|
..:: 2 ::..
7- HALVET DER-ENCÜMEN:
Sûfiyye ıstılahında halvet, sâliklerin ibadet için çekildikleri tenha yer demektir. Encümen ise, insanların toplu bulundukları yer, yahud topluluk manasınadır.
Bu terimin mânâsı şudur: Sâlik halk arasında iken, insanlar içinde iken her an Allah ile beraber olmalıdır. "Herkesle beraber fakat yalnız olmak" sözü bunu anlatır. Bu durumda halvet der-encümen murakabe mânâsına gelir.
Sâlik, insanlarla beraber olmasına rağmen, insanların onun kalbine muttali olmaması lâzımdır. O, Allah ile beraber olmalı fakat bunu etrafına sezdirmemelidir.
Yine sâlik kalb zikrine dalmış bulunmalı, çarşıya girdiği zaman insanların gürültüsünü duymayacak hale gelmelidir. Hakk'ın zikri, kalbin hakikatini istîlâ etmiş olmalıdır.
Bu terimden anlaşılacak bir başka mânâ da şudur: Bu yola giren bir sâlik, öyle bir yere intisab etmiş bulunmalıdır ki, nerede olursa olsun, insanlarla ne muamelede bulunursa bulunsun, Allah'dan gafil olmamalı, daima O'nunla beraber bulunmalıdır.
Halvet iki türlüdür: Birincisi zahirî halvet ki, sâlikin evinde insanlardan ayrı bir yere çekilip orada melekut alemi, şuhud alemi, ceberut alemine yakınlık kazanmak için oturup meşgul olmasıdır. Çünkü zahirî beş duyu durdurulduğu zaman bâtını duyular çalışmaya başlarlar.
İkincisi ise bâtınî halvettir ki, bâtının her an Hakk'ı müşahede halinde olmasıdır. İnsanlarla muamelesi onu zahirî mütalaadan ve bâtınî müşahededen alıkoymaz. Hakiki halvet de budur. Cenab-ı Hak:
"Öyle adamlar vardır ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları zikrullahdan alıkoymaz" (Nur suresi/ 37) âyetiyle buna işaret buyurmuştur. Bu halvet, Nakşbendî tarikına mahsusdur. Çünkü onlar, zahirî mânâda bildiğimiz halvete çekilmezler, bir köşeye çekilip cemaatten ayrılmazlar. Onların halveti kendi bâtınlarındadır. İnsanlarla toplu halde bulunurlarken kendi içlerinde halvet halindedirler.
Hâce Bahâüddin Nakşbend Hazretleri, "Tarikimiz sohbettir, hayır beraberliktedir" buyurmuşlardır. Nakşbendî büyüklerinin, halvetin bu türlüsünü tercih etmelerinin sebebi, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine ittiba etmek içindir. Çünkü O, insanların içlerine girip onların doğru yolu bulmalarına çalışmayı, bir köşeye çekilmeye tercih etmiştir. Ve buyurmuşlardır ki:
"İnsanların arasına karışıp onların ezasına sabreden mü'min, onların içine karışmayan ve bir köşeye çekilen mü'minden hayırlıdır."
Şeyh Ebu Said el-Harraz buyuruyor ki:
"Kâmil insan, kendisinden bir sürü kerametler zahir olan kimse değil, bilâkis halk içine girip alışverişini yapan, maişetini kendisi tedarik eden, evlenen, insanlarla haşir-neşir olan, bununla beraber bir an Allah'dan gafil olmayan kimsedir."
8-YÂDKERD:
Zikretmek demektir.
Sâlik murakabe derslerine geldikten sonra zikrini nefy ü isbat yoluyla yapmalıdır. Her gün belirli bir sayıda buna devam eder. (Beşbin veya onbin kadar). Bu merhalede nefy ü isbat zikrinin dil ile yapılmasının şart olduğu açıklandı. Çünkü kalb, unsurlara bağlı olması sebebiyle unsur tesiriyle paslanabilir. Nefy ü isbat ise dil ile yapılınca bu paslar zail olur. Murakabe noktasından müşahede mertebesine yükselir.
Bu terimin bir başka mânâsı, daimî zikir halinde olmaktır. Kalble veya dil ile olsun, Zât ismi veya bir başka zikir nefy ü isbat şeklinde yapılmış olması müsâvîdir. Maksad zikrin kesintisiz bir şekilde devam etmesidir. Allah ile ancak bu şekilde huzura varılır.
Bu terimin bir başka mânâsı, gaflete mahal bırakmadan zikre devam etmektir. Çünkü Cenab-ı Hak, "Unuttuğun zaman rabbını zikret" (Kehf suresi/24) buyurmuştur.
9- BÂZ KEŞT:
Zâkir nefy ü isbat yaparken nefesini salıverdiği vakit söylediği şu mübarek sözün mânâsını düşünmelidir.
"Ey Rabbım, maksudum ancak sensin ve istediğim ancak senin rızan-dır" derken nefy ü isbâtın mânâsını te'kid etmelidir. Bunu yapmak, zâkirin kalbinde tevhid hakikatinin sırrını yerleştirir. O hale gelir ki nazarından bütün mahlûkat silinir, sadece Hakk'ı görür. Hak Teâlâ hazretlerinin varlığı zahir olur. Nakşbendî büyüklerinin sâliklere bunu özellikle emretmelerinin sebebi budur. Sâlik zikrediyorsa zikrinin mânâsını düşünecektir. Tevhidin sırrına böyle erer. Mâsivâdan böyle sıyrılır, tefride böyle ulaşır.
Bu terimin bir başka mânâsı, zâkirin zikir esnasında Hak Teâlâ hazretlerini layıkıyla zikretmekten âciz olduğunu ve kusurlarını Hakk'a arzet-mesidir. Çünkü Hak Teâlâ'nın yardımı olmadan hiçbir kimse O'nu hakkıyla zikredemez. Büyüklerimiz, "Seni tenzih ederiz ey zikrolunan! Seni layık olduğun şekilde zikredemedik!" diye aczlerini itiraf etmişlerdir. Zâkir bütün varlığı ile zikredip Rabbi de onu zikretmedikçe O'nunla huzura varamaz. O'nun yardımı olmadan hiçbir kimse O'nu hakkıyla anamaz. Zikrin sırlarını anlayamaz. O'na vâsıl olmak müyesser olmaz. Bunun için baz-keşt kelimesiyle anlatılmak istenen şey, zâkirin zikir esnasında her an Allah'a dönmesi gerektiğidir ki, zikr ile zikredilene böyle ulaşılır.
10- NİGÂH DÂŞT:
Zikri nefy ü isbat şeklinde yaparken mânâyı düşünmekten kalbi muhafaza etmektir ki mânâyı düşüneceğim derken kalbine havatır gelmesin. Eğer havâtırdan kurtulamazsa zikrin faydası olmaz. Zikirden maksad ise mezkur ile huzura varmaktır. Kalb havâtırdan korunmazsa neye yarar?
Sâlik, kalbini her zaman havatırdan muhafaza etmeğe çalışmalıdır. Vukûf-i kalbî teriminde de aynı şey tafsilatı ile anlatılmıştır.
Çeyrek saat de olsa kalbi havatırdan muhafaza etmek çok zor bir iştir. Buna muvaffak olan l.imse tasavvufun semeresini almıştır. Çünkü tasavvuf, kalbi, havatırın girmesinden, bir sürü fâsid fikirlerden muhafaza kuvveti demektir. Bu iki şeyi yapan, yani zikre devam eden ve kalbini havatırdan muhafaza eden kalbinin hakikatini bilmiş olur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunun için:
"Kendini bilen Rabb'ını bilir" buyurmuşlardır.
Şeyh Ebu Bekr Kettâni der ki:
"Kırk sene kalbimin kapısında bekçilik yaptım, onu Allah Teâlâ'dan gayrısına açmadım. Kalbim o hale geldi ki Allah'dan başkasını tanımaz oldum."
Bir büyük de şöyle dedi: "Ben kalbimi on gece muhafaza ettim, kalbim de beni yirmi sene muhafaza etti."
11-YÂD-DÂŞT:
Zâkir, nefy ü isbat zikrini yaparken nefesini habsederek zikredilen ile huzura vardırmalıdır. Sâlik her nerede olursa olsun kalbi her an Allah ile huzur halinde bulunmalıdır. Bu bakımdan yâd-dâşt terimi murakabe ile aynı mânâya gelir. Bunun bir başka mânâsı, kalbi, zât tecellisini müşahedeye her an uyanık tutmaktır.
Zikirden hâsıl olan huzur, murakabe, sohbet ve rabıta, yâd-dâşt terimiyle aynı mânâya gelir. Bundan hareket ederek diyebiliriz ki huzur, Zât-ı Ehadiyyetin nurlarını müşahede etmektir. Bunun için keyfiyyeti değişiktir. Çeşitli şekillerde zuhur eder. Onu havassdan başkası bilmez.
- Bu yazı Muhammed b. Abdullah el-Hânî'ini ADAB isimli kitabından derlenmiştir. Yayınevi Erkam
|