Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01-05-2012, 12:15   #2
Kullanıcı Adı
Ertuğrul ÖZGÜL
Standart ‘Yenilik projesini ulema hazırladı ve meşrulaştırdı’ -2-
[img]Text[/img]

Asım Öz, M. Fatih Şeker'le yazdığı 'Modernleşme Devrinde İlmiye' eserinden hareketle ilmiye sınıfını ve o dönemdeki gelişmeleri konuştu

Asırların oluşturduğu kültür birikiminin inkâr etmeye yahut da tanınamayacak şekilde değiştirilmeye başladığı modernleşme devrinde, en cezbedici ve geçer tavır; ıslah ve tanzim etmek fikridir. Osmanlı'yı acze düşüren, ulemânın durumu, zihniyeti ve nitelikleri olduğuna göre, bu acziyeti giderecek olan kaynak da ilmiye tarîkinin ta kendisidir. Hayatı ıslahat fikrinin idare ettiği bu dönemde, ulemânın asıl çehresi, ilmiye üzerinden yerli kalarak modernleşmenin imkânlarını yoklayan Cevdet Paşa ile İbnülemin'in teşhis, tahlil ve tenkidlerindedir. M. Fatih Şeker'in kaleme aldığı Modernleşme Devrinde İlmiye adlı tetkik, ilmiye zümresine Târih-i Cevdet müellifi ile Son Sadrazamlar yazarının fikirleri ve tecrübeleri arasından bakmayı dener. Devrin düşünce platformunu gözden kaçırmadan, ilmiye tarîkinin geldiği merhale ile gideceği istikâmet etrafında bazı hususların peşine düşen çalışmayı M. Fatih Şeker'le konuştuk.

Asım Öz: Muhafazakâr olarak tanımladığınız Cevdet Paşa'nın Batılılaşma anlayışının sınırlı bir batılılaşma olduğunu belirtiyorsunuz. Bunun sınırlarını tayin eden noktalar nelerdir?

M. Fatih Şeker: Modernleşmenin aslında batılılaşma olduğunu gözden kaçırmadığı için, onun modernleşme anlayışı belli başlı hususlarla sınırlıdır. Tam aksi görüşlere malzeme teşkil edecek veri ne kadar yoğun olursa olsun, bu sınır İslâm lehine açılır, esner, genişler ve kapanır. Bu sınırın itikadi ve kültürel boyutları en berrak şekilde Paşa'nın Vehhâbîlere yönelttiği tenkidlerde görülebilir. Burada modernleşmeye itikadi bir had çeker. Biliyoruz ki Paşa'nın Müslümanlığı, Sünnîliği de diyebiliriz, Hanefî ve Mâtürîdî mezhebiyle sınırlıdır. Diğer taraftan Paşa'nın tasavvufî kişiliği de bütün bu iddialara hâtime çekecek niteliktedir. Darülfünûn olarak gördüğü Nakşî Murad Molla Tekyesi'nde Füsûs ve Mesnevî okur, Abdülmecid Han'ın da iştirak ettiği bir törenle Mesnevî-hanlık icazetnâmesi alır. Selefi olan vak'anüvisler gibi, birçok hadiseyi mânevî ve mistik yoldan izah etme gereği duyar. Bu meselenin uzun bahislere ihtiyacı varsa da sadetten uzaklaşmamak için sözü kısa kesmek icap ediyor. Bununla beraber bu vesile ile hatıra bir başka değerlendirme gelir. Tam bu noktada İhsan Fazlıoğlu'nun Cevdet Paşa ile ilgili hadiseyi kendi dairesi içinde gören perspektifine de dikkat çekmek isterim. Cevdet Paşa'nın nasıl ve ne dereceye kadar güncelleştirilebileceğinin imkânları ve sınırlarını yokladığı "Ben'in Tarihi ile Tarihteki Ben Çatışmasında Ahmet Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?" başlıklı konuşmasından bahsediyorum. Bu konuşmanın ehemmiyeti klasik Türk düşüncesi güzergâhından gelen biri tarafından yapılmış olması. Zira gerilerden gelerek yapılacak bir değerlendirmeyi en çok hak edenlerden biri Paşa'dır. Bu zâviyeden bakıldığında Fazlıoğlu'nun usûlünün ehemmiyeti izaha gerek duymayacak derecede ortaya çıkar. Onun söz konusu konuşmada Cevdet Paşa'nın muhafazakârlığını bağladığı nokta son derecede dikkate değerdir. Meseleyi daha vazıh görmek için aynen iktibas ediyorum: "Ahmet Cevdet Paşa, tarihimizin son döneminin en bilgili insanlarındandır; bu nedenle de yine en muhafazakârlarımızdandır. Bilgili adam muhafazakâr olur; cahil ise cesur?...O bilginin, birikimin verdiği bir temkin, bir muhafazakarlık vardır kendisinde".

Burada izahı lazım gelen bir nokta daha kalıyor; değişirken bazı şeylerin yerinde kalması için uğraşan Paşa, idare edici fikrin devirden geldiği bir zamanda konuşur. Modernleşme devrinde askerî ıslahatlarla ilmiyyeye nizam verilmesi birbirine paralel götürülmeye çalışılır. Ulemâ da zaruretlerin ve belirli ihtiyaçların sevkiyle devletin yüzünü Batı'ya döndürmesi gerektiğini fark eder. Bunu da şöyle bir mantıkla temellendirirler: Askeri sahadaki modernleşme teşebbüsleri onların önünü açtığına göre, düşmanın silahıyla silahlanmaktan başka çare yoktur. Zaten Osmanlılar Haçlı savaşları neticesinde ilim, fenn, askerlik ve masonluk dahil bilmedikleri daha nice konuda Batı'ya örnek olmuştur. Mesela Avrupalılar, İslâm âlemindeki tarîkat yapılanmasından ilham alarak masonluk teşkilatını kurmuşlardır. Onlar Osmanlılar'dan aldıklarıyla askeri sistemlerini düzenlemişler, hayret nazarıyla baktığımız mertebeye ulaşmışlardır. Bununla beraber devre yön verenler, garbı çok sınırlı bir alanda, sadece askerlikte ve idarede örnek almak gerektiği fikrini savunur. Cevdet Paşa'nın hâr bir teveccüh gösterdiği Tatarcık'ın fikirlerine yakından bakıldığında yeniliklerin sınırının devlet teşkilatından ve teknik alandan ileriye geçmediği görülür. Bu sınırın zihniyete doğru genişleme ve derinleşmesinin önüne geçilecek tedbirler aranır.

Bu anlamda bazı şeyleri mecburen Avrupa medeniyetinde arayan bu devir, modernleşmeye sınır çekmesini çok iyi bilir. Batı'ya yaklaşmanın çarelerini ararken uzaklaşmanın imkânlarını da elden bırakmaz; iki sınır arasında gider gelir. Burada karşımıza yine Nakşibendi tarikatı çıkar. Pek çok örnek vermek mümkünse de bir kaçını verip geçeyim: Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey, II. Mahmud, devrin kudretli adamı Hâlet Edendi, Büyük Reşid Paşa, mevcut sistemin en renkli muhâliflerinden Keçecizâde İzzet Molla aynı tarîkatten el alır. Bu tarîkat Nakşîliktir. Tabiî bunları söylerken bütün bu isimlerin camiu't-turuk taraflarını unutmuyoruz. Cevdet Paşa'nın III. Selim'den itibaren Osmanlı bürokratlarına istikamet veren tarikatın Nakşîlik olduğuna dair hükümlerini gözden kaçırmadığımızda bundan şaşılacak bir şey yoktur. Yenilikleri meşrulaştırmak için getirilen Nakşî şeyhülislamlara ve bürokratlara, Sultan III. Selim'in Mevlevî oluşunu da eklemek gerekir. Onun Mevlevîliği, tabiî meyli yanında siyasi bir çerçeveye de sahiptir. Çünkü o Yeniçeri zümresinin yola geleceğinden ümidi keser. Haliyle efkâr-ı umûmiyeyi ocaktan uzaklaştırmak için, şahsen de meyilli olduğu olduğu Mevlevîliği gittikçe daha fazla tutar. Böylece Bektaşîliğe dayanan ocağa karşı adetâ rûhânî bir aksülamel hazırlamağa çalışır.

BENZER DEVİRLER FARKLI İZAHLAR

Peki ondaki sınır kavramının oluşumu üzerinde İbn Teymiyye'nin etkili olduğunu belirten yaklaşımlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Modernleşme anlayışını sınırlamada İbn Teymiye'nin bir etkisi olduğunu iddia edenlerin ben ne Cevdet Paşa'yı anladıklarını ne de İbn Teymiye'yi okuduklarını zannediyorum. Paşa, İbn Teymiye'yi ciddiye alsa da dikkate almaz. Şayet dikkate alsa idi, dönemde bu dikkate alış onun modernleşme anlayışına sınır koymaktan ziyade hız verirdi. Çünkü İbn Teymiye'nin fikirleri tasfiye ağırlıklıdır. Batılılaşma sürecinin zaten pek çok şeyi ister istemez silip süpürdüğü bir gerçektir. Buna bir de İbn Teymiye'nin ıslah adı altında gündeme getirilen tavırlarına denk bir siyaseti eklediğinizde elinizde tutamak noktası olarak kalacak bir şeylerin kalmayacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Paşa'nın hiç umulmadık noktalarda, özellikle siyasi hususlarda inadına inadına tasavvufî izahlara girişmesini başka türlü izah kolay olmasa gerek. İbn Teymiye'nin yöntemi ve fikirleriyle, düşüncelerini tevarüs edenlerin Tarih-i Cevdet müellifinin nezdindeki durumu da meseleye hâtime çekecek niteliktedir: Paşa'nın İbn Teymiye'nin mirasını aktüelleştirdiklerini iddia eden Vehhâbîlere dair hışm ve gazabla yazdıkları ortadadır. Son söylenecek budur. İllâ da aralarında bir benzerlik bulunacaksa belki şu söylenebilir. İbn Teymiye'nin yaşadığı dönemle Paşa'nın hayatını idrak ettiği devir bazı açılardan birbirine benzer. Fakat bu benzerlik orada kalır. Düşüncelerini şekillendirmede başka başka tesirler icra ederler.

DİN Ü DEVLET FİKRİ

Osmanlı devleti ile ulema arasındaki ilişkinin mahiyetine dair farklı ve birbiri ile çatışan yorumlar var. Çalışmanızda bazı tarihçilerin meseleyi tümüyle araçsal biçimde yorumlamalarına itiraz ediyorsunuz. Hadiseye araçsal çerçevede yaklaşanlar, zaruret, maslahat- devlet prensibine dayanan Cevdet Paşa'nın devleti daha çok İslamileştirme gibi bir programının olmadığını da iddia ediyorlar. Bu konuya nasıl yaklaşmak gerekiyor?

Burada mesele şudur: Cevdet Paşa din ü devlet fikrini esas alan bir gelenekten geliyor. Devleti düzlüğe çıkarttıktan sonra dinin bir şekilde esas yerini bulacağına inanan bir yapıdan bahsediyorum. Bu Cumhuriyet döneminde de böyledir. Yahya Kemal bu siyasî terbiyeyi "Türk milletinin hayatı devletiyle kabildir" diyerek vecize hâline getirir. Doğru söze ne denir? Benim, buna başka bir ilavede bulunmam söz konusu olamaz. Her şeyi söyleyen bu söz üzerine hiçbir şey söylemeye lüzûm yok. Meseleye ulemâ üzerinden devam edecek olursak şöyle söylenebilir: Yenilik projesini hazırlayan ve meşruiyet zeminine oturtan ulemâdır. Ancak gözden kaçırılmaması gereken husus ise şudur: Ulemâ -Tatarcık Abdullah Efendi ve Cevdet Paşa'nın şahıslarında görüleceği üzere- muayyen bir dereceye ve bir sınıra kadar modernleşme yanlısıdır. Islahatları meşrûiyet zeminine çeken isimler açısından bakıldığında aranan ulemâ tipi eski devre ait değildir. Hasretle yâd edilen klasik ilim geleneğinin mütebakisi olan ulemâ açısından bakıldığında ise yeni de değildir. Belki her ikisini uzlaştırıp kucaklaştıran bir tip. Onlar henüz kendi şartlarını arayan bir devirde ulemanın varlığını devletin geleceğiyle kayıtlı görürler. Bu bakımdan ıslahatları destekleyen ulemâyı ön plana çıkaran yönleriyle şartları gözetirler. Tarihi tecrübeden uzaklaşmanın arzu edilen şeylere yaklaşmak anlamına gelmeyeceğini ihsas eden yönleriyle de şartların üstünde yaşarlar. Bunun manası şudur: Islahat asırlarında devletin zaafı hâline gelen ulemâ, aynı zamanda onun kuvvetidir. Modernleşen Osmanlı, kuvvetlerini de zaaflarını da ilmiyeden alır. Devleti acze düşüren şey ulemânın mevcut vaziyeti, zihniyeti ve nitelikleri olduğuna göre, bu acziyeti giderecek olan kaynak da ilmiyye tarîkının ta kendisidir. Bir başka ifadeyle bir toplumun en zayıf yeri neresiyse, orası aynı zamanda o toplumun en kuvvetli yeridir.

Sorunuzun ilk kısmına dönersek, devlet-ulemâ ilişkisi ile birkaç kelâm daha edecek olursak şunlar söylenebilir. Kuruluş asırlarına kadar dayanan temel kaide şudur: Devlet hayatını nizamlayan muharrik unsur ilmiyedir. Devletin hayatiyetini sürdürmesini sağlayan esas güç, varlığı en büyük ibadet olan adaletle kâim olan ulemâdır. Devletle halk ulemânın şahsında bütünleşir. İlmiyye sınıfı resmî yönüyle devlete, ahlâki tarafıyla da halka bakar. Diğer bir ifadeyle devlet, her türlü faaliyet sahasını şeriatın yorumlayıcısı ve aktarıcısı olan ulemâya göre şekillendirir. Meşruiyetini ulemâ üzerinden temellendirir. Ulemâ da devlete bakan tarafıyla halkın itaatini mümkün kılar. İslâm'ı yorumlayıp aktararak halkı inşa eder. Halk tabakalarına çeşitli yollardan nüfûz ederek onlara istikamet tayin eder.

İCTİHADI MUTLAKLAŞTIRANLAR

Cevdet Paşa genelde içtihada vurgu yapan Mecelle hükmü ile anılır. Oysa siz içtihat noktasında oldukça farklı bir Cevdeı Paşa portresi çiziyorsunuz. Paşa içtihat meselesine nasıl yaklaşır? Bu içtihat anlayışına etki eden hususlar nelerdir?

Cevdet Paşa'nın en büyük rolü bu meseleye getirdiği hal şeklidir. O bütün modernist yönlerine rağmen muhafazakardır. Modern İslâm düşüncesine mensup mütefekkirlerden ayrıldığı nokta Vehhâbîlik tenkidlerinde çok barizdir. Niçin onlar üzerinde bu kadar ısrarla duruyorum? Çünkü ıslahat hareketleri için kullanılan şemsiye kavramların başında bu hareket gelir. İctihadı mutlaklaştıranlar onlar. Vehhâbîlerden döneme intikal ettiğimizde ictihadın orada da bir tasfiye âleti haline geldiği görülür. II. Meşrutiyet sonrası rengarenk ictihadların havada uçuştuğunu görünce Paşa'ya hak vermemek kabil değil. İbnülemin de bu zaman dilimini fikrî ve siyasî anarşi ile aynîleştirir. Bu açıdan Cevdet Paşa ictihad kapısı, şer'an kapalı değil ise de, mutlak müctehid derecesine ulaşmak mevcut durum itibariyle çetin ve imkânsız olduğundan örfen kapatılmıştır hükmünü verir. Burada Paşa pekala kendisi başta olmak üzere müctehid ünvanını hakkıyla taşıyabilecek âlimler olduğunu bilir. Hatta bazı âlimler için bizzat bu ünvanı bezleder. Peki öyle ise niye engel çıkartıyor? Osmanlı Devleti, İslam tarih tecrübesinin bir devamıdır. O dönemde dinî olarak ictihad, Osmanlı İslâm tasavvuruna karşı çıkmakla eş anlamlıdır. Siyasî manada ictihad ise, Osmanlı hâkimiyetine isyan etmedir. Dolayısıyla ictihad yapmamak o gün için aslında ictihad yapmanın tâ kendisidir.

İBN HALDÛN VE OSMANLI DÜŞÜNCE SİSTEMİ

Paşa'nın Mukaddime'yi okuma ve tercüme etme biçimi nasıldır?

Taşköprizâde, Nâimâ ve Kâtip Çelebi'den gelerek bir değerlendirme yaptığımızda İbn Haldûn'un Osmanlı düşünce sisteminde doğrudan hisse sahibi bir düşünür olduğunu görmemek mümkün değil. Cevdet Paşa'nın fikirlerinin oluşumunda da çok etkilidir. İbn Haldun'la aynı kaynaklardan beslendiğini biliyoruz. Selçuklularla ilgili her ikisinin de manbaı aynıdır. Mukaddime'nin çevirisini Pirizâde'nin bıraktığı yerden alarak tamamlar ve Osmanlı tecrübesini buradan hareketle okur, dahası bir ileri aşamaya götürür. Nitekim onun allâmeliği tarih ilminde de İbn Haldun'a denk görülür. İbn Haldun'un tavırlar nazariyesini Osmanlı tarihine tatbik eder. Bir örnek verelim: Cevdet Paşa Osmanlı'nın çöküşünü devletin en büyük vazifesi olan "îfâ-yı farîza-yı cihad ve gazâ"dan vazgeçilmesi temeli üzerine oturtur. Devletin bu vazifeyi ihmal ederek muharebelerden vazgeçmeye başlaması, İbn Haldûn'un problemi bedâvet kavramı etrafında izah etmesinin haklılığını ortaya koyar. Bir başka ifadeyle Mukaddime'deki fikirleri hareket noktası olarak alsa da orada kalmaz. Mutlak tarihî determinizmi reddeder. Yeni tedbir ve reformların devleti canlandıracağına inanır. Bu bakımdan o İslâm kanunlarının hep hikmet ve maslahat üzerine kurulu olduğunu vurgular. Terakki fikrinin hâkim olduğu bir devirde çevrimsel bir tarih anlayışını savunan İbn Haldun üzerinden, ilerlemeci anlayıştan son noktada sıyrılır. Aksi takdirde ıslahat projesi bir anlam ifade etmez. Öyle yarım yamalak ıslahat tedbirleri değil bunlar. İnanmasa idare eder geçer. En azından hatırat seviyesinde daha farklı şey söyler. Çevrimsel bir tarih anlayışına sahip olduğunu Selçukluların yıkıldığı vakit yerini Osmanlıların aldığını belirtirken ortaya koyma ihtiyacı hisseder. Yine Paşa'ya göre İslâm âlemi Endülüs'te düşerken İstanbul'u hilâfet merkezi haline getirerek yükselmiştir.

Paşa; İbn Haldun'u yeni baştan üreten mütefekkirlerden biri. Tercümesi de sadece bir terceme olmaktan ziyade yeniden inşâdır. O Mukaddime'de İbn Haldun'un izaha gerek duymadığı, fakat modernleşme devrinde ihtiyaç hissedilen bazı problemli noktaları haşiyelerle aydınlatır. Eseri şerhlerle süsler. Hilâfetin mâhiyetine dair söyledikleri selefini nasıl bir aktüel okumaya tabi tuttuğunu gösteren somut verilerle doludur. Burada II. Abdülhamid'in müsteşarı konumundaki Cevdet Paşa, Osmanlıların hilâfet kavramıyla irtibatlarının Mukaddime müellifinin ortaya koyduğu fikirlerin ete kemiğe bürünmüş hali olduğunu ima eder. İbn Haldûn'un hilâfete ilişkin kurduğu çerçeve, Osmanlı sultanlarının halifeliğini meşrûlaştırarak rasyonel bir çerçeveye oturtacak yönlere sahiptir. İbn Haldun Hilafetin Kureyşiliğini iktidar ve kudret sahibi olana itâat farzdır şeklinde izah eder. O dönem İslâm âleminde tek siyasî kudret sahibi Osmanlı Devleti olduğuna göre Osmanlı sultanına Müslümanların itâat etmesini mecburîdir. Osmanlı hânedânının hilâfetlerine muhalefet edenler âsî ve bâğîdir. Böylece İslâm âleminin liderliğini Kureyş'e mal eden görüşlerin arkasında İngiltere'nin Arap kışkırtıcılığının olduğunu vurgulayarak, Osmanlı iktidârını ve hilâfetini siyasî yönden meşrû bir zemin ve çerçeveye oturtur.

Tanzimat'ı müdafa ettiği ama aynı zamanda eleştirdiği de ifade edilen Cevdet Paşa'nın Mustafa Reşit Paşa ile ilişkisinin mahiyeti nedir?

Cevdet Paşa her şeyden önce Büyük Reşid Paşa'nın himaye ettiği bir âdemdir. O ocakta yetişmiştir. Vefatında "pederimden ziyade ana ağladım" diyecek derecede hamisine bağlıdır. Aleyhinde hiçbir yerde söz söyletmez. Mahrem-i esrârıdır. Siyasî sahadaki üstadıyla irtibatı Tanzimat'la irtibatına benzer. Reşid Paşa'nın kendisi de aslında öyledir: Bir taraftan Tanzimat'ı savunur, diğer taraftan Tanzimat'ın sebep olduğu neticelere karşı çıkar. Islahat fermanı etrafında halkın kendisini araması manidardır. Buradan hareketle Cevdet Paşa'ya bir tarafıyla ilmiyenin yetiştirdiği bir Mustafa Reşid Paşa diyebiliriz. Karşı çıkıp en sert şekilde muhalefet ettiği durumlarda bile Âli Paşa ile sadaretin tadının kaçtığını ifade eder. Biliyoruz ki Âli Paşa da Reşid Paşa mektebine mensuptur. Bununla beraber, Âli Paşa'ya göre Reşid Paşa, kadîm Osmanlı geleneğine daha çok bağlıdır. Daha yerli bir duruşa sahiptir. Sultan Mahmûd zamanında görmüş olduğu usûlü tamamıyla muhafaza eder. Onun yerine geçen Âli Paşa ise devletin rûhu konumunda olan siyasi ve harici işlerde Hıristiyanları istihdam eder. Özellikle de Tahrîrât-ı Hâriciye odasına Ermenileri doldurur. Diğer taraftan Cevdet Paşa Tanzimat zihniyetinin sebep olduğu yabancılaşmayı ve batılı hayat tarzının getirdiği israfı da mensup olduğu siyasi dairenin merkezi ismi olan Reşid Paşa üzerinden tenkide tâbi tutmaktan kaçınmaz. Osmanlı'nın eskiden beri yürüdüğü yolu değiştirmesinin lazım olduğu bir gerçektir. Reşid Paşa bu noktada gerekli olan tadilat ve ıslahatı tedrici olarak gerçekleştirirken Âli ve Fuad Paşalar toptan yapmaya kalktılar. Bu da Müslümanların kendilerine nefret duymasına ecnebilerin de övmesine sebep oldu. Öyle ki Âli Paşa'nın cenazesinde "merhumu nasıl bilirsiniz?" sorusuna halk sükût ederek karşılık vermiştir.

MÜTEFEKKİRİN HALKA İNİŞİ

Kısas-ı Enbiyâ müellifinin siyer yazım tarzında hangi hususlar öne çıkmaktadır?

Kısâs-ı Enbiyâ Osmanlı İslâm algısını besleyen kaynaklar tadında, sehl-i mümtenî vasfını hak eden bir eser. Bu eserin mantığı şifâhî kültüre uygundur. Osmanlı'nın kuruluşuna dair Paşa'nın orada yazdıklarını okuyun, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Cevdet Paşa, Osmanlı'nın kuruluşunu rüyalarla, İbnü'l-Arabî ve başkalarının manevî müjdeleri ile anlatır. Buna göre Şeyh-i Ekber, Âl-i Osman'ın zuhurunu yetmiş sene önce ilm-i cefr ile keşf ve istihrâc etmiş, bu husustta ed-Dâiretü'n-Nûmâniyye fî'd-Devleti'l-Osmâniyye isimli bir eser kaleme almıştır. Birinci halife olan Yavuz Sultan Selim Han'dan başlayarak Osmanlı Devleti'nin muazzam olaylarını hurûf-ı cefriyye ile ifade etmiştir. Ertuğrul Gazi'yi harekete sevkeden şey devlet kurma saadetinin Osman'ın başına konacağına dair gördüğü saltanat rüyası, zahiri ve manevî işaretlerdir. Yoksa onun devlet kurma filan gibi bir düşüncesi yoktur. Cevdet Paşa, yine aynı tarzda hareket ederek Osmanlı'nın kıyamet gününe kadar daim olacağını İdris-i Bitlîsî'nin de hususi bir önem verdiği Kumral Abdal'a dayandırır. Yeniçerilerin kaldırılması sürecinde Üsküdar'daki bir meczubun rüyasını aktarması, Osmanlı'nın istikametini değiştiren hadiselerin bir kısmını rüyalar üzerinden yorumladığını gösterir.

Biz Paşa'nın Türkçesine ve anlatım tarzına gelelim. Fesahati ile meşhur Kûs b. Saîde'nin belîğâne hutbesini terceme ederken Türkçe'nin sadeliğini ve lezzetini görüyoruz: "Ey nâs, geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen fena bulur. Olacak olur...Gelen kalmaz, giden gelmez". Yine kâinâtın mualliminin dört müezzininden biri olan ve ilk ezan veren, kâmet getiren Bilâl-i Habeşî ile ilgili ifadelerini de ekleyebiliriz: Resûl-i Ekrem vefat edince cihan başına dar gelir, O'nun hıcr u firâkıyla Medine'de duramaz olur. Şam taraflarına gider, gazilere katılır. Rüyasında Resul-i Ekrem'i görür: "Yâ Bilal! Bu cefâ nedir, beni ziyaret edeceğin vakit gelmedi mi?" buyurur. Bilâl-i Habeşî hâif ve hazîn olarak uyanır, hemen devesine binip, tek ü tenha çölleri yararak Medine-i Münevvere'ye varır ve Ravza-i Mutahhara üzerine kapanıp yüzünü gözünü topraklara sürerek ağlar, o sırada Hasan'la Hüseyin çıkıp gelir, kabri bırakıp onlara sarılır. Resulullah'a okuduğu ezanı okumasını isterler. Vakt-i saadette ezan verdiği yere çıkar. Allahü ekber dediği gibi Medine yerinden oynar. Eşhedü en lâ ilâhe illallah demesiyle Medine çalkalanır, eşhedü enne Muhammeden Resûlullah deyince Resûlullah dirilmiş diyerek kızlar, sokaklara dökülür. Memleket alt üst olur. Resûl-i Ekrem'den sonra Medine'de o kadar ağlayış görülmemiştir. Hazret-i Bilal'e dahi hayret gelir. Ol ezanı tamam edemez.

Şimdi bu anlatım, şifâhî kültüre meftûn olanlar için bir hâdisedir. Dikkat buyurunuz, ben bunu çocukluğumda Yörük çadırında Babam İmir Hoca'dan dinledim. Cevdet Paşa sadec entelektüel düzeydeki insanları değil, bizim gibi Yörük çadırında hayat sürenlere de hitap edebilecek dili bulmuştur. Davar güdüp geldiğimiz zaman yaşadığımız çadırda akşamları Kısas-ı Enbiya ile doldururduk. Burada birinci sınıf bir mütefekkirin halka nasıl indiğini, düşüncelerini nasıl intikal ettirdiğini görüyoruz. Paşa'nın Kısas-ı Enbiyâ'ya arka-plan teşkil eden kaynaklarını okuduğumuz zaman hayretimiz bir kat daha artar. Klasik kaynaklardaki verileri süzerek böyle bir dille ortaya koymak değme babayiğidin harcı olmasa gerek.

MECELLE GİRİŞİMİ

Gerek Türkçe'de gerekse başka dillerde kaleme alınan düşünce tarihi çalışmalarında Cevdet Paşa nasıl ele alınmaktadır? Siz bu değerlendirme biçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz?


Çalışmamda görebildiklerimi bir şekilde değerlendirmeye gayret ettim. Paşa ile alakalı müstakil yapılan birkaç çalışma içinde çok iddialı, menim dîger nîst üslubu sergileyerek çağdaş Türk düşüncesinde verilen hükümleri doğrudan gönderme yapmadan bir daha verenlerin mevcudiyetinden bahsetmek isterim. Daha ilginç olan ise bundan haberdar olmayan bazı tarihçilerin söz konusu çalışmalara medhiyeler düzerek, onlar üzerine kaside havasında yazılar kaleme almasıdır. Ulema sınıfının hâlâ toplumun itibar devşirilebilecek kısmını teşkil ettiğini görmezden gelen bu çalışmalarda görülen en önemli usul zaafı; Cevdet Paşa'nın İbnülemin'in yazılarından haberdar olmadan okunabileceğinin zannedilmesidir. Halbuki İbnülemin okunmadan ne çağdaş Türk düşüncesi ihata edilebilir ne de Cevdet Paşa anlaşılır. Bahsettiğimiz çizgide yapılan incelemeleri kaleme alanların Paşa'nın İslamcılığından veya en azından İslamcılar tarafından sahiplenilmesinden rahatsız olduğu görülür. Anlaşılmak istenmeyen bir başka husus ise bir mütefekkirin nasıl Müslüman kalarak muâsır olabileceği gerçeğidir. Bunların ne kadarı tecahül, ne kadarı tegafül belli değil. Paşa'nın fikrî ve siyasî profiline eğilirken gözden kaçırılmaması gereken gerçek şudur: Onun siyasî tarafıyla mütefekkir tarafı aynı hüviyetin unsurlarıdır. Bunları kesin olarak çerçeveleyen taraf hayat sürdüğü toprağın dairesidir. Kâinata o zaviyeden bakar. Bu vadide Paşa'yı bambaşka bir zemin ve çerçeveye çekmenin ne anlama geldiğini değerlendirmeye yardım edecek bir değerlendirmeden de bahsetmek isterim. İsmet Özel modernleşme döneminde imkânın nerede olduğundan bahsederken bu noktada Avrupa'yı korkutan ideal örnek olarak Cevdet Paşa'yı görür. Çünkü onun Mecelle girişimi hem şeriatın yürürlükte kalmasını, hem de değişen dünya şartlarında hukukî işlemlerin yürütülmesini temin bakımından parlak bir örnektir. Mecelle temelleri İslâmî esaslara dayalı bir toplumun modern dünyada hayatiyetini devam ettirebilmek için bulduğu bir çıkış yolu olarak gücünü gösterebildi. Ama imkânları harcayıp mümkünlere meyledenler (bir kısmı Avrupa kökenli medenî kanunu savunarak, bir kısmı da Şeyhülislâm'ın yetkilerini savunarak) sağlıklı çözümü baltalamakta başarılı oldular. O kadar ki, Cevdet Paşa'nın yetiştirdiği talebeler bile daha sonraki hukukî düzenlemelerde komisyonlara dâhil edilmedi.
Ertuğrul ÖZGÜL isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla