AK Gençliğin Buluşma Noktası

Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-21-2009, 14:12   #1
Kullanıcı Adı
Alem_i Ervah
Standart Mektûbât-ı Rabbânî
İnsanın Yaradılış Maksadı


Ey Oğul!
Tüm mevcûdatın hulâsası olan insanın yaratılmasından maksat; oyun ve eğlence değildir. Yemek, içmek ve uyumak da değildir. Onun yaratılışından maksat; kulluk vazifelerini yerine getirmek, zül, boyun bükme, acziyet, iftikâr ve Saltanatı yüce olan ALLAH-ü Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine devamlı iltica ve tazarrudur.

Şerîat-ı Muhammedîyye’nin söylediği ibadetleri edâ etmekten maksat; kulların menfaatleri ve maslahatlarıdır. Yoksa bunların hiç biri, Şânı yüce olan Cenâb-ı Kudsî Teâlâ hazretlerinin yararına değildir. O halde bu ibadetleri gayet memnuniyetle eda etmek; bu emirlere boyun eğip sarılmak ve yasaklardan uzaklaşmak konusunda da elden geldiğince çalışıp çabalamak gerekir.

Sübhan olan ALLAH-ü Teâlâ mutlak olarak hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, emirler ve nehiyler koymakla kullarına ikramda bulunmuştur. Öyleyse bu nimete tam manasıyla şükretmemiz, O’nun hükümlerine sarılma konusunda kemâli memnuniyetle çalışmamız gerekir.

Ey Oğul!
Bilmiş ol ki; zâhirî bir güce ve surette bir makam ve mevkiye sahip olan dünya ehlinden bir kimse, emrinde bulunanlardan birine, bir iş vererek iyilik yapsa; o iyilikten bu işin yapılmasını isteyen kişide fayda görür.

Bu işi yapan kişi ise; kendisine verilen bu işi çok yüce kabul ederek der ki: “Kadr-u kıymeti olan filan saygın şahıs bana bu işi yapmamı emretti. Öyleyse bana düşen memnuniyetle bu işi yerine getirmektir. Hangi belâ inerse insin, hangi musibet isabet ederse etsin…”

(Durum böyle olunca) Şanı Yüce olan ALLAH’ın büyüklüğü, bu âciz şahsın büyüklüğünden daha mı azdır ki, Hak Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek için gerektiği şekilde çaba harcanmıyor. Bu durumdan utanmak ve tavşan uykusundan uyanmak gerekir.

Saltanatı Yüce olan ALLAH-ü Teâlâ’nın emirlerine uymamanın iki sebebi olabilir:
1 – O kişi ya o Şeriatın getirdiği haberleri yalanlıyordur.
2 – Ya da ALLAH-ü Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin emrini, dünya ehlinin emrinin büyüklüğünden daha düşük görüyordur. O takdirde, her iki işin de ne kadar çirkin olduğunu iyi düşünmek gerekir.

Ey Oğul!
Yalan söylediği defalarca tecrübe edilmiş olan bir şahıs; “düşmanlar bir kavmi tamamen işgal etmek için hücum hazırlığındalar” diye haber verse, o toplumdaki akıllı insanlar, bunu söyleyen kişinin “yalancı” olduğunu bildikleri halde yurtlarını muhafaza etmeye ve bu belayı def etmeye çaba sarfederler. Çünkü kendisinde tehlike olan şeyden korunmak lazımdır.

Muhbir-i Sâdık olan Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) âhiret azabını açık bir şekilde haber vermiştir. Bununla beraber insanlar bundan hiç etkilenmediler. Eğer etkilenmiş olsalardı elbette rahatsız olurlar ve âhiret azabından korunmanın yollarını ararlardı.

Hem de Muhbir-i Sadık olan Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in açıklamalarıyla, bu azaptan kurtulmanın ilacını biliyorlar.
Muhbir-i Sâdık (hep doğruyu haber veren) Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in getirmiş olduğu habere, bir yalancının getirdiği haber kadar değer vermeyen bir îmân, ne kötü bir îmândır.

İslam’ın sureti, insanın kurtuluşunda hiçbir fayda sağlamaz. Bilakis kurtuluşun hasıl olması için “yakîn”i tahsil etmek lazımdır. Ama yakîn nerede? Bırakın yakîni, zan, hatta vehim bile yok. Çünkü akıllı kimseler, kendisinde tehlike ve korku ihtimali söz konusu olan durumlarda vehme de itibar edip tedbir alırlar.
Yine bu konuda, ALLAH-ü Teâlâ Kitab-ı Mecid’inde şöyle buyurur: “Allâh yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hucurât, 18)
Buna rağmen insanlar bu çirkin işleri yapıyorlar. Halbuki onlar, yapmış olduğu şeylerden hakir bir kimsenin haberdar olduğunu hissetseler, o çirkin işi asla yapmazlardı.

Hali bu anlatıldığı gibi olanların durumu, şu iki şeyden hâlî değildir :
1 – Ya, Sübhan olan Hak’kın haberini yalanlıyorlar.
2 – Ya da yaptıkları işlere ALLAH-ü Teâlâ’nın muttali olduğuna itibar etmiyorlar.

Öyleyse bu durum îmândan mıdır, yoksa küfürden mi? Hali böyle olan birinin, imanını yenilemesi gerekir. Nitekim bu manada Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “İmanınızı ‘La ilâhe illALLAH’ sözüyle yenileyiniz”

Ayrıca bu kimse; Sübhan olan ALLAH’ın razı olmadığı işlerden Nasuh tövbesiyle dönmesi, yasak edilen haram işlerden kaçınması, beş vakit namazı da cemaatle eda etmesi gerekir. Eğer mümkün olursa gece kalkıp teheccüd namazı kılmalıdır. Teheccüd namazı kılmak ne büyük bir saadettir.

Malların zekatını vermek de İslam’ın rükünlerindendir ve mutlaka eda edilmelidir. Zekatı vermenin en kolay yolu; her sene zekat niyetiyle, fakirlerin hakkı olan malı bir kenara ayırarak muhafaza etmeli ve sene boyunca zekatın verileceği yerlere vermelidir. Bu takdirde, zekât verirken her defasında niyet etmek gerekmez. İlk başta zekat niyetiyle malı ayırırken ettiği niyet kifayet eder.

Şu mâlumdur ki; kişi sene boyunca fakirlere ve zekat almaya müstehak olanlara verdiği malın miktarı ne kadar olursa olsun, eğer zekat vermek niyetiyle olmazsa, bu verilenler zekattan sayılmaz. Ama yukarıda belirtilen şekilde olursa, zekat borcu zimmetten düşmüş olur; hiçbir sıkıntıya girmeden de yerlerine verilmiş olur.

Eğer sene boyunca ayrılan zekat miktarının hepsi fakirlere sarf edilememiş ve bir miktar zekat malı kalmışsa, aynı şekilde onu da diğer mallardan ayrı şekilde saklamalıdır. Her sene bu şekilde uygulama yapmalıdır. Fakirlere verilecek olan mallar ayrılıp bir kenara konulmuş olursa, bu gün vermek mümkün olmasa da, yarın verilmesi için başarı hasıl olur.

Ey Oğul!
Nefis bizatihi çok cimridir ve ALLAH Teâlâ’nın hükümlerini yerine getirmekten daima kaçar. Dolayısıyla söz rifkatle ve yumuşaklıkla sâdır oluyor. Yoksa mallar, mülkler hepsi ALLAH’ın hakkıdır. Malı bekletmede, vermeyi ertelemede kulun ne mecali olabilir. Bilakis kulun zekatını tam bir memnuniyetle edâ etmesi gerekir.
Aynı şekilde nefsin arzularına uyup ibadetleri eda etmekte gevşek davranmamak gerekir.

Kul haklarını ödemek için âzamî gayret gösterip çaba sarf etmelidir, tâ ki zimmetinde herhangi birinin hakkı kalmasın. Çünkü burada, yani dünyada kul hakkını ödemek kolaydır. Şöyle ki yumuşaklıkla ve tatlı sözlerle helallik alıp o haktan kurtulmak mümkün olabilir. Ama bu hak ahirete kalırsa, iş güçleşir, çare bulmak kabil olmaz.

Şer’î hükümleri açıklama işini ve fetvâlar, ahiret ulemasından sormak gerekir. Çünkü onların sözü tesirli olur ve onların nefeslerinin bereketiyle, o hükümlerle amel etmede muvaffakiyet hasıl olması umulur.

İlmi, dünyalık makam mevki edinmeye vesile olarak kullanan “dünya âlimlerinden” kaçınmak gerekir. Ancak takva ehli âlimler bulunmadığında, onlara zarûreten ve zarûretin gerektirdiği kadar müracaat edilebilir.

Ey Oğul!
Dünya ehli ile bizim ne işimiz olabilir ve aramızda ne tür bir ilişki olabilir ki onların iyiliğinden ya da kötülüğünden sözedelim.
Bu konudaki şer’î nasihatler en tamam ve en mükemmel şekilde vârid olmuştur. “..Tam ve kâmil huccet, Allâh’ındır” (Enam, 149) Bilmiş olasın ki; bu nasihatlerin ve meselelerin çoğu o gence ulaştı ve kulağına gitti. Fakat maksad amel etmektir, sadece ilim değildir. Bir hasta, hastalığının ilacını bilmesi ona fayda vermez, o ilacı kullanmadıkça şifa hasıl olmaz.

Bütün bu teyitler ve ısrarlar “amelin” öneminden dolayıdır. Çünkü amelden soyulmuş olan ilim, kıyamet günü sahibinin aleyhine delil olacaktır. Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur. “Kıyâmet günü, insanların en şiddetli azaba uğrayacak olanı, ALLAHın kendisine ilminden fayda vermediği kimsedir.” Bu genç bilmeli ki daha önceki intisâbı; cem’iyyet ehli ile olan sohbetinin azlığı sebebiyle semere vermemiş olsa bile, kendisinde bu yolda ilerlemeye elverişli güzel bir istidat cevherinin bulunduğunu haber veriyor. Bu intisâbının bereketiyle, ALLAH Subhânehû’nun onu razı olduğu şeylere muvaffak edip, ehl-i necâttan (kurtulanlardan) kılmasını umarız.

Her hâlükârda bu tâifenin muhabbet ilmeğinden sıyrılmamak ve bu topluluğa sığınmayı ve yalvarmayı şiar edinmek gerekir. Ve bu tâifenin muhabbeti sebebiyle Hak Subhânehû’nun muhabbetiyle şerefyab olmayı ve neticede; Mevla’nın onu kendisine tamamen cezbetmesini ve onu bütün kirlerden ve çirkinliklerden kurtarmasını beklemek gerekir.

(şiir)
Aşk öyle bir ateştir ki;
Bakî olan sevgiliden başka her şeyi yakıp kül eder”

 

Alem_i Ervah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 04-21-2009, 14:14   #2
Kullanıcı Adı
Alem_i Ervah
Standart
Dünya Bir İmtihan Yeridir...

İmâm-ı Rabbâni hazretleri bu mektubu, Kılîcullah oğlu Kılîc Han’a yazmıştır.
Bu mektup;
• Dünya ve dünya ehlinin zemmedilmesi,
• Faydasız ilimlerin tahsilini terk etmek,
• Gereksiz mubahlardan kaçınmak
• Hayırlara ve Salih amellere teşvik etmek ve buna münasip olan bazı hususlardan bahseder.
Sübhân olan ALLAH bizi, Şeriat-ı Mustafaviyye caddesi üzere istikâmetle rızıklandırsın. Salât selâm ve tahiyye, ebeden ve dâimen o şeriâtın sahibi üzerine olsun.

Ey Oğul!
Bu dünya bir imtihan ve ibtila yeridir. Onun zâhiri, envâi çeşit süslerle süslenmiş ve tezyin edilmiştir. Onun sûreti; zülüfleri yapılmış, renkli çizgilerle yanakları boyanmış, renklendirilmiş (yaşlı ve çirkin bir kadın gibi)dir. İlk bakışta göze tatlı ve hoş gelir, taze ve parıltılı hayal edilir. Fakat o hakikatte üzerine (kötü) koku serpilmiş bir leşe, kurtların ve sineklerin doluştuğu bir çöplüğe benzer. Su gibi gözüken bir seraptır. Şeker sûretinde zehirdir. Onun bâtını (içi) harap ve bereketsizdir. Bu çirkinliği ve hayâsızlığıyla beraber, kendi ehline olan muamelesi de, söylenen ve anlatılanların tümünden çok daha şerlidir.

Ona âşık olan beyinsiz ve büyülüdür. Ona tutulan delidir ve aldatılmıştır. Her kim onun zâhirine (aldanıp) tutulursa, hiç şüphe yok ki, ebedî hüsran damgasıyla damgalanır. Her kim onun tadına ve tazeliğine bakar (dünyanın geçici güzelliklerine aldanır)sa, onun nasibi ebedi pişmanlıktır.

Kâinatın Efendisi, Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’ın Sevgilisi -Salât ve Selâm O’nun ve Âli’nin üzerine olsun- şöyle buyurmuştur. “Dünya ve ahiret iki kuma gibidir. Biri razı olsa diğeri darılır.” Dolayısıyla her kim dünyayı râzı ederse ahireti kendisine darıltmış olur. Şüphe yok ki (bu durumda) onun ahiretten nasibi olmaz. Sübhan (Noksan sıfatlardan münezzeh kemal sıfatlarla muttasıf) olan ALLAH, dünyaya ve dünya ehline muhabbet etmekten bizi ve sizi korusun.

Ey oğul!
Dünya nedir bilir misin?
Kadınlar, evlatlar, mallar, şöhret, riyâset, oyun ve eğlence gibi, Sübhan olan ALLAH-ü Teâlâ’dan seni uzaklaştıran ve (ALLAH-ü Teâlâ’ya) ulaşmanı engelleyen her şey Dünya’dır. (Ayrıca ne dünyaya ne ahirete faydası olmayan) boş şeylerle meşgul olmak da, Dünya tarifine dâhildir.
Ahiret işleriyle ilgisi olmayan ilimler de aynı şekilde Dünya’ya dâhildir. Eğer Nücûm ilmi (Astronomi), mantık, hendese, hesap ve buna benzer kendisinde fayda olmayan ilimleri tahsil etmek menfaat verseydi, felsefeciler kurtuluş ehlinden olurlardı.

Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “ALLAH-ü Teâlâ’nın kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti, kulun faydasız şeylerle meşgul olmasıdır”

Şiir
Kimin kalbinde olursa hardal tanesi kadar
Hak’dan başka bir şey, bil ki o hastalıktır.
“Namaz vakitlerini bilmek için astronomi ilmini öğrenmek lazımdır” diye söyleyenlerin bu sözünün manası; “astronomi ilmini bilmeden namaz vakitlerini bilmek mümkün değildir.” demek değildir. Bilakis bunun manası şudur: Astronomi ilmi vakitleri anlama yollarından bir tanesidir. İnsanların pek çoğu vardır ki, astronomi ilminden haberi yoktur, bununla beraber namaz vakitlerini astronomi âlimlerinden daha iyi bilirler. Yine bu manaya yakın olarak; mantık, hesap ve bunlar gibi ilimleri tahsil etmenin, umûmî manada bazı şeriat ilimlerinin anlaşılmasına katkısı olduğunu belirtmişlerdir.

Hulasa olarak; bu ilimlerle meşgul olmanın cevâzı, ancak pek çok zorlama yollar arandıktan sonra bulunabilir ki, bu da şu şarta bağlıdır: Bu ilimlerin öğrenilmesi, şer’î hükümleri anlamak ve kelâmî delilleri kuvvetlendirmek maksadıyla olmasıdır. Aksi halde bu ilimlerle meşgul olmak asla câiz olmaz.

İnsaflı olmak gerekir; Mübah bir işle meşgul olmak, vâcib olan bir emrin kaçmasına sebep oluyorsa, (o takdirde) bu iş mubah olmaktan çıkar mı, çıkmaz mı? Şüphe yok ki, bu ilimlerle meşgul olmak da, zarûrî olan şer’î ilimlerle meşgul olmayı bıraktırır.

Ey oğul!
Şüphe yok ki, Hakk Subhânehû sonsuz inâyetinin kemâliyle seni rızıklandırdı ve gençliğinin baharında tövbe etmeye seni muvaffak kıldı. Yine, Nakşîbendiyye-yi Âliyye silsilesinin dervişlerinden –ALLAH o yolun ehlinin sırlarını mukaddes kılsın- birinin eliyle (bu yola) intisap etmeye seni muvaffak etti.
Şimdi bilemiyorum, ettiğin tövbede sebat ediyor musun, yoksa çeşitli süslerle (geçici güzelliklerle) nefsin seni aldattı mı?
Tövbede sebat edip istikâmet üzere olmak zordur, biliyorum. Çünkü gençliğinin baharındasın. Ve dünya malına ulaşma sebepleri de kolaydır. Arkadaşlarının çoğu da, (tövbene sadık kalabilmene yardım) konusunda uygun değildir.

Ey oğul!
Asıl önemle üzerinde durulacak iş; mübah olan şeylerin fuzûlî olanından kaçınmak ve zarûret miktarıyla yetinmektir. Bunu da kulluk vazifelerini yerine getirebilmek için kuvvet hâsıl olması ve cem’iyyet kazanmak niyeti ile yapmalıdır.

Mesela; yemekten maksat ALLAH Teâlâ’ya itaat edebilmek için kuvvet hâsıl olmasıdır. Elbise giymekten maksat avret mahallini örtmek, sıcağa ve soğuğa karşı korunmaktır. Diğer zarûrî mübahlar da bu kıyas üzeredir.

Nakşîbendiyye büyükleri azîmetle amel etmeyi tercih ettiler ve mümkün mertebe ruhsattan kaçındılar. Zarûret miktarı ile yetinmek de azîmetler cümlesindendir. Eğer bu devlete ermek nasip olmazsa, o takdirde mübah dairesinden çıkıp şüpheli ve haram dairesine girmemek gerekir.
Sübhan olan ALLAH-ü Teâlâ sonsuz keremiyle, pek çok nimeti yeterli bir şekilde mübah kılmıştır. Ve bu nimetlerden faydalanma alanını da bir hayli geniş tutmuştur.

Bütün bunlar bir tarafa, bu nimetlerden hangi yaşam, kulun fiillerinden Mevla’nın razı olmasına denk olabilir? Ve hangi cefâ, kulun yaptığı işler sebebiyle efendisinin gazabına uğramasına benzeyebilir?

ALLAH Teâlâ’nın cennetteki rızası, cennetten daha hayırlıdır. (Aynı şekilde)ALLAH-ü Teâlâ’nın cehennemdeki gazâbı, cehennemden daha şerlidir. Babanın, evladını her istediğini yapması hususunda başıboş bırakmayacağı hükmünde olduğu gibi, insan da bu hükme mahkûm Mevlâ’nın bir kuludur.

Tefekkür etmek, kalbe dayalı ameller yapmak gerekir. Aksi halde, yarın (kıyamet gününde) pişmanlıktan ve zarardan başka hiçbir şey hâsıl olmaz. Amel etme vakti şüphesiz gençlik dönemidir. Akıllı olan bu dönemi zâyi etmez ve bu fırsatı ganimet bilir. Çünkü mesele mübhem (aşikâr değil)dir. Belki de (insan) yaşlılık çağına kalmayacaktır. Kalsa (yaşlılık çağına ulaşsa) bile, belki de ona cem’iyyet müyesser olmayabilir. Bunun müyesser olduğunu farzetsek bile, acziyetin ve güçsüzlüğün kuşattığı (bu ihtiyarlık) döneminde, insan amel etmeye güç yetiremez. Hâlbuki cem’iyyeti elde etme sebepleri şu an kolaydır. Hele anne ve babanın hayatta olması da yine Hakk Subhânehû’nun nimetlerinden biridir.

Çünkü senin maişetin onların üzerindedir. Mevsim fırsat mevsimidir, kuvvet ve gücün yettiği zamandır. Öyleyse bu günün işini yarına bırakmanı ve geciktirmeyi tercih etmeni, hangi özür mümkün kılabilir.

Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “İşleri geciktirenler helak oldu.”
Evet, bugün ahiret işleriyle meşguliyetten dolayı, denîy olan dünyevî işleri yarına geciktirirsen, bu gerçekten çok güzel olur. Ancak bunun aksi bir durum gerçekten çok çirkindir.

Şu gençliğin baharında, nefis ve şeytan gibi din düşmanlarının insanı istîlâ ettiği dönemde yapılan az bir amelin itibarı, bu dönemin dışındaki vakitlerde yapılan amellerden kat kat üstündür.

(Bu durum şuna benzer ki) Askeri kâide de; cesur ve kahraman askerlerin, bilhassa düşman istîlâsı esnasındaki itibarları daha fazladır. Hatta o zaman, onların basit bir gayret ve sebatı bile büyük itibar görür. Hâlbuki aynı hareket, düşmanın şerrinden emin olunduğu zaman böyle bir itibar görmez.
Alem_i Ervah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-21-2009, 14:16   #3
Kullanıcı Adı
Alem_i Ervah
Standart
Ehlûllaha Muhabbetin Fazileti Buğzetmenin Felaketi

Kişi Sevdiğiyle Beraberdir 203. MEKTÛB

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu mektubu molla Hüseyin’e yazmıştır.
Mektup, bu taifeye (ALLAH Dostlarına) karşı muhabbet etmeye teşvik etmek ve bir nebzede olsa o büyük zatları medhetmek hakkındadır.
ALLAH-û Teâlâ hazretleri hâllerinizi güzel eylesin, amellerinizi düzeltsin.

Fakirlere (Dervişlere, her zaman her işte yalnız ALLAH-û Teâlâ’ya muhtaç olduğunu bilen ve ihtiyaçlarını ALLAH’a arz eden bu yolun saliklerine) olan sevgi ve muhabbeti haber veren kıymetli mektubunuzun gelmesiyle, aşırı bir mutluluk hâsıl oldu. Bu yolun yolcularına, olan sevginizden bahsetmeniz, bizi son derece memnun edip sevindirdi.

Sübhan olan ALLAH-û Teâlâ bu taifeye, ALLAH dostlarına olan muhabbetinizi gün be gün ziyade eylesin, artırsın. Ve Onlara olan tevazunuzu ve onlara iltica edip yönelmenizi de ömür sermayeniz kılsın.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisi şerifinin hükmü gereğince, ALLAH dostlarını sevenler onlarla beraberdirler. O zatlar öyle kimselerdir ki, onlarla oturanlar şekavetten, (kâfirlikten fasıklıktan, ALLAH’a isyan etmekten) korunurlar. Peygamber Efendimiz SallALLAHü Aleyhi Vesellem bir Hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
Kiramen Kâtibin (İnsanların yaptığı her şeyi yazan meleklerin) dışında, ALLAH’ın bir takım melekleri vardır ki, bu melekler caddelerde ve sokaklarda dolaşırlar. (Niçin?) ALLAH-û Teâlâ’yı zikreden kimseleri ararlar. ALLAH’ı zikredenleri bulunca:
Aradığınıza geliniz! diye birbirlerine seslenirler.

Ve Kanatlarıyla onları kuşatıp sararlar. (O kadar çokturlar ki) ALLAH’ı zikredenlerle, gökyüzü arasını doldururlar. Zikir ehli dağılınca, (melekler) semaya huruç edip yükselirler. ALLAH-û Teâlâ, kullarının her halini iyi bildiği halde meleklere sorar:
Kullarımı nasıl buldunuz? Melekler der ki:
Ya Rabbi! Sana hamd ve sena ediyorlar, Senin büyüklüğünü, yüceliğini söylüyorlar, Seni tesbih ediyorlar. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan ALLAH-û Teâlâ buyurur ki:
Onlar Beni gördüler mi? Melekler şöyle derler:
Hayır, Ya Rabbi! Görmediler. ALLAH-û Teâlâ tekrar buyurur:
Eğer Beni görselerdi, nasıl olurlardı? Melekler cevap verir:
Daha çok hamd ederler, daha çok tesbîh ederler ve daha çok tekbir getirirlerdi. ALLAH-û Teâlâ sorar:
Onlar Benden ne istiyorlar? Melekler derler ki:
Senden cennetini istiyorlar. ALLAH-û Teâlâ buyurur:
Onlar cenneti gördüler mi? Melekler:
Görmediler, derler. ALLAH-û Teâlâ:
Onu görselerdi, nasıl olurlardı? diye buyurur. Melekler cevaben derler ki:
Daha çok talep ederler ve daha çok isterlerdi. Sonra melekler şöyle derler:
Yâ Rabbî! Bu taife (Seni zikretmek için toplanmış olan bu kullar) Cehennemden korkuyorlar. Ve ondan Sana sığınıyorlar. ALLAH-û Teâlâ:
Onlar Cehennemi gördüler mi? diye sorar Melekler derler ki:
Hayır görmediler. ALLAH-û Teâlâ tekrar sorar:
Onu görselerdi, nasıl olurlardı? Melekler cevap verir:
Onu görselerdi, elbette o ateşten Sana daha fazla sığınır ve ateşten kaçmanın yolunu daha çok ararlardı.
Bunun üzerine noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH-û Teâlâ, meleklere şöyle buyurur:
Şâhid olunuz ki, Ben onların hepsini bağışladım. Melekler derler ki:
Ya Rabbi! O zikredenlerin arasında bir kimse var ki, zikir için onlarla beraber değildi. Bilakis oraya dünyevi bir haceti için gelmişti. Sübhan olan ALLAH-û Teâlâ buyurur ki: (Bir Hadis-i Kudsi’de geçen) “Ben, Beni zikredenlerin meclisinde onlarla beraberim” hükmüne göre, Onlar Benim meclis arkadaşlarımdır. Onlar (Ehlûllah) öyle kimselerdir ki, onlarla oturan bedbaht olmaz.

Bu hâdis-i şeriften ve (bundan evvel yukarıda) geçen (Kişi, sevdiği ile beraberdir) hâdis-i şerifinden açıkça anlaşılacağı üzere; ALLAH dostlarını sevenler onlarla beraber olur. Onlarla beraber olan kimseler ise mahrum olmaz!

ALLAH-û Teâlâ, bizi ve sizi bu büyük zatların sevgisi üzerine Haşimi ve Ümmi olan Peygamber Efendimizin hürmetine daim eylesin. Ki, O’nu ananlar andıkça, gafiller de O’nu anmayı ihmal ettikçe ALLAH O’na salât etsin. (Her daim uyanıklar ve gafiller olacağına göre, kıyamete kadar Salât ve Selam, Nebiyy-i Haşimi Ümmi olan Efendimiz üzerine olsun) Şeyh Meyan İlahdâd’ın mektubunda, (Manevi) hallerinizden bahsetmişsiniz. Bilesin ki; bu gibi yokluklar ve sıkıntılar, bu yolun yolcularının başına çoğu kez gelebilir.

Her ele geçen şeyle yetinmeyip, yüksek himmetli olman gerekir.

Hayallerinizle başkaları yetinse bile,
Ben oyum ki, yetinmem visalin ile…

Bu taife (Ehlûllah) ile sohbet etmek, (Bu büyüklerle birlikte bulunmak) Dinin gereklerindendir. Sübhan olan ALLAH bizi onların sohbetlerinde daim kılsın.
Aşk sarhoşlarıyla ol, mey yoksa da koku geçer.
Koku dahi olmasa, onları görmek de yeter.

Dünyevi ve Uhrevi Saadetin Başı 235. MEKTÛB
Bu mektup, Molla Abdülğafûr es-Semerkandî, Hâcı bey Ferketi ve Hâce Eşref Kâbilîye yazılmışdır. Mektup; bu yolun büyüklerini sevmenin, dünya ve âhiret saadetinin sermayesi olduğu ve bununla ilgili konular hakkındadır.

ALLAH-û Teâlâ’ya hamd, Habibine salât edip duaları da ilettikten sonra, hakiki dostlara ve gerçekten özleyenlere (Bizi görmeye can atan sevenlerimize) malum olsun ki, sevgi ve muhabbetinizin çokluğunu ve bir an önce kavuşmak istediğinizi haber veren kıymetli mektuplarınızın gelişi, bizleri çok sevindirdi. ALLAH-û Teâlâ, sizi bu muhabbet üzere sabit kılsın.

Size gereken şey; Bu muhabbet üzere istikamet ve devam üzere olmayı, Sübhan olan ALLAH-û Teâlâ’dan istemenizdir. Hem de Ehlûllah’a olan bu muhabbetin, dünyevi ve uhrevi saadetin başı olduğunu bilerek ve buna inanarak…

(Ehlûllah’ı sevmek çok önemlidir, zira) Şer’i hükümleri işlemeye muvaffak olmak bu muhabbetin neticesidir. Batıni cemiyeti tahsil etmek, (gönül birliğini kalp huzurunu temin edip, kalbin her an ALLAH-û Teâlâ ile olması) dahi bu muhabbetin bir meyvesi neticesi ve Dünyanın bütün karanlıkları, sıkıntıları ve zulmetleri insanın içine, gönlüne dökülse, eğer bu muhabbet (gönülde) bulunuyorsa, asla gamlanmamak ve hiç üzülmemek gerekir. Hatta bırak üzülmeyi, gönlünde ALLAH Dostlarının sevgisi var diye ümitvar olmak gerekir. (Ancak, bunun tam aksi) Dağlar misali nurlar ve manevi haller kalbe akıtılsa, ama bu (ALLAH Dostlarına olan) muhabbetten kıl kadar eksilmiş olsa, bunun perişanlıktan ve felâketten başka bir şey olmadığını bilmelidir. Ve bunu istidrac saymak gerekir. İstidrac; ALLAH’a isyanda çok ileri giden kâfir ve fâsıklarda görülen harikulâde ve olağanüstü haller sebebiyle isyanlarını daha da artırıp sonunda helâk olmalarıdır. Yunan filozofları, Hint fakirleri ve Uzakdoğu rahiplerinde görülen bazı kerametvâri haller de istidrac kabilindendir.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri buyurmuştur ki: “Kişi Müslüman dahi olsa, ALLAH’ın emirlerinden ve Ehli Sünnet itikadından kıl kadar ayrılan kimselerde görülen bütün manevi haller ve zevkler de istidractır.

Bu muhabbet ipine sımsıkı sarılarak meşguliyetinize devam edin. Bu kıymetli ömrü faydasız, boş işlerle zâyi etmeyin!
İmâm-ı Rabbâni Hazretleri bu mektubu, Muhammed Sâdık-ı Keşmirî’ye yazmıştır.

Mektup; Bu yolun büyüklerini tanımak sonucu ortaya çıkan muhabbetin, ALLAH-û Teâlâ’nın en büyük nimetlerinden olduğunu beyan etmektedir.
Kamil bir muhabbetten ve aşırı sevgiden haber veren, beklenen mektubunuz ulaştı. Bunun için Sübhan olan ALLAH’a şükürler olsun.

Bu yolun büyüklerini tanıma sonucunda ortaya çıkan muhabbet, ALLAH-û Teâlâ’nın nimetlerinin en büyüklerindendir. Bu nimetle şereflenmek ne büyük bir saadettir. Şeyhu’l-İslam Herevi Kuddise Sirruhu demiştir ki:
“İlâhî! Veli kullarını nasıl bir cihet üzere yarattın ki, onları bilen seni bulur. Sen’i bulamayan ise onları bilemez.” Bu yolun büyüklerine, ALLAH’ın veli kullarına buğz etmek öldürücü bir zehirdir. Ve onlara dil uzatmak kötü söz söylemek, ebedi mahrumiyete sebep olur. Böyle bir belaya düçâr olmaktan, ALLAH Sübhanehü bizi ve sizi kurtarsın. Şeyhu’l-İslâm (Naz makamında ALLAH-û Teâlâ ‘ya dua ederken) buyurdu ki:
“Ya Rabbi! Her kimi (felâkete) düşürmek dilersen, Onu aleyhimize düşür. Yani: onu gıybetimizi yapmaya ve bizi ayıplamaya düşür.” (ALLAH dostlarının aleyhinde ileri geri konuşan, onlara dil uzatıp kötü söz söyleyen, zaten belanın en büyüğünü bulmuş demektir ki, asla iflah olmaz.)

Hakkın ve has kullarının yardımı yoksa
Tehlikededir kişi, velev ki Melek olsa.

ALLAH-û Teâlâ’nın, yenilemekle seni nimetlendirdiği ALLAH dostlarına intisap etmeyi, büyük bir nimet olarak kabul etmen ve Sübhan olan ALLAH’tan bu hal üzere istikamet istemen gerekir.

Selam olsun, hidayete tabi olanlara ve Muhammed Mustafa’nın yoluna sımsıkı sarılanlara… Salâtlar ve selamlar Onun ve ehlinin üzerine olsun.
Alem_i Ervah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-21-2009, 14:18   #4
Kullanıcı Adı
Alem_i Ervah
Standart
İSLAMİ HASSASİYETİN VE GAYRETİN DELİSİNE

Ekber şah zamanında Hindistan’da İslam’ın kökünün adeta kazınmak istenmesi ve bunun planlı bir şekilde devlet gücüyle yürütülmesi, İmamı Rabbani Hazretlerinin dertli gönlünde derin yaralar açmıştı. Ondan sonra yerine geçen oğlu Selim Cihangir Han ise din düşmanı olmayan ve orta yoldan giden biri idi. İmamı Rabbani Hazretleri, Selim Cihangir Han’a yakın olan yetkililere mektuplar yazarak, ülkedeki Müslümanların durumunun iyileştirilmesi hususunda uyarılarda bulundu. Bu gönderdiği mektuplardan biri de Hanı Azam Abdurrahîm Han’adır.

Hanı Azam Abdurrahîm Han, Ekber Şahın oğlu Selim Cihangir’in lalası idi. Başkomutan olarak yaptığı savaşlarla Dekkan’ı fethetti. Ve Dekkan’a vali tayin edildi. Hanı Azam’ın devlet içindeki etkili rolü, Ekber Şah’ın ölümünden sonra tahta çıkan oğlu Selim Cihangir devrinde de devam etti. İşte 65. mektup bu zata yazılmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri bu mektubu, Hanı Azam’a yazmıştır.

Bu mektup İslam’ın zayıflığından ve Müslümanların acziyetinden (çektiği sıkıntılardan) doğan üzüntüyü ifade etmektedir. Ayrıca Ehli İslam’ı güçlendirmeye teşvik, dini hükümleri icra etmeye yönlendirme hakkındadır. Sübhan olan ALLAH, dini hükümleri yüceltme hususunda, İslam düşmanlarına karşı yaptığınız mücadelenizde size güç verip yardım eylesin.

Muhbiri sadık olan Peygamberimiz (sav), şöyle buyurmuştur: ‘İslam garip olarak başladı ve başladığı gibi garip olarak geri dönecektir. Müjdeler olsun o gariplere’ İslam’ın garipliği öyle bir noktaya gelmiştir ki, din inkârcıları toplum içinde hiç çekinmeden, açıkça İslam’a dil uzatıp Müslümanları kötülemektedirler. Hiç sakınmadan, pervasızca küfür hükümlerini uygulayıp, sokak ve caddelerde küfür ehlini överek onların propagandalarını yapabilmektedirler. Müslümanlar ise aciz durumdadırlar. Dini hükümleri tatbik etmekten men edilmişler ve uğursuz kâfirler nezdinde şeriatın kurallarını yerine getirmelerinden dolayı da kınanıp, ayıplanmaktadırlar. Bu manayı ifade eden bir şiir: Eşi bulunmaz güzel (maalesef) atılıp horlanmıştır.
Onun zıddı (çirkin) ise, ağız, göz ve yanaklarından, öpülmüştür.

Sübhan olan ALLAH’a hamd olsun. Denildi ki: “Şeriat kılıçların gölgesi altındadır.” Bunun için Şer-i şerifin ihtişamı meliklere ve sultanlara bağlı kılındı. Şimdi ise hüküm tersine döndü ve bu zamanda muamele değişti. Bu ne hasrettir! Bu ne pişmanlıktır! Vah başımıza gelenlere!
Biz bu gün, sizin kıymetli varlığınızı ganimet biliyoruz. (Din düşmanlarının hücumları karşısında, Müslümanların çok zor duruma düştüğü) Bu zayıf ve buruk muharebe meydanında (Müslümanlara sahip çıkıp koruyacak) sizden başka savaşçı bilmiyoruz. ALLAH Sübhanehü, Peygamber Efendimizin ve Onun şerefli ehlinin (Salâtlar ve selamlar, tahiyyeler ve bereketler Onun ve ehlinin üzerine olsun) hürmetine, sizi teyid ederek yardımcınız olsun.

Bir rivayette “Sizden biriniz kendisine deli denilmedikçe, hakiki manada iman etmiş olamaz” buyrulmuştur. İslami hassasiyetin ve gayretin çokluğuna dayanan bu delilik, zamanımızda sizin şahsınızda görülmektedir. Bunun için ALLAH’a hamd olsun.

Bu gün öyle bir gündür ki, yapılan az bir amel (ALLAH için söylenen bir söz, yazılan bir yazı) tam bir itibarla, pek çok sevaba nail olur. (Nitekim) Ashabı Kehf’in (Mağara arkadaşlarının) bu kadar saygınlık ve şöhret kazanmalarının yanında, kâfirlerden kaçıp hicret etmelerinden başka bir amel işledikleri bilinmemektedir. (Yani Ashabı Kehf, o zor zamanda, belki az bir iş sayılacak olan “hicret etmeleri” sebebiyle, böylesine büyük kıymet ve şöhret kazanmışlardır.) Görmezmisin ki: Memleketi istila etmek üzere düşmanın yoğun taarruzda bulunup galebe çaldığı bir sırada, askerlerden sadır olan küçük bir atılım ve basit bir hizmet bile, onları büyük saygınlığa ve bol mükâfatlara kavuşturur. Oysa emniyet halinde ve düşmanların sükûn bulduğu zaman (aynı mücadeleyi yapmış olsalar bile) durum böyle olmaz. (Yani bu itibar ve iltifatı göremezler.) Bu sözle yapılan cihad, bu gün size müyesser olmuştur. Bunu ganimet bilmeniz ve “Daha yok mu?” demeniz gerekir. Hem de bunu: ‘Sözlü cihadın, savaş yollu cihattan daha üstün olduğuna itikad ederek’ yapmalısınız. Bizim gibi kötürümler, elleri ayakları kesik olan aciz kimseler ise, bu devletten (nimetten) mahrumdurlar. Bu manada şiir:
Nimet sahiplerine nimetleri afiyet olsun
Miskin âşık ise avucundakiyle avunsun… <
Bu manada başka bir şiir:
Alamet gösterdim sana, meram hazinesinden
Uğraşıp onu elde etmeni bekliyorum ben senden…

Hâce Ubeydullah Ahrar (ALLAH sırrını takdis etsin) buyurdu ki: “Eğer şeyhlik ve irşad makamına oturmuş olsaydım, âlemde hiçbir şeyh kendine mürid bulamazdı. Lakin ben, gayb âleminden başka bir işle görevlendirildim. Bu görev de, şeriatı yüceltmek ve dini güçlendirmektir.”
Durum böyle olunca, hiç şüphe yok ki o, sultanlarla beraber olmayı tercih etti. Ve onları (manevi) tasarrufuyla kendisine bağlayıp, onların vasıtasıyla şeriatın revaç bulmasını sağladı. Sübhan olan ALLAH-u Teâla, sizin bu taifenin büyüklerine olan muhabbetiniz bereketiyle sözlerinize tesir lütfedip, etkili kıldı. Akranların nazarında Müslümanlığınızın azameti zahir oldu.

Sizden, bu bab ta (Dini yüceltme hususunda) çalışmanızı, Müslümanlar arasında şüyu bulan (âdet hâline gelmiş olan) küfür hükümlerinin çoğunu yıkmak için gayret etmenizi istirham ediyorum. Böylece Müslümanlar bu çirkin işlerden korunmuş olurlar.
ALLAH-u Teâla bizden ve diğer Müslümanlardan yana sizi mükâfatların en güzeli ile mükâfatlandırsın.

Hiç şüphe yok ki, bundan önceki saltanat döneminde, (Ekber Şah dönemi. Ekber Şah, “Dîn-i İlâhî” adıyla yeni, bozuk bir din kurdu. Kurduğu bu dine temayülü olanlar baştâcı yapıldı. Ekber Şah’ın bu uyduruk dinî, ülke çapında pek taraftar bulamadı. Fakat Müslümanlar çeşitli eziyet ve işkencelere maruz kaldı.) Salât ve Selam üzerine olsun Muhammed Mustafa’nın dinine (İslamiyete) karşı bir inat (açıkça bir kin ve düşmanlık) olduğu anlaşılmıştı. Ama bu saltanat (Ekber Şah’ın yerine geçen oğlu Selim Cihangir Han) devrinde ise, bu (düşmanlık ve) inad zahir değil. Eğer böyle bir şey varsa bile, o da (inad ve düşmanlık sebebiyle değil) bilgisizliğe dayanmaktadır.

Fakat biz, bu saltanat döneminde de, işin (Ekber Şah döneminde olduğu gibi tekrar) inada dönmesinden ve
Müslümanlar üzerine yapılacak muamelenin sert ve müsamahasız olmasından korkuyoruz.

O zaman Müslümanlar üzerine yapılacak muamele çok ağır olacaktır. (Eski kin ve düşmanlığın geri dönmemesi, Müslümanların zulüm ve sıkıntıya maruz kalmaması için çalışmaktan başka çare yoktur.) Bir Mısra:
Hiçbir şey için endişem yoktur, dinimden başka…

ALLAH Sübhanehü bizi ve sizi Peygamberlerin Efendisinin yolu üzere sabit kılsın. Bu fakir, bir takım sebeplerden ötürü buraya geldim. Buraya kadar gelmişken sizi haberdar etmemeyi faydalı bir kısım sözler yazmamayı ve fıtri tabiatım icabı yaratılıştan gelen1 muhabbetimi bildirmemeyi uygun bulmadım. Nitekim Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz buyurdular ki: “Kim bir Müslüman kardeşini seviyorsa bunu kendisine bildirsin”
Selam size ve hidayete tabi olan herkese olsun.

(1) Aslında Arapça tercemelerde buradaki mana “büyüklerden biriyle alakalı muhabbetimi” şeklindedir. Fakat biz Yasin Kitabevi baskısıyla, Talha Alp, Mustafa Alp ve Orhan Ençakar’ın çevirisiyle çıkan kitaptaki “yaratılıştan gelen muhabbetimi” manasını aldık. Bu konuda onların açıklaması ise şöyle: “İlgili ibare Arapça tercemelerde ‘büyüklerden biriyle alakalı muhabbetimi’ şeklinde terceme edilmiştir. Oysa tashih edilmiş Farsça nüshada “yaratılıştan gelen muhabbetimi” ifadesi bulunmaktadır. Sanırız Farsça nüshada geçen “Ğarizi” kelimesini mütercim efendi Arapça hatta çok benzeyen “azizi” kelimesiyle karıştırmış ve metni yanlış terceme etmiştir.
Alem_i Ervah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-21-2009, 14:23   #5
Kullanıcı Adı
Alem_i Ervah
Standart
Nefsin Kötü Huyları

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mektubu Seyyid Nâkib Şeyh Ferid Buhârî’ye göndermiştir.
Bu mektup; nefsi emmârenin yerilmesi, onun zâtî (özünde bulunan) hastalığı ve bu hastalıktan kurtulmanın ilacını izah hakkındadır.
Şefkat ve merhamet vechi üzere göndermiş olduğu mektubuyla, bu samimi duâcı kulu imtiyazlı kılan kıymetli kardeşimin mektubunu okumakla şerefyâb oldum. Çok şerefli dedeniz Muhammed Mustafa (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)hürmetine, Sübhân olan Allâh-ü Teâlâ ecrinizi arttırsın, kadr-u kıymetinizi yüceltsin, gönlünüzü ferahlatsın ve işlerinizi kolaylaştırsın. Duâların en üstünü, selamların en mükemmeli, Onun ve Ehlinin üzerine olsun.

Allâh-ü Teâlâ, hem zâhiren hem de bâtınen Onun sünnetine tâbi olma husûsunda bizleri dâim eylesin. (Bu duâya) “Âmin” diyen kula da, ALLAH rahmet eylesin. Ahlâkı bozuk olan dosttan ve kötü arkadaştan şikâyet bâbında birkaç paragraf yazmak istedim. Bunu kabul kulağıyla dinleyeceğinizi ümid ederim.

Ey Kıymetli Evladım! Bilesin ki; insanın nefsi emmâresi, makam, mevki ve reislik tutkusu üzerine yaratılmıştır. Ve onun tüm arzusu bütün akranlarından üstün olmaktır. Asıl temennisi ise; bütün mahlûkatın kendisine muhtaç olması, emir ve yasaklarına boyun eğmeleridir. Ama kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmasını istemediği gibi, hiç kimsenin hükmü altına girmeyi de asla istemez. İşte bütün bunlar, nefsin ilahlık davası gütmesinden ve eşi-benzeri olmaktan münezzeh olan yüce yaratıcısına kendisini ortak görmesinden başka bir şey değildir.

Hatta nefis, (bu durumda bile) mesûd olmaktan uzaktır. Çünkü ALLAH ile ortak olmaya bile razı değildir. Bilakis o sadece kendisinin hâkim olmasını ve herkesin kendi idaresi altında bulunmasını ister.

Bir Hadîs-i Kudsîde vârid oldu ki: “Nefsine düşman ol. Zira o Bana düşmanlık için ayağa dikilmiştir.”
Makam, reislik, yükselmek ve büyüklenme gibi nefsin arzu ettiği şeyleri ona vererek nefsi terbiye etmeye kalkışmak; hakikatte, ALLAH’a düşmanlık etmesi için ona yardım edip destek olmaktır. Öyleyse bu işin ne kadar çirkin olduğunun idrak edilmesi gerekir.

Bir başka Hadîs-i Kudsîde ise şöyle buyuruldu: “Kibriyâ Benim ridam, azamet ise Benim izarımdır. Her kim bu ikisinden birinde Benimle mücâdeleye girerse, hiç aldırış etmeden (acımadan) onu ateşime atarım.” Şüphe yok ki alçak dünyanın Allâh-ü Teâlâ katında buğzedilmiş ve lânetlenmiş olmasının sebebi; dünyanın ele geçmesine, nefsin isteklerinin elde edilmesine yardımcı ve destekçi olması sebebiyledir. Her kim düşmana yardım ederse, şüphe yok ki lânetlenip kovulmaya müstehaktır. Fakirlik, Muhammedî bir gurur olmuştur. -Ona ve Ehline Salât ve Selam olsun.- Zira fakirlikte nefsin arzularının yerine gelmemesi ve âciz kalması vardır.

Peygamberlerin –Onlara salât-ü selâm olsun gönderilmesinden maksad ve şer’i tekliflerdeki hikmet de, bu nefsi emmâreyi aciz bırakmak ve onu tahrip etmektir. Muhakkak ki şer’î emirler, bilhassa nefsânî istekleri kaldırmak için gelmiştir. Her ne zaman şerâitin gerektirdiği bir amel işlenirse, o amel nefsâni arzulardan kendi miktarı kadarını giderir. İşte bu sebeple, şer’î hükümlerden birini yapmak; nefsâni arzularını giderme konusunda, kendiliğinden (Şer’î bir emir ve tavsiye olmadığı halde, kendi aklına göre) bin sene riyâzât ve mücâhede de bulunmaktan daha üstündür. Hatta Şeriat-ı Garrâ’ya uygun olmayan bu riyâzât ve mücâhedeler (bırak köreltmeyi) nefsin arzularına güç ve kuvvet vericidir.

Brahmanlar (Genelde Hindistan’da yaşayan ve kendilerini dünyadan soyutlayan Budist rahipleri) ve cukiler (Hind kafirlerinin dervişlerine cuki denir. Bu garip insanlar uzun süre bir şey yemez içmezler, çukurlar kazıp bir tek hava deliği bırakırlar ve orada aylarca kalırlar. İşte bu kimseler) riyâzât ve mücâhede konusunda hiçbir şeyi eksik bırakmadılar. Nefsanî istekleri kırmak, şehevi arzuları gidermek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak bu yapılanlar şerîata muvafık olmadığı için bundan kesinlikle faydalanamadılar. Neticede; nefsin kuvvetlenmesinden başka ellerine bir şey geçmedi.

Mesela; bir kimse, şerîatın emrettiği zekâtı ödemek niyetiyle bir dânik (Dirhemin altıda biri miktarında az bir para) verse, nefisini eğitip adam etmek konusunda kendiliğinden bin dinar veren kimseden daha hayırlıdır. Aynı şekilde Ramazan Bayramı gününde şerîatın hükmü gereğince yemek yemek de, nefsâni arzuları giderme hususunda kendiliğinden senelerce oruç tutmaktan daha faydalıdır.

Sabah namazının iki rekâtını cemaatle kılmak gibi sünnetlerden bir sünneti yerine getirmek, sabah namazı cemaatini terk ederek, gecenin tamamını nafile namazla geçirmekten daha faziletlidir. Hâsıl-ı Kelâm; nefis, liderlik ve üstünlük sevdasının pisliğinden temizlenmedikçe, kurtuluş imkansızdır. Bu hastalıktan kurtulmayı düşünmek ise zarûridir. Tâ ki ebedî ölüme götürmesin… Afâkî ve enfüsî ilahları nefyetmek için vazedilmiş olan “Lâ ilâhe illellâh” kelimesi, nefsi ıslah etmek ve temizlemek hususunda en uygun olanıdır. Tarikat Büyükleri -ALLAH onların sırlarını takdis etsin- nefsin tezkiyesi için bu kelime-i tayyibeyi tercih etmişlerdir.

Şiir:
“Lâ” kılıcıyla vurmadıkça boynuna masivânın
İllALLAH sarayında, ALLAH’a kavuşamazsın.

Nefis; inat ve azgınlık, fesat çıkarmak ve ahdi bozma makamında bulunduğu müddetçe, bu kelimeyi tekrar ederek îmânı yenilemek gerekir. Nitekim Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz: “Lâ ilâhe illallâh” sözüyle imanınızı yenileyin” buyurmuştur. Hatta bu kelimeyi bütün vakitlerde, her zaman tekrar etmek gerekir. Zira nefsi emmâre daima habâset makamındadır. Peygamber Efendimiz (SallALLAHü Aleyhi Vesellem)den bu kelimenin fazileti hakkında şöyle bir hadîsi şerif vârid olmuştur: “Eğer gökler ve yerler mîzânın bir kefesine, bu kelime de diğer kefesine konulsaydı, bu kelimenin bulunduğu kefe diğerine ağır basardı.”
Selam, hidâyete tabi olanlara ve Hz. Muhammed Mustafa’nın sünnetine sımsıkı sarılanlara olsun. Ona ve Âline, ekmel manada salât ve çokça selam…

Alem_i Ervah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-21-2009, 14:24   #6
Kullanıcı Adı
Alem_i Ervah
Standart
Kerâmet’in Çokluğu Velâyetin Yüksekliğine mi delâlet eder?

Bu mektup Mirza Hüsameddin’e yazılmıştır. ALLAH dostlarının bazısından kerâmetlerin çok, bazılarından ise az zuhur etmesinin hikmeti, Tekmil ve irşad makamının en mükemmel şeklini ve buna münâsip halleri beyan etmektedir.

Âlemlerin Rabbi Allâh-ü Teâlâ’ya hamd olsun. Salât ve Selâm, Peygamberlerin Efendisine ve Onun tertemiz âline olsun.

Şu zayıf (bitkin) hatıra şöyle geldi: Benimle dostlar arasına sûri uzaklık (Bedenen, şeklî uzaklık) girince ve yüz yüze görüşmek anka kuşu gibi olunca, (anka kuşu; ismi olan ama kendi olmayan bir kuştur. Yani görüşmek mümkün olmayınca) onlara zaman zaman bazı ilim ve mârifetleri yazmam münâsip oldu.
İşte buna binâen bazı zamanlarda bu kısımdan bir şeyler yazıyorum. Umarım ki, bu iş bıkkınlık verici olmaz.

Ey mahdum! Aziz dostum. Velâyet bizim aramızda bir bahis konusu olunca, avam halkın da nazarı kerâmetlerin zuhûruna yönelik olunca, bu konuyla ilgili birkaç kelime zikredeceğim. Bunların iyi dinlenip anlaşılması gerekir.

Bilesin ki;
Velilik, fenâ ve bekâdan ibarettir. Keşifler ve kerâmetler ise, ister az olsun ister çok olsun bunun levâzımındandır. Ancak kerâmeti çok olanın velâyeti daha tamam ve nasîbi daha çok demek değildir. (Yani kerâmeti çok olan velinin makâmı, kerâmeti az olandan daha büyük demek değildir) Aksine, çoğu zaman velâyeti tamam olanın (büyük velilerin) kerâmeti az oluyor.

Kerametlerin çokça zuhur etmesinin iki dayanağı, sebebi vardır.
1- Urûc (yükselme) vaktinde yukarıya yükselişin daha çok olmasıdır.
2- Nüzül (iniş) vaktinde aşağıya inişin az olmasıdır. Hatta kerâmetlerin çokça görülmesindeki en büyük sebep, urûc tarafı ne şekilde olursa olsun, nüzûlün az olmasıdır. Çünkü nüzül sahibi (iniş halindeki veli) sebepler âlemine iner, eşyanın varlığını sebeplere bağlı olarak bulur. Ve sebepler perdesi arkasında da, sebepleri yaratan (Müsebbibü’l-esbab olan ALLAH)ın fiilini görür.

Daha nüzül etmemiş olan kimse veya nüzül etmiş ama, henüz sebeplere ulaşmamış olan kimsenin bakışı, sadece sebepleri yaratan (ALLAH-ü Teâlâ)’nın fiilinde kalır. Çünkü sebepler onun nazarından tamamen kalkmıştır. Ve onun nazarı sadece sebepleri sebep kılan ALLAH-ü Teâlâ’nın fiiline takılmıştır.

Hiç şüphe yok ki Hak Sübhânehü, bu iki veliden her birinin zannına göre ayrı ayrı muâmele eder. Bu yüzden, sebepleri görenin işini sebeplere terk eder. Sebepleri görmeyenin işini ise, sebepleri araya koymadan görür. “Ben kulumun, Bana olan zannının yanındayım” kuds-î hadisi, bu mananın şâhidi ve destekçisidir.

Uzun zamandır (bir mesele) aklımı kurcalamıştı. Bu ümmetin kâmil velilerinden kerâmetlerin görülmemesinin sebebi nedir? Hâlbuki onlar geçmişte çoktu. Seyyid Muhyiddîn Abdülkâdir Geylânî hazretlerinden (kerâmetler) zuhur ettiği gibi (bu ümmetin velilerinden neden kerâmet görülmüyor?) Allâh-ü Teâlâ sonunda bu muammâ hâlin sırrını bana izhâr etti.

Ve bildim ki; Seyyid Muhyiddîn Geylânî hazretlerinin urûcu, bir çok evliyânın yükselişinden daha yüksek idi. (Geylânî hazretleri) nüzül bölümünde, sadece ruh makamına kadar indi ki, o makam, sebepler âleminin üstündedir.

Hasan-ı Basrî ile Habîb-i Acemî arasında geçen hikaye buna (iki makam arasındaki farkı anlatmak bakımından) uygundur. Yani geride geçen manayı kuvvetlendirir ve teyid eder. Hasan-ı Basrî’den şöyle naklolundu:
Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün nehrin kıyısında durmuş karşıya geçmek için gemi bekliyordu. Bu sırada Habîb-i Acemî geldi ve ona, orada beklemesinin sebebini sordu. Hasan-ı Basrî hazretleri de: “gemi bekliyorum” dedi. Habîb-i Acemî: “gemiye ne gerek var, sende yakîn yok mu?” (yani ALLAH’ın, gemi olmadan, esbaba tevessül etmeden seni karşıya geçireceğine inancın yok mu?) dedi. (Bunun üzerine) Hasan-ı Basrî’de: “sende ilim yok mu?” (ALLAH’ın sebeplerle iş gördüğünü bilmiyor musun?) diye cevap verdi. (Netice de) Habîb-i Acemî, gemi kullanmadan su üzerinde yürüyerek nehrin karşı kıyısına geçti. Hasan-ı Basrî ise durup gemiyi bekledi.

Hasan-ı Basrî hazretleri sebepler âlemine inmiş olduğu için, ona sebepler vâsıtasıyla muâmele edildi. Habîb-i Acemî ise, sebepleri tamamıyla gözünden silmiş ve bir kenara atmıştı. Dolayısıyla ona da sebeplerin aracılığı olmaksızın muâmele edildi. Ancak fazîlet ve üstünlük Hasan-ı Basrî’ye aittir. Çünkü o ilim sahibidir. Ayne’l-yakîn (görerek inanmak) ile ilme’l-yakîn (bilerek inanmak) arasını cem etmiş ve eşyayı da olduğu gibi bilmiştir.

Zîra ALLAH’ın kudreti, işin aslında hikmet perdesinin arkasında gizlenmiştir. (Yani ALLAH-ü Teâlâ hikmetinin gereği, yaptığı işleri sebeplerle görür, kudretini de bunun ardına gizler.) Habîb-i Âcemî ise sekir (mânevî sarhoşluk) sahibidir. Onun gerçek fâile (ALLAH-ü Teâlâ’ya) sebeplerin tesiri olmadan yakînî inancı vardır. Ama bu görüş, işin aslına, özüne mutâbık değildir. Çünkü sebeplerin vasıta olması, gerçekte var olan bir durumdur.

Tekmil ve irşad muâmelesine gelince o, kerâ-metlerin görülmesi muâmelesinin aksinedir. Çünkü irşad makamında nüzül daha fazla olursa, irşad da o nisbette mükemmel ve daha tam olur. Zîra irşad makamında, Mürşid ile mürid arasında münasebet hâsıl olması gereklidir. Bu münasebet de, nüzûle bağlıdır. (mürşid ile mürid arasında tam bir münasebet kurulabilmesi için, mürşidin sebepler âlemine inmesi lazımdır)

Bilmiş olasın ki; Yükseliş ne kadar çok olursa, inişte (ona nisbetle) o kadar çok olur. Bundan dolayı, Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in yükselişi herkesin üzerinde olmuştur. İniş esnasında da herkesten daha aşağıya inmiştir. İşte bu sebeple Onun dâveti en mükemmel davet olmuş ve bütün mahlûkâta peygamber olarak gönderilmiştir. Çünkü Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi Vesellem inişin nihayetine ulaşması sebebiyle, her şeyle bir münâsebeti vardır ve Onun fayda verme yolu en mükemmel bir şekilde olmuştur.

Çoğu zaman, bu (mânevî) yolun ortasında olanlar, yolun sonunda olup da geri dönüşleri olmayanlardan daha fazla, bu yolun taliplerine faydalı olur. Çünkü mutavassıt olanların, müntehî olanlara nisbetle, mübtedî olanlarla daha fazla münasebeti vardır. (Yani mânevî yolun ortasında olanların, bu yola yeni girenlerle; yolun sonuna varıp geri dönmeyenlerden daha çok münasebeti vardır) Bu manadan dolayı Şeyhülislam Herevî kuddise sirruhu şöyle dedi: “Şayet, (Ebu Hasan) Harkânî ile Muhammed Kassab aynı yerde olsalardı, sizi Harkânî’ye değil, Muhammed Kassab’a gönderirdim. Çünkü o, size Harkânî’den daha fazla fayda verir.” Yani Harkânî müntehî idi. bu sebeple müridin ondan faydalanması az olur.

Burada Harkânî geri dönmemiş müntehilerdendi, yoksa mutlak müntehî (mutlak anlamda mânevî yolun sonuna gelmiş) değildi. Zira mutlak olarak yolun sonuna gelmiş birinin tam fayda vermemesi söz konusu değildir. Çünkü ALLAH Resûlü Muhammed Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in intihâsı, herkesten daha ileridir. Hâlbuki Onun verdiği fayda herkesinkinden fazla olmuştur.

Dolayısıyla (bir mürşidin) fayda vermesinin az veya çok olması, geri dönüş ve inişe bağlıdır. Müntehî olup olmamasına değil. Ve de gerçek şudur ki, onun fayda vermesi herkesten daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor ki; tam veya eksik fayda verme durumu, muhatapların seviyesine inmek ve onlarla aynı düzeyde durabilmekle alakalıdır, sona ermek veya ermemekle alâkalı değil.

Burada bilinmesi gereken bir incelik vardır. Nasıl ki velâyetin hâsıl olmasında, o velâyet sahibi için kendisinin velî olduğunu bilmesi şart değilse -ki bu meşhurdur- aynı şekilde kendisine âit kerâmetlerin olduğunu bilmesi de şart değildir. Hatta çoğu kere insanlar onun kerâmetlerini anlatırlar da, onun kendi kerâmetlerinden hiçbir haberi olmaz. İlim ve keşif sahibi olan velîlerin, kendi kerâmetlerinden haberlerinin olmaması mümkündür. Hatta onların misal âlemindeki sûretleri, pek çok farklı yerlerde görülür ve bu sûretlerden, uzak mesâfelerde bir takım acayip işler ve garip haller zuhur eder, halbuki bu sûret sahiplerinin bunların hiçbirinden haber yoktur.

Fiil ancak O’ndandır, Gayrısı ise mazhardır.
Alem_i Ervah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




boşanma avukatı webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım