![]() |
#11 |
![]() ELA GÖZLÜ NAZLI YARİ
Derleyen : Mazlum N. Kılıçkıran Çıkarttın allan kara bağladın Yüreğimi aşk oduna dağladın Bir yar için on beş sene ağladın Ey Ferrahi gül dedim de, gülmedin. Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan'ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızım Ferrahi'ye vermeye razı olu yor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor. Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine'dir. İki gönlün bir olması engellenince, alır başım çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi'nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adım Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine'nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba-kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları'na katılırlar. Şimdi 1967 yılında Konya'da yapılan Aşıklar Bayramında Mihri Hatun ödülünü kazandıran türküsünün sözlerini sunuyoruz. Ela gözlü nazlı yari Görem dedim göremedim Boş kalmıştır kavil yeri Varam dedim varamadım. Gönlümün gülü nerede Engeller durmaz arada Emine'yle ben murada Erem dedim, eremedim. Şeker kaymak tatlı dili Kınalamış nazik eli Koynundaki gonca gülü Derem dedim, deremedim. Şahinim yok çıkam ava Ne yaptımsa aldım hava Kuşlar gibi ben bir yuva Kuram dedim kuramadım. Gel derdini bana anlat Ben kimlere edem minnet Dediler ki, bağın cennet Girem dedim, giremedim. Mehmet Ali asıl adım Ferrahi'yi pirle kodum Gurbet elden dönem dedim Duram dedim, duramadım... Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi'yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi'nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında bir bir çok koşma, güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı'na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine'yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 Yılında Konya'da <<Mihri Hatun>> türkü ödülünü, ertesi yıl da yine Konya'da Köroğlu ödülünü aldılar. Ferrahi'nin öyküsünü çok sevilen bir türküsünün şiiriyle erdiriyoruz. Ah neyleyim gönül senin elinden Her zaman ağlarım gülemem gayrı Ben bıktım usandım elin dilinden Terk ettim sılayı dönemem gayrı. Gönül ben sırrına eremedim ki Gonca, gonca güller deremedim ki Kaybeyledim (aneyledim) dostu göremedim ki Aylar yıllar geçse göremem gayrı. Ey Ferrahi, yandım yar ateşine Neler gelir gariplerin başına Ağlayarak geline mezar taşıma Uyanıp da sana gülemem gayrı |
|
![]() |
![]() |
#12 |
![]() EREĞLİ'DEN ÇIKTIM SÖKÜN EYLEDİM
Ali Ercan, Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri adlı kitabında "Sabi Baba" isminde bir kişiden dinlediği bu türkünün hikayesini aynen şöyle anlatmaktadır: "Orta köyde Tahir efendi adında bir halk şairi varmış. Bu zât sazını kendi zevki için çalarmış. Altında atı, terkesinde sazı, şehir şehir, kasaba kasaba dolaşırmış. Günlerden bir yaz mevsimi Ereğli'ye gezmeye gidiyor. Şehre girmeden bir ağaçlık, su kenarında bir kaç aşiret çadırına rastlıyor. Çadırların bir tanesinden güzel bir kız ellerindeki helkeleri,saçları iki bölük,yakınındaki pınara su doldurmaya gidiyor. Tahir efendi kızı görünce aşık oluyor. Kendisini tanıtıyor ve Allah'ın emri ile de kıza evlenme teklifi yapıyor. Kız ise Tahir efendiyi ayaktan başa kadar süzdükten sonra teklifi kabul ediyor. "Yalnız babam Adana'ya gitti, bir hafta sonra gelir, o zaman gel ve beni babamdan iste" diyor. Tahir efendi hemen geri Ortaköy'e döner ve en yakın akrabasına,eşine,dostuna durumu anlatır ve bir haftayı sabırsızlıkla bekler. O bekleye dursun ,kızın babası üç gün sonra dönüyor. Kızının durumunda bir takım değişiklikler seziyor. Vaziyeti başka bir şahıs tarafından da öğrenen baba,bu işe asla razı olmuyor. Hemen çadırı,çatmayı yüklenip Adana tarafına doğru yollanıyor. Bir hafta geçiyor ve Tahir efendi dünürcülerini toplayıp Ereğli'ye hareket ediyor. Çadırın olduğu yere geldikleri zaman hepsi şaşırıyorlar. Çünkü çadırın yerinde yeller esmektedir. Tahir efendi Sevgili Hüsne'sinin ayak izinden başka hiçbir şeye rastlayamıyor. Sonsuz gam tülüne bürünen Tahir efendi çeker sazını, vurur mızrabını ve bu türküyü yakar." ERZİNCAN'A GİRDİM NE GÜZEL BAĞLAR “Erzincan’a girdim ne güzel bağlar.”, Erzincan Halk Türküleri içinde en çok sevilen bir uzun havadır. Güzel olduğu kadar da acı bir gerçeği dile getirir. Erzincan, yemyeşil beldelerimizden biridir. I. Dünya Savaşı yıllarında bu “güzel bağlar” da tıpkı o günkü Erzincanlılar gibi hüzünlüydü . Çünkü bu bağlar terk ediliyordu. 1916 yılında, Ruslar Erzurum’u almış Erzincan’a doğru ilerliyorlardı . Halen yaşlı Erzincanlıların hatıraları arasında kalan genç nesillerin masal havası içinde dinledikleri “Muhacirlik”, binlerce Erzincanlının Anadolu içlerine göç etmesini ve aylar sonra Erzincan’a geri dönmesini hikaye eder. Bu türkü o acı hatıraların yaşandığı hüzünlü Erzincan'ı dile getirir. Erzincan’a Girdim Türküsü Erzincan’a girdim ne güzel bağlar Erzurum’a vardım dumanlı dağlar Elleri koynunda bir güzel ağlar Oy anam anam hallarım yaman Yüce dağ başında çadır açarım Nazlım seni burdan alıp kaçarım Kahve bulamazsam kenger içerim Oy anam anam hallarım ağlar Anama söyleyin lamba yakmasın Çuha şalvarıma uçkur takmasın Oğlum gelir diye yola bakmasın Oy anam anam hallarım yaman |
|
![]() |
![]() |
#13 |
![]() ERZİNCAN'A GİRDİM NE GÜZEL BAĞLAR
“Erzincan’a girdim ne güzel bağlar.”, Erzincan Halk Türküleri içinde en çok sevilen bir uzun havadır. Güzel olduğu kadar da acı bir gerçeği dile getirir. Erzincan, yemyeşil beldelerimizden biridir. I. Dünya Savaşı yıllarında bu “güzel bağlar” da tıpkı o günkü Erzincanlılar gibi hüzünlüydü . Çünkü bu bağlar terk ediliyordu. 1916 yılında, Ruslar Erzurum’u almış Erzincan’a doğru ilerliyorlardı . Halen yaşlı Erzincanlıların hatıraları arasında kalan genç nesillerin masal havası içinde dinledikleri “Muhacirlik”, binlerce Erzincanlının Anadolu içlerine göç etmesini ve aylar sonra Erzincan’a geri dönmesini hikaye eder. Bu türkü o acı hatıraların yaşandığı hüzünlü Erzincan'ı dile getirir. Erzincan’a Girdim Türküsü Erzincan’a girdim ne güzel bağlar Erzurum’a vardım dumanlı dağlar Elleri koynunda bir güzel ağlar Oy anam anam hallarım yaman Yüce dağ başında çadır açarım Nazlım seni burdan alıp kaçarım Kahve bulamazsam kenger içerim Oy anam anam hallarım ağlar Anama söyleyin lamba yakmasın Çuha şalvarıma uçkur takmasın Oğlum gelir diye yola bakmasın Oy anam anam hallarım yaman |
|
![]() |
![]() |
#14 |
![]() FERAYİDİR KIZIN ADI
Şu bizim Milâs, tarih boyunca iki uygarlığa başkentlik etmiştir. İlkin Halikarnassos'tan (Bodrum'dan) önce Karya Krallığına; daha sönra da Menteşe Beyliğine. Menteşe beylerinden Yakup'un oğlu İlyas, av meraklısı, dağlar sevdalısıymış. Silahını omuzladığı gibi, dağlara düşermiş. O dağ senin, bu dağ benim. Hani, bizim Muğla'mızın dağları da dağdır ha. Adam, avcı olmasa bile aç kalmaz Muğla dağlarında. Mevsimine göre çıntar (mantar) toplar, közde kebap edip yer. Mersindi, çilekti, geyik elmasıydı, haruptu, incirdi; doyurur karnını. Sözün akışını değiştirmiyelim; İlyas Bey'den anlatıyorduk: Bu İlyas Bey, bir ilkyaz günü Muğla dağlarında av ardında koşuyormuş. Göktepe dolaylarında olacak; dünya güzeli bir Yörük kızına rasgelmiş. Bilinir ki; Yörükler yazı yaylada, kışı yazıda (ovada) geçirirler. İlyas Bey; bu becene(ıssız) dağ başında bir güzeller güzeliyle karşılaşınca şaşırmış: - İn misin, cin misin? diye sormuş. Kız: - Ne in'im, ne cin! Sencileyin bir insanım. - Peki, ne arıyorsun bu dağ başında? - Kuzularımı, oğlaklarımı güderim. Ya sen? - Ben mi? av avlayıp kuş kuşlardım ki; bugün bahtım karşıma seni çıkardı. Adın ne senin? - Ferayi. - Ferayi. Ferayi. Ferayi... - Benim Türkmen adımı Beyenmedin yalım "galiba"? - Yoo. Çok Beyendim de, Beyendiğimden, düşürmem adını dilimden. - Ya senin adın ne? Neyin nesi, kimin fesisin? - Adım İlyas. Yakup beyin oğlu. - Ooo. Beyimizin oğlu beyimiz onurlandırmış obamızın konduğu yerleri. Ne mutluluk canımıza. Hadi, çadırımıza buyur da, bir tas ayran sunayım sana. Açsındır, çökelek çıkarayım. İlyas Bey, Ferayi'nin sunduğu çökeleği bazlamaya sarıp yemiş, tas tas ayran içmiş. Bir yadan da, Ferayi'yle evlenmeyi kafasına koymuş, içini açmış: - Benle evlenir misin Ferayi? - Bunu anam-atamla konuşman gerek bey.. İlyas Bey dönmüş Milas'a. Anasına iletmiş kararını: - Ana can, hep, benim evlenmemi ister durursun değil mi? - Hemde nasıl! Hayrola, buldun mu yoksa gönlünün sultanını? - Buldum ana. Senden dileğim odur ki; dileğimi bey babama açasın. - Olur oğul. Kim ki gelinimiz olacak kız? - Göktepe'de oba kurmuş Yörük kızı Ferayi. Yakup bey, adamlarından birkaçını yanına alıp, varmış, Ferayi'nin obasına. Hoş-beşten sonra da çıkarınış ağzında baklayı: - Gelişimiz şundandır ki; diye söze başlamış... "Bahçenizdeki gülü dermeye geldik, sizinle kardeşlik olmaya geldik... Oğlum bir Beyenmiş Ferayi'yi, ben iki Beyendim..." Bey bu, sözü buyruktur. Ferayi'nin babası da mırın-kırın etmemiş: - Civan oğlun İlyas'a kız vermek, obamıza şan verir, demiş. Düğün hazırlıklarına tezelden başlanması kararlaştırıldıktan sonra konuklar daha oturmamışlar. Muştuyu İlyas'a ve halka vermek için, Milâs'a doğru yola koyulmuşlar. Onlar obadan uzaklaşırken, Ferayi'nin ağabeyi Mıstık dönmüş sürüyü yaylatmaktan. Neler olup bittiğini sormuş babasına. Babası: - Obamızın başına devlet kuşu kondu oğul! diye girmiş söze; "Yakup Beyoğlu İlyas Bey, bacın Ferayi'ye gönül koymuş ki; babası Ferayi'yi istemeye gelmiş..." Mıstık: - O İlyas olacak beyoğlu Ferayi'yi nerde görmüş? demiş ve "Anlaşılan Ferayi onunla yavuklanmadan (nişanlanmadan) görüşmüş. Ben bunu ar ederim. İlyas kendine başka kısmet arasın" diye eklemiş. Nice ısrar etmişlerse de, "nal" demiş, "mıh" dememiş Mıstık. - Ferayi, bakmış ki başka yol yok; haber salmış İlyas Bey'e: "- Beni falan gün Kanlı Kapuz'un (kanyonun) ağzında bekle. Ben çeyizimi sarı mayaya (dişi deveye) yükler gelirim. Ordan da kaçarız birlikte..." İlyas Bey, atlamış atına, kavil (buluşma) yerine doğru yola düzülmüş. Gelin görün ki; Mıstık sezmiş olan biteni. İzlemiş Ferayi'yi. Kanlı Kapuz'un başında yakalamış. "Demek İlyas'la kaçacaksın ha?" diyerek, çekmiş bıçağını, delik-deşik etmiş biricik bacısını. Sonra da kendini, kapusun kara derinliklerine atmış. İlyas bey kavil yerinde, çeyiz yüklü sarı mayayı başıboş görünce, yüreği ağzına gelmiş. Az sonra da Ferayi'nin, al kanlar içindeki ölüsünü bulmuş. Bunun üzerine İlyas Bey ne yapmış, bilmiyoruz. Bildiğimiz bir yey var: Halk usta, bu acılı öyküyü türküleştirmiş, dünya durdukça çığrılsın; sevenlerin arasına kimse girmesin diye: Ferayidir gızın adı Ferayi de yandım aman Esmer yarim de aman da Ferayi Türkmen de gızı,katarlamış mayayı of yandım aman Esmer yarim de aman da mayayı Ninni ninna,ninni ninnana,nininih,ninaynam Aman da aman Ferayi Demirciler demir döğer,tuncolur öf yandım aman Esmer yarim de aman da tuncolur Sevip sevip ayrılması,gücolur öf yandım aman Esmer yarim de aman da gücolur |
|
![]() |
![]() |
#15 |
![]() GEYİK NE MELERSİN
<<Fethiye'nin Günlükbaşı köyünden Mustafa Topcu'dan derlenmiştir>> Güney Anadolu da, Akdeniz'e paralel uzanan Toros sıradağları, karlı doruklarıyle, mavi Akdeniz'in, yücelerde patlayan ak köpüklü dalgalarıdır sanki... Toros sıradağları arasında coşkun dereler ve ince-uzun ovalar vardır. Bu yörenin insanları doğaya, dolayısıyla her türlü yaban yaratığına yakındırlar. Çokluk Türkmenler, tahtacılar yaşar Toros'larda. Yıl boyu sürü güdüp tahta biçen tahtacılar, güz geldimiydi, doğru Elmalı'mn Akçainiş köyü yakınındaki Tekke mevkiinde alırlar soluğu. Fethiye'den Antalya'ya, Kaş'tan Korkuteli'ne dek yöredeki tüm Aleviler, kurbanlarını burada keserler. Çünkü Hacı Bektaş-ı Veli'nin önde gelen müritlerinden Abdal Musa tekkesi buradaydı bir zamanlar. Hacı Bektaş-ı Veli, Abdal Musa'nın yetişip olgunlaştığım görünce O'na <<el vermiş>>ti. Bektaşilikte <<el vermek>>, <<tamam, sen piştin>> demek... Abdal Musa, <<pir>> inin elini öptükten sonra, O'nun elçisi olarak, Bektaşiliği yaymak üzere, Elmalı'ya gelip, Akçainiş köyü dolaylarına yerleşmiş. Öylesine bilgili, öylesine güçlü bir kişiymiş ki; kısa sürede çok büyük bir yandaş (taraftar) kitlesi toplamış. Aradan yüzyıllar geçtiği halde, o yöreler halkı hala; Abdal Musa'nın kudretini hayranlıkla anlatır. O'nun gösterdiği mucize ve yaptığı işlerin çoğu halk arasında söylenceleşmiş (efsaneleşmiş) tir. Bir geyikle şakalaşmasını dile getiren söylenceyse, Fethiye-Antalya arasının en, ilginç türkülerinden birine konu olmuştur : Abdal Musa bir gün, yenice yavrulamış bir geyikle karşılaşmış. Geyiği sınamak için, yavrusunu bir kazana saklamış. Geyik melemeye, yavrusunu aramaya başlamış. İşte o sıra Abdal Musa ile geyik arasında geçen söyleşi, kırk dörtlüklük (kıt'alık) bir şiir oluşturmuş. Bugün türküde genellikle beş dörtlük söyleniyor. Aşağıda sunduğumuz sözlerin birinci, ikinci ve dördüncü dörtlükleri Abdal Musa'nın; üçüncü ve beşinci dörtlükleri geyiğin ağzından söylenmiştir : <<Geyik ne melersin Dağı taşı delersin Bir yavrunun yolu Geyik ne çok melersin? Adayıp atandadır İskilip'ine ereyim Okuyup yazandadır Gonca güller dereyim Geyik ne ararsın dağı taşı Beriye geliver geyik Yavrun bu kazandadır. Ben yavrunu vereyim. Adayıp atand'dolsun İskilip'ine eremem Okuyup yazand'olsun Gonca güller deremem Benim yavrumu alanın İnsanoğlu çiğ süt emmiş, 1ki gözü körolsun. Sözüne güvenemem...>> GİNE YEŞİLLENDİ NİĞDE BAĞLARI Cumhuriyetten önceki yıllarda kaçak rakı imalatı üzümü bol olan Niğde'ye 5 km mesafedeki Fertek kasabasında yapılmakta idi. Fertek ile Niğde'nin Tepe Bağları iç içe bulunmakta ve eski oturak alemleri de bu civarda yapılmakta idi. Bu tarihlerde Niğde'de yetişen ve her birinin emrinde 8-10 kişi bulunan küçük beylikler bulunmaktadır. Gençlerden bir tanesi beylerden birinin kızına aşık olur ve bu olay da beyin kulağına gider. Bey, kızına aşık olan genci yakalattırıp hapishaneye attırır, beyinden merhamet dileyen gençte bu türküyü yakar. |
|
![]() |
![]() |
#16 |
![]() Gökte Uçan Huma Kuşu
Gökte uçan huma kuşu Ne bilir dalın kıymatın Gargayı kondurman dala Ne bilir gülün kıymatın Çift sürüp ekin ekmeyen Meydana sofra dökmeyen Arının kahrın çekmeyen Ne bilir kıymatın Mencilisten söz atanlar Gerçeğe yalan katanlar Sonra beyliğe yetenler Ne bilir elin kıymatın Evvel zaman içinde kalbur sarat içinde, deve tellallık ederken, sıçan berberlik ederken, Irışvan oğlu derler bir bey varmış. Bunun da Kınalı hatun adında bir evladı (bacısı) varmış, başka kimsesi yokmuş. Kapısında da bir Öksüz Yakup adında bir kölesi varmış. Köleyle, efendim, kız arayı tutturmuş. Irışvan oğlu avdan gelirimiş, bakmışkine, pınarın başından bir oğlan gidiyor, bir de kız. Orda sevişirlermiş. Irışvan oğlu da gelirken üstlerine geliyor. Irışvan oğlu onları görüyor. Irışvan oğlu diyor ki: Ulan, ben bunların ikisini de öldürsem katil olurum. Ben bu kızı başka birine veririm. Bu kölenin de hiç hatırına dokunmam. Gelen düğürcülere, kıza düğürcü geliyor; diyor ki: - Bir haftaya kalmadan kızı götüreceksiniz. Kimseye haber vermeden. Gün geliyor, hafta yetiyor, akşamlayın, önünde bir bölük davarla birkaç tane avrat, bir kısım seğmen kınacı geliyorlar. Fakat bunların kınacı olduğunu ne kız biliyor ne de Öksüz Yakup. Öksüz Yakup, gelen misafirlere, misafir diyerek kahve pişiriyor. Kahveyi ilettikden sonra, yaşlıca avradın birisine diyor ki: - Sorma icap olmasın teyze, nereye gidiyorsunuz? Hizmetiniz neci? Karı diyor ki: - Oğlan sen buralı değil misin yoksa? Biz Kınalı hatuna kınacı geldik. Öksüz Yakubun fincanlar ellerinden dökülüyor. Gözlerinden yaş akıyor. - Bundan sonra, diyor, dünya bana haram oldu. Başımı alayım gideyim, diyor. Oradan gidiyor. Ağlaya ağlaya gidiyor ordan. Karşısından bir çerçi geliyor. Çerçi düğün evine öteberi satmak için gidiyor. Bakıyor ki Öksüz Yakup ağlayarak gidiyor. - Arkadaş, başındaki hal neci? Ne diye ağlıyorsun? diyor. - Arkadaş, diyor, derdime derman değilsin, yarama merhem değilsin, git sen düğünde üzümünü sat, diyor. Çerçi diyor ki: - Arkadaş, insan insana para vermez amma, akıl verir. Belki derdine derman olurum. Başındaki hali söyle, diyor. Öyle deyince Öksüz Yakup diyor ki: - Arkadaş, Irışvan oğlunun bacısı Kınalı hatunla aram iyiydi. Şimdi kardaşı başka yere vermiş. Kınacısı geldi, yarın gelin gidecek. Ben ağlamayım da kim ağlasın. Çerçi diyor ki: - Sen bir kavil yeri ver. Ben kıza söyleyim, çıkar mı, çıkmaz mı? Öksüz Yakup diyor ki: - Evvelki kavlinin üstünde ise, ben pınarın başındayım, oraya gelsin. Kendi bilir. Çerçi gidiyor. Düğüne varıyor. Yüklerini indiriyor, Öteberisini sattıktan bir müddet sonra, Irışvan oğlunun meclisine varıyor: Başındaki meclise diyor ki: - Ben mangır satacağım. Mangır satan türkü çağırmanın cezasından kurtulur. Türkü çağırmayanlar ya çerçiden çeyrez alıp yedirecek, yok olmazsa kapıya çıkıp it gibi ürecek. Mangır satıldıktan sonra herkez türküye başlıyor. O çağırıp bu çağırırken, çerçiye varıp dayanıyor. Çerçiye diyorlar ki: - De bakayım sende Türkü çağıracaksın. - Ben türkü bilmem diyor. - Türkü bilmezsen; öteberini getir dök şuraya millet yesin. - Ben, diyor, öteberimi yedirirsem, sermayemdir. Çoeuklarım aç kalır, diyor. - Öyle ise, kapıya çık it gibi ür, diyorlar. - Bunu da yapamam, diyor. Türkü çağırmaz adam olmaz amma, ihtimal bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) ayaklarım. Mecliste kızan olur belki. Irışvan oğlu diyor ki: - Yiğide söylerler türkü. Kötüye söylerler. Gözele de söylerler, diyor. Eğer bana türkü söyledilerse, benim türküm olsa bile, yiğidisem yiğitliğimi bilirim. Kötülüğüme söyledilerise, kötülüğümü bilirim. Gözele söylediler ise, darılan kuşağını gevşesin, diyor. Reyinde hürsün, bildiğin gibi söyle, diyor. Çerçi türküyü alıyor: Şimdi ağ ellere kına yakılır İnce bele Tarabulus dökülür Eski nala acar mıhı çakılır Dostun sana selamı var Kınalı Yetdi mo'la , Şâm elinin hurması Gitti m'ola âla gözün sürmesi Mısırın Bağdadın telli turnası Dostun sana selâmı var Kınalı Açıldı mı bağçamızın gülleri Uzun olur Siveyişin yolları Şimdi alard adard değner yolları Dostun sana selamı var Kınalı Çerçi Yusuf der de oldum şivara Ulunun işini mevlam onara Öksüz Yakup gördüm ağlar pınara Dostun sana selamı var Kınalı Bu türküyü söyleyişin, Irışvan oğlu, kalbinden ağrı, dedi ki: Yörü Öksüz Yakup, bunu böyle diyeceğini bilemidi, seni kılıcınan parçalardım, dedi. Çerçiye dedi ki: - Sen nerelisin? Çerçi yerini doğru söylemedi. Ben Antepliyim, dedi. Fakat çağırılan türküye kız, öteki çadırdan ağrı, türküyü iyice dinledi. O demde kınasını yakmaya başlayacılarımış. Kız dedi ki: - Teyzem; bizim usulumuz, kına suyumuzu elimizle getiririk. Ben eliminen özerim. Ondan sonra siz kınanızı yakarsınız. Kınacı gelen karılar: - Kınalı hatun, o sizin bileceğiniz iş. Bizim adetimiz böyle değil amma, böyle imiş, böyle olsun, diyorlar. Kız helkeleri alıyor. Pınara varıyor ki Öksüz Yakup pınarın başında ağlıyor. - Ağlamanın sırası geçti. Ocağın bata durma, diyor. Ordan helkeleri iç içine oraya koyuyor. Öndüç almış un gibi tozuyorlar. Onlar kaçmakta olsun, çerçinin kulağı kızın çadırında oluyor, Oradaki kadınlar diyor ki: - Yahu bunların suyu uzak mıymış, bayraktarlar gidin de yoklayın, diyorlar. Bunu duyunca çerçi öteberisini yüklediyor, o da kaçıyor. Bayraktarlar varıyorlar ki pınara, helkeler pınarın başında, kız yok. Geliyorlar, kız yok, diyorlar. Avratlar diyor ki: - Irışvan oğluna diyek mi? diye telaşlanıyorlar. - Yaşlıca kadının biri diyor ki: - Nasıl olsa duyacak. Ben varır derim. - Irışvan oğlunun yanına varıyor. - Beyim, diyor, usulumuzda kına suyunu bizim elimizinen getiririk, kınamızı ezdikten sonra, kınamızı yakarsınız diye bacın bizi atlattı. Şimdi helkeleri pınarın başında bulduk, kız kaçmış, diyor. Irışvan oğlu öfkelenerek; - Şu çerçiyi bana çağırın, diyor. Bakıyorlar ki, çerçi de kaçmış. Öksüz Yakubu da aratıyor, onu da bulamıyor. Kızın kaçtığına hükmediyor. Gelen kınacılar savuşup gidiyorlar. Gelelim Kınalı hatunla Öksüz Yakuba. Ordan kaçıp Antebe geliyorlar. Irışvan oğlunun hududunu çıkıyorlar. Antepte bir mağaraya yerleşiyorlar. Öksüz Yakup günde bir şelek odun getirip, satıp, ekmek alıp, mağarada it dirliğinde bey gibi geçiniyorlar. Aradan altı ay geçtikten sonra Kınalı hatun hamilli oluyor. Öksüz Yakup ölüyor. Kınalı hatun da onun bunun ekmeğini pişiriyor, bir bazlama alıp onunla idare oluyor. Günün birinde vakti geliyor, bir kışlık boranlık bir günde çocuk ağrısı tutuyor. Gece çocuk oluyor. Ne bekmez var, ne beleyecek çaputu var. Diyor ki: - Ben bunun babasının adını koymam buna. Nasıl olsa kadersizdir. Böyle kışlık boranlık bir günde oldu. Ben bunun adını "Boran" vururum, diyor. Sabahtan oluyor, komşularından hayır sahipleri, bir garip diye, kimi çaput veriyor, kimisi de pekmez. Hayrına, herkes elinden gelen yardımı yapıyor. Aradan günler geçip Boran beş altı yaşına basıyor. Anası Kınalı hatun da ölüyor. Çocuğun ağıdına komşular toplanıyor, geliyorlar ki anası ölmüş. Herkes hayrına yuyup kaldırmak istiyorlar. Cebinden bir kağıt çıkıyor. "Ben Irışvan oğlunun bacısı Kınalı hatunum. Bu kağıtla kardaşıma haber verin," diyor. Irışvan oğlunun bacısı olduğunu bilişin halk, bunu şanınan şöhretinen gömüyorlar. Irışvan oğluna da kağıt yazıyorlar: "Bacın buraya gelmiş, fakat bilmedik. Altı ay sonra kocası öldü. Beş altı sene sonra da kendi öldükten sonra, cebinden bir kağıt çıktı. Senin bacın olduğunu bildik. Şimdi de Boran namında bir çocuğu kaldı." Irışvan oğlu diyor ki: - Bu çocuğu bana kim getirirse ona bir dünyalık veririm, diyor. Çocuğu da bir kimse Antep'ten götüremiyorlar. Onun bunun danasını güderek on, on iki yaşına değiyor. Bakıyor ki oraya biraz aptallar konmuş. Damdıra çalanlarını görüyor. Varıp onların içine karışıyor. Onlardan damdıra alıyor. Tın mın damdıra çalmayı öğreniyor. Orada bir kız ünleniyor, Küpeli hatun namında. Her görmesine bir tülü deve veriyorlar kızın. Boran diyor ki: - Ben giderim şu kıza, hem görürüm, kendi elden bir deve alıyor, ben de kendinden bir bahşiş alırım, diyor. Giderken bir kahveye varıyor. Kimi deveyi vermiş kızın yanından çıkmış, kimi de kızı deve ile görmeye gelmişler. Kahvede bunun lafı ile günleri geçiyor. Boran kahveye dıkılışın, kahveci bunun yakasından tuttu. - Bura senin yerin değil, diye, geri kovdu. Baktı ki Boranın elinde bir damdıra var. Efendiler, bu adamın damdırası varmış. Aşıklığı varısa getirin türkü söyledin, dedi. O adamlar da geri bağırdılar, sandalye gösterdiler, bir kahve söylediler. - De bakayım çocuk, şu damdıranı çal, dediler. Boran damdırasına düzen verdi. Biraz çaldıktan sonra: - Türkü de çağır, dediler. - Türkü çağırırım amma; belki ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) ayaklarım da durduğum yerde beni döğersiniz. Orada bulunan adamların birisi dedi ki: - Beğendiğin kadar çal. Seni kim döğecek olursa onun belasını ben veririm. Darılan kuşağını gevşetsin, dedi. Aldı bakayım Boran ne dedi: Göğde uçan huma kuşu Ne bilir dalın kıymatın Kargayı dala kondurman Ne bilir elin kıymatın Kahvelerde laf atanlar Gerçeğe yalan katanlar Sonra beyliğe yetenler Ne bilir gülün kıymatın Çift sürüp bider ekmeyen Meydana sofra dökmeyen Arıya hizmet etmeyen Ne bilir balın kıymatın Bunu diyen Deli Boran Küçükcekten yetim kalan Bir görmeye deve veren Ne bilir malın kıymatın Bunu, türküyü söyleyince kahvedeki bulunanların: - Bu türküyü bize söylüyor, diye, bazıları zıgardılar. Kendine evvel söz veren dedi ki: - Arkadaş bu adam doğrusunu söyledi. Bir deve üç senede meydana geliyor. Bunu bir saat konuşmak için verenlerin birisi de bensem, hakikat mal kıymatını bilmez deliyiz. Çıkardı bu adam Boran'a hem birkaç lira bahşiş verdi. Kahveciye de dedi ki: - Gidip şu adamın sırtına bir kat elbise yaptıracaksın, diye parasını verdi. Boran elbiseyi giydikten sonra, o adam dedi ki: - Ulan, aşıklığın varmış. Şu kızın yanına git, dedi. - Boran dedi ki: - Benim deve değil, bir tavuğum bile yok. Kız beni yanına iletir mi? - O da dedi ki: - Aşığım diyerek çık. Eğer çıkartmazsa, zaten ben bu kızı görmekten vazgeçmiştim. O bir deveyi sana vereceğim, sen git gör, dedi. Boran damdırasını koltuğuna çaldı, kızın kapısına vardı. Kızın yanına çıkmak istedi ise de, kapısındaki kapıcılar, kızın yanına salmadılar. Boran dedi ki: - Ben aşığım. ben de varıp Küpeli hatundan bir bahşiş alacağım. - Kıza haber verdiler. Kız dedi ki: - Gerekliği yok. Aşıklar saprak olur, dedi. - Yanındaki cariyeleri kıza yalvardılar: - Ne var ablam, gelsin de aşıkmış bir türkü söyletek. Sende hiç görünme, dediler. Borana müsaade ettiler. Yukarı çıktı. Baktı ki ne görsün. Kırk tane kız var. Hepsinin de kulağı küpeli. - Ulan bunların hangisi Küpeli hatun imiş diye, baktı ki hiç bir işe yararı yok. Ulan, ben bunlara deve degil bir tavuk bile vermem. Görmeye gelenler meğer hep eşekmiş. O demde kızlar başına toplandı: - Aşığım, bir türkü söyle de dinliyelim, dediler. - Kızlar, benim başıma çok toplanman, dedi. Benim kafamın bir tutalgası var, dedi. Çok kalabalığı sevmem. Sonra tutalgam tutarsa, damdıranın çömleği ile, üç dört tanenizin kafasını parçalarım, dedi. Kızlar dedi ki: - Amaaan, cinliymiş, yaklaşmıyalım, dediler. Uzaktan ağrı yalvarmaya başladılar. Aldı bakalım Boran ne dedi kızlara: Gökten biraz suna inmiş Şu Antebin arasına Ben dostumu göremedim Ağlar amma çaresi ne Suları da balkan gözlü Gözelleri şirin sözlü Merhem eylen kömür gözlü Şu şinemin yarasına Suları çağlayıp akar Gözleri hep ona bakar Mor menekşe bir hoş kokar Şu kızların arasına Deli Boran der de noldu Ala göz kan yaşınan doldu Korkuyorum engel girdi Şu kızların arasına Küpeli hatun bunu duyunca, engel lafını duyunca: - Zaten aşıklar saprak olur dedimidi. Bu engel ne imiş diye, perdeyi kaldırdı. Boranın gözü gözüne ras gitti. Boranın aklı bokuna karışıp bayıngın düştü. Birazdan ayıktı ki, kızlar yüzüne su serpmişler. - Bire aşık, sana noldu? dediler. - Demedim miydi; kızlar, başımın tutalgası var diye? Bereket versin ki bayılmışım. Delirsemidi bu odayı başınıza dar getirirdim. - Aşığım, bir türkü daha söyle diye mihnet ettiler. Fakat Boranın, düş mü idi, hayal mı idi, ne olduğunu bilmedi, içerisine bir ateş düştü. Aldı bakalım ne dedi. Gökyüzünde öten olsam Yeryüzünde biten olsam Uçu telli keten olsam Yar başına atsa beni Un elediği elek olsam Tepelediği yolak olsam Ucu telli yelek olsam Yar döşüne giyse beni Gökyüzünde turna olsam Yer yüzünde hurma olsam Bir çekimlik sürme olsam Yar gözüne çekse beni Kapısında inek olsam Tu çalıp da sağsa beni Tepek vursam südü döksem Yumruğunan döğse beni Nolsa Deli Boran nolsa Gözeller meydana gelse Küpeli pehlivan olsa Güreşsek de yıksa beni Dedi kesti. O demde kız dedi ki: - ------lar, ben aşıklar saprak olur demedim miydi? - ------ edin de gitsin, dedi. Boran dedi ki: - Hatun, sen elden deve alıyordun. Ben de aşığım. - Bahşişimi ver gideyim, dedi. Bir avuç dört altın verdiler Borana. Boran dedi ki: - Ben gitmeye gelmedim. Beri Küpeli hatunu yüze yüz görmeyince katiyyen gitmem, dedi. O demde kız: - Durdurman, ------ edin şunu, dedi. - Boran dedi ki: - Damdıranın çölmeğini çevirirsem bu odayı başınıza dar getiririm, dedi. Ben Küpeli hatunu gelip yüze yüz görmezsem, benim burdan ölüm çıkar, dedi. Küpeli hatun buna öfkelendi. Kalktı bunun yanına geldi. - Yel kayadan ne anlar, daha eyi bak, dedi. Neci senin maksadın, dedi. Boran dedi ki: - Böyle fırsat ele geçmez, dedi. Kızın yüzüne hacamat gibi sarıldı. Başındaki olan cariyelerin hepsi geldiler başına toplantlılar. Boranın kimi burnunu tuttu; kimi avurduna parmağını soktu. Zorla ayırdılar. Boran damdırayı eline aldı, kahveye doğru yürüdü. Cariyelerin akıllıcasının biri baktı ki, ablasının yüzü kapkara olmuş. Dedi ki: - Küpeli hatun, dedi, yüzüyün biri kâpkara biri apbağı... Seni görmiye gelenler bundan hile keşfederler. - Aman kızlar, bunun çaresi ne, dedi Küpeli. O cariye kızların akıllıcası: - Abla bunun çaresi, öte yüzden de öptür, dedi. Boranı geri çağırdılar, aman Boran geri gel diye. Boran dedi ki: - Benim orda işim yok. Yalvar yakar, Boranı geri getirdiler. Küpeli hatun: - Kusura bakma aşığım. Sazı bağlayana çözdürürler. - Benim şu yüzümden de öp, dedi. Boran dedi ki: - Benim dalgam bir gelir bir gider. Sen degil, Hürü kızı olsan öpmem; dedi. Kızlar bunun başına çoktular. Kimisi kulaklarındarı tuttu. Fıkara kız getirdi, Boranın ağzına yüzünü sürdü. Boran fırsat buldu, hacamat gibi o yüzden de yapıştı. Kızdan ayırılınca, Küpeli kimseye deme diye, buna bir avuç dört altın daha verdi. Boran ordan çıktı. Arkadaşlarının yanına geldi. Kendine elbise yaptıran ağası: - De bakalım Boran, oradaki yaptığın işleri bir türküyle söyle. - Aldı Boran bakalım ne dedi: Gene bulandı da yüzü havanın Şahan gezer sulağında turnanın Top kara perçemli güzel sevenin Can cefa götürmez hey kara gözlüm Güzeli sevmesin ne bilir ahmak Sevip sevip de cemaline bakmak. Fırsatın düşürüp yanaktan öpmek Can cefa götürmez kız kömür gözlüm Beni del'eyledi kaşınan gözler Taramış zülfünü gerdana düzler Kehribar dudak da balaban yüzler Yüzünü yüzüne şiir kömür gözlüm Der ki Deli Boran da aslın soyusa Belin ince ise usul boyusa Aşığa verdiğin bahşiş buyusa Vallahi billahi az kömür gözlüm Kız bunu duyunca: - Amanın kızlar, şu aşık bizi halka malamat etmesin. Bir avuç dört altın daha götürdüler. Boranın içine bir ateş düştü. İsterse dünyayı verseler gözünde fiske kadar yok. Kızın yanına çıkmaya da imkan yok. Kendiliğinden bir kurnazlık düşündü. Gider ben dayımı bulurum. Dayıma nişanlıyım diyerek, dayımı kandırırım. Bu kızı almaya çabalarım. Oradan şehrin içine doğru düşüne düşüne yürüdü. Baktı ki ihtiyar bir kahveci var. Varayım hem şurdan bir kahve içeyim, hem dayımı belki bilir, şundan sorayım, dedi. Kahveye vardı. - Emmi bana bir kahve yap bakalım dedi. Kahveci kahve getirdi. Boran kahveyi içtikten sonra, çıkatdi bir kırmızı lira verdi. Kahveci dedi ki; -Oğlum, ben bunu bozamam. Benim kahvemin sermayesi bir lira yok, dedi. - Boran dedi ki: - Emmim, benim kahveye verecek başka param yok mu? Gönlümden o koptu. Onu verdim, dedi. Sen bize bir kahve daha yap, dedi. Kahveci kahveyi yaparken: - Oğlum, sen bir haneden evladı görünüyorsun, dedi. - Kimlerdensin, dedi. - Babamı bildiğim yok, dedi. Fakat anam Irışvan oğlunun bacısı imiş. - Kahveci buna dedi ki: - Ulan, sen Irışvan oğlunun yiğenisin de, koltuğu damdıralı buralarda ne geziyon, dedi. Boran dedi ki: - Emmi; ben de dayıma gitmek istiyordum amma; nerde olduğunu bilmiyorum. Ve de öldürür diye de korkuyorum. Kahveci dedi ki: - O adam seni çok aradı. Senden başka hiç bir mirasçısı yok, o adamın. Sana bir de kağıt yazayım, bu kağıdı da ver. Irışvan oğlu benim bahşişimi verir. Boran kahveyi gene içti. Bir lira daha çıkardı verdi. Allahaısmarladık eyledi. Kağıdı koynuna koydu, yola düştü. Az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, günün birinde Irışvan oğlunu buldu. Düğnük evine vardı ki, dayısı orda oturuyor. Başında yüz, yüz elli çadırlı aşireti ile, sohbet ediyorlar. Boran da vardı, meclise oturdu. Irışvan oğlu kafasını kaldırdı. - E bire gençler, iki türkü çağırın da dinliyelim dedi. Meclistekiler, ben bilmem, ben bilmem, diye biribirinin karaltısına sokulmaya başladılar. O demde birisi Boranın sazına dokundu. - Aman beyim, burda bir aşık var, dediler. Irışvan oğlu yanına çağırdı Boranı. Baktı ki ufacık tefecik, genç bir çocuk. Bunu yanına oturtturdu. - De bakayım, oğlum, iki türkü söyle, dedi. - Aldı bakalım Boran, ne dedi: Nazlı dostum selam salmış gel diye Ara yerde engellerim var diye Açtı ak göğsünü bana em diye Emdiğim aklıma düştü efendim Nazlı dostum selam salmış gelmesin Ara yerde engelleri duymasın Eliminen ak göğsünün düğmesin Çözdüğüm aklıma düştü efendim Metini de Deli Boran metini Ne vereyim Küpelinin metini Ak bilekli samur kürklü hatunu Nişanlımı vermediler efendim Bunun adını Boran deyince: - Ulan, sen nasıl Boransın? Anayın adı neci? Babayın adı neci? Bana de, dedi. Boran derhal çıkardı; dayısının eline kağıdı verdi. Kağıdı okuduktan kerli, meclise döndü: - Arkadaşlar, bu işte, bizim kaçan kancığın oğlu Boran bu işte, dedi. Benim bundan başka hiç bir mirasçım yok, dedi. Buna hörmet eden bana da eder, dedi. Borana dedi ki: Senin türkünden ben bir şey anlamadım. Ne ise şu türkünün manasını bana de, dedi. Boran dedi ki; - Babamın öldüğünde anamın karnında imişim. Benim olduğum gece komşumuzun bir de kızı olmuş. Anam beşik kertme nişanlım eylemiş. Sonca anam da öldü. Ben elin arasında kaldım. Kız da çok zengin oldu. Şimdi vermiyorlar efendim, dedi. Irışvan oğlu dedi ki: - Oğlum, onun için hiç merak etme. Onu, eğer para ile ise, terazinin bir gözüne kızlarını koysunlar, bir gözünü de para ile tartar alırım. Boran dedi ki: - Vallahi parayla vereceklerini bilmiyorum. - Irışvan oğlunun bölük kabadayısı: - Beyefendi biz elin parasını yerken, biz paramızı mı yedirelim. Bana üç yüz atlı ver, ben gider basar alır gelirim. Peki, dedi. Baskın davulunu çaldırmaya başladılar. Atlılar toplandı. Bölük kabadayısı bunların içinden birem birem üç yüz kişi seçti. Irışvan oğlu kendi atını çektirdi Borana. - Buna da sen bin, dedi. Atlılar değnek oynaya oynaya yola düştüler. Antebin kenarına gelince kız bunların kalabalığını gördü. - Gene bize deveyinen görmiye gelenler var, dedi. Süslendi püslendi. Zülüfünü tarayıp, kendi kendine bir çekidüzen verdi. O deme atlılar yetişti. Borana: - Hangi evde, diye sordular. Boran da: - Şu evin içinde, arasında perde var, dedi. Kılıcını çeken evin üstüne yürüdü. Milletin haberi öldüm olacağım deyinceye kadar, kızı çıkardılar. Bir ata bindirip yola düştüler. Arkadan varan millete, kimisi dönüp harbetti. Böyle böyle Irışvan oğlunun hududuna gelince atlılar yığıldı kaldı Irışvan oğluna gelin geliyor diye müjdeci gitti. Gelin bir tarafında Deli Boran, bir tarafında da bölük kabadayısı, ikisinin arasında gidiyorlar. Kız şöyle baktı ki, bir yanında bir babayiğit var ki, hiç görülmüş kişilerden değil. Öte yandakine baktı ki, memleketlerindeki tanıdığı Boran. Dedi ki: - Yarabbi, eğer beri bu babayiğide gidiyorsam, Boran da bunların köylüsünden ise, bu adam beni öptüydü. Şimdi halka malamat olurum. Eğer Borana gidiyorsam, ne ise kaderimi çekerim. Böyle derken bölük kabadayısı da, uşak bizim götürdüğümüz kız nasıl ola, nasıl görürüm, diye aklından geçirdi. O demde bir kasırga geldi, kızın yüzünü açıverdi ki, buluttan ay çıkmış gibi. Oğlan o tekli, bunu böyle görünce aklı bokuna karıştı. Atın boynunu kucaklayıp aşağı düşmedi. Dedi ki aklından: Boran, ben bunu sana yedirirsem, bu babayiğitlik bana haram olsun, dedi. O demde Irışvan oğlu da karşıladı. Bir çadıra gelini indirdiler. Düğünler kuruldu. Çalıp çığrıldıktan sonra, gerdek gecesi, Boran dayısının eline, müsaade istemiş de vardı. Dayısı dedi ki: - Yürü yiğenim. Sana üç gün müsaade. Üç günden sonra gel. Arkadaşlarınla görüş, tanış, konuş akşamleyin çadırına git, dedi. Deli Boran dayısının elini öperek çadıra doğru yürüdü. Bölük kabadayısı dedi ki: - Dayıyın evladı olmadığından vicdanı kısa, dedi. Üç gün müsaade de ben alım, dedi. Git altı günden sonra gel, dedi. Çok memnun oldu. Bölük kabadayasına: - Sağ ol, dedi. Çadıra vardı. Üç gün kaldı. Üç gün sonra bölük kabadayısı Irışvan oğlunun yanına geldi. Konuştular. Konuştuktan sonra kalmak istedi. Irışvan oğlu dedi ki: - E bire bölük kabadayısı, gitme. Boran da gelecek bir iki türkü söyletip de dinliyelim, dedi. Bölük kabadayısı güldü: - Eğer Boran o gelinin yanından üç günde dört günde çıkarsa, ben sana ne istersen veririm, dedi. Irışvan oğlu dediki: - Eğer Boran bugün gelmezse sen de ne istiyorsan; ben de veririm, dedi. Bunlar bir katar deveye bahsettiler. Beklediler. Akşam oldu Boran gelmedi. Sabahtan oldu, gene bahsettiler, gene gelmedi. Üçüncü gün gene bahsettiler, gene gelmeyince, Irışvan oğlu dedi ki: - Zaten bunun anasında meymenet yoktu ki danasında olsun. Bugün cellatları çağırın Boranın boynunu vurduracağım, dedi. Meğer bunların bir yere baskın ederlerse, davul döğdürmek adetleri imiş. Adam öldürürken de gene davul döğdürürlerimiş. Boranın altı günü yetince dayısının yanına yürüdü. Gelirken yolda bir adamcağız ras gelip: - Ulan, nereye gidiyorsun serseri, dedi. Dayın seni öldürecek, dedi. Boran: - Ne diye kadan alayım? diye şaşmaya başladı. - Öteki adam dedi ki: - Yavrum, aman beyler diyeceğine, sapa dağlar demen yeğ, dedi. Boran çadıra da dönmeden eğile eğile kaçtı. Gül tepesi derler bir dağa yerleşti. Ay geçti, yıl geçti, Irışvan oğlu hiç bir yerden bir haber alamadı. Fakat kızın feryadından hiç duramıyordu. Dedi ki: - Seni baban evine göndereyim, dedi. - Küpeli hatun dedi ki: -Borandan haber olmayınca, ölürsem gene gitmem, dedi. Irışvan oğlu bunu duyunca, kızın çadırını kendi çadırına kazığa kazık bağladı. Boran bu düstur ile yedi sene gezdi. Açık, çıplak. Sırtta pırtı kalmadı. Her yeri ayı malağına döndü. Kıllandı. Fakat elindeki sazda da bir tek tel kalmış. Böyle gün geçirirken, bir gün arefe günü, Irışvan oğlunun serkaplan avcısı varmış, bu avcı diyor ki - El sabahtan kurban kesecek. Bizim kesecek bir şeyimiz yok. Ben de çocuklara bir av vurayım, beline bir örme sardı; tüfeğin fellesinin barudunu yeniledi. Gül tepeye doğru gitti. Gül tepeye vardı ki dağın içinde bir pınar var. Başında çok iz var. Oraya bir evsin eyledi. Buraya bir av gelir diye beklemeğe başladı. Dururken öteden bir kıllı mıllı bir şey çıktı beklemeye başladı. Avcı baktı ki, insan dese insan değil, ayı dese ayı değil. Bu cırtnavul diye hökmeyledi. - Şu gelsin ellemem buna para bekçisi derlerdi. Şu parayı yokladığı yeri iyice öğreniyim. Ondan sonra bir kurşun sıkayım, dedi. O demde Boran suyun başına geldi. Pınardan bir su içti. Derinden of diye bir iniledi. Elini yüzünü yudu. Gül tepesi denilen başındaki taşın üstüne çıktı. Başladı sazını tın tın ettirmeye Avcı dedi ki: - Bu cin olmaya cin ya, bu donunu değiştirip duruyor ya... Donunu değiştirmekle beni korkutamaz, dedi. Boran durup dururken türküye başladı. Bakalım ne demiş: Ben de çıktım gül tepeye Seyir ettim ellerine Ağbaz ağbaz eller konmuş Sevdiğimin çöllerine Ağca cerenin sekişi Sevdiğimin hub bakışı Muradın coşkun akışı Benzer gözüm sellerine Gülüstanın gülü kokar Hublar yanağına sokar Murat derler bir su akar Güvel konar göllerine Hocam hocalar hocası Okudum çıktım hecesi Bu gün de bayram gecesi Yar kına yaksın ellerine Bunu diyen Deli Boran Sevdiğine meyil veren Şu işime sebep olan Duman çöksün yollarına "Deli Boran" deyince avcının aklına tıpadan düştü. Ayaklarını çıkardı dağa yukarı dırtmanı dırtmanı çıktı. Boranı arkadan ağrı hemen yakaladı. Boran baktı ki kendini avcı tutmuş: Avcıya: - Eline ayağına kurban olayım, beni koyver dedi. Avcı da dedi ki: - Ulan vicdansız, elin kızı senin için gözlerinden kan döküyor. Dayım da senin için öyle yaslı duruyor. Boran dedi ki: - Avcı ben bunlara inanman. Tabii beni öldürmekteki maksadı kendi alacaktı. Öyle ise yedi senedir beri ne Küpeli hatun kaldı, ne de Boranın acısı. Avcı yemin etti. - Vallahi Küpeli de bir yere gitmedi. Dayın da seni öldürmek emelinde değil. Senin için ah dedikçe tütünü burnundan çıkıyor. Böyle olduktan keri seni ölsen değil, çatlasan gene götürürüm. Elini arkasına bağladı. Boğazından da bir örme bağladı. Dedi ki: - Eğer seni öldürecekse, gider görürüm. Senin için buraya yerleşip seni dağda beslerim, dedi. Avcı bunu çekerek, evine doğru yürüdü. Halakanın itleri başına çoktular. Bu adam çadırına eletti. Çadırın direğine bunu iyice bağladı, Avradına tenbih eyledi: - Sen bunu kaçırırsan seni öldürürüm, dedi. Avrat fukara korkusundan ne çadırı terkedebiliyordu, ne Boranın yanına varabiliyordu. Avcı beyin yanına vardı. Baktı ki Irışvan oğlunun gözlerinden akan yaşlar dolu gibi gidiyor. - Aman beyefendi, hasta mısın? Yoksa bir ağrır yerin mi var? Ne diye ağlıyorsunuz? dedi. - Yahu avcı, dedi, ben ağlamayım da kimler ağlasın, dedi. Görüyon mu şu elin kara saçlısını, çok yok çocuk yok, böyle gözyaşı döküyor. Babası evine salıcıyım gitmiyor. Boranın öldüğüne kanaat getirmeyince gitmem diyor. Ne var avcı, sen de gezdiğin yerlerde bir adam üleşi bulabilirsen getir. Şu avradı başımızdan defedelim, dedi. Avcı dedi ki: - Efendim bunu şayet bulsam, bunu emelin öldürmek mi? Irışvan oğlu dedi ki; - Yahu avcı, öldürme değil, bu adamı, öldürmeyi şuraya koy, bundan başka benim mirasçım yok. Bu adam hiç mi değil benim elimin altında terbiye olursa, benim yerimi issiz etmez diye umudum var idi. Allah sebebine koymasın, dedi. Şimdi elime geçerse bütün servetimi ona vereceğim. Avcı hiç bir lafa varmadan ordan çıktı. Irışvan oğlu da arkasından: - Dediğim haa... Dediğim haa... diye çığırdı. Avcı eve vardı, Borana dedi ki: - Ulan, yavrum, senin için dayın kan yaş döküyor. O Küpeli hatun da saçlarını yolup ağladıkça, yürek böbrek koymuyor, Seni götüreceğim, dedi Boran dedi ki: - Avcı kadan alayım, beni dayım nasıl olsa öldürür. Gel koyver de başımı alayım da gideyim. - Ulan yavrum, seni öldüreceğini bilsem, beni dünya malına garkeyleseler seni götürmem. Fakat ölmiyeceğine kanaat ettim: Boranın sırtını başını yüzünü tıraş eyledi. Ayağına şalvarını verdi. Sırtına abasını giydirip, bileğinden sıkıca tutarak Irışvan oğlunun yanına getirdi. - Aha düşmanın, aha kılıcın, elinle öldür bey, dedi. Irışvan oğlu Boranı görene tekli, gözlerinden öpüp: - Yiğenim, bütün servetim senin olsun. Bana hakkını helal et, dedi. Halk Boran tutulmuş diye, Irışvan oğlunun çadırının altına geldi. Dedi ki: - Yiğenim sana ne sebep oldu da kaçtın? Şu sebebi söyle de ben de anlayım, dedi. - Dayım, sazınan mı söyleyim, sözünen mi söyleyim, dedi. - Yiğenim, eğer sazınan söylersen daha memnun olurum, dedi. O demde beğ kalan Irışvan oğlu, hiç kimse bir yere kımıldamıyacak diye, güvendiği adamlardan nöbetçi dikti. Aldı bakalım Boran başından geçen hikayelere ne dedi. Efendim efendim Irışvan oğlu Aşkın elinden de ciğerim dağlı Yedi yıldır beri kollarım bağlı Gümanına bu günler de çözülür Bu beyti söyleyince, Irışvan oğlunun daha yüzüne gelmeyen Küpeli hatun, Boranın sesi kulağına gidince, çadırın sıtırını yararak meydana çıktı. Boranın gözü gözüne ras gitti. Boran bunu görünce türküsüne devam etmeye başladı. Odanda çalınsın alışkın sazlar Bahçende yayılsın kumrular kazlar Gördü gene Küpeliyi şu gözler Ah ettikçe kara bağrım ezilir Efendim efendim benim efendim Elbet günlerinde gamsız gezilir Ben de hizmetinde kusur m'işledim Şeytan var arada yoldan azılır Boranım derkine böyle mi olur Aşıklar öğüdün ustadan alır Af eyle kulunu efendim nolur Beyte gitmiş gibi sevap yazılır Böyle dedi. Dedi ki: - Pekiyi yiğenim. Aradaki şeytan kimse, aradaki şeytanı dilden söyle, dedi. Dedi ki: - Dayı, sen o gün bana üç gün izin verdin. Sonra çadırdan ayrılınca bölük kabadayısı geldi dedi ki yavrum dayın evladı olmadığından vicdanı kısadır, dedi. Üç gün izin de ben aldım, git altı günden gel, dedi. Altı gün sonra ben gelirken bir adam ras geldi. Bu davul niçin döğülüyor, diye sordum. Ulan yavrum, dayın seni öldürecek de onun için davul döğdürüyor, dedi. Aman beyler diyeceğine, sapa dağlar de, başını kurtar, dedi. Ben oradan kaçtım. Gül tepesine yerleştim. Meyve zamanı meyve yedim, ot zamanı ot yedim. Çok zaman da açlığınan geçti günüm. Sebebinin kim olduğunu bilmiyorum. Irışvan oğlu: - Senin sebebini ben bildim. Şu bölük kabadayısını getirin, dedi Bölük kabadayısın getirdiler. Dedi ki: - Senin kafanı vurdurmam. Seni efrin cefrin öldürürüm, dedi. Bir katır getirdiler. Bölük kabadayısını boğazdanı bağladılar, katırın kuyruğuna. Oradaki olan çocukların eline birer teneke verdiler. Katırı koyverip, çocuklara tenekeyi çalın dediler. Tor katırın arkasında parça parça ettiler. Yeniden kırk gün toy düğün etti. Yeniden nikah yaptırıp, onlar yeyip içip mırazını aldı. Siz de alasınız. |
|
![]() |
![]() |
#17 |
![]() HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI
Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez., İstanbul'da kalır. HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI Hastane önünde incir ağacı Doktor bulamadı bana ilacı Baş tabib geliyo zehirden acı Garip kaldım yüreğime dert oldu Ellerin vatanı bana yurt oldu Mezarımı kazın bayıra düze Benden selam söyleyin sevdiğim gıza Başına koysun, karalar bağlasın Gurbet elde kaldım diye ağlasın HEKİMOĞLU Hekimoğlu derler benim de aslıma Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime Konaklar yaptırdım döşetemedim. Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim Konaklar yaptırdım mermer direkli Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi Çiftlice Muhtarı puşttur -------- Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek Hekimoğlu derler bir ufak uşak Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir. Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır. İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır. Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder. Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey, kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler. Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır. Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<puştluğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada. Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında : 1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor. 2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya kadar geliyor ve burada ölüyor. Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır. Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor. Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı <<aynalı martin>>le özdeşleşmiştir |
|
![]() |
![]() |
#18 |
![]() HEY ON BEŞLİ
Taş döşeli yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği demlerde Tokat bir dağ içindeyken, gülü bardağı içindeyken, yüzü kaleye bakan ahşap evlerden birinin şenliğiydi Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücük, alımlı, edalı bir kızcağız. Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı aylarda Tahtaoba Köyü'nün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada buluştular, iki gencin yüreği birbirine ısındı. Çok geçmedi aradan, Tahtaoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy ağası babanın biricik oğlu Hüseyine'e istediler onu. ''Yaşı küçücük ''dedi anası ''Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek''. Ekleyeceklerini söyledi oğlan tarafı. ''Bizim oğlumuzda yeni yetme...Söz edelim, aht verelim, bakleyelim. Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur.'' Tez büyür kuzu misali, kız kısmının da yuvadan kuş misali kanatlanıp tez uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtaoba'nın efendilerindense, bol haneye geln gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. ''oldu'' dedi büyükleri. Hediyenin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler. Tahtaoba'nın ağası koçlar kurban etti. Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı, boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Bakır tepsilerin arkasını tıkırdatarak oynadı kadınlar. Kış geçmeden yaprak küpleri basıldı. Erik ezmeleri, tarhanalar, sebze kuruları, bulgurlar, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapatıldı. Baba evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz teleşına düştü. Kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi ''Belki Hüseyin'dir'' ümidiyle süzerek küçücük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmaları, kara yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi. Ayvalar toplanırken ayıldı haber. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez yaşı on sekize değmiş delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu. Sırtını kayalara dayamış Tokat'da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı geldi, zıpkalı Karadeniz uşakları beşer onar gruplar halinde akın etti çevre köylerden, kimini Çanakkele'ye yazdılar,kimini Filistin'e, kimini Yemen'e. Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir maşrapa şu döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen yaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı. On sekizlik yiğitlerin ardından ağlayarak söylediler. Hey onbeşli onbeşli Tokat yolları taşlı Onbeşliler gidiyor Kızların gözü yaşlı. Tahtaoba Köyü'nden bölüğe çağırılan gençlerin arasında Bey Hüseyin'de vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta Örtmeliönü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğinin kapısını çaldı önce. Sözlüsünün ana babsının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran Hediye'ye. ''Vatan borcu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin çocuklarınız için. Döner gelirsem ahtımdayım. Çift davullar çaldırıp toy yaparım.'' dedi onalra. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden. Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını. Gidiyom gidemiyom Seni terk edemiyom Sevdiğim pek küçücük Koyupta gidemiyom. Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye. Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri. Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim tezgahlarında dokunan cecimlere. Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı, tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım üzümlendi. Kah Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah Hampınar'a Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla suladılar. Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı. Eli yüreğinde uyandı her sabah Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahsun mahsun yollara bakıp bir haber bekledi karayağız Hüseyin'inden, uçup giden turnalardan haber umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı. Çok mu uzktı Yemen dedikleri yer, şu çıplak dağların ardına gitse bulurmuydu yarini? Buluverse al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle? Bekleyiş derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı. Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelere ''Az kaldı, dönecek.'' derken ciğerleri sızım sızım sızlar oldu. Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürkmez olmuştu artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi, bir gün filancı köyden. Para eder herşeyi toplamışlar, yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler. Hükümet başedemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde, kasabalarda kimse kimsenin selamını almaz olmuş. Güven diye birşey kalmamış. Hediye'nin anasıyla babası yanlarına çağırdı. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona. ''Kara yazgılı kızım, dört yaz bitti bir haber yok Tahtaobalı'lı Hüseyin'den. Böyle susup beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz nice yiğitlerde şehit olduğu halde evine haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denen ilden? Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Biz artık kocadık. Namusundan endişeliyiz. Yama ustası Emin sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz, Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sende. Dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir sözlüyü beklemekle olmaz.'' Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine olmaz diyebilecek bir kız yok o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu. Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta hanı'nda yazmacılık yapan altmışına gelmiş Emin Efendi'ye nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in döndü, haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız, türküler mırıldanıp pencere kafeslerinin önünde ağladı, ağladı. Gidiyom işte bende Bir arzum kaldı sende Ayva olup sarardım Din iman yok mu sende Çifte davullu hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük elleriyle sildi göz yaşlarını. Bir kaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, kızıl işlemeli bindallı giymeden gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi. Tokat bezlerine tahta kapılarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca esnaftı. Yamru yumru elleriyle yazma desenledikten sonra Meydan Cami'sinde namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden. Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı hediye verseler içinde ölen yaşama sevinci dirilesi değildi. Hediye kız bu kocamış erin vakitsiz ayazlarla çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahsun kederli Hediye kadın olup çıkıverdi. ''Hayalde gör düşte gör, hele bir de düş de gör'' demiş ya eskiler, insanın işi bir kez ters gitmeye görsün nasıl da yağar başına belalar yağmur misali. Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı olsada kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı Hediyecik. Aniden uçuverdi Emin Efendi.Bir öğle üzeri kapıyı çalan çırağı ''Yenge, Emin emmi öldü'' diye haber getirdiği zaman felaketi ir çığlıkla karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden defnettiler. Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul kaldı, çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali yeşillerden allardan soyunup karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken, Hediye kadın akıtıp oturdu köşesinde. Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla baş başa kaldı bahtsız kız. Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp baba evine dönse evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını, hem baba evine sığamadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra ona düşen. Ne Hak'tan, ne hükümetten korkusu kalmamıştı azgın çeteler komadı Hediye'yi yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında koskoca konakta tek başına yaşayan bu taze dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı sahip çıkanı bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı. Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır tokmağını tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep beraber. İçeri daldılar azgın kurt sürüsü misali, sepet sandık dağıttılar, feryadına çığlığına kulak vermeyip sırladılar Hediye'yi.Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırdılar onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirine sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar. Nice zaman sonra gönülleri geçti kızdan, bastıkları başka köylerden başka talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken sabah namazında dönen yaşlılar kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin başına toplanıp konuştular da bir el uzatıp ''Kalk'' demediler. Tokat yolu kaldırım Düştüm beni kaldırın Sevdiğimin uğruna Vurun beni öldürün Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri. Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp, ihaneti, zulumeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?... Hak Teala kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte. Gözü yaşlı Anadolu'nun ''Giden gelmiyor'' diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek seneler geçiren Hüseyin dağın, taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp geliverdi memleketine. Tahtaoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazaler tanıyamadı bu hırpani kılıklı adamı, köpekler seğirtti üzerine. ''Benim ben! Memleket aşırı diyarlara gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm... Emmi, dayı kızları, yad el değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben.'' Köyün genci yaşlısı kuşattı çevresini, boynuna boğazına sarıldılar. Ardına düşüp evine götürdüler onu. Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsıvayla sıvanmış bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu... Hüseyin'in anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferifi tükettiği gözlerinden çok yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp ''Oğlum'' diye inledi. Tahtaoba Köyü şenliği durdu o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi. Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı. Seferberliğe giden de geri gelirmiş demek... Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. ''Yoksa ahtını bozup kocaya mı verdiler sözlümü ? diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama aht vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını. Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda. -Ana Hediye'm nasıl? Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine ilenerek döğündü. -Hediye'yi sorma oğul, kız kısmı bunca sene duru mu? Uçurdular yuvadan, alıcı kuşlar kaptı onu. Anlayamadı Hüseyin. Söz vermişti ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan. Anasının ağzından daha fazlaca gidemedi ama bin bir türlü kuruntuyla geçirdi geceyi. Sabah Tokat'a giden at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap evin önüne geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği yavuklusunun evini seğirtti uzaktan. İşte çoğu şey bıraktığı gibi duruyor. Gözeler şırıldıyor yol ortasındaki arktan. Hediye'nin bahçesinde kirazlarda çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seğrediyor belkide. Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti anası. Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek. İçeride ses soluk yok, bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı, kimsecikler görünmüyordu. Karşı evin önünde kendisini seğreden bir adama sordu, - Evdekiler nerede? - O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor. - Nereye gittiler ki? - Geyras'ta bir çiftliğe. - Ya Hediye - Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma. El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama birileri alıp, götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları zaten. Hediye'de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı dediler. Hatta giderken söylediği mani kızların dilinde. Gidiyom elinizden Kurtulam dilinizden Yeşil baş ördek olsam Su içmem gölünüzden Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. Er başına iş gelir demiş ya atalar, böylesi işte gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek. Karşısındaki adamın anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini sakladığı, uğrun uğrun hasret çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında çınlıyordu. Vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgeyle hatırlıyordu onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı bir haberle ölüden beter hale gelirmiş demek. Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızıldayan kurşunlardan biri yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde bende olsaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi. Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları düşmüş bir şekilde döndü köyüne. Aslan yarim kız senin adın Hediye Ben dolandım sende dolan gel beriye Fistan aldım endazesi on yediye Az mı geldi gönderdiğim hediye Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler.''Sevdiceği hoyrat ellerde dolaşırmış, yarine haram olmuş.'' dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş. Aldı başını gitti Hüseyin. Hediye gibi onun nereye gittiğini bilen çıkmadı. Bereketli elleriyle kızgın sac üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, mutlu kızın türküsü sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök esin misali tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır anlatılan. Çok değil, iki nesil önce al fistanlı bir yosma , çakır gözlerinden akan yaşı kına görmemiş elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle beraber. Hac Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık. Üfleme ateşi sönmüş külleri oğul. Kabuk bağlamış yaraları kakşatma. Sus, bilen olmasın Hediye'nin hikayesini. İçleri kıpır kıpır olarak ünlesin kızlar. Varsın onu bir cilveli yosmanın türküsü sansınlar. Hangi yarayı sarmadı zaman, hangi gözyaşı kurumadı toprağa düşünce? Yitirdiğimiz hangi canın yası bizle kaldı ki? Kapat bu bahsi balam, ört kimsenin bilmediği ayıbı. Hediye namuslu bir kadındı. Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü gördü mü bilmiyoruz. Yahut bildiklerimizi söylememek belki en iyisi. Şuarası kesin ki onların kara bahtını Tokat'ın ipek bürüklere bürünmüş fidanlara benzeyen kızlar türkü yapıp söyledi. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak anıtlar dikilmedi hiçbir yere. kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı, kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup gitmiş gülleri canlı tuttu. O gün bu gündür Tokatlı bir güzele vurulana derler ki; Tokat bir dağ içinde Gülü bardağ içinde Tokat'tan yar sevenin Yüreği yağ içinde. |
|
![]() |
![]() |
#19 |
![]() İNSAN KISIM KISIM YER DAMAR DAMAR
Ne haldayım ala gözün süzenler Ne olur suna boylum gör beni beni Eşinden ayrılıp yaslı gezenler Her sabah, her akşam der beni beni Der ya! İnsan eşinden ayrılır da "vay beni beni" diye yakınmaz mı? Döğünüp yakınmakla kalmaz insan, az buçuk şairliği, âşıklığı varsa; saza söze döker içini. Tıpkı Hüseyin gibi. Hüseyin garip bir köy çocuğu. Sivas köylerinden birinde doğmuş. Askere gidene dek hiç ayrılmamış köyünden. Ne zamanki askerliğini yapmış dönmüş köye, anası çekmiş dizinin dibine. "Bak oğul, gayrı zamanıdır; seni everelim. Tez zamanda torun ver bana. Evimiz şenlensin" demiş. Ana sözü ata sözü. Ne desin Hüseyin. Bulmuş dengince birini, evermiş Hüseyin'i. İyi ama, geçim zor. Tarla takım hak getire. Şu kapı senin, bu kapı benim. Irgatlık, tutmaklık karın doyurmuyor ki. Üç günlük yiyecek çıkıyor, sonrası yok. Bir gün anasına "Bak ana, ikiydik üç olduk. Yakında dört olacağız. Bu geçim geçim değil, bir şeyler yapmak gerek. Ben gurbete çıkıp iş tutmak istiyorum. Üç-Beş kuruş biriktirir de bir kaç dönüm tarla edinirsek, bir güvenimiz olur. Eker biçer, geçinir gideriz". Anası "hık-mık" etmiş ilkin, bakmış ki Hüseyin kafasına takmış bir kere. "Yolun açık olsun oğul. Sağlıkla git, sağlıkla gel" demiş. Hüseyin anasıyla, karısıyla vedalaşıp, tutmuş gurbetin yolunu. Şurası senin, burası benim derken, varıp İstanbul'a ulaşmış. Ulaşmış ya, ha deyince iş bulamamış. Ekmek aslanın ağzında. Sokaklar işsiz dolu. Bir hemşehrisinin kaldığı hana yerleşmiş Hüseyin. Handakilerin çoğu gurbetçi. Çoğu da işsiz. Hazırdan yiyorlar. İlkin ufak tefek günlük işler bulmuş Hüseyin. Boğaz tokluğuna çalışıyor nerdeyse. Elinde avucunda bir şey kalmıyor. Bir dolu iş değiştirdikten sonra, bir fabrikaya girmiş işçi olarak, bir gün, beş gün, bir ay, beş ay. Değişen bir şey yok. Hüseyin üç kuruş biriktirip bir yana atmaktan öte, geçim sıkıntısına düşmüş bir de. Sıla özlemi bir yandan; geçim derdi bir yandan. Bir de yalnızlık sarmış ki duygularını. Eh!.. Milyonluk bir kent; bir tek de Hüseyin. Yollar sokaklar insen seli. İnsanlar şen, insanlar şakrak. Bir tek Hüseyin garip. Boynu bükük Hüseyin, arada bir mektup yazıyor köyüne. Bir iki satır da onlardan geliyor. Ama yetmiyor ki! Geçim bir yandan, sıla özlemi bir yandan. Bir de on dönümlük tarla var ki gönlünde. Şöyle güzelinden, sulusundan. Taşı eksen bitirir cinsinden. Sözün özü, karma karışık Hüseyin'in kafası. Bir dalıyor. Kayboluyor. Gidiyor köyüne. Elleri dolu dolu. Anası, karısı, hısım akrabası bir güzel karşılıyor. Sarmaş dolaş. Giysilik kumaşlar, pabuçlar, urbalar. Tarlalardan tarla beğeniyor. On dönüm. Ama tarla! Taşı eksen bitirir cinsinden. Kolları sıvıyor. Bir ekin ekiyor. Bir ekin ki, o yörede görülmemiş. Boy dersen, insan kaybolur içinde. Başaklar koca koca. Bir gür, bir iştahlı ki, gören maşallah demeden geçmiyor. Çok yoruluyor Hüseyin. Ter alnından şıpır şıpır damlıyor. Ama olsun. Emek olmadan, yemek olmazmış. Böyle demiş atalarımız. Olsun! Ter olsun. Ter iyidir. Ter malı haller "Ter.. Ter" diye inlerken Hüseyin, bir eli de otomatik dokuma aracının kolunda bir ileri, bir geri gidip gelmektedir. Birden öylesine "ter" diye bağırır ki, yanından bir el uzanır Hüseyin'in omuzuna. " Ne o Hüseyin gardaş hasta mısın? Kendi kendine konuşup duruyorsun. Hem, hiç bu kadar terlemezdin çalışırken. Bir şeyin mi var?" Hüseyin ayıkır birden "Şey, bir şeyim yok be bacı. Memleketi düşünüyordum da." Gün o gün!. saat o saat. Artık Hüseyin de bir dost edinmiştir. Milyonluk kentte yalnız değildir artık. Derdini anlatacağı, yardım anlayış göreceği bir dostu olmuştur. Hüseyin'in de. Bir dost ki, tertemiz. İyi. Doğru. Çalışkan. Bir dost ki, sıcaklık veriyor insana. Yanında huzurlu oluyor insan. Leb demeden leblebiyi anlayıp, elini uzatıyor Hüseyin'e. Gün günü, ay ayı eskitiyor. Geçen her günle dostlukları daha da pekişiyor Hüseyin'le komşu makinada çalışan işçi kadının. Dostluk öylesine gelişiyor ki, gün geliyor Hüseyin onsuz; o Hüseyin'siz olamayacağını anlıyor. Uzun sözün kısası, evleniyorlar. İyi ama, Hüseyin evli zaten. Köyünde bekleyeni var. Ama gönül ferman dinler mi? Kimbilir, gönül mü ferman dinlemedi, yoksa Hüseyin aradığını bulduğu için mi başka şeyi düşünemedi, orası kayıp? Bir de şu var ki, köyünde evlenirken hiçbir tercihi olmamıştı Hüseyin'in. Yani "şu kız mı, bu kız mı" denmemişti. "Dengi dengine" demişti anası, o kadar. Hiç tanımadığı, huyunu suyunu bilmediği biriyle evlendirilmişti Hüseyin. Bütün bunları bir yana itmiş miydi? Anasından, köyünden kopmuş muydu Hüseyin?. İşte orasını bilmiyoruz işin. Eğer köyünden, anasından, karısından kopsa, öyküsünü sunduğumuz türkü olmayacaktı bugün. Anasını, karısını, köyünü birbir anlatmış Hüseyin, Suna'ya. Suna da hiç birine olmaz dememiş. "Senin köyün benim köyüm. Senin anan, benim anam sayılır. Karınla da bacı kardeş gibi geçinip gideriz. Köyün şartları dersen, seninle olduktan sonra her güçlüğü yenerim ben" der. Eee devir de eski devir. Arkadaş sen resmen evlisin. Bir daha evlenemezsin. Yasaktır, diyen yok. Sırt sırta bir süre daha çalışıp, köye dönmüşler. Dönmüşler ya, Suna İstanbul kızı. Ne de olsa konuşması, giyinişi, davranışı değişik. Kendisi, iyi hoş! Öyle kendini beğenmiş cinsinden değil. Zaten öyle olsa, kalkar alıştığı çevreyi bırakıp, köyün şartlarına razı olur muydu? Olurdu ya da olmazdı! Sorun o değil. Asıl sorun, kentte doğmuş büyümüş kızın, köy şartlarına tez zamanda uyamaması. Almış ortalığı bir dedikodu: "Hüseyin"in İstanbul'lu avradı çarşaf giymiyor. Hüseyin'in avradı ite, köpek diyor. Hüseyin'in avradı aşağı, Hüseyin'in avradı yukarı. Bir iki olsa, neyse ne! Gün yok ki yeni bir dedikodu gelmesin Hüseyin'in kulağına. Doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamış. İnsan çeşittir demiş. Kısım kısımdır demiş. Her insan doğduğu, büyüdüğü yerin şartıyla oluşur demiş. Ama dinleyen kim? Her önüne gelen veryansın ediyor Hüseyin'in İstanbul'lu karısına. Hüseyin'se duygulu bir insan. Sanatçı yanı da var biraz. Sazı dinlenir, sözü sohbeti yerinde. Ama ne etmişse alamamış dedikoduların önünü. Uykuları kaçar olmuş. Hayal meyal düşlerle uyanır olmuş. Uyanmak için, uyumak gerek. Uyuyamıyor ki Hüseyin. Giriyor yatağa, çıkıyor yataktan. Kirpik kirpiğe değmiyor. Hayal mi, düş mü karmakanşık duygular içinde. "Bu böyle sürüp gidemez, bir şeyler yapmak gerek" diyor ve kararını veriyor. "Haydi İstanbul'a gidiyoruk. Ananı babanı göresmişsindir. Aylar geçti görmedin onları" diyor Suna'ya. Suna itiraz edecek oluyor. "Değmez o yolu çekmeye. Hele yaz olsun. Gidip gelmesi kolay olur" diyorsa da Hüseyin kararlı. Artık bu huzursuzluğa bir son verecek. Kalkıp düşüyorlar yola. İlçeye gelip, biniyorlar trene. İkinci istasyona geldiklerinde, Hüseyin'in bir elinde sazı, bir elinde su testisi iniyor aşağı. Su doldurup geleceğini söylüyor. İniş o iniş. İki dakika. Üç dakika geçiyor Hüseyin yok. Tren usul usul hareket ediyor, yine ortalıkta yok. Suna, bir bekliyor, iki bekliyor, sarkıyor pencereden çevreyi gözetliyor, Hüseyin yok. Arka kapılardan binmiştir deyip oturuyor yerine. Aşağıda Hüseyin, trenin hareketiyle çıkıyor gizlendiği yerden. Alıyor sazını eline. Oturuyor bir taşın üstüne. Vuruyor tellerine sazın. Vuruyor ki, kızgın, öfkeli, özlemli. Yalvarıyor mu, bir şeylere baş mı kaldırıyor, orası kayıp! İnsan kısım kısım, yer damar damar Kaşların lamelif, gözlerin kamer İnce bel üstüne olayım kemer Yakışır güzelim, gör beni beni Hüseyin der, İstanbul'a gideyim Değmen bana bu dertten öleyim Güzelim kapına köle olayım Müşteri bulursan ver beni beni Ve avuçlayıp yüreğini, koyuyor ortaya. Köle olup satılmaya razı. Ama ayrılmak gelmiyor içinden Hüseyin'in. Ayrılmak gelmiyor ya, Suna'yı trene bindirip İstanbul'a gönderen de kendisi. Oturup ağıdını yapan da. Ne diyelim. Diyeceğimiz şu; kara tren almış götürmüş Suna'yı İstanbul'a. Hüseyin de dönmüş köyüne. Dönmüş köyüne ama, hali hal değil Hüseyin'in. İçine kapanmış. kimseyle konuşmuyor. Eski neşesi bitmiş Hüseyin'in. Bir tek dostu bağlaması. Çekiyor döşüne, çalıyor, söylüyor. O kadar. Günde özlem dolu, sevgi dolu bir kucak türkü kalıyor Hüseyin'in günden de eriyip akıyor. Rengi soluyor. Benzi atıyor. Çok geçmeden de, genç yaşta göçüp gidiyor dünyadan. Ardında tümü de özlem dolu, sevgi dolu bir kucak türkü kalıyor Hüseyin'in. |
|
![]() |
![]() |
#20 |
![]() İSLAMOĞLU
Bundan 200 yıl kadar önce uşak yöremizde İslam oğlu adında biri yaşarmış . İslam Oğlu köyünde, yufka yürekli tanınan iyilik sever kimseyi incitmeyen bir insanmış. Cana kıyacağı kimsenin aklından bile geçmeyen İslam Oğlu bir gün kahvede otururken ufak bir münakaşa sonunda arkadaşını öldürüyor. Ve dağa çıkıyor. İslam Oğlu nun peşine bir çok zaptiye salınıyor fakat aylarca ele geçmiyor. Bir gün köyün yakınlarında ulu bir çınar ağacının altında otururken köylüler İslam oğlu nu görüyorlar. Hemen zaptiye ye haber salınıyor. İslam oğlu aptestini almış tam namaza durduğu sırada zaptiyeler kendisine ateş açıyorlar. İri gövdeli İslam oğlu ulu çınar ağacına yaslanıp öylece kalıyor. Yere yığılmayan İslam oğlunu ölmedi zanneden köylüler 4 gün yakınına varamıyorlar. 4 gün sonra ceset yere yıkılıyor. İslam oğluna yakılan bu türkü bugün hala uşak yöresinde düğünlerde söylenir. Ellerde kaşıklar çalınarak, kıvrak zeybek olarak oynanır. İslam oğlu efem derler benim şanıma Üç atlı gelemiyor yanıma İslam oğlu iner gelir inişten Her yanları görünmüyor gümüşten İslam oğlu kale yapar taşınan Gözlerim doldu alkan ile yaşınan |
|
![]() |
![]() |
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
türkü hikayeleri |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|