|
Hava yumuşamış, Çelik amca da konuya kaptırmıştı kendisini. Ben; Çelik amca her ne kadar da çalmayı söylemeyi bırakmışsa da birlikte olmayı arzu ediyordum. Rica ettik. Sağ olsun kırmadı bizleri. Köyün alt başındaki lokantaya gittik. Çelik amca da cümbüşünü getirdi. Bizimle oturdu masaya. O çaldı biz dinledik. Bodrum Hâkimini, Kara Ova Düğününü, Hayıtlı'dan Çıktım adlı parçalarını kendi sesinden kayıt ettik. Yeni parçalar da okudu. Okuduğu türkülerin hikâyelerini de bir bir anlattı...
Gece hayli ilerlemiş, gitme zamanı da gelmişti. Evli evine köylü köyüne hesabı. Onlar evlerine biz Bodrum'a hareket ettik. Sn. Rasim Eriş ve Erol Köse dostlarımızın gayretleriyle verimli bir çalışmanın huzuruyla türkü çığıra çığıra, kayıt cihazımızdan Çelik amcayı dinleye dinleye Bodrum'a ulaştık. Saat 02 00 olmasına rağmen Bodrum sokakları hâlâ hareketliliğini koruyordu. Otelimize ulaştığımızda Çelik amcanın sesi kulaklarımızdaydı.
Ertesi gün sabah çorbalarımızı içtikten sonra Yatağan'a ulaştık. Yatağanlı mahalli sanatçı Mehmet Topçu ile ilgili çalışmalarımızı da tamamladıktan sonra Ankara'ya döndük.
Böylece Bodrum çalışmaları sona ermiş Hâkim Hanım türküsünün Bodrum perdesi de aralanmıştı. Ama bunun bir de Kütahya'sı vardı. Çünkü kaynakların verdikleri bilgiler ve türkü sözlerinden anladığımız kadarıyla Hâkim Hanım Kütahya'nın Tavşanlı ilçesindendi. Doğrusu bu perdeyi de aralamak gerekirdi. Konuyla ilgili bilgileri almak için Tavşanlı Kaymakamlığı'na mektup yazma, telefon etme gibi çareler üretirken 28. 6. 1998 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı'nın Kütahya'da yapacağı Liseler Arası Halk Müziği Türkiye Finali yarışmalarında seçici kurul üyesi olarak görevlendirilmem "körün taşı" gibi rast geldi. Gökte ararken yerde bulmuştum. Bu vesileyle Tavşanlı'ya kadar gider konuyu orada sorar soruştururum diye plân yaptım.
27 Haziran 1998 tarihinde Kütahya'da idim. Öğretme nevine yerleştikten sonra Bodrum Hâkim'i ile ilgili çalışmaları gerçekleştirmek için araştırmaya başladım. Tavşanlı eski Halk Eğitimi Merkezi Müdürü Sn. Coşkun'un bu konuda bilgisi olduğunu tespit ettim. Sn. Coşkun'la telefonla görüşerek, 29 Haziran 1998 tarihinde Tavşanlı'da buluşmak üzere randevulaştım. Mefharet Hanım'la ilgili de bazı bilgiler aldım. Mefharet Hanım'ın Tavşanlı halkı tarafından çok sevildiğini, Balıkesir Balyalı, ilk görev yerinin Tavşanlı olduğunu, Bodrum'a tayini çıktığında büyük bir uğurlama töreni yapıldığını, yöre halkının arkasından günlerce gözyaşı döktüğünü öğrendim. Ayrıca Hisarlı Ahmet'in Kasetini, Kütahya Türküleri kitabını da temin ettim. Yöre sanatçılarının kasetlerini aldım. Çok kârlı bir gün geçirdim. Hele 29. 6. 1998 tarihindeki randevu işin en kârlısıydı.
28.6.1998 tarihinde Kültür Merkezi Salonu'nda Liseler Arası Halk Müziği yarışmaları yapıldı. Sonuçlar da hemen açıklandı. Solo ve koro olarak yarışan ekiplerin ilk üçe girenlerine ödülleri verildi. Ödül törenin ardından topluca akşam yemeğine gittik. Fakat 19 00 haberlerinde duyduğum Adana depremi perişan etti beni. Lokmam boğazımda kaldı. Apıştım. Aptallaştım. Ne yapacağımı şaşırdım. Zira ben de Adanalı idim. Benden gayrı (eşim hariç ) herkes Adana'da idi. Hemen telefona sarıldım. Ama telefonlar kilitlenmiş, Adana ve
ilçeleriyle hatta Mersinle dahi görüşmek mümkün değildi. Uzun bir telefon mücadelesinden sonra aklıma Ankara'dan eşimi aramak geldi. Belki Adana'dan onu aramışlardır diye düşündüm. Yanılmamışım. Eşimle görüştüğümde kesin olmamakla beraber bizimkilerde ölü ve yaralı olmadığını öğrendim. Aldığım bilgiler az da olsa yüreğime bir su serpti.
Deprem haberini öğrenince randevuyu iptal edip o gece Ankara'ya döndüm. Düşlediğim çalışma da depremin kurbanı oldu. Ama Hâkim Hanım'ın Balıkesir Balyalı olduğunu öğrenmiştim. Tavşanlı araştırmasını yapamadık amma Balya olur diyerek konuyu beklemeye aldım. Balıkesir Bigadiç'te bu işlere aşina ve de türkü sevdalısı bir dostum vardı. Savcı Gökhan Göktaş. Hem onu ziyaret eder oradan da Balya'ya geçerim diye düşünüyordum. Düşüncemi 1998’zi 99’za bağlıyan yılın başında gerçekleştirdim. Hem ziyaret hem ticaret açısından eşimle Balıkesir Bigadiç'e gittik. Çok arzu etmeme rağmen maalesef Bigadiç'ten Balya'ya yol düşüremedik. Ama işin peşini de bırakmadık. Savcı dostum Gökhan Göktaş konuyla ilgili bilgileri muhakkak bana ulaştıracağına dair söz verdi.
Gerçekten de dost Gökhan Göktaş sözünü tuttu. Olağan üstü gayretiyle Balyalı Mefharet Tüzün'le ilgili gerekli bilgilerin bana ulaşmasını ve Balya Belediye Başkanı Sn. Zekâi Bayram'la görüşmemi sağladı. Erdek Nüfus İdaresi'nden temin ettiği nüfus kayıtlarını bana ulaştırdı.
Sn. Zekâyi Bayram'dan, gönderdiği veraset ilâmından, Erdek Nüfus Kütüğü kayıtlarından tespit ettiklerimize göre işte Bodrum Hâkim Mefharet Hanım'ın kısa hayat hikâyesi.
Hâkim Hanımın babası Müftü Halil İbrahim Efendi Vardar göçmenidir. Önce İstanbul'a yerleşir. İstanbul Müftülüğü yapar. İskân yasasından yararlanan Müftü Halil İbrahim Efendi'ye Balıkesir'in Balya ilçesinin Kadıköy'ünün Âsar mevkiinden toprak, Erdek’ten de 800 kök zeytin ağacı verilir. Burada ikamet etmelerine rağmen Erdek kütüğünün Halit Paşa Mahallesi 206 hane,1/85 cildine kayıtlıdırlar.
Müftü Halil İbrahim Efendi'nin eşi Hatice Libas'tan beş çocuğu dünyaya gelir. Bunlar Hafsa Hazire, (1894 -1937 ) Mehmet Bâki, ( 1898–1950 ) Nasiye Zeliha, (1899–1920 ) Ahmet Abdülhadi (1904–1967 ) Fatma Mefharet, (1910-1912 henüz iki yaşındayken ölür) Fatma Mefharet Tüzün'dür (1914 -1954 Bodrum Hâkim Mefharet Hanım)
Mefharet Hanım'ı Bahçıvan veya Asarlı Ahmet olarak bilinen kardeşi Ahmet Abdül- hadi okutur. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminde Hâkim Hanım'ın doğumu 1906 olarak gösterilmişse de Erdek Nüfus kütüğünden aldığımız kayıtlara göre Hâkim Hanım 2.3.1914 tarihinde İzmir'de doğmuştur. Esas adı Fatma Mefharet Tüzün'dür. 1942 yılında verdiği veraset ilâmından Cumhuriyet Savcılığı İstanbul Ceza Evinde Hâkim adayı olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk Fakültesi'ni bitirdiği, ilk göreve nerde ne zaman başladığı tespit edilememiştir. Ancak uzun müddet Kütahya Tavşanlı'da Hâkim olarak görev yapmış, orada da gönüllere taht kurmuş, tayin olduğunda halk arkasından çok gözyaşı dökmüş, büyük bir törenle de 1951 de Bodrum Hâkim'i olarak uğurlanmıştır. İşte bu uğurlamayla Hâkim
Hanımın gönül defterine yeni bir sayfa açılmış, dillere destan olmanın sınırına biraz daha yaklaşmıştır.
At sırtında keşiflere gidişiyle, adaletiyle, dürüstlüğüyle, insanları sevmesiyle gönülleri fethetmiş, ünü Bodrum ve çevresine yayılmış. Bodrum onunla o Bodrum'la güzellikler yaşamış. Her insan gibi sevmiş sevilmiş. Yalnızlığını, sevgisini şarkılarla, türkülerle paylaşmış. Ama ne yazık ki yüreğine düşen sevdaya yenik düşmüş.
Gerek Tavşanlı'da gerekse Bodrum'da gönüllere taht kuran Bodrum Hâkim Mefharet Hanım 1914 yılında başladığı ömür yolculuğuna 18.5.1954 tarihinde son noktayı koymuş. Yakınları almış götürmüşler cenazesini Bodrum'dan. Mezarı belki Balya, belki Erdek, belki de İstanbul'da.
İşte o gün bu gün Mefharet Hanım öleli tam 45 yıl olmuş. Dile kolay. Bir değil, beş değil 45 tane yıl. Ömrün yarısından fazla. Ama yıllar unutturamamış onu. Zaten hiç ölmemiş ki. Sevenlerinin gönlün de hep yaşamış...
O artık bir efsane. Ölmeden bir gün önce, gece Milas’a Bestekâr Zeki Duygulu'nun konserine giden, Uslu Dur Kadınım Çıldırtma Beni adlı şarkıyı aynı programda üç defa okutan bir Bodrum Hâkim'i. Yeniköylü Çelik amcanın telinde Nasıl Attın Mefharet Hanım İpe Kendini diyen bir Bodrum Hâkimi.
O artık; bu satırları yazan 1966 yılında Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin, Çengel köyünde çiçeği burnunda bir öğretmenin gecelerinin konuğu. Odada 1963 model pikabın iğnesiyle ses bulan bir Bodrum Hâkim.
Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkim
dizeleriyle haykıran, türkülerimizin nasıl yakıldığını, günümüze kadar da nasıl ulaştığını gösteren Bodrum Hâkim. O: Kısaca türkülerimizin geçmişiyle geleceği arasında bir köprü. O: Artık türkü olan bir Bodrum Hâkim...
"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" adlı makalem Folklor Edebiyat dergisinde yayımlandık-tan takriben bir hafta sonra ( Folklor Edebiyat C.5, s. 18 Ankara -1999) Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur, yazıyı köşesinde dile getirmiş. Sonunda derginin telefonunu, adresini de vermiş. 9 Temmuz 1999 tarihli Milliyet gazetesini alanlar sabahın erken saatinde beni aradılar. İlk arayan Bekir Salim'di. Bekir Salim şiirle, edebiyatla uğraşan bir asker emeklisiydi. Hasan Pulur'un köşesinde Bodrum Hâkimine yer verdiğini söylüyor, memnuniyetini de dile getiriyordu.
Ben, Bekir Salim'in telefonundan sonra yazıdan haberdar oldum. Hemen bir Milliyet gazetesi aldım. Üstat, Folklor Edebiyat dergisinde yazıyı okuduktan sonra, köşesini de Bodrum Hâkimine ayırmış. Yudum yudum okudum. Hoşuma gitti.
Yazı: 1965 yılında Kastamonu / Azdavay / Çengel köyünde öğretmenlik yaparken Bodrum Hâkimi türküsüyle nasıl tanıştığımı, Bodrum'da Hâkim Hanımla ilgili yaptığım araştırmaları anlatıyordu. Hasan Pulur'u, 1965 yılında Çengel köyündeki öğrencilerim de okumuş olacaklar ki, bana ulaşmak için dergiyi aramışlar. Derginin sahibi Metin Turan da beni aradı. Bana ulaşmak isteyen öğrencilere; "Ev telefonunuzu vereyim mi" diye soruyordu. Tabii ne demek diye cevap verdim Metin'e. O da yazının ses getirmesinden oldukça mutlu olduğunu söyledi. Metinle vedalaştıktan sonra kimler arayacak acaba diye heyecanla beklemeye başladım.
İlk telefon Çengel'deyken babasıyla çok iyi görüştüğüm Ahmet Karaca'nın ( Satı Bey ) kızı Sevim Karaca'dandı. Sevim Karaca ailenin en küçük çocuğuydu. Onu birinci sınıfta okutmuştum. İsminden başka hatırladığım, beline kadar inen belikleri, tertemiz mendili idi. Telefonda titrek ve ürkek bir ses. Hep öğretmenim diyen Sevim Karaca 35 yıl sonra Halil Atılgan'a ulaşmanın sevinciyle ne diyeceğini şaşırmıştı. Halil Atılgan olduğu- mu anlayınca; "Hocam ben Sevim Karaca, Ahmet Karaca'nın kızı hatırladınız mı" ? Sevim'in sesini duyunca içim ürperdi. Anlatamayacağım duygular çöktü serime. Bir ter boşandı. 20 yaşındaki Halil Atılgan'ı yaşadım. Öğrencilerimin Çengel'den ayrılırken, davulla zurnayla Geriş Tepesi’ne, Pınarbaşı nahiyesine kadar uğurladıkları geldi aklıma. Büyük küçük herkes arkamdan gözyaşı dökmüştü. Ben de ağlamış, onları unutmayacak Halil Atılgan olarak ayrılmıştım. Sevim Karaca da çok küçük olmasına rağmen Çengel köyü ile Pınarbaşı arasındaki Geriş Tepesi'ne kadar uğurlamıştı.
Onu çok severdim. Az konuşurdu. Utangaç hâli, sorduğum sorulara boynunu çekerek cevap vermesi gözlerimin önüne geldi. Tırnak yoklamasındaki elini uzatışı, beyaz yaka siyah önlüğüyle, tertemiz mendilini gösteren Sevim Karaca 35 yıldan sonra beni telefonla arayan ilk kişiydi.
"Hatırladınız mı? Ben Ahmet Karaca'nın kızı” dediğinde: Cevabım, hiç kimseyi unutmadım ki oldu. Sevim'e hele seni hiç unutmadım dedim. Çok sevindi. Sevimle başlayan telefon trafiği telefonumuzun kilitlenmesine kadar gitti.
İkinci arayan da Cemile Çengel'di. Çok iyi hatırlıyorum okul numarası 54'tü. Soyadını Çengel köyünden alan bir ailenin kızıydı. Cemile'yi iki yıl okutmuştum. Babası yoktu. Onun için de bir burukluk vardı üstünde. Oldukça da utangaç ve asabiydi. Taralı saçları kuluncundan beline kadar inerdi. Konuşmayı sevmezdi. Bense ona söz verir konuşmasını sağlamaya çalışırdım. Sevdiğim öğrencilerdendi. Beni çok sevmesine rağmen hiç belli etmezdi. Uğrun uğrun bakışlarını yakalar, ben de kendisi gibi bakmaya çalışırdım. Benim de kendisi gibi baktığımı görünce, hemen başını çevirir yüzünü kapatırdı. Güzel türkü söylerdi. "Pencerede gül perde" diye bir türkü okumuştu. Müzik derslerinde zaman zaman o türküyü söyletirdim.
Cemile Çengel sesimden tanıdı. 35 yıldan sonra sesimi tanıyan Cemile Çengel'e ne denilebilirdi ki.
Üçüncü arayan da Niyazi Şen'di. Niyazi, Çengel'de beni kucaklayan, bana bir oda tahsis ederek kahrımı çeken, köye okulun yapılmasını sağlayan, Niyazi Şen'in torunuydu. Niyazi Amca’yı çok severdim. Yol görmüş, oturup kalkmasını bilen, uzun zaman muhtarlık yapmış, köylüler tarafından da sevilip sayılan biriydi. Lojman inşaatı bitmediği için yapılıncaya kadar beni evinde konuk etti. Ailesi de çok iyiydi. Zamanla beni de aileden biri saydılar. Niyazi Amca beni bir gün görmese merak eder, nerede isem arar bulurdu. Üç erkek, 5 kız babasıydı. Akraba evliliği yaptığı için ikisi erkek, biri kız olmak üzere üç çocuğu ahrazdı. Ahraza Çengel'de samut denirdi. Samutların büyüğünün adı Hasan, küçüğünün Ahmet, kızın adı da Altun’du. Hasan çok başarılı ve de zekiydi. Elinden "uçan ve kaçan" kurtulurdu. Beni de çok severdi. Geçtiğimiz yıllarda kalp krizinden öldü. Ahmet ve Altun sağ. İşte Niyazi Şen, Samut Hasan'ın oğlu, Niyazi Amcanın da torunuydu. Dedesinin evinde kaldığım için Niyazi'yi okula gelmeden tanımıştım. Onu herkes, A...Niyazi diye çağırırdı. Bu çağırış Çengel'e özgüydü. Ben de A... Niyazi diye çağırırdım. Küçük Niyazi'nin yalpa vurarak koşması hep gözümün önünde.
Arayanlardan biri de Ahmet Karaca'nın oğlu Sadık Karaca idi. İlkokul birinci sınıfta öğrencim olmuştu. Sadık Karaca'yı da babasının evine sıkça gittiğim için okula gelmeden tanımıştım. O da kardeşi Sevim Karaca gibi sessizdi. Babalarının gün gürmüş, konuşmayı seven, köyünde kültürlü kişilerinden olmasına rağmen çocuklar içine kapanıktı. Tanıdığım, konuşmayı sevmeyen Sadık, telefonda bülbül gibi şakıyordu.
Köylüleri sordum. Gücük Mehmet'in, Papaz Muhtarın öldüğünü, İstanbul Küçük Çekmece'de lokanta çalıştırdığını, yazın da köye gittiklerini, Çengellilerin derneğini kurduğunu, Azdavaylılar derneğinin de yönetiminde olduğunu söyledi. 35 yıl Sadık'ı ne kadar da değiştirmişti. Bilmediğim bir çehrenin dilinden bal akıyordu sanki. Hayli malumat aldım. Köylülerin çoğu İstanbul'a yerleştiği için okulun da kapandığını söyledi.
Sadık telefonumu, öğrencilerin çoğuna vermiş olmalı ki günlerce telefonum susmadı. Arayan arayana, Sekiz Süleyman, Dokuz Süleyman, Mahir Kuru, Şaban Uzun, da-ha adlarını hatırlayamadım öğrencilerim.
Yıllardan sonra onların sesini duymak ne büyük mutluluktu. "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" yazısı beni nerelere götürdü. Hayatımın en mutlu dakikalarını yaşadım. Anlatılmaz, paha biçilmez, kağıda kaleme sığmazdı yaşadığım mutluluklar.
Telefon trafiği takriben on gün devam etti. Bu zaman içinde başka bir telefon daha aldım ki: Âşık Nizarî'nin dediği gibi :"Bin derdim var idi bir daha oldu / Derdimin dermanı aman ha aman". İşte öyle bir şeydi. Arayan Hayrettin İvgin'di. Hayrettin Beye Adalet Bakanlığından bir daire başkanı benimle görüşmek istediğini söylemiş. Hem de Bodrum Hâkim yazısıyla ilgili. Adalet Bakanlığı devreye girince ürperdim doğrusu. Aklıma Hâkim Hanıma beste yapan, türkü yakan Bodrum'un Çiftlik köyünden Mustafa Bacaksız, namı diğer Çelik Amca geldi. Çelik'in Bodrum Hâkimine yaktığı türkü popüler olup altın plâk alınca: Bir gün iki jandarma gelmiş, doğru Bodrum Adliyesine götürmüş garibimi. Devletin Hâkimine türkü yaktığı için yargılanmış. Ben de kendi kendime bu kadar güzellikleri
yaşadıktan sonra yazı bizi de yargıya götürdü diye düşünmedim desem yalan olur. Heyecanla daire başkanını aradım. Başkan yerindeymiş. Görüştük.
Başkan, Hasan Pulur'un köşesinde "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" yazısından sonra, dergiye ulaşarak yazının tamamını okuduğunu, Hâkim Hanımın intihar sebebinin çok dikkatini çektiğini, 17 Mayıs 1952 tarihinde intihar eden Hâkim Hanımın dosyasını buldurdu- ğunu, bir takım bilgi ve belgeler tespit ettikten sonra bana ulaşmak için de Hayrettin İvgin'i aradığını, tespit ettiği bilgi ve belgeleri de bana vereceğini söyledi.
Nasıl sevindim anlatamam. Başkandan randevu alarak bir gün sonra mak----- gittim. Gerçekten dosya elinin altındaydı. Dosyayı bana vermedi. Ama tespit ettiği notları, Hâkim Hanımın Kütahya Tavşanlı'da Hâkimlik yaparken bir şikâyet üzerine alınıp Bodrum'a gönderildikten sonra zamanın Başbakanı Adnan Menderes'e çekilen çok sayıdaki telgraf örneklerini gösterdi. Ama Hâkim Hanımın hangi sebepten intihar ettiği dosyada ve otopsi raporunda da belli değildi. Ancak intihar ettiği, Bodrum'da göreve başladıktan sonra sıkça rapor aldığı, psikolojik tedavi gördüğü, rahatsız olduğu konusunda bilgiler bulunduğunu söyledi. Sicil dosyasındaki resmini de verdi.
Daire başkanının verdiği bilgilerle Bodrum'dakiler birbirini tutmuyordu. Başkana göre, Hâkim Hanım bunalım sonunda intihar etmişti. Hâkim Hanımın intihar sebebi beni kısmen aydınlatmış olsa da istenilen sonuca ulaştığım söylenemezdi.
Bodrum Hâkim yazısının yayımlanmasından birkaç ay sonra telefon çaldı. Kaldırdım. Arayan Çengel köyünden öğrencim Sadık Karaca idi. Hoşbeşten sonra Sadık beni fazlasıyla memnun edecek bir haber verdi. "Hocam benim İstanbul Küçük Çekmece'de lokantam var. Bizim dönem öğrencilerinin hepsine haber verdim. Toplanacaklar. Sizi de bekliyoruz" dedi. Benim için haberlerin en güzeliydi. Katmerli bir haberdi doğrusu. "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkim" beni 35 yıl sonra öğrencilerimle buluşturuyordu. Herkese nasip olmayacak bir buluşmaydı bu. Gözlerim dolu dolu telefonu kapattım.
Telefonu kapattıktan sonra "Çengel Geceleri" geldi aklıma. Çengel'deyken Ilıca köyüne okul gezisi yapmıştık. Köy Pınarbaşı Kalyonu'nun hemen bitiminde kurulmuştu. Ilıca Çay'ı okulun dibinden geçiyordu. Çocuklara suya girmeyeceksiniz dediğim hâlde dinlemeyip girmişlerdi. Yıkandıkları yere geldim. Benden habersizlerdi. Suya girenlerin çamaşırlarını topladım. Haydi, bakalım benim sözümü tutmayanların cezası budur demiştim. Nasıl da pişman oldular. Bir müddet sudan dışarı çıkamadılar. O zaman köyün İlkokulu Müdürü İzzet Demirci idi. Bağlama çalardı. Onun için de iyi anlaşırdık. O günler canlandı gözümde. Hey gidi günler diyerek geçmişi hatırladım. Dile kolay, koca 35 yıl geçmişti. Acısıyla tatlısıyla 35 yıl. Cahit Sıtkı'nın dediği gibi ömrün yarısıydı.
Çengel gecelerinin yalnız adamı 35 yıldan sonra öğrencilerine kavuşuyordu. Çok mutluydum. Bizim için mutluluk Kafdağı'nda akan bir çeşme değildi artık. Gönlüm yıllardan sonra saçlı sakallı, çorlu çocuklu öğrencilerime kavuşmanın heyecanıyla dolup taşıyor, kanatlı bir kuş olmuş daldan dala uçuyordu.
Daldan dala uçan deli gönül bizi aldı götürdü, Düziçi İlköğretmen Okulu yıllarına. Kendi ciltlediğim kırmızı kaplı hatıra defterinin satırlarına. Azdavay'la, Zarı ( Pınarbaşı’nın eski adı) ile ilgili hiçbir şey yok mudur diye sayfaları karıştırdım. 10 Kasım 1965 tarihinde yazılmış Otelci, Pınarbaşı'nın Karafasıl köyünden Mehmet Çiftçi'nin satırlarına rastladım. Bakın neler yazmış Otelci Mehmet Amca:
"Sayın Halil Hoca Evlâdım
10 Kasım 1965 günü ziyaretinize geldiğim zaman bana gösterdiğin hüsnüteveccühten ve büyük ikram benim size karşı ilk gördüğüm zaman yaptığım iltifatın yanında çok küçük kaldı. Beni hakikaten mahcup ettin. Buna mukabil sizlere hizmet etmek vazife olmuştur. İnşallah çalışırız. Sizlere hatıra olarak şu aciz kalemimle size hatıra bırakırdım. Sizleri Ulu Tanrı'ya emanet eder hayırlı ve başarılı işler temenni ederim. 10 Kasım 1965. Pınarbaşı bucağından Otelci Karafasıl köyünden Mehmet Çiftçi". (İmza )
Mehmet Amcayı çok severdim. Baba oğul gibiydik. Parasız kaldığımda borç alır aybaşında da öderdim. Verdiği parayı unutmamak için yazardı. "Oğul bu itimatsızlık değil unutmamak içindir. Sen de verdiğini yaz" derdi. Az konuşur, öz konuşurdu. Otel dolmadıkça kaldığım odaya müşteri almazdı. "Evlâdım" diye hitap etmesini severdim. Demokrat Partiliydi. Son Havadis gazetesi okurdu. Çok dürüstü. Pınarbaşı'ndaki bakkallar hakkında da zaman zaman bana bilgiler aktarırdı.
Pazar günü Pınarbaşı'nın pazarıydı. Köylüler ihtiyaçlarını buradan karşılarlardı. İhtiyacım olduğunda Pınarbaşı'na ben de gider, Mehmet Amcayı da ziyaret ederek gönlü- nü hoş ederdim. Gitmediğim zamanlar bizim köylüleri bulur selâm gönderirdi. Mehmet Amca irtibat büromdu sanki. Yörede okuyup yazan üç beş kişiden biriydi. Bana göre hayli yaşlıydı. Öleli kaç yıl olmuştur kim bilir. Belki de Otelci Mehmet'ten geriye kalan tek hatıra defterime yazdığı iki satır yazıdır. Vay Karafasıllı Otelci Mehmet Ağa vay. Şimdi çocuklarında bile seni hatırlatacak hiçbir şeyin yoktur belki. Hâlbuki sen ne iyi insandın. Gariplerin, kimsesizlerin dostuydun. Karacaoğlan'ın dediği gibi "Adın ne idi unuttum / Çağırmayı çağırmayı." Ben bile otelinin adını dahi hatırlayamıyorum.
Mehmet Amcadan başka Ilıca Köyü Öğretmeni İzzet Demirci'nin satırları da varmış defterde. O da birkaç satırla duygularını dile getirmiş.
"Kıymetli Meslektaşım Halil Bey !...
Sizlerle tanıştığım ilk andan itibaren değerli ve meziyetli bir arkadaş olduğunu kestirebildim di. Aramızda neşeli saatler gelip geçti. Daima birbirimizi unutmamak için bu satırlarımı karalıyorum. Bu yalan dünyaya elveda olsun. Hayatta üstün başarı ve muvaffakiyetler dilerim. Saadetler. Sizleri kalbinde yaşatacak olan (..........) arkadaşın Kastamonu vilayeti Azdavay kazasının Ilıca Köyü Öğretmeni İzzet Demirci." (İmza -Tarih yok)
İzzet Demirci şimdi nerededir. Ne iş yapar. Öldü mü, sağ mı bilemiyorum. Onu hep "Irmaktan geçemiyom / Düş gördüm seçemiyom" türküsüyle hatırlıyorum.
İşte ben böyle eski günleri yaşarken beklediğim telefon geldi. Arayan Sadık Karaca idi. Buluşma gününü bildirdi. Buluşma yerimiz Bayrampaşa Otogarıydı. Kavlimize göre ben saat 15 00 sularında otogarda olacaktım. Dediğimiz gibi oldu.
Sadık'ı 1966 yılından bu yana hiç görmemiştim. Ben tanıyamazdım ama o beni tanır diye düşünüyordum. Otobüste giderken Çengel'in yalnız gecelerinde günlük tutmadığıma hayıflandım. Öğrencilerimle yaşadığım hatıralarımı günü gününe yazsaydım ne kadar güzel olurdu dedim. Gerçekten de yazılı olmayan her hatıra zaman denilen ırmakta kaybolup gidiyordu. Şimdiki aklım olsaydı neler yapmazdım Çengel'de. Yörenin bütün folklor ürünlerini derlerdim. Hiçbir derleme yapmadım Çengel'de. Çünkü aklımız ermiyordu. O zamanlarımın boşa geçmesini hayatımın yaşanmamış günleri olarak kabul ediyorum. Kastamonu özellikle Azdavay, Pınarbaşı hiç el değmeyen yörelerimizdendi. Kim bilir neler çıkardı. Ama geçmişi geri getirmek mümkün değil. Onlar hep geride kaldı. Ama hiç olmazsa "Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" ortaya çıktı. İşte o en büyük avuntu kaynağı oldu benim için, diyerek kendimi teselli ettim.
Bu düşüncelerle Bayrampaşa Otogarına indim. İner inmez çocuklar hemen tanıdı. Ağzım alışmış çocuklar demeye. Hâlbuki hepsi de saçlı sakallı kocaman adam olmuşlar. 1965 yılında 8–10 yaşında olan çocuk, 35 yıl sonra kaç yaşında olur varın siz hesap edin.
Sadık Karaca, Niyazi Şen ve bir öğrencim daha vardı karşılamaya gelenlerin için- de. Adını hatırlayamıyorum. Çocuklarla sarmaş dolaş olduk. Ana özlemiyle kucaklaştık. Sevinç gözyaşlarımız aktı. Ağlıyorduk. Neden ağlıyorduk. Doğrusu, nedene, niçine cevap vermek çok zordu.
Sadık Karaca "Hocam hiç değişmemişsiniz. Sadece saçlarınız beyazlanmış" dedi. Takıldım Sadık'a. Kuzgun yavrusuna hep "Appağım yavrum appağım" dermiş, sizinki de kuzgunun hesabına döndü. Niyazi Sadık'ı destekledi. "Hocam Sadık doğru söylüyor".
Kavuşma seremonisinden sonra eşyalarımı arabaya koyarak Küçük Çekmeceye doğru hareket ettik. Buluşma vakti akşamdı. Sadık'ı lokantasına bıraktıktan sonra Niyazilere gittik.
Akşam denilen saatte lokantada buluştuk. Ben içeriye girince bütün öğrencilerim ayağa kalktı. Hayli kalabalıktı. Beni öğretmen masasına oturttular. Yoklama yapıldı. Yoklamadan sonra numara sırasıyla herkes benimle ilgili hatırasını anlattı. Gözlerim dolu dolu çocukları dinledim. Sahneye koyduğumuz piyesler, Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, okul bahçesini ağaçlandırmamız, voleybol sahası yapmamız anlatıldı. Mutluluk gözyaşları sel oldu aktı.
Bu bir sevda değildi. Aşığın maşukuna kavuşması hiç değildi. Bu başka bir kavuşma. Yıllarca biriken özlemlerin bileşimiydi. Evet, adını koyamadığım duyguların bileşimiydi bu.
Bana bağlama çaldırttılar. Ben çalarken Mahir Kuru gözlerinden siyim siyim döküyordu. 8 Süleyman, 9 Süleyman, Mustafa Kuru da gelmişti. Mustafa Kuru Muhtar Papazın oğlu, Mahir Kuru'nun da babasıydı. Çengel'deyken çok samimiydik. Hayli yaşlanmıştı. Yanıma oturdu ve de hiç ayrılmadı.
Çaldık söyledik. Ayrılık saati geldiğinde Mahir Kuru hâlâ ağlıyordu. Ağlamak da güzeldi. Hele böyle bir günde daha da güzeldi. Kısaca o gece Kerime Nadir'in romanı gibi; "Ömrümün Tek Gecesi" oldu. O gece anlatılamazdı. Evet, doğru söylüyorum anlatılamazdı. Yaşamak gerekirdi. Hayatımda yaşamadığım mutlulukların sevinci vardı gözlerimde. Bitmesini istemediğim dakikalar su gibi akıp gitti. Tanrı'ya şükür ki böyle bir geceyi yaşattı bana. Minnettarım.
"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" yazısının yaşattığı güzellikler bununla da bitmedi. Bu yaşadığım güzellikler kışındı. Aynı yılın yazında tatil için Antalya'ya gittik. Kemer Bel dibi'nde bir otelde kalıyorduk. Antalya Radyosunda Prodüktör dostum Hüseyin Aslangiray'ı ziyaret ettim. Çok mutlu oldu. Hasret giderdik. Kendi yaptığı canlı yayın progr----- katılmamı istedi. Memnuniyetle dedim. Belirlenen gün ve saatte Antalya Radyosunda Hüseyin Aslangiray'ın progr----- konuk oldum. Konumuz kültür, araştırma, folklor vb. idi. Kısaca kendimi tanıttıktan sonra, spiker hangi araştırmanın daha çok etkilediğini, iz bırakanın hangisi olduğunu, nasıl başladığını, geliştiğini sordu. Araştırmacılığımın Düziçi İlk Öğretmen Okulundan, Köy Enstitüsü bulaşığı olduğumdan kaynaklandığını, en etkileyici araştırmamın da "Bodrum Hâkim" olduğunu, yaşadığım hatıraları da program akışı içinde özetledim. Halk Edebiyatımızdaki turna motifiyle ilgili de bir araştırma yaptığımı, ilginç hatıralar yaşadığımı anlattım. Anlatırken Prodüktör Hüseyin Aslangiray kulaklıkla; "Hocam sizinle görüşmek isteyen iki dinleyici var. Telefonlarını alsak programdan sonra görüşür müsünüz" dedi. Elbette görüşürüm cevabını verdim.
Programı alnımızın akıyla bitirdik. Çayımızı yudumlarken Hüseyin Aslangiray, Kadirli’ li Antalya'da bir dershanede öğretmenlik yapan Ali Göloğlu adlı dinleyiciyi bağlattı. Sn. Göloğlu benim öğretmen okulundan arkadaşım İsmail Göloğlu'nun yiyeni imiş. Kültürel değerlere sahip çıktığımız için teşekkür ediyor, tanışmak için de evine davet ediyordu. Eve gelemeyeceğimizi söyledim. "O zaman biz kaldığınız otele gelelim, kabul eder misiniz” dedi. Memnuniyetle diyerek, saat 16 00–17 00 sularında otelde olacağımızı söyledim. Otelin adresini ve telefonunu verdim.
Program esnasında bizi arayan öbür dinleyiciye de telefonla ulaştık. Tanışmak istediğini, kuş ve hayvan portreleri yapan bir ressam olduğunu, özellikle turna portreleri yaptığını söyledi. Tanışmak istiyordu. Aynı gün saat 13 30 da Antalya Radyosunda buluşmak üzere randevulaştık. Ressam dinleyicimiz verilen saatte radyoya geldi. Uzun uzun sohbet ettik. Yaptığı portrelerden 12 tane de bana armağan etti. Tablolar müthişti. Turna ve Kangal köpeklerinin portreleri harikaydı. Canlı gibiydi. Hüseyin'e; işte bu güzellikler parayla
pulla satın alınacak cinsten değil Hüseyinciğim, güzellikleri sizin sayenizde yaşadık, diyerek yapılan işin önemini vurguladım.
Öğle yemeğinde, Antalya Radyosunda Prodüktör Saffet Uysal Bodrum Hâkim ile ilgili bir kitabın Antalya'da Simge Kitap Evi tarafından yayımlandığını söyledi. Yemekten sonra doğru kitap evine gittik. Hüseyin Aslangiray beni yetkililerle tanıştırdı. Programı dinledikleri için sesimi tanıdılar. Kitap evi sahibi "Bodrum Hâkimini” armağan etti.
Yazarı, Belkıs Öztin Koparanoğlu adında bir edebiyat öğretmeni. Yazarın babası Hâkim Hanımın yanında kâtip olarak çalışmış. Kitabı da babasının vasiyetini yerine getirmek için kaleme almış. Kapağa da Hâkim Hanımın güzel bir resmini koymuş.
Kitaba sahip olduğum için çok sevinçliydim. Kısa zamanda okumak kaydıyla çan-tama koydum. Kitabın yayımlandığından yeni haberim olduğu için hayıflandım. Çünkü "Bodrum Hâkim" benim için önemliydi. Hâkim Hanımın intihar sebebi çözülmemişti. İntihar sebebinin çözüleceği düşüncesiyle ayrıldık kitap evinden.
Benimle tanışmak isteyen ikinci dinleyici Ali Göloğlu'na, saat 16 00–17 00 civarında otelde olacağımızı söylemiştik. Ama Antalya'da ha şurası, ha burası derken geciktik. Saat 17 00 civarında misafirlerin gelip gelmediklerini öğrenmek için oteli aradım. Görevli takriben bir saat bekleyip gittiklerini söyleyince beynimden vurulmuşa döndüm. Bu kadar erken geleceklerini hiç düşünmemiştim. Hemen adıyla rehberden telefonuna ulaşmak istedim. Radyoda görüştüğümüz telefon adına kayıtlı değilmiş.
Kendimi kültür aşkıyla yanıp kavrulan dinleyiciye affettirmek için çareler arıyordum ki: Prodüktör Hüseyin Aslangiray geldi aklıma. Hüseyin'i aradım. Hüseyin; "Sarı kâğıtlara yazarak duvara yapıştırmıştım. Vallahi hocam, siz görüştükten sonra dürdüm büktüm her ikisini de çöpe attım. Çocuklar Bodrum'a tatile gitmek için arabanın için de beni bekliyorlar." dedi. Yapacak hiçbir şey yoktu. Umutlarım suya düştü. Kendi kendime, hep verdiğin sözleri yerine getirmekten başına bin türlü belâ geldi, ama bu sözünü yerine getiremedin, yazıklar olsun Halil Atılgan dedim içimden. Verdiğim sözü yerine getiremediğim için kendime saygısızlık yaptığımı düşündüm.
Aradan takriben bir saat geçmişti. Biz de Beldibi'ne gitmek için hazırlanıyorduk ki: Eşimin cep telefonu çaldı. Arayan Hüseyin Aslangiray'dı. Hayırdır Hüseyinciğim dedim."Hocam sizinle telefonla görüştükten sonra radyoya uğradım. Mesainin bitmesine rağmen telefonları bulmak için bütün çöp kutularını karıştırdım. Telefonu buldum. Kâğıt kaleminiz varsa hemen yazdırayım" dedi. Dona kaldım. Kurşun yesem bir damla kanım akmazdı. Zahmet etmişsin filân da diyemedim. Çünkü bu zahmetten öte bir şeydi. Kişiye duyulan en büyük saygı, boğulan birini kurtarmak gibiydi. Hüseyin'e, benim için fedakârlık ancak böyle olabilirdi. Sen fedakârlıkların en yücesini yaptın. Bu teşekkürle ödenmez. Ben de sana teşekkür etmiyorum dedim.
Hüseyin Aslangiray müthiş bir dostluk örneği sergilemiş, fedakârlığın en güzelini yapmış, sonra da çocuklarıyla birlikte tatile gitmişti. Sevgili Hüseyin bu zamanda, böyle insanların hâlâ bulunduğunu kanıtladı. Varolasın Hüseyin. Kadirşinas, vefakâr dost.
Tanışmak isteyen Ali Göloğlu'nu hemen aradım. Defalarca özür diledim. Bir son-raki günde evine konuk olduk. Kahvesini içerek kendimizi affettirmeye çalıştık. Nasıl da mutlu oldu. İnsanları mutlu etmek ne kadar güzel dedim. Keşke herkes Yunus gibi, Hacı Bektaşi Velî gibi olsa diye düşündüm. Ne demiş Hünkâr: "İncinsen de incitme".
“Aşk meydanı bu meydan / Can-dostun, can erindir
Yücelerin katında / Aşkı bilenlerindir "
“Gönül bu Hak yapısıdır / Aşk ve birlik tapusudur
İyi bil cümle âlemi / Doğruluk dost kapısıdır"
Hacı Bektaşi Veli’nin, düşüncesini uygulamak oldukça zor bu zamanda. Zira hatır yerini satıra, gönül yerini katıra bıraktı.
Ali Göloğlu'nu mutlu etmenin sevinciyle Beldibi'ne döndük. Başladığım Bodrum Hâkimini bir an önce bitirmeliydim. Kaldığım yerden devam ettim. Yudum yudum okuyor, önemli yerlerin altını çiziyordum. Okudukça Hâkim Hanımın intihar etmesinin esrarı da çözülüyordu. 31. sayfadaki satırlar çok önemliydi.
"Bodrum'a kış iyiden iyiye gelmişti. Hemen hemen her gün poyraz, ya lodos eser, yağmur da deli deli yağardı. Öyle günlerde okula gidip gelmemiz çok zordu. Böyle kış günlerinin birinde denizin meşhur dalgalarını yiyerek kendimizi evlerimize zor atmıştık. Erişteler (deniz yosunu) yalı kıyısında havada uçuşuyordu. Evin kapısından içeri girerken üstümüz başımız erişte doluydu. Oturma odasında annemle (Yazarın annesi Ayşe Hanım) Hâkim Hanım Teyze karşılıklı oturuyorlardı. Bizim eve gelişimizi fark etmemişlerdi. Hâkim Hanım Teyze hem ağlıyor hem de anneme alçak sesle bir şeyler anlatıyordu. Annem de can kulağıyla onu dinliyordu. Anlattıklarını da başıyla onaylıyordu. Kardeşimle odaya girmedik. Üstümüzü çıkardık. Oda kapısının dışına oturduk. Konuşulanları dinlemeye başladık. O, boynundaki külçe incisiyle ha bire oynuyor, konuşurken sesi titriyordu. Anneme:
—Çok sevdiğim bir ağabeyim var. Kalp hastası. Onun için çok üzülüyorum. Bu hastalığın tedavisi yok. Bazı nedenlerle kırıldık. Sorma nedenini söyleyemem. Ağabeyimin Fahir adında tıpta okuyan dünya tatlısı, canım, ciğerim bir oğlu var. Onu kendi oğlum gibi seviyorum. Ömrüm olursa onu en yüksek yerlere kadar okutacağım. Yaz tatilinde zaten yanıma gelecek. Biliyor musun ben nişanlıydım... Yüzüme öyle şaşkın şaşkın bakma. Sözümü de hiç kesme sakın. Birbirimizi o kadar çok seviyorduk ki anlatamam. Leyla ile Mecnun gibiydik. Kafa yapısıyla, dış görünüşüyle her şeyiyle bana hitap eden mükemmel biriydi. Ama ne yaparsın, Allah birleşmemize izin vermedi. Tanrı'nın rahmetine kavuştu. O öldükten sonra dünyam yıkıldı, karardı. Kimseleri beğenmedim. Kimseyle de evlenmeyi düşünmedim artık. Düşünemem de zaten. Mezarını bile ben yaptırdım. Şimdi İstanbul'da gömülü.
Onun yanında yerimi ayırttım. Ölünce yanına gömüleceğim. İkimiz de öğrenciydik. Çifte kumrular gibiydik. Üniversitedeki aşklar başka oluyor. Pek çok kişi aşkımızın yüceliğini, güzelliğini bilirdi. Son sınıfta nişanlanmıştık. Nişanlım ameliyat sırasında öldü. Dünyam o günden beri yıkıldı. Gülsem, neşeli görünsem bile içimde kapkara rüzgârlar esiyor. Yüreğimi devamlı oraya fırlatıyor. Acılarım azalacağına her gün ipek kozası gibi daha da sarıyor etrafımı. Onu aklımdan, içimden ne çıkarabiliyorum, ne de atabiliyorum. Adını da sorma bana. Asla söyleyemem. Kendisiyle beraber kalbimin en derin köşesine gömdüm adını. Yalnız kaldığım anlarda, günlerde hep onu düşünüyorum. Hayali gelip gelip oturuyor bazen. O anlarda çıldıracak gibi oluyorum. İntihar edip bir an önce gitmeyi de düşünmüyor değilim ".
Anladığımız kadarıyla Hâkim Hanım Bodrum'da; ölümle iç içe yaşamakta, ölmeyi aklından çıkarmayan, ölen nişanlısına kavuşmak arzusuyla yanıp kavrulan bir kişilik sergilemekte. Ölme, intihar etme arzusu her gün biraz daha öne çıkmakta. İşte bu duygularla Bodrum'da Koyun Baba Koyu'na bir keşfe gider. Keşif den sonra oradaki Koyun Baba Yatırını da ziyaret ederek dilekte bulunur. Ayşe Hanım (Yazarın annesi-Kâtip İlyas Beyin eşi) ne dilekte bulunduğunu sorar. Hâkim Hanım cevap verir: (...) "Bilmiyor musun da gönlümdeki dileği bana soruyorsun. Tanrı'dan nişanlımın günahlarını affetmesini istedim. Ayrıca bir an önce onun yanına gitmek için de dilekte bulundum. Bana öyle kaşlarını çatarak bakma Ayşe'm. Göreceksin kısa zamanda onun yanına gideceğim. Bugün tuttuğum dilek de böylece gerçekleşmiş olacak".
Hâkim Hanım Ayşe Hanıma bir başka günde: "Benim büyük aşkım ölen nişanlımı biliyorsun. Onu asla unutmadığımı da. Her gün ona kavuşma arzum daha da artıyor. Kendimi çok kötü hissediyorum, yaşamak filan da istemiyorum" diyerek ölüme biraz daha yaklaştığını açıkça ifade eder. Bu sıkıntılar içerisindeyken başı ağrısını dindirmek için evdeki bütün ilaçları içerek ölmeyi dener. Fakat başarısızlıkla sonuçlanır. Ama yine de yılmaz, sevdiğine kavuşmak için bu sefer işi bitireceğinin sözünü verir kendi kendine.
Aylardan Ramazan günlerden pazardır. İlaç içip de ölüme kavuşamadığı günün sonrası Hâkim Hanım evinde hastadır. Gerisini Bodrum Hâkim kitabından aktaralım: "Azıcık sağı solu toplarken kapı çaldı. Gelen Terzi Hasibe Teyze idi. Bayram için yaptırdığı elbisenin provasını yapmaya gelmişti. Onunla sokak kapısının önünde konuştu. Ona; ‘Şimdi gidin Hasibe Hanım. Prova olacak hâlde değilim. Biraz hastayım hâlimi görüyorsun. İlaçlarımı aldım. Yatıp uyuyacağım. Öğleden sonra gel. O zaman provamı yap. Hem beni o zaman daha iyi göreceksin. Güle güle şimdilik’ diyerek onu bir an önce başından savdı.
Hasibe Hanım gidince sokak kapısını arkadan sürgüledi. İçeri girdi. Boy aptesti aldı. Yukarı kata çıktı. Gelin olacağı zaman giymek için aldığı canı gibi sevdiği pembe, bol, yarım kollu gecelik ve sabahlık takımını sandıktan çıkardı. Özenle giydi onları. Güzelce makyajını yaptı. Kırmızı rujunu ve kırmızı ojelerini hem el hem de ayak tırnaklarına sürdü. Namazlığını yayarak namazını kıldı. Kuran-ı Kerim'den bir sure okudu. Kuran-ı açık olarak seccadenin yanına bıraktı. Pembe iğne oyalı yeni başörtüsünü de katlayıp yanına koydu. Nişanlısının resmini yerine koydu. Kendi kendine bir yandan konuşuyor, bir yandan da gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Bu sefer başarılı olmalıyım. ‘Düşüncelerimi şimdi gerçekleştirmeliyim. Arkamdan kimse suçlanmamalı, zaten suçlanmayacak’ dedi. Dün akşamdan beri filim kareleri daha da büyüyerek içine alıp dönüyordu etrafında. Boğulacak gibiydi. Bakışları iyice sabitleşmişti. Kareler onu içine çekiyordu'. Yalnızlığım, yaşım, sıkıntılarım hepiniz biteceksiniz birazdan. Off kimseye açamadığım bu krizler delirtecek beni. Sevgilim beni çağırdığını duyuyorum. Bütün benliğimle her şeyimi sana vermiştim. Şimdi sana geliyorum. Yeter artık çektiğim ne varsa' dedi. Oda da dolaşmayı bıraktı. Divana oturdu. Beyaz bir kâğıda vasiyetini yazdı. Vasiyetinde: Ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını İstanbul'a gömülmesini, Fahir, (Yiğeni) Fahir'in dayısından başka ölümünü kimseye haber vermemelerini, ölüsüne ne savcı Ahmet'in ne de Dr. Misoğlu'nun dokunmamasını onların üzülmemelerini, öbür tarafta sevdiklerinin beklediğini yazıyor 'Hoşça kalın' diyordu. Kâğıdı iyice katladı, sağ elindeki kalın kırma bileziğinin altına güzelce yerleştirdi. Merdivenlerden ruh gibi indi. Bir çanağa zeytinyağı koydu, ipi iyice yağladı. Ayağına topuklu en şık terliklerini giydi. Merdivenlerden elinde iple çıkarken 'Ölüm senden korkmadım, korkmuyorum. Sana geliyorum. Yakalayacağımı sandığım hayallerim uçtu gitti. Hoşça kalın evim, Bodrum, çocukluğum, gençliğim, kızlığım, orta yaşlılığım, kısaca her şeyim' diye aklından geçirdi. Merdiven tırabzanına ipi geçirdi. Tekrar aşağıya indi. Odadan sehpayı aldı, ipin altına göre ayarladı. Sehpanın üstüne çıktı. İpi boynuna geçirdi. 'Hâkim Hanım, bunca yıl nice insanların kararlarını verdin. Ya affettin ya cezalandırdın. Şimdi de kendini yargıladın, idam cezanı verdin. Tarihte böylesi görülmemiş, görülmeyecektir herhâlde. Hadi Sayın Hâkim Hanım kalemi kır, işi bitir. (Bütün bu ayrıntıları bir kâğıda karalamış Arasına da vasiyetini koymuş. Üstün de 'Başkâtip İlyas Öztin'e aittir yazılı kocaman bir zarfın içine koyup kapatmış. (İlyas Öztin yanında çalışan kâtibi, yazarın da babası) Sehpayı ayağı ile itti. Yağlı elleriyle duvara çarpmamak için duvarı itti. Elinin yağ lekeleri tanıklık edercesine duvara çıktı. (Bodrum Hâkimi, Belkıs Öztin Koparanoğlu, Simge Kitapevi, Antalya 2002.)
Evet, Bodrum Hâkimi Mefharet Hanım, 17. 5. 1954, pazar günü, Ramazan Bayr----- birkaç gün kala kalemi kırmış, kendi idam cezasını kendisi vermiş, 24. 9. 1951 tarihinde Bodrum'da başlayan Hâkimlik görevi de böylece sona ermişti. O artık yoktu. O; sözünü yerine getiren, nişanlısına kavuşan yeni bir hayatın Mefharet Hanımı. Türkülerde yaşayacak, Çelik Amcanın sazından çıkan nağmelerle hayatını sürdürecek bir Bodrum Hâkimiydi. O artık kara toprağın geliniydi.
Ben: Bodrum Hâkimi türküsüyle 1965 yılında Çengel'in yalnız gecelerinde tanışmıştım. Bodrum Hâkimini araştırdıktan sonra da,"Çengel Gecelerinde Bodrum Hâkimi" yazısıyla konuyu dile getirmiş, sonunu da aşağıdaki satırlarla bağlamıştım. Nedense bu yazıyı da aynı satırlarla noktalamak geldi içimden.
Bodrum Hâkimi Mefharet Hanımı, Bahçıvan veya Asarlı Ahmet olarak bilinen kardeşi Ahmet Abdülhadi okutur. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminde Hâkim Hanım'ın doğumu 1906 olarak gösterilmişse de Erdek Nüfus kütüğünden aldığımız kayıtlara göre Hâkim Hanım 2. 3. 1914 tarihinde İzmir'de doğmuştur. Adı Fatma Mefharet Tüzün'dür. 1942 yılında verdiği veraset ilâmından Cumhuriyet Savcılığı İstanbul Ceza Evinde Hâkim adayı olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk Fakültesi'ni bitirdiği ilk göreve nerde ne zaman başladığı tespit edilememiştir. Ancak uzun müddet Kütahya Tavşanlı'da Hâkim olarak görev yapmış, orada da gönüllere taht kurmuş, tayin olduğunda halk arkasından çok gözyaşı dökmüş, büyük bir törenle de 1951 de Bodrum Hâkim'i olarak uğurlanmıştır. İşte bu uğurlamayla Hâkim Hanımın gönül defterine yeni bir sayfa açılmış, dillere destan olmanın sınırına biraz daha yaklaşmıştır.
At sırtında keşiflere gidişiyle, adaletiyle, dürüstlüğüyle, insanları sevmesiyle gönülleri fethetmiş, ünü Bodrum ve çevresine yayılmış. Bodrum onunla, o Bodrumla güzellikler yaşamış. Her insan gibi sevmiş sevilmiş. Yalnızlığını, sevgisini şarkılarla, türkülerle paylaşmış. Ama ne yazık ki yüreğine düşen sevdaya yenik düşmüş. Gerek Tavşanlı'da gerekse Bodrum'da gönüllere taht kuran Bodrum Hâkim Mefharet Hanım 1914 yılında başladığı ömür yolculuğuna 17. 5. 1954 tarihinde son noktayı koymuş. Yakınları almış götürmüşler cenaze sini Bodrum'dan. Mezarı İstanbul'da.
İşte o gün bu gün Mefharet Hanım öleli tam 49 yıl olmuş. Dile kolay. Bir değil, beş değil 49 tane yıl. Ömrün yarısından fazla. Ama yıllar unutturamamış onu. Zaten hiç ölmemiş ki. Sevenlerinin gönlünde hep yaşamış... O artık efsane bir Bodrum Hâkimi. Çiftlik köyünden Çelik Amcanın telinde "Nasıl attın Mefharet Hanım ipe kendini" diyen bir Bodrum Hâkimi. Bu satırları yazan, 1966 yılında Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin, Çengel köyünde çiçeği burnunda bir öğretmenin gecelerinin konuğu. Odada 1963 model pikabın iğnesiyle ses bulan bir Bodrum Hâkimi.
Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkim
dizeleriyle haykıran, türkülerimizin nasıl yakıldığını, günümüze kadar da nasıl ulaştığını kanıtlayan Bodrum Hâkimi. O: Kısaca türkülerimizin geçmişiyle geleceği arasında bir köprü. O: Artık türkü olan bir Bodrum Hâkimi...
|