmını değiştirmesi imkansızdır.
Nitekim, mevzuyla alâkalı ayet-i kerimede, Sakîf kabilesinin isteklerine karşılık Allah Rasûlü’nün takındığı kesin tavır ortaya konmaktadır: “Eğer Biz seni yüce ve yüksek dağlar gibi tesbit etmeseydik, evet, mehip dağlar misillü, hakikatin içine bu kadar kök salmanı sağlamasaydık, az da olsa onlara meyledebilirdin.” (İsrâ, 17/74) denilmektedir. Demek ki, Ferîd-i Kevn ü Zamân (aleyhissalatü vesselam), öyle sağlam bir iman zeminine oturmuştur ki, O’nun bulunduğu yerde bir toprak kaymasından bahsetmek mümkün değildir.
Allahu a’lem, bu ilahî beyan şu manalara gelmektedir: Eğer, Biz bütün davranışlarını vahyin kontrolü altına almasaydık ve sen başkaları gibi, dini tebliğde yalnızca akıl ve mantık yolunu tutup gitmiş olsaydın, senin de “Ben, bunları böylece kabul edeyim; sonra onları yavaş yavaş dine ısındırır, tam ve kâmil mü’min olmalarını sağlarım.” diye düşünmen ihtimal dahilindeydi. Fakat, sen kat’iyen böyle bir mülahazaya girmedin. Ne var ki, böyle bir düşünceye meyletmemen, Bizim tesbitimiz sayesindedir. Biz, seni bir an dahi kendi başına bırakmış değiliz ki, sen onların taviz taleplerine meyletmiş olasın!..
Ayrıca, sen, cibilliyet itibarıyla, insanların hidayetine karşı çok hırslısın ve sinesi herkese açık bir insansın. Onlara da sineni açmak istemen, senin bu engin şefkatinin muktezasıdır. Şayet, sen sadece o derin şefkatin zaviyesinden karar verecek olsaydın, onların hidayeti adına, getirdikleri teklifi muvakkaten kabul eder ve onları hidayet kapısından geri çevirmezdin. Fakat Biz sana bütün duygularında istikamet ve ölçü verdik. Böylece seni ifrat ve tefritten koruduk. Şefkatin ifratı, seni onlara meylettirebilirdi; fakat Bizim korumamız sayesinde sen, onlara meyletmedin; şefkatte de dengeyi gözettin. Çünkü, sen kime, ne zaman ve ne ölçüde şefkatli davranılacağını çok iyi bilmektesin. Onun için, merhametini ilâhî merhametin önüne geçirerek bir sapık düşünceye taviz vermekten berîsin!..
|