|
Hazreti İbrahim (a.s)
I. BÖLÜM: TEVRAT, İNCİL VE KUR’AN-I KERİM DE İBRAHİM :
1. Kur’ân-ı Kerim’de Yahudi ve Hiristiyanların, İbrâhim as. Hakkında Tartışmaları ve İbrâhim’in İslâmlığı (Teslimiyeti) :
“Ey ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin çekişirsiniz? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?”[1]
Süleyman Ateş diyor ki: “Yahudiler ve Hristiyanlar İbrâhim'i kendi ataları biliyor ve kendilerinin onun izinden gittiklerini iddia ediyorlardı. Müşrikler İbrâhim'in soyundan geldikilerini söylüyor ve İbrâhim dininden olduklarını sanıyorlardı. İşte bu ayette İbrâhim'in Yahudi, Hristiyan, yahut müşrik olmayıp Hanîf bir müslüman olduğu vurgulanıyor. Çünkü Yahudilik, Tevratın inişinden sonra, Hristiyanlık da İncil'in inişinden sonra ortaya çıkmış dinlerdi. Öyle ise bunlardan çok önce gelen İbrâhim Yahudi ve Hristiyan olamazdı.” [2]
“İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.”[3]
Süleyman Ateş diyor ki: “İbrâhim'in dini, tek Allah'a teslim olma, O'ndan başka tapılan bir varlık tanımama esasına dayılı tevhid dini olan İslâm idi. Bu bakımdan kâinatın Tanrısını millileştiren Yahudiler de, Allah'a oğul isnadeden, O'nun üç esastan oluşan bir varlık kabul eden Hıristiyanlar da İbrâhim'den düşünce ve inanç bakımından uzak düşmüşlerdi.”[4]
Seyyid Kutub diyor ki: “Onlar Hz. İsa (selâm üzerine olsun) konusunda tartışmışlardı. Aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına çağırıldıkları sırada hukuki birtakım hükümlerde tartıştıkları ve sırtlarını dönüp yüz çevirdikleri de bir vakıa idi. Bu da, Hz. İsa konusu da onların bildiği şeylerin kapsamına giriyordu.
Fakat kendilerinden, kitaplarından ve dinlerinden önceki bir kişi hakkında tartışmanın anlamı nedir? Bu sırf tartışmış olmak için tartışmaydı. Hiçbir dayanağı olmayan bir münakaşaydı. Öyleyse bu, şehevî arzuların heva ve hevesin peşinde sürüklenmekti. Bu durumda olan bir kişinin söylediklerine güven olmaz onun söylediklerine kulak vermek bile gerekmez!
Ayeti kerimeler, onların tartışmalarının temelsiz olduğunu belirtip söylediklerinin güvenilir olmadığını beyan ettikten sonra Allah'ın öğrettiği gerçeği tekrar belirtmeye geçiyor. Bu uzak tarihin gerçekliğini öğreten yüce Allah'tır. Kulu İbrahim'e indirdiği dinin gerçekliğini de bilen O'dur. O'nun sözü öyle nettir ki O'na kimsenin diyeceği olmaz. Delilsiz desteksiz tartışmaya ve münakaşaya kalkışanlar hariç tabi:”[5]
İbrâhim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi.[6]
Abdulvahid Metin Diyor ki: “İbrahim ne yahudi, ne hristiyandı. Çünkü Yahudilik, Musa’nın şeriatından tahrif edilmiş bir dindir. Hristiyanlık da, İsa’nın şeriatından tahrif edilmiş bir dindir. Fakat o, bütün nebi ve rasuller gibi batıl dinleri reddederek Allah’a yönelen, Allah’ın emirlerine kayıtsız şartsız, zahiren ve batınen teslim olan dosdoğru bir müslümandı; namazlarında Kabe’ye yönelirdi, Hak rızası için kurban keserdi, çocukları sünnet ederdi, her hususta itidale riayet ederdi. Allah’a ilahlığında, otoritesinde, mülkünde ve tasarruflarında şirk koşan kimselerden asla değildi!.. Cenab-ı hakk’ın birliğine ve noksansız olduğuna inanmış, yahudi ve hristiyanlar gibi bazı insanlara Allah’ın oğlu diye tapmaktan, Cenab-ı Hakk’a ortak koşmaktan her bakımdan uzak bulunmuştu. Artık o kutsal yüce peygamberin yahudi veya hristiyan olması nasıl iddia edilebilir?”[7]
Seyyid Kutub diyor ki: “İbrahim (selâm üzerine olsun) dosdoğru bir müslüman olduğuna ve müşriklerden olmadığına göre, hiçbir yahudinin veya hıristiyanın yahud da bir müşrikin O'na varislik iddia etme hakkı olamaz. O'nun inancından uzak oldukları halde O'nun dinine bağlı olduklarını söylemelerinin anlamı olmaz. İnanç, İslâmda insanların üzerinde birbiriyle buluştuğu ilk bağdır. Burada insanları birbirine bağlayan bağlar; soy, kabile, ırk ve vatan değildir. İman edenlerin üzerinde buluştuğu bu bağ sağlamlaştığında insanlar; artık, soy, kabile, ırk ve ülke bağlarıyla birbirine bağlanmazlar. İslam'a göre insan özü itibariyle insandır. Bu nedenle insan, kendisindeki özün en özel niteliklerine varıncaya kadar inanç üzerinde buluşabilir. İnsan, hayvanlar gibi toprak, ülke, ot, otlak, sınır ve ırk üzerinde buluşmaz. Birey ile birey arasında, topluluk ile topluluk arasında, insanlardan bir nesil ile başka bir nesil arasındaki dostluk; inanç bağı dışındaki hiçbir bağ üzerinde kurulamaz. Müminin mümin, ilk müslüman cemaatın müslüman cemaat ile zaman-ve mekan sınırlarının ardından soy ve kan bağının, ırk ve ülke sınırlarının ötesinde, müslüman neslin müslüman nesiller ile buluşmasını sağlayacak, onları birbirinin dostu olarak bir araya getirecek bağ, yalnız ve yalnız inanç bağıdır. Bunların bütününün yanında Allah hepsinin dostudur.”[8]
İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah müminlerin dostudur.[9]
Süleyman Ateş diyor ki: “Bu ayette de O'na yakın olanlar, kendisinin izinde gidenler, onun getirdiği tevhid dinini tazeleyen bu Peygamber ve Tevhide inanan insanlardır. Ayetlerde gerçek hidayetin, Yahudi, yahut Hıristiyan olmakla değil, tevhidi getirmiş olan İbrâhim'in izinden gitmek olduğu vurgulanıyor.”[10]
Seyyid Kutub diyor ki: “Sağlığında Hz. İbrahim'e uyanlar, O'nun yolu üzerinde yürüyenler, ve O'nun sünnetini esas alanlar O'nun dostlarıdır. Sonra İslam'da onunla buluşan şu peygamber, Allah'ın şehadetiyle de şahitlerin en doğrusudur. Sonra bu Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) iman edip İbrahim'le (selâm üzerine olsun) sistemde ve yolda buluşanlar da O'nu izleyenlerdir.
"Ve Allah, müminlerin dostudur."
Onlar, kendilerini Allah'a izafe eden, O'nun sancağı altında birleşen, O'na bağlanan ve O'ndan başka hiç kimseye bağlanmayan Allah'ın hizbidir. Onlar bir ailedir. Bir tek ümmettir... Nesiller ve asırların ötesinde yurt ve vatanların ötesinde ulusların ve ırkların ötesinde evlerin ve boyların ötesinde bir ümmet!..
Bu tablo, insanın yapısına uygun düşen en ideal toplum tablosudur. Onları hayvan sürülerinden ayıran özellik de budur zaten. Bu, aynı zamanda gizli veya açık zincirlere vurulmadan toplanmaya izin veren biricik sosyal yapıdır. Çünkü buradaki bağ iradeye bağlıdır. Herkes kendi isteğiyle bu bağı çözme özgürlüğüne sahiptir. Bu bağ inançtır. Kişi kendisi onu seçer ve iş biter... Buna göre eğer toplumsal yapının temeli ırki olursa insan ırk değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli millet olarak alınırsa, insan milletini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli renk olursa insan rengini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli dil olarak alınırsa, insan zorluğa katlanmadan dilini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli sınıf olarak alınırsa, insan kolay kolay sınıfını değiştiremez. Hatta Hindistan'daki Kast sistemi gibi sınıflarda babadan oğula geçiyorsa insan bunu asla değiştiremez. Bu nedenle sürekli olarak insanın toplumsal yapılanması önünde bu tür engellere rastlanacaktır. İnsanların toplumsal yapılanma temeli, insanın bireysel yönelişlerine terk edilen; bireyin kendi aslını, rengini, dilini, sınıfını değiştirmeden rahatlıkla değiştirebileceği ve buna bağlı olarak safını seçebileceği düşünce, inanç ve yaklaşım bağı üzerine kurulduğunda ancak mesele çözülebilir.
Bu niteliği toplumsal yapının esası kabul etmek insana bahşedilen bir şeref olmasının yanında, O'nu hayvan sürüsünden ayıran en değerli unsurlarıyla da ilgili bir meseledir!
İnsanlık ya İslâm'ın öngördüğü biçimde insanca yaşayacak ruhun azığı, gönlün huzuru ve bilincin bir işareti üzerinde bir araya gelecektir... Ya da toprak sınırları, ırk ve renk sınırları ardında paramparça hayvan sürüleri halinde yaşayacaktır. Aslında ikinci türdeki sınırların hepsi otlakta bir sürünün diğerine karışmasını önlemek amacıyla hayvanlar için belirlenen sınırlardır.”[11]
Mahmut Toptaş diyor ki: “Allah İbrahim’e en yakın olanın ona uyan olduğunu söylüyor. Biz İbrahim’in ve Muhammed’in (s.a.v.) yolundan gidebiliyorsak, onlara yakın oluruz. Fatih’in nesliyiz diyenler, Fatih’in İstanbul’u elinden aldığı Hristiyanlara uymasınlar ki sözleri doğru olsun.”[12]
“Andolsun ki biz, Nuh'u ve İbrâhim'i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır.[13]
Süleyman Ateş diyor ki: “Bu ayette Nuh'un ve İbrâhim'in elçi olarak görevlendirildiği, peygamberliğin ve Kitabın, bu ikisinin nesli içinde sürdüğü; ama bunların nesilleri içinde iyilerin yanında pek çok kötünün de bulunduğu belirtilmektedir.”[14]
“Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? Oysa İbrâhim soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik.”[15]
Süleyman Ateş diyor ki: “Bu ayetlerde Peygamberi kıskanın, ona hased eden Kitap ehline ve başkalarına, Allah'ın, İbrâhim soyuna Kitap, hikmet ve büyük bir mülk (hükümdarlık, krallık) verdiği belirtilmektedir. Bunun anlamı şudur: Allah, İbrâhim soyundan gelen İsrailoğullarına Kitap ve Hikmet vermiş, onlar arasından Musa, Harun, İsa gibi peygamberler; Davud, Süleyman gibi kral peygamberler verip onları çevrelerine egemen kıldığı gibi, yine İbrâhim soyundan gelmiş olan Hz Muhammed'e de Kitap ve hükümdarlık vermiştir. İnsanları kıskanmanın, peygamberliği ve hükümdarlığı sadece kendilerine özgü görmenin ne gereği vardır. Kimse Allah'ın dilemesine ve lütfuna engel olamaz.”[16]
Seyyid Kutub diyor ki: “Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru, öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar?
Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere!
Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek Hz. İbrahim'e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki, egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah'a verdikleri sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra sapması, kâfir olması yakışık almaz.”[17]
Mahmut Toptaş diyor ki: “Bu ehli kitap, herşeyin en iyisine kendilerinin layık olduğuna inandıklarından yeryüzündeki nimetlerin kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri gibi gökyüzü nimetinden olan kitabın, peygamberliğin ve hikmetin de kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlar. Kendilerinden başkasına peygamberlik gelince de hemen hased ediyorlar. Bugünkü yahudi ve hristiyanlar da 1400 sene önceki atalarının yolunda devam edip hasetlerini sürdürüyorlar. Filistin’de kimsesiz bıraktıkları çocukların Allahu Ekber demeleri karşısında küçüldüklerini, ezildiklerini hissediyor ve hristiyan imparatoru Amerika’dan müslüman çocukları öldürmek için yardım istiyor.”[18]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Kur’an-ı Kerim; Al-i İmran, 3/65.
[2] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: .9/143.
[3] Kur’an-ı Kerim: Al-i İmran, 3/66.
[4] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: .9/143.
[5] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 2/104.
[6] Kur’an-ı Kerim: Al-i İmran, 3/67.
[7] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet.
[8] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 2/104-105.
[9] Kur’an-ı Kerim: Al-i İmran, 3/68.
[10] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: 9/143.
[11] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 2/105-106.
[12] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 2/67.
[13] Kur’an-ı Kerim: Hadid, 57/26.
[14] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: 9/158.
[15] Kur’an-ı Kerim: Nisa, 4/54.
[16] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: .9/157.
[17] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 2/511.
[18] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 2/273-274.
|