|
MÜSLÜMAN İDARECİ NASIL OLMALIDIR ?
Millete hizmet için vazife alan bir şahısta bulunması gereken vasıfların neler olduğu Risale-i Nur Külliyatında şöyle ifade edilmektedir:
«İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs‑i şeriftir:
[3] سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ
hakikatiyle, Memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil... Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk‑u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.
Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve Dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve Ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.» (Emirdağ Lâhikası-II, s.173)
Eğer idareci, memuriyeti kendine hizmet aracı değil de başkalarına hükmetme aracı olarak anlarsa o Cemiyette kimsenin hakkı, hukuku korunamaz. Peygamberimizin yukarıda zikredilen meşhur hadîsi, bir evvelki bahiste zikredilen Kur’an hükmünden sonra ikinci bir Esas Kanun’dur. İdareci olacakların bu Dinî Kanunları iyice anlaması ve hazmetmesi lâzımdır.
Buraya kadar anlatılanlara ilave olarak, hem Cemiyeti ayakta tutacak hem çareleri gösteren bir düstur da şudur ki:
«İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin,
[4]اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا
hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir.
Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar Siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir Zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terkettim.
Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki, küfre rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir suikast hükmündedir.”
Said Nursî (Emirdağ Lâhikası-II, s.174) Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" dedirten müsbet siyaset (devlet idaresi ile millete hizmet) değil menfi siyaset anlayışıdır. Hali hazır siyaset anlayışı ve mücadeleleridir.
|