Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01-17-2009, 16:18   #64
Kullanıcı Adı
Cmbmlu
Standart
Kaşgarlı Mahmud, 11. Yüzyılda Divanu Lügati Türk adlı eserinde Türk boylarının, çocuklarının dahi şarap içtiğini söyler.

İslamiyet'in kabulü ile şarap yasaklandıysa da Hayyam'dan Mevlana'ya dek tasavvufçular şaraba methiyeler düzmüşlerdir. Nedim, 17. Yüzyılda şu dizelerle methiyeler düzüyordu şaraba:
"Haddeden geçmiş nezaket yal ü bal olmuş sana,
Mey süzülmüş şişeden ruhgar-I al olmuş sana ."
(İncelik haddeden geçmiş,boy pos olmuş sana, Sırça kaptan şarap süzülmüş, kırmızı yanak olmuş sana.)
Çok mu beğenmişim kendimi? Ee...Zeus'un oğluyum...
Ah çapkın babam...Gene bir gün Olympos'daki tanrı işlerinden sıkılmış,dünyaya inmiş, Hera'nın dırdırından kaçmak için. Bir ormana girmiş gezerken, yüreğinin sesi miymiş acaba onu o ormana sokan, yoksa babamdan da büyük bir güç müymüş bilmiyorum ama iyi ki de girmiş. Dalgın dinlerken ormanın binbir sesini annemi görmüş. Güzel Semele...Hiçbir ölümlü dili yetmez onu betimlemeye, tüm diller susar o şarkı söylerken; ve tarihin, benim bile bilmediğim kadar kadim tarihin en güzel sesleri yankılanır o konuşurken, karanlıklar hapsolur ışığa, geceyse güne karışır..."
Yine içki dahil birçok yasağın kol gezdiği IV. Murad döneminde, sultanın şarabı kendisine yasaklamadığı biliniyor. Tanzimat döneminde Anadolu'da şarapçılık tekrar gelişiyor. Fransa'daki Floksera (asma hastalığı)nedeni ile sadece İzmir'den 7 milyon litre şarap ihraç olunuyor. 1913 senesinde 42 milyon litrelik üretim, savaş arifesi için ilginç bir ilginç bir rekor olmuştur. Cumhuriyetle birlikte gerek devlet (Tekel İdaresi) gerekse özel sektör yeni bir atağa geçer.
"Ve gönlünü çalmış babam güzeller güzeli annemi. Annemse ilk defa aşık olmuş o gün, hem de aşkların en güzeliyle, en durusuyla. Aşkının büyüsüyle bana hamile kalmış o gün.
Ama Hera...Ah kıskanç Hera aramızda kalsın Pan bile sevmez Hera'yı; babamıysa nasıl tavladığı hala bir sır, hakkında yüzlerce dedikodu türetilmiş ve hala türetilmeye devam edilen bir gizemdir Olympos'da...Arada bir zaman geçmiş, babamın çapkınlığı, Selene'nin güzelliği ta Olympos'a kadar gelmiş. Hera'nın kulakları Olympos'daki her dedikoduyu duyar hele bir de kendi işin içindeyse. Dedikoduları duyan Hera, tez dünyaya atmış kendini. Bir hemşire kılığında annemin karşısına çıkmış. Ve zavallı annemiyse kandırması hiç zor olmamış. Zeus'tan tüm gücünü göstermesini istemesini söylemiş aynı Hera'ya gösterdiği gibi. 'Sana aşıksa gösterir' demiş. Dünyalar güzeli annem inanmış ona. Ee, Hera bu, tüm hilelerin, tüm oyunların, tüm dalaverelerin tanrısı, annemse, her ne kadar Olympos'un en yakışıklı adamının kalbini çalsa da yalnız bir ölümlüymüş o zamanlar..."
Son 5 yıldır Türk Şarapçılığı ise 5000 yıllık şarap mirasına yakışır atılımlar içinde. Özellikle Gelibolu-Çanakkale çevresindeki girişimler gelecek vaad ediyor. Bunların öncüsü, Türkiye'nin Fransız üzümlerinden üretilmiş ilk varietal/monocépage şarabı Sarafin. Gönül istiyor ki böyle girişimler çoğalsın ve Anadolu şarabı dünya vitrininde hakettiği yeri alsın.

Ve Zeus'un tanrısal ateşi Selene'yi aşağıdaki dünyaya indirdi. Zeus omuzlarından, bir üzüm salkımı içinden doğdum ben. Boğa boynuzlarımda yılanlar oynaşıyordu doğduğumda. Sonra Hermes beni, Hera'nın gazabından korumak için teyzem Ino'ya verdi. Bana kız giysileri giydirip, kız gibi büyüttüler beni, sırf Hera bulamasın diye izimi."
Sevgilinin güzeli gül, içkinin güzeli şarap kokar...Bazen şairlere ilham, bazen tablolara renk olmuştur şarap. Plutharc'a göre içkilerin en faydalısı, ilaçların en tatlısı ve yemeklerin en lezzetlisidir şarap; Sokrat'a göre; çok güzel ama dozu kaçırılmadan içilmesi gereken bir içkidir şarap; Hipokrat'a göre su ile karıştırılınca başağrısına, sindirim bozukluklarına, siyatiğe, ve ödeme iyi gelen bir ilaçtır şarap;Büyük doktor İbni Sina ayda iki kere sarhoş olmanın yararı olacağını savunmuştur; kimyacı Louis Pasteur'se şarabın en iyi ve sağlıklı içki olduğunu vurgulamıştır.
"Ve büyüdüm...Hera'nın yalan gözleri bana hiç zarar veremedi. Belki babamdan korkmuştur aramaktan vazgeçmiştir;hiçbirşeyden korkmaz öyle kolay kolay ama... Belki de onca entrikanın içinde unutmuştur beni.
... Ve sonra yolculuklara çıkmaya başladım. Yarı insan yarı tanrı ben -babam sağolsun türümün tek örneği değilim - dünyayı gezmeye başladım; o, çok sevdiğim insanları tanıdım. Kabaran okyanusları gördüm, şiddeti tanıdım;savaşın ardından ağıt yakan kadınların sesine kulak verdim, acıyı ve merhameti öğrendim; gün doğmadan balığa çıktım Ege'nin sularında, sabretmeyi öğrendim; nice savaşlar gördüm, Arşipel'in yıkılışından Truva Zaferi'ne değin, ölümü, ölümün gözündeki korkuyu gördüm; hayvanlarla arkadaş oldum, insanlarıysa hep ama hep sevdim; kahrolası tanrılarıysa hiç sevemedim...Durun kızmayın bana, biliyorum, haklısınız, ama bazen kendimi bile sevmiyorum..."
Anadolu'da şarabın tarihi işte böyle. Şarabın evrensel tarihiyse gene Anadolu'yla, topraklarımızla kesişiyor: Şarap Tarihi Prehistorik (Tarih Öncesi) Çağa kadar uzanmaktadır. Anadolu'da Hititler ve Mısır'da Mısırlılar şarap kültürünü başlatan toplumlardır. Daha sonra şarapçılık ve bağcılık Ege kıyılarındaki Yunanistan, İtalya, Fransa ve İspanya'ya kadar yayılmıştır.
Şarap Hititler'de para eden ticari bir maldır. Anadolu'nun güney sahillerinde yaşayan Fenikeli gemiciler, şarabı önce Ege sahillerinden, adalara ve Yunanistan'a taşıyıp büyük paralar kazandılar. Şarap nakli, güneyde Fenikeliler, kuzeyde ise Trakyalılar tarafından sağlanıyordu. Hitit şaraplarının Asurlu tacirlerin yardımı ile Mezopotamya Bölgesi'ne geçtiği de bilinmektedir. Asurlu tacirler 250-300 eşeğin bulunduğu kervanlarla şarap naklini gerçekleştiriyorlardı.
MÖ 1500 yıllarında Orta Yunanistan'da bağcılık ve şarapçılık gelişmeye başlamış ve MS 900 ortalarında şarap, ekmek kadar gerekli bir ihtiyaç maddesi haline gelmişti. Anadolu'da yetişen üzüm asmasının Fransa'ya geçişi MÖ 600 yıllarında Euxenus isimli Foçalı bir gemicinin sayesinde olmuştur. Hıristiyanlığın Avrupa'da yayılması sonucu, İsa'nın kanı olarak kutsal hale gelen şarap, Roma Devri'nde de gelişimini sürdürmüş ve kiliseler sayesinde tüm Avrupa'ya yayılmıştır.
"İşte bu yolculuklarımdan birinde, Nysa'da, şarabı keşfettim. Kızgınlıkla vurduğum topraktan kırmızı bir sıvı fışkırdı. Toprağın insana en büyük hediyesidir aşk..."
Şarabın bu resmi tarihinin yanında bir de en az gerçek tarihi kadar ilginç efsanevi bir de tarihçesi var:Nuh Peygamber, tufandan sonra hayvanları ile Ağrı Dağı eteklerinde yaşamaya başlar. Karınlarını doyurmak üzere civarda dolaşan hayvanlardan keçinin bir gün olağanüstü neşeli döndüğünü görür. Bu hal günlerce devam edince Nuh Peygamber keçisinin peşinden giderek, bu durumun yediği bir meyveden kaynaklandığını keşfeder. Kendisi de bu meyveyi çok beğenir ve hayatı pespembe gösteren üzüm suyunun müptelası olur. Nuh Peygamberi mutlu gören şeytan, onun neşesini kıskanarak, alevli nefesi ile asmaları kurutur. Nuh Peygamber üzüntüsünden yataklara düşünce, efsane bu ya, şeytan insafa gelip, bu meyveyi yeniden canlandırmak için ne yapılması gerektiğini söyler. Eğer meyvenin kökü açılır ve hayvanlardan yedisinin kanı ile sulanırsa, asma canlanacaktır. Aslan, kaplan, köpek, horoz, saksağan ve tilkiden oluşan kurbanlar seçilip, üzüm, kanları ile sulanır ve bir yıl sonra bitki tekrar canlanır,yaprak ve meyve vermeye başlar. Şarapla sarhoş olan kimselerin davranışları incelendiğinde, bu yedi hayvanın karakterini taşıyan haller görülür. Kah aslan gibi cesur, kah kaplan gibi yırtıcı, ayı gibi kuvvetli, köpek kadar kavgacı, tilki gibi kurnaz, saksağan gibi geveze olurlar.
İran efsaneleri ise üzüm ve şarabın keşfedilmesini başka bir şekilde anlatır: Şarabın ilk defa Pişdadiyan sülalesinin ünlü hükümdarı Cemşit zamanında üretildiği söylenir. Cemşit, bol bol asma diktirerek, meyvelerinin halka dağıtılmasını emreder. Mahsül çok bol olunca, kışa saklamak üzere kaplarda muhafaza edilen üzümler, değişik bir lezzet alır, üstelik şırası da acımtıraktır. Bu suyu zehirli sanıp içmezler. Rivayete göre, Cemşit'in en gözde ve güzel cariyesi şiddetli baş ağrısından dolayı canından bezmiştir. Ölüp kurtulmak için bu kaplardaki zehirli sudan içip, hayatına son vermek ister. Fakat içtiği zehir, onu öldüreceğine diriltir, üstelik neşe içinde derin bir uykuya dalar. Uyandığında baş ağrısı kalmamış, vücudu ve ruhu dinlenmiştir. Durumu Cemşit'e anlatır ve hükümdar ve sevgilisi ömür boyu "Ab-I Hayat" tan (Hayat suyu) içip, neşeli ve mutlu yaşarlar.
"Ve ben Dionysus...Bereketin tanrısıyım...Tanrılar korkun benden; ölümlüler ben sizin yanınızdayım. Ben katliamın tanrısıyım; ben eğlenceyim;ben ikilemim; ben en kadim deliyim...Ama yoruldum, çok yoruldum...Tüm bu deliliklerden; renklerin büyüsünden, seslerin tınısından, kokuların ahenginden yoruldum...Az kaldı;yakında ölümlü olmayı ve ölümü seçeceğim. Bir tek bilmek inanmak istiyorum, bekliyorum; bensiz de deliliğin devam edeceğine; bensiz de hayatın ani ve beklenmedik olacağına ...Hem bu değil mi hayatın en güzel yanı; dün bugünün aynı olsaydı, bugün dün olmaz mıydı...?"
Şarap...İçkilerin en eskisi...Üzümün asaleti, bağbozumlarının geceleri...Yıllandıkça güzelleşen sarhoşluk...Ve bitirirken; şarap deyince Ömer Hayyam, Ömer Hayyam deyince şarap:
Can bir şaraptır, insan onun destisi;
Beden bir ney gibidir, kan o neyin sesi.
Hayyam, bilir misin nedir bu ölümü varlık:
Hayal fenerinde bir ışık pırıltısı.
Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el alem!
Kaynak: Mehmet Karal, Olcay Karaçelebi, insankaynaklari.com, Dinamik Dergisi Aralık 2000 sayısı
Cmbmlu isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla