![]() |
#171 |
![]() ALLAH Hakkındaki Şükür Perdesini Kaldırmanın Yolları
Şöyle diyebilirsin ´Bu hadîsler delâlet ederler ki dünyada bela, nimetlerden daha hayırlıdır. Acaba bu durumda ALLAH´tan bela isteyebilir miyiz?´ Cevap olarak derim ki: Bunun böyle bir anlamı yoktur. Çünkü Hz. Peygamber´den (s.a) rivayet edildiğine göre duasında, dünya ve ahiret belasından ALLAH´a sığınıyordu.82 Hz. Peygamber ve diğer peygamberler şöyle dua ederlerdi: ´Ey RABBİMiz! Bize dünyada iyi hâl ver ve ahirette merhamet ihsan et!´ Peygamberler düşmanlarının ve başkalarının sevinmesinden de istiaze ederlerdi.83 Hz. Ali ´Ey ALLAHım senden sabır istiyorum´ diye dua edince, Hz. Peygamber buna karşılık şöyle buyurdu: Ya Ali! Muhakkak ki sen ALLAH´tan bela istedin! O halde ondan afiyet talep et!84 ALLAH´tan afiyet talep edin. Hiçbir kula afiyetten daha üstün birşey verilmemiştir. Ancak yakîn bundan müstesnadır.85 Ebubekir Sıddîk, yakîn ile kalbin cehalet ve şüphe hastalığından korunduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan kalbin afiyeti bedenin afiyetinden daha yücedir. Hasan Basrî şöyle demiştir: İçinde şer bulunmayan hayır, şükürle beraber olan afiyettir! Nice nimete mazhar olanlar vardır ki şükretmez´. Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: ´Benim afiyet bulup şükretmem benim nezdimde, belaya uğrayıp sabretmenden daha sevimlidir´. Hz. Peygamber bir duasında şöyle buyurmuştur: Senin afiyetin bence daha sevimlidir.86 Bu durum bir delil ve şahid getirmeye muhtaç değildir. Çünkü bela iki sebepten nimettir: Birincisi: O beladan daha fazla olan belaya nisbeten o bela nimettir. Bu da ya dünyada veya dinde olur. İkincisi: Kendisinden daha fazla sevap umulana nisbeten bela, nimet olur. Bu bakımdan kişi için dünyada nimetin tamamını ve ondan fazla olan belanın defini istemek uygundur. Nimete şükretmenin ahiretteki sevabını istemek uygundur; zira ALLAH Teâlâ, sabra karşılık olarak vermediği mükâfatı şükre karşılık vermeye kâdirdir. Eğer bazıları şöyle diyor dersen: ´Ben isterim ki cehennem üzerinde bir köprü olayım. Bütün halk o köprüden geçip ateşten kurtulsun ve ben de cehennemde kalayım´. Semnun87 da şiirinde şöyle demiştir: Senden başka hiç kimsede benim bir payım yok. Bu bakımdan dilediğin şekilde beni dene! İşte bu kimselerin durumu belayı istemek demektir. Semnun el-Muhib bu şiirinden sonra bevledemez hâle geldi. Bu hastalıktan sona mekteblerin kapılarına gider, çocuklara ´Çokça yalan söyleyen bu amcanıza dua edin!´ derdi. İnsanoğlunun tek başına ateşte olup diğer insanların ateşten kurtulmasını istemesi mümkün değildir. Fakat bazen sevgi kalbe galebe çalar. Hatta aşık, kendisinde, böyle bir sevgi olduğunu zanneder. Bu bakımdan kim muhabbet kadehini içerse sarhoş olur. Sarhoş olursa rastgele konuşur. Eğer sarhoşluğundan ayrılırsa kendisine galebe çalan hâlin hakîkat olmadığını bilir. Bu bakımdan bu konuda her ne dinlemişsen o, sevgileri ifrat derecesine varan aşıkların sözlerindendir. Aşıkların sözünü dinlemek keyifli olur, fakat güvenilmez. Şöyle hikâye ediliyor: Erkek serçe, dişisini istedi. Dişisi engel oldu. Bunun üzerine erkeği dedi ki: ´Seni benden meneden nedir? Eğer sen istersen Süleyman´ın mülküyle beraber dünya ve ahiretin altını üstüne getireyim. Senin için bunu yaparım´. Süleyman (a.s) onun bu sözünü işitti. Bunun üzerine huzura davet edip kendisini kınadı. Serçe ona dedi ki: ´Ey ALLAH´ın peygamberi! Aşıkların kelâmı hikâye edilmez´. Hakîkat, kuşun dediği gibidir. Şair şöyle demiştir: Ben ona kavuşmayı, o ise beni terketmeyi istiyor. Ben de bu yüzden kendi irademi onun iradesine feda ederek bırakıyorum. Şairin bu sözü de muhaldir. Bunun mânâsı: Ben onun irade etmediğini irade ediyorum. Çünkü visâli irade eden terketmeyi irade etmemiş demektir. Bu bakımdan irade etmediği terki nasıl irade etmiş olur? Bu şiir ancak iki şekilde tevil edilirse doğru olur: Birincisi: Bu durumun bazı hallerde olmasıdır ki onunla ilerde ulaşacağı muradına götüren rızayı elde etmiş olsun.Dolayısıyla hicran (terkediş) rızaya vesile olur.Rıza da sevgiliye ulaşmanın vesilesidir.Bu bakımdan bunun misali, malı sevenin misali gibidir. Malı seven iki dirhem için bir dirhem selem verdiği zaman, o iki dirhemin sevgisinden ötürü hal-i hazırdaki bir dirhemi terkeder. İkincisi: Sevdiğini rızasının, onun yanında sadece mahbubun rızası olması hasebiyle güzel olmasıdır. Sevdiğinin kendisinden razı olacağını hissettiğinde bundan bir zevk duyar. Sevdiğinin istememesine rağmen müşahedesindeki lezzetine bu lezzet eklenir. Bu durumda içinde sevdiğinin rızası olanın irade edilmesi ve bunun için de bazı muhiblerin hali, ALLAH´ın rızasını sezmekle beraber, beladan lezzet buldukları raddeye varmıştır. Rızayı sezmeksizin afiyetten almış oldukları, lezzetten daha fazladır. Bu bakımdan bu kimseler mahbubun rızasını belada gördükleri zaman bela onlar için afiyetten daha sevimli olur. Bu öyle bir haldir ki aşkın ga-lebe çaldığında vâki olması uzak değildir. Fakat bu hâl geçicidir, devamlı kalmaz. Bu hâl dursa dahi sıhhatli bir hal midir veya başka bir hâl tarafından istenilen bir hal midir ki kalp üzerine vârid olmuştur ve dolayısıyla kalbi normalden kaydırmıştır, işte bu hususta biraz düşünmek gerekir. Bunu tedkik etmek bizim konumuza uygun düşmez. Daha önce geçen hakikatlerden anlaşıldı ki afiyet beladan daha hayırlıdır. Bütün mahlukatına faziletiyle minnet eden ALLAH´tan din, dünya ve ahiret hususunda, hem kendimize, hem de bütün müslümanlara af ve afiyet talep ederiz! 82) İmam Ahmed 83) Daha önce geçmişti. 84) Tirmizî 85) İbn Mâce, Nesâi 86) İbn Ebî Dünya 87) Bağdadlıdır. Sırrı es-Sakatî´nin sohbetinde bulunmuştur. Bu zatın konuşmasının çoğu muhabbet hakkında idi. |
|
![]() |
#172 |
![]() Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri
ALLAH Teâlâ, kitabında şükrü zikir ile beraber zikretmiştir. Ayetler Andolsun! ALLAH´ı anmak en büyük (ibadet)tir. (Ankebût/45) Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.(Bakara/152) Eğer siz ALLAH´ın nimetlerine şükredip´ iman ederseniz ALLAH size niye azap etsin? (Nisâ/147) Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz(Âlu İmran/145) İblis şöyle dedi: ´Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım vesvese verip pusu kuracağım. (A´raf/16) Ayette bahsi geçen doğru yolun şükür yolu olduğu söylenmiştir. Şükür mertebesinin büyüklüğünden ötürü İblis, halka tânederek şöyle dedi: Onların çoklarını şükredici olarak görmeyeceksin! (A´raf/17) ALLAH Teâlâ da şöyle buyurdu: Kullarımdan şükreden azdır. (Sebe/13) ALLAH Teâlâ, şükürle beraber fazla nimet vereceğini söyleyip istisna yapmadı. Andolsun! Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.(İbrahim/8) Oysa beş şeyde (zengin etmekte, duayı kabul etmekte, rızıkta, mağfirette ve rahmette) istisna ederek şöyle buyurmuştur: Eğer fakirlikten korkarsanız; biliniz ki ALLAH dilerse sizi fazlından zengin edecektir. (Tevbe/28) Hayır, yalnız O´na yalvarırsınız; O da dilerse (kaldırılmasını) istediğiniz belâyı kaldırır. (En´am/41) ALLAH dilediğine hesapsız rızık verir.(Bakara/212) Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar.(Nisâ/48) ALLAH dilediği kimseye tevbeyi nasip eder.(Tevbe/15) Bu, rubûbiyet ahlâklarından biridir; zira ALLAH Teâlâ şöyle bu-yurmuştur: Eğer ALLAH´a güzel borç verirseniz, ALLAH onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. ALLAH karşılık verendir, halimdir.(Teğâbün/17) ALLAH Teâlâ, şükrü cennet ehlinin konuşmasına anahtar yapmıştır. (Cennetlik olanlar şöyle) derler: ´Hamdolsun o ALLAH´a ki bize olan va´dini yerine getirdi´. (Zümer/74) Dualarının sonu ise ´Bütün hamdler âlemlerine rabbine mahsustur!´(Yûnus/10) Hadîsler Şükrederek yiyen, sabrederek oruç tutan mertebesindedir.39 Atâ´dan şöyle rivayet ediliyor: Hz. Âişe´nin huzuruna girip ´Hz. Peygamber´den gördüğün en acaip şeyi bize haber ver!´ dedim. Bu söz üzerine, Hz. Âişe (r.a) ağladı ve şöyle dedi: ´Hz. Peygamber´in hangi durumu acaip değil ki! O bir gece bana geldi. Yatağıma yattı, vücudum onun vücuduna değdi. Sonra şöyle dedi: Ey Ebubekir´in kızı! Beni bırak ki RABBİMe ibadet edeyim! Bu sözü üzerine ´Sana yakın olmayı severim. Fakat senin isteğini kendi isteğime tercih ederim´, deyip ibadet etmesine izin verdim. Su dolu bir testiyi alıp abdest aldı. Fakat fazla su sarfetmedi. Sonra kalkıp namaza durdu. Göz yaşları göğsünün üzerine akacak derecede ağladı. Sonra rükûa vardı, ağladı. Sonra secdeye vardı, ağladı. Sonra başını kaldırıp ağladı. Böylece Bilâl gelip sabah namazının vaktini kendisine bildirinceye kadar ağladı. Bunun üzerine ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Seni ağlatan nedir? Oysa ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahlarını, senin için affetmiştir´ dedim. Hz. Peygamber bana şöyle dedi:Ben çokça şükreden bir kul olmayayım mı? Ben neden böyle yapmıyayım? Oysa ALLAH Teâlâ şu ayeti indirmiştir: Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insanlara yararlı olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, ALLAH´ın gökten yağmur indirerek onunla ölmüş olan arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları, yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (ALLAH´ın birliğine) deliller vardır.(Bakara/164)40 Bu hadîs-i şerîf ağlamaya devanı edilmesi gerektiğine delâlet eder. Peygamberlerden biri kendisinden bol su çıkan küçük bir taşın yanından geçti ve buna hayret etti. ALLAH Teâlâ o taşı dile getirerek şöyle konuşturdu: "Ben ALLAH´ın ´Artık o ateşten sakının ki onun yakıtı insanlarla taşlardır´ (Bakara/24) ayetini dinlediğimden beri onun korkusundan ağlıyorum". Bunun üzerine o peygamber, ALLAH Teâlâ´dan o taşı ateşten ko-rumasını diledi ve ALLAH Teâlâ da onu korudu. Bir müddet sonra o küçük taşı aynı durumda gördü ve ´Şimdi neden ağlıyorsun?´ dedi. Taş ´Daha önce gördüğün ağlama, korku ağlamasıydı. Bu ağlama ise şükür vc sevinç ağlamasıdır´ diye cevap verdi. Kulun kalbi de taş gibi veya katılık bakımından taştan daha şiddetlidir. Onun katılığı hem korku, hem de şükür halinde ağlamakla bertaraf edilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kıyamet gününde ´Çok hamdedenler ayağa kalksın´ denir. Bir grup ayağa kalkar. Onlara bir bayrak dikilir ve onlar cennete girerler. ´Bu çok hamdedenler kimlerdir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Bunlar her durumda ALLAH´a şükreden kimselerdir´.41 Başka bir lâfızda ´Bunlar hem genişlikte, hem. de darlıkta şükrederler´ şeklinde gelmiştir. Hamd, Rahman´ın ridasıdır (abâsıdır).42 ALLAH Teâlâ Hz. Eyyûb´e (as) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Ben velî kullarımdan mükâfat olarak şükre razı oldum´. Yine sabredenlerin sıfatı hakkında da Hz. Eyyûb´e (as) şöyle vahiy göndermiştir: ´Onların evleri selâm evidir (cennettir). Onlar o eve girdikleri zaman onlara şükretmeyi ilham ederim. Şükür ise, sözlerin en hayırlısıdır. Şükür anında onlara daha fazlasını talep etmeyi ilham ederim. Bana bakmalarıyla onlara daha fazlasını veririm´. İstif edilen mallar hakkında hüküm nâzil olduğu zaman Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: Malın hangisini edinelim? Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak şöyle buyurmuştur: Sizden herhangi biri zikredici bir dil ve şükredici bir kalp edinsin!43 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, malın yerine şükredici kalbin edinilmesini emretmiştir. İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Şükür imanın yarısıdır!´ 39) Buhârî 40) İbn Hibban, Ahlâk-ı Rasûl 41) Taberânî, Ebu Nuaym, Beyhâkî 42) Irâkî aslına rastlamadığını söylemişse de Sahîh´de ´Kibriyâ O´nun abasıdır´ şeklinde vârid olmuştur. 43) Nikâh bölümünde geçmişti. |
|
![]() |
#173 |
![]() Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
Şükür, sâliklerin makamlarındandır. Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir. İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir. Bu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır. Birinci Asıl Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir. Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdır. İşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdir. Bu, ALLAH´ın dışındaki şeyler hakkında vâriddir. ALLAH hakkında ise, bütün nimetlerin ALLAH´tan olduğunu bilmekle tamam olur. Nimet veren ancak ALLAH´tır. Vasıtalar ALLAH tarafından musahhar kılınmışlardır. Bu marifet, tevhid ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve tevhid bu marifete dahildir. İman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlar. Bu da tevhidin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidir. Bu bakımdan herşey O´ndan gelen nimettir. İşte bu marifet üçüncü mertebeye girer. Zira üçüncü mertebeye takdis ve tevhid ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştir. Kim SübhânALLAH derse, onun on hasenesi vardır. Kim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardır. Kim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır.44 Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah´dır. Duanın en faziletlesi Elhamdülillâh´tır.45 Hiçbir zikir, Elhamdülillâh´ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz.46 Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene´lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan SübhanALLAH takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah tevhide ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan ALLAH´tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedir. Öyleyse (bahsi geçen) sevaplar iman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır. Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok eder. Bu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur. Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremez. Bir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünür. Bu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilir. O halde, padişah hakkında muvahhid olamaz. Evet, padişah hakkındaki tevhidine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmez. Kalem ile kâğıdın şükrünü yapmaz. Çünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadır. Aksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardır. Şahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir. Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezler. Bunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olur. Böyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan tevhidine herhangi bir şirk sokmaz. Böylece ALLAH´ı bilen, ALLAH´ın fiillerini tanıyan güneş´in, ay´ın ve yıldızlar´ın ALLAH´ın emriyle hareket ettiklerini bilir. Tıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında ALLAH´a musahhardırlar. Zira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan ALLAH Teâlâ´dır. Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi... Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle ALLAH´tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan ALLAH´tır. Onun kalbine ´Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu´ ilham eden ALLAH´tır. ALLAH ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan ALLAH´ı, ALLAH´ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, ALLAH´ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun. Bu sırra binen Hz. Musa (as) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Adem´i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:Bütün olanların benden olduğunu bildi.Onu bilmesi şükürdür. Öyle ise sen ancak her nimetin O´ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O´nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur. İkinci Asıl İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Marifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdür. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet verenle sevinmektir. Bu anlaşılması zor olan konulardandır. Öyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir: Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidir. Bu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidir. Eğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi. İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinir. Eğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdi. Çünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı. Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidir. Bu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselir. Çünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmez. Aksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemez. Aksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı ister. Hatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih eder. İşte bunlar üç derecedir. Birincisine şükrün mânâsı girmez. Çünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdır. Bu bakımdan o, verenle değil atla sevinir. Bu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidir. Bu, şükür mânâsından uzaktır. İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildir. Fakat zâtı hasebiyle dahil değildir. Aksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildir. Bu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için ALLAH´a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidir. Tam şükür, ancak kulun ALLAH´ın nimetine, o nimet vasıtasıyla ALLAH´a yaklaşabilecek kudrette olması ve ALLAH´ın komşuluğuna erebileceği, daima O´nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir. İşte en büyük rütbe budur. Bunun alameti; dünyadan sadece ahiretin basamağı olan şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul eden, ALLAH´ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi... Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: ´Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir´. Aliyyül-Havvas da ´Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedir. Havassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir´ demiştir. Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak ALLAH´ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alır. Kalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde ALLAH´ın dışındaki şeylerden zevk duyar. Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi... Şair şöyle demiştir: ´Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder´. Öyle ise bu, ALLAH´ın nimetiyle sevinmenin şartıdır. Darb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun! Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsun. Birinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için ALLAH´ı kastedenle ALLAH´ın nimetlerini onlarla ALLAH´a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır. Üçüncü Asıl Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir. Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da ALLAH´a delâlet eden hamdlerle ALLAH´a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da ALLAH´ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır. Bu bakımdan bu durum, ALLAH´a bu azalarla şükretmek demektir. ALLAH´tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber, bir kişiye şöyle sordu: - Nasıl sabahladın? - Hayır ile... Bunun üzerine Hz. Peygamber, kişi üçüncü defa da ´hayır ile sabahladım. ALLAH´a hamdeder ve ona şükrederim´ deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: ´İşte senden söylemeni istediğim buydu!´ Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardı. Onların gayeleri; arkadaşına ALLAH´ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadır. Bu bakımdan şükretmek ibadettir. Şikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettir. Padişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O´nun kudret elindedir. O´nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer bela ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini ALLAH´a yapmaktır. Çünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak ALLAH´tır. Kulun mevlâsına zillet gös-termesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettir. Kulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir. ALLAH´tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın yanında arayın, O´na ibadet edin ve O´na şükredin. Hepiniz O´na döndürüleceksiniz.(Ankebût/17) Çünkü ALLAH´tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A´raf/194) Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir. Rivayet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz´in yanına geldi. Onların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktı. Ömer, o gence ´Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun)´ diye haykırdı. Genç ´Ey mü´minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır´ dedi. Bunun üzerine Ömer konuş dedi. Genç ´Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değiliz. Senin faziletin bizi teşvik etti. Senin adaletin bizi korkudan emin kıldı. Biz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetiz. Sana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!´ dedi. İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır. ´Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır. ´Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır. ´Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır´ diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdür. Bu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır. Hamdun Kassar´ın47 ´Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir´ sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir. Cüneyd´in ´Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir´ sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir. Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyor. Bunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olur. Çünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlar. Kendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirler. Bunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlar. Bu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir. Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildir. Zâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemez. Ayrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz´ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruz. Çünkü bu, ahiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez. Rahmetiyle muvaffak kılan ALLAH´tır! 44) Dualar bölümünde geçmişti. 45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hibban 46) İbn Ebî Dünya 47) Ebu Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur´da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebu Turab Nahşebî ve Müslim Barusî´nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291´de vefat etmiştir. |
|
![]() |
#174 |
![]() Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
Şükür, sâliklerin makamlarındandır. Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir. İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir. Bu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır. Birinci Asıl Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir. Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdır. İşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdir. Bu, ALLAH´ın dışındaki şeyler hakkında vâriddir. ALLAH hakkında ise, bütün nimetlerin ALLAH´tan olduğunu bilmekle tamam olur. Nimet veren ancak ALLAH´tır. Vasıtalar ALLAH tarafından musahhar kılınmışlardır. Bu marifet, tevhid ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve tevhid bu marifete dahildir. İman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlar. Bu da tevhidin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidir. Bu bakımdan herşey O´ndan gelen nimettir. İşte bu marifet üçüncü mertebeye girer. Zira üçüncü mertebeye takdis ve tevhid ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştir. Kim SübhânALLAH derse, onun on hasenesi vardır. Kim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardır. Kim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır.44 Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah´dır. Duanın en faziletlesi Elhamdülillâh´tır.45 Hiçbir zikir, Elhamdülillâh´ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz.46 Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene´lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan SübhanALLAH takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah tevhide ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan ALLAH´tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedir. Öyleyse (bahsi geçen) sevaplar iman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır. Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok eder. Bu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur. Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremez. Bir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünür. Bu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilir. O halde, padişah hakkında muvahhid olamaz. Evet, padişah hakkındaki tevhidine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmez. Kalem ile kâğıdın şükrünü yapmaz. Çünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadır. Aksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardır. Şahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir. Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezler. Bunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olur. Böyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan tevhidine herhangi bir şirk sokmaz. Böylece ALLAH´ı bilen, ALLAH´ın fiillerini tanıyan güneş´in, ay´ın ve yıldızlar´ın ALLAH´ın emriyle hareket ettiklerini bilir. Tıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında ALLAH´a musahhardırlar. Zira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan ALLAH Teâlâ´dır. Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi... Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle ALLAH´tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan ALLAH´tır. Onun kalbine ´Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu´ ilham eden ALLAH´tır. ALLAH ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan ALLAH´ı, ALLAH´ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, ALLAH´ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun. Bu sırra binen Hz. Musa (as) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Adem´i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:Bütün olanların benden olduğunu bildi.Onu bilmesi şükürdür. Öyle ise sen ancak her nimetin O´ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O´nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur. İkinci Asıl İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Marifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdür. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet verenle sevinmektir. Bu anlaşılması zor olan konulardandır. Öyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir: Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidir. Bu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidir. Eğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi. İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinir. Eğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdi. Çünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı. Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidir. Bu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselir. Çünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmez. Aksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemez. Aksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı ister. Hatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih eder. İşte bunlar üç derecedir. Birincisine şükrün mânâsı girmez. Çünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdır. Bu bakımdan o, verenle değil atla sevinir. Bu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidir. Bu, şükür mânâsından uzaktır. İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildir. Fakat zâtı hasebiyle dahil değildir. Aksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildir. Bu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için ALLAH´a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidir. Tam şükür, ancak kulun ALLAH´ın nimetine, o nimet vasıtasıyla ALLAH´a yaklaşabilecek kudrette olması ve ALLAH´ın komşuluğuna erebileceği, daima O´nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir. İşte en büyük rütbe budur. Bunun alameti; dünyadan sadece ahiretin basamağı olan şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul eden, ALLAH´ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi... Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: ´Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir´. Aliyyül-Havvas da ´Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedir. Havassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir´ demiştir. Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak ALLAH´ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alır. Kalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde ALLAH´ın dışındaki şeylerden zevk duyar. Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi... Şair şöyle demiştir: ´Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder´. Öyle ise bu, ALLAH´ın nimetiyle sevinmenin şartıdır. Darb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun! Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsun. Birinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için ALLAH´ı kastedenle ALLAH´ın nimetlerini onlarla ALLAH´a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır. Üçüncü Asıl Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir. Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da ALLAH´a delâlet eden hamdlerle ALLAH´a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da ALLAH´ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır. Bu bakımdan bu durum, ALLAH´a bu azalarla şükretmek demektir. ALLAH´tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber, bir kişiye şöyle sordu: - Nasıl sabahladın? - Hayır ile... Bunun üzerine Hz. Peygamber, kişi üçüncü defa da ´hayır ile sabahladım. ALLAH´a hamdeder ve ona şükrederim´ deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: ´İşte senden söylemeni istediğim buydu!´ Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardı. Onların gayeleri; arkadaşına ALLAH´ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadır. Bu bakımdan şükretmek ibadettir. Şikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettir. Padişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O´nun kudret elindedir. O´nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer bela ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini ALLAH´a yapmaktır. Çünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak ALLAH´tır. Kulun mevlâsına zillet gös-termesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettir. Kulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir. ALLAH´tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın yanında arayın, O´na ibadet edin ve O´na şükredin. Hepiniz O´na döndürüleceksiniz.(Ankebût/17) Çünkü ALLAH´tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A´raf/194) Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir. Rivayet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz´in yanına geldi. Onların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktı. Ömer, o gence ´Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun)´ diye haykırdı. Genç ´Ey mü´minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır´ dedi. Bunun üzerine Ömer konuş dedi. Genç ´Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değiliz. Senin faziletin bizi teşvik etti. Senin adaletin bizi korkudan emin kıldı. Biz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetiz. Sana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!´ dedi. İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır. ´Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır. ´Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır. ´Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır´ diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdür. Bu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır. Hamdun Kassar´ın47 ´Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir´ sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir. Cüneyd´in ´Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir´ sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir. Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyor. Bunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olur. Çünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlar. Kendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirler. Bunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlar. Bu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir. Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildir. Zâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemez. Ayrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz´ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruz. Çünkü bu, ahiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez. Rahmetiyle muvaffak kılan ALLAH´tır! 44) Dualar bölümünde geçmişti. 45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hibban 46) İbn Ebî Dünya 47) Ebu Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur´da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebu Turab Nahşebî ve Müslim Barusî´nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291´de vefat etmiştir. |
|
![]() |
#175 |
![]() Korku Halini Temin Eden Çare
Belki sen ´Şükür ancak şükürden zevk alan nimet sahibinin hakkında düşünülebilir´ diyebilirsin; zira bizler padişahlara kalplerde mevkileri daha artsın, halk yanında keremleri belirsin ve dolayısıyla nam ve nişanları daha fazla olsun diye ya senâ etmekle şükrediyoruz veya bazı hedeflerinde kendilerine yardımcı olmaktan ibaret olan hizmetle şükrediyoruz veya huzurlarında el pençe durmakla şükrediyoruz. Bu ise onların çevrelerindeki kalabalığın çoğalmasına, ve mevkî ve şöhretlerinin artmasına sebeptir. Bu bakımdan insanlar bu söylediklerimizden birini onlar için yapmadıkça padişahlara şükretmiş olmaz. Oysa bu, iki yönden ALLAH hakkında muhaldir: Birincisi ALLAH Teâlâ nasiplerden ve gayelerden münezzehtir. Hizmetçiye ve yardıma muhtaç olmaktan mukaddestir. Övmekle haşmetinin ve şöhretinin yayılmasından yücedir. Huzurunda rükû ve secde halinde elpençe divan durmak sûretiyle hizmetçilerinin çoğalmasından da münezzehtir. Bu bakımdan O´na, içinde hiçbir sûrette payı olmayan birşey ile şükretmemiz, bize nimet veren padişaha evlerimizde yatmak veya secde etmek veya rükû etmek sûretiyle şükretmemize benzer; zira padişahın ne yaptığımızdan haberi olmadığı için yukarda bahsi geçen hareketlerimizde de bir dahli yoktur.ALLAH´ın da bizim fiillerimize hiçbir ihtiyacı yoktur. İkincisi Kendi irademizle yaptığımız herşey ALLAH´ın nimetlerinden bize verilmiş bir nimettir; zira bizim azalarımız, kudretimiz, irademiz, hayra doğru iteleyici güçlerimiz ve hareketimizin sebeplerinden ibaret olan diğer şeylerimiz, ALLAH´ın yarattığından ve nimetindendir. Bu bakımdan nasıl olur da biz bize verilen nimetle nimetin şükrünü yaparız? Biz padişaha bir bineği verip başka bir bineği ondan alır, o bineğe binersek veya padişah bize başka bir bineği verirse, ikinci binek Bizim pirinci bineğimize şükür olmaz. -O´nun zâtı hariç helâk olacağını ve bu durumun her hal için ezelen ve ebeden doğru olduğunu bilenin görüşüdür! Çünkü gayr, müstakil bir varlığı düşünülebilen demektir! Bu gayrın benzerinin varlığı yoktur. Aksine böyle bir gayrın mevcut olması muhaldir; zirâ mutlak var olan mevcut, nefsiyle kâim olan mevcuttur. Nefsi istiklâle sahip olmayan, nefsi itibariyle var sayılmaz, çünkü o başkasına bağlı ve başkasıyla varolmuştur. Eğer onun zatına itibar olunur, gayra bakılmazsa asla onun varlığı sözkonusu olmaz. Mevcut ancak ve ancak nefsiyle kâim olandır. Nefsiyle var olanın eğer gayrinin yokluğu takdir olunursa, kendisi yine var olarak kalır. Eğer nefsiyle kâim olmakla beraber onun varlığıyla başkasının varlığı kâim olursa, bu takdirde o, Kayyum olur. Oysa Bir den başka kayyum yoktur. Onun gayrisinin oluşu düşünülemez. Madem durum budur o halde, varlıkta Hayy ve Kayyum´dan başkası yoktur. O, vahid ve samed´in ta kendisidir. Sen bu makamdan baktığın zaman her şeyin kaynağının O´nda ve dönüşün de O´na olduğunu anlarsın. Bu bakımdan şükredici, şükredilen, seven ve sevilen O´dur. İşte İbn Ebî Habîb48 bu makamdan bakmıştır. Gerçekten biz onu sabreden (bir kul) bulmuştuk. Ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu.(Sâd/44) ALLAH Teâlâ´nın bu ayetini okuduğunda Habib dedi ki: ´O´nun sanatına hayran kalmamak elde değildir. O vermiş, o övmüştür´. Bu sözünü şuna işaret için söylemiştir: ALLAH Teâlâ, bir kulunu övdüğü zaman, O´nun övgüsü kendi nefsine aittir. Bu bakımdan öven de övülen de O´dur. Şeyh Ebu Said Mihinî49 bu makamdan bakmıştır. (O) onları sever ve onlar da O´nu severler.(Mâide/54) Bu ayet Şeyh Ebu Said´in yanında okunduğu zaman ´Hayatımla yemin ederim! Onları sever! Sade sevmesini ve sevil Aksine ikinci binek de birinci bineğin muhtaç olduğu gibi başka bir şükre muhtaçtır. Sonra şükrün şükrü ancak başka bir nimetle mümkün olur. Dolayısıyla bu kaziyeler bizi ´Bu iki yönden de şükrün ALLAH hakkında muhal olduğuna´ götürür. Oysa biz de emrin ikisinde de şüphe etmiyoruz. Şeriat da böyle vârid olmuştur. Bu bakımdan bu iki emri telif etmenin ve bir araya getirmenin yolu nedir? Senin kalbine gelen bu mânâ, Dâvud´un (a.s) kalbine de gelmiştir. Musa´ya (a.s) da böylece vâki olmuştur. Nitekim Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yarab! Ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü ben sana şükretmeyi ancak senin nimetlerinden ikinci bir nimetle yapabilirim´. Başka bir lâfızda ´Sana şükrüm, senden gelen başka bir nimettir ki o nimette sana şükretmeyi gerektirir!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ Musa´ya vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Sen bu durumu bildiğin zaman bana şükretmiş olursun!´ Başka bir haberde ´Sen nimetin benden olduğunu bildiğin zaman onu şükür olarak senden kabul ederim´ denmiştir. Soru: Musa´nın sualini anladım. Fakat benim anlayışım, onlara vahyolunanın mânâsını idrâk etmekten acizdir. Çünkü ben, ALLAH için şükretmenin muhal olduğunu biliyorum. Fakat şükrün muhal olduğunu bilmenin, şükür olduğunu bir türlü anlamıyorum; zira bu bilgi de ALLAH´tan gelen bir nimettir. Bu bakımdan bu bilgi nasıl şükür olabilir? Sanki ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: ´Kim şükretmezse, muhakkak o şükretmiştir´. Muhakkak padişahtan ikinci hilatı (hediyeyi) kabul etmek, birinci hilatın şükrü olur. Anlayış, buradaki sırrı idrak etmekten âcizdir. Eğer bunun tarifi bir misal ile mümkün ise, bu misal anlamama yardımcı olacaktır. Cevap: Bu, (zevkî) marifetler(in kapıların)dan bir kapıyı çalmaktır. Marifetler, muamele ilimlerinden pek yücedirler. Fakat biz onlardan birkaç rumuza işaret ederek deriz ki: Burada iki görüş vardır: 1. Herşeyi katıksız tevhid gözüyle görmek gerekir. Bu görüş sana, ALLAH´ın şükreden, şükrolunan, seven ve sevilen olduğunu tanıtır. Bu görüş, varlıkta O´ndan başkasının olmadığını, her şeyinmesini bırak, hem de hakkıyla sever. Çünkü ancak kendi nefsini sever´ demiştir. Şeyh bununla, sevenin ve sevilenin ALLAH olduğuna işaret etmiştir. Bu yüksek bir rütbedir. Bu rütbeyi, ancak aklına yatkın bir misalle anlayabilirsin. Malûmundur ki yazar, yazdığını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Sanatkâr, sanatını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Baba evlat olmak hasebiyle evladını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. ALLAH´tan başka âlemde her ne varsa, hepsi ALLAH´ın tasviri ve sanatıdır. Eğer ALLAH onu severse, ancak kendisini sevmiş olur. Anlaşıldı ki ALLAH esasta kendisinden başkasını sevmez. Bu takdirde hakkıyla sevdiğini sevmiş olur. Bütün bu söylediklerimiz, tevhid gözüyle bakıştır. Sûfî taifesi bu hali, ´nefsin fâni olması´ diye isimlendirir; yani şahıs hem nefsinden, hem de ALLAH´ın dışındaki her şeyden fâni olmuştur. O, ALLAH´tan başkasını görmez. Kim bunu anlamazsa sûfî taifesine hücum ederek şöyle der: ´Şahıs nasıl fâni olmuştur? Oysa onun gölgesinin uzunluğu dört zira´dır. O günde birkaç batman ekmek yer´. Câhil kimseler de sözlerinin mânâsını anlamadıkları için sûfîlere gülerler. Ariflerin sözüne cahillerin gülmesi normalidir! Şu ayet-i celîle´de buna işaret vardır: Suç işleyenler insanlara gülerlerdi. Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine işaret yaparak (mü´minleri) küçümserlerdi. Evlerine (ailelerine) döndükleri zaman da (mü´minleri ortaya atıp) eğlenmeye başlarlardı. Mü´minleri gördükleri vakit ´İşte bunlar sapıklardır´ diyorlardı. Oysa üzerlerine gözcü gönderilmemişlerdi.(Mutaffıfin/29-33) Sonra ALLAH Teâlâ âriflerin yarın kıyamette onlara gülmelerinin daha büyük olacağını bildirmiştir. İşte bugün mû´minler de kâfirlere gülerler. (Mutaffifîn/34) Nûh kavmi de Hz. Nûh gemiyi yapmakla meşgul olurken ona gülerdi: Nûh onlara ´Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz" dedi.(Hûd/38) 2. İkinci görüş nefsinden fâni olacak mertebeye ulaşamayan bir kimsenin bakışıdır. Böyle kimseler, iki gruba ayrılırlar. Bir grup nefislerini ispat edip ibâdet edilecek bir rablerinin olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar tepetaklak olan körlerdir, körlükleri gözlerindedir. Çünkü onlar tahkîken sabit olanı nefyetmişlerdir. O sabit olan da nefsi ile kaim ve her kazandığından sorumlu tutan ve her var olanın kuvvetiyle var olduğu Kayyum´dur. Onlar sadece bununla yetinmemişler, böylece nefislerini isbat etmişlerdir. Eğer onlar tanısaydılar kendileri olmak hasebiyle varlık sahibi olmadıklarını bilirlerdi. Oysa onların varlıkları varolmak hasebiyle değil, var edilmek hasebiyledir. Var olanla var eden arasında fark vardır. Varlıkta ancak bir var eden vardır ve bir gerçek varlık da O´dur. Bu bakımdan var olan haktır. Var edilenin, nefsi bakımından incelendiğinde bâtıl olduğu görülür. Var olan, kâim ve kayyûmdur. Var edilen yok olucu ve fânidir. Madem ki yeryüzünde yaşayan herşey fânidir (Rahmân/36), öyle ise ikram ve celâl sahibi olan rabbinin zatından başka hiçbir şey kalmaz. İkinci grupta körlük yoktur. Ancak tek gözlülük vardır. Çünkü onlar, gözlerinin biriyle hak olan mevcudun varlığını görürler. Bu bakımdan onu inkâr etmezler. Diğer gözün körlüğü tam olursa, hak varlıktan başkasının fâni olduğunu görmez. Böylece ALLAH ile beraber başka bir mevcudu isbat etmiş olur. Bu kimse kesinlikle müşriktir. Nitekim bundan önce bahsi geçenin de kesinlikle münkir olduğu gibi. Eğer kişi, iki gözden kör olmaz da görüşü zayıflarsa iki mevcudun arasındaki ayrılığı idrâk ve dolayısıyla hem kulun, hem de rabbinin varlığını ispat eder. Bu kadarcık ayrılığın ve diğer mevcuttan bir kısmının ispatı ile tevhidin sınırına girmiş olur. Sonra gözüne nûrunu artıran sürmeyi çeker de zafiyet azalırsa, işte gözünün görmesinin artması miktarında ALLAH´tan başka isbat ettiği şeyin eksikliği kendisine görünür. Eğer böyle devam ederse durmadan eksilme, sonunda yok olmaya varır. Bu bakımdan ALLAH´tan başkasının görünmesi tamamen kalkar. ALLAH´tan başkasını görmez olup dolayısıyla tevhidin kemâl derecesine varmış bulunur. ALLAH´tan başkasının varlığında eksikliği idrâk ettiği takdirde, tevhidin ilk basamaklarına çıkmış olur. Bunların arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır. İşte bundan ötürü muvahhidlerin dereceleri ayrı ayrı olur. ALLAH´ın, peygamberlernin dilleri üzerine indirilmiş olan kitabları, gözlerin nûrlarını artıran sürmedir. Peygamberler de sürme sürenlerdir. Onlar katıksız tevhide davet etmek için gelmişlerdir. O tevhidin tercümesi Lâ ilâhe illâllah sözüdür. Onun mânâsı, hak olan Bir´den başkasını görmemektir. Tevhid´in kemaline varanlar çok azdır. İnkârcılar ve müşrikler de azdırlar. Onlar tevhidin tam zıddı olan tarafın en uzak ucundadırlar; zira putperestler şöyle dediler: Biz putlara, ancak bizi ALLAH´a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.(Zümer/3) Bu bakımdan putperestler, zayıf de olsa tevhid kapılarının ilk basamaklarına çıkmışlardır. Ortancalar ise, en fazladırlar. Onların içerisinde bazı hallerde basîreti açılanlar vardır. Bunlara tevhidin hakikatleri ışıldar, fakat çakan şimşek gibi gelirgeçer, durmaz. Onların içinde tevhidin hakikatlerini görüp bir zaman devam edenler de vardır. Fakat bu da daimî bir şekilde durmaz. Bu hususta devam etmeleri enderdir. Şair şöyle demiştir: ´Herbirinin yüceliğin zirvesine çıkmak için birtakım hareketleri vardır. Fakat erkekler arasında sebat eden pek nadirdir´. ALLAH Teâlâ habîbine yakınlığı talep etmesini emrettiği zaman ona şöyle demiştir: Secde et! Yaklaş! (Alak/19) Hz. Peygamber de secdesinde şöyle demiştir: Senin ikabından affına sığınıyorum. Senin öfkenden rızana sığınıyorum. Senden sana sığınıyorum. Ben, senin kendi nefsini övdüğün gibi, seni övemem.50 Bu bakımdan Hz. Peygamber´in ´Senin ikabından affına sığınıyorum´ sözü, sadece ALLAH´ın fiilini görmekten gelen bir sözdür. Sanki Hz. Peygamber, ALLAH´tan ve ALLAH´ın fiillerinden başkasını görmüyordu. Bu bakımdan O´nun fiiliyle O´nun fiiline sığındı. Sonra yaklaştı, fiillerin görülmesinden fâni oldu. Fiillerin kaynakları olan sıfatlara yükseldi ve şöyle dedi: ´Senin öfkenden senin rızana sığınıyorum´. Bunlar iki sıfattır. Sonra tevhid hususunda bunun da eksik olduğunu gördü ve yaklaştı. Sıfatları görme makamından zatı görme makamına çıktı ve şöyle dedi: ´Senden sana sığınıyorum!´ Bu, fiil ve sıfatını görmeksizin, ALLAH´tan ALLAH´a kaçmak demektir. Ancak Hz. Peygamber nefsini, ALLAH´tan ALLAH´a kaçtığı, ALLAH´a sığındığı ve ALLAH´ı övdüğü halde gördü. Bu bakımdan nefsinin müşahedesinden fâni oldu; zira bunu eksiklik gördü, yaklaştı ve şöyle dedi: ´Senin kendi nefsini övdüğün gibi seni övmeye gücüm yetmez. Bu nedenle Hz. Peygamber´in ´gücüm yetmez´ sözü, nefsinin fâni olduğunu haber vermek, nefsinin müşahedesinden çıkmak demektir. ´Senin kendi nefsini övdüğün gibi...´ sözüne gelince, ALLAH´ın öven ve övülen olduğunu, herşeyin ALLAH´tan başladığı ve ona döndüğünü ve ALLAH´ın zatı hariç, her şeyin helâk olacağını bildirmektedir. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in makamlarının ilki, muvahhidlerin makamlarının en sonuncusudur. O, ALLAH´tan ve ALLAH´ın fiillerinden başkasını görmez. Bu bakımdan bir fiilden diğer bir fiile sığınıyor. Öyleyse sen Hz. Peygamber´in nihayetinin nereye vardığını dikkatle izle! Zira o, hak olan Bire vardı. Öyle ki onun nazarında hak olan zattan başkası kalmadı. Hz. Peygamber, bir rütbeden başka bir rütbeye terakki ettiğinden birinci rütbeyi ikinciye nisbeten uzak görürdü. Bunun için birinci rütbeden ötürü ALLAH´tan af talep ederdi. İlk makamında kusur, sülûkünde eksiklik görürdü. Hz. Peygamber´in şu hadîsiyle bu duruma işaret vardır: Muhakkak kalbimin üzerine (manevî) bir pas çöker. Öyle ki günde yetmiş defa ALLAH´tan af talebinde bulunurum. Böyle yapması, bazısı bazısından üstün yetmiş makama terâkki etmesinden ileri gelmiştir. Bu makamların ilki her halkın vardığı (varabilecekleri) makamların en yükseğinden daha yüksektir. Fakat sonuncusuna nisbeten ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). İşte Hz. Peygamberin istiğfarı bunun içindi. Hz. Aişe (r.a) ´ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahını affetmemiş midir? O halde secde halinde bu ağlamak ve şiddetle ızdırap neden?´ diye sorunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Ben şükreden bir kul olmayayım mı?´ Yani ´Ben yüksek makamların talibi olmayayım mı?´ Çünkü şükür fazlalaşmanın sebebidir. Yemin olsun.,eğer siz şükrederseniz muhakkak size(nimetimi) artırırım.(İbrahim/7) Biz mükâşefe denizlerine daldık. Bu bakımdan dizgini çekelim ve muamele ilimlerine lâyık ve uygun olana dönelim. Peygamberler, vasfettiğimiz tevhidin (birlemenin) kemâline halkı davet etmek için gönderildiler. Fakat onlarla o makam arasında uzun bir mesafe ve geçilmez engeller vardır. Şeriat, o yolun yolunu tarif etmektir ve o engelleri geçmektir. O zaman başka bir müşahede ve başka bir makamdan bakılabilir. Böylece o makamda, o müşehedeye izafeten şükür, şâkir (şükredici) ve meşkûr (şükrü yapılan) belirir. Bu durum bir misalle daha iyi anlaşılır. Padişah uzakta bulunan bir kölesine huzuruna gelmesi için bir binek, bir elbise ve yol harçlığı olarak biraz para gönderse, bu durumda padişah bakımından iki ihtimal vardır: Birincisi kölenin bir kısım mühim vazifelerini yerine getirmesi için onu çağırmıştır. İkincisi padişahın köleyi çağırmaktan beklediği hiçbir menfaati yoktur. Ona muhtaç da değildir, kölenin hazır bulunması onun mülkünü artırmaz. Çünkü köle, padişahı zengin edecek bir hizmette de bulunamaz. Kölenin huzurda olmaması da padişahın mülkünü azaltmaz. Öyle ise, bineği ve yol azığını göndermekte padişahın maksadı, kölenin gelip yakınlığından nasibdar olması, huzurunun saadetine nail olması içindir. Bundan padişah değil, köle fayda görür. Bu bakımdan kulların ALLAH katındaki menzilleri, birinci durumda değil, ikinci durumdadır. Çünkü birinci durum, ALLAH hakkında muhaldir. İkincisi ise muhal değildir. Kul, birinci durumda padişahın istediği hizmetleri yapmadıkça, sadece binmek ve huzura varmakla şükredici olamaz. İkinci halde ise, padişahın hizmete ihtiyacı yoktur. Bu durumda şükredici de, nankör de olması düşünülebilir. Şükretmesi, mevlâsının kendisine tevdi ettiğini nefsi için değil, mevlâsının sevdiği yerde kullanmasıdır. Nankörlük yapması, verileni yerli yerinde kullanmamasıdır. Şöyle ki: Nimetleri muattal kılar veya mevlâsmdan uzaklaşmasını artıran yolda kullanır. O halde kul, elbiseyi giyer, ata biner, azığı yolda kullanırsa mevlâsına şükretmiştir. Çünkü nimetini sevdiği yerde kullanmıştır. Eğer padişahın verdiği bineğe biner, padişahın huzurundan uzaklaşırsa, bu takdirde nimetini inkâr etmiştir; yani mevlâsı için değil, mevlâsının hor gördüğü yerde nimetini kullanmıştır. Eğer padişahın verdiği bineğe binmezse ne yakınlaşmayı, ne de uzaklaşmayı talep etmezse, yine nimeti inkâr etmiştir; zira nimeti ihmâl etmiştir. Her ne kadar bu ikincisi, mevlâdan uzaklaşması bakımından daha kolay ise de... Böylece ALLAH Teâlâ halkı yarattı. Onlar yaratılışlarının başlangıcında bedenlerinin kemâle ermesi için şehvetlerini kullanmaya muhtaçtırlar. Dolayısıyla ALLAH´ın huzurundana uzaklaşırlar. Oysa saadetleri o huzura yakın olmak-tadır. Böylece ALLAH Teâlâ onlara nimetlerinden yakınlık derece-sine varmak için kullanmaya elverişli olanı hazırlamıştır. ALLAH Teâlâ onların uzaklık ve yakınlıklarını tabir ve ifade ederek şöyle buyurmuştur: Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler hariç; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.(Tîn/4-6) Durum bu iken, ALLAH Teâlâ´nın nimetleri aletlerdir. Kul onlar vasıtasıyla terâkki edip yükselir. ALLAH onları kullar yakınlık saadetine ersinler diye yaratmıştır. ALLAH Teâlâ yakınlık veya uzaklıktan münezzehtir. Kul bu nimetler hususunda şu iki durum arasındadır: Ya onları ibâdete sarfeder, dolayısıyla mevlâsına şükretmiş olur veya masiyete sarfeder, mevlâsının hoşuna gitme-yen ve razı olmadığı bir şeyi işlediğinden dolayı nimetini inkâr olurdun. Hz. Peygamber (s.a) bu hakikate şöyle demek sûretiyle işaret etmiştir: Amel ediniz! Zira herkes ne için yaratılmış ise o hususta muvaffak olur. Hz. Peygamber bu sözü ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Madem daha önce, herşey ALLAH Teâlâ tarafından yaratılmış, bitmiştir, o halde amel etmek ne demektir? denildiği saman söylemiştir. Böylece anlaşıldı ki insan, ilâhî kudretin mecrası ve fiillerinin merkezidir. Her ne kadar insanlar da ALLAH´ın fiillerinden iseler de durum böyledir. Fakat O´nun fiillerinden bazısı bazısının merkezidir. Hz. Peygamber´in, ´amel ediniz!´ sözü, her ne kadar Hz. Peygamber´in dilinden ise de ALLAH´ın fiillerinden bir fiildir. O, halkın ´amelin faydalı olduğunu´ bilmelerinin sebebidir. Halkın ilmi ise, ALLAH´ın fiillerinden bir fiildir. İlim, ibadete teşvikin sebebidir. Teşvik de ALLAH´ın fiillerindendir. Fakat ALLAH´ın fiillerinin bazısı bazısının sebebidir; yani birincisi ikincisinin şartıdır. Nitekim cismin yaratılışının arazın (renk gibi) yaratılışının sebebi olduğu gibi; zira araz, cisimden önce yaratılmaz. Hayatın yaratılışı ilmin yaratılışının şartıdır. İlmin yaratılışı, iradenin yaratılışının şartıdır. Şart olmasının mânâsı şu demektir: Hayat fiilini sadece cevher kabul etmeye müsaittir. İlmin kabulüne ancak hayat sahibi müsaittir. İradenin kabulü için, ancak ilim sahibi müsaittir. Bu bakımdan fiillerinin bazısı, bazısının mûcidi anlamında değil, bu mânâ ile bazısı bazısının sebebi olur. Bazısı, diğerinin var olmasının şartını hazırlar. Bu tahakkuk ettiği zaman insan, bizim daha önce zikrettiğimiz tevhid derecesine yükselir. Soru: Neden ALLAH Teâlâ, ´Amel ediniz. Aksi takdirde siz isyandan ötürü cezalandırılacaksınız´ buyurdu. Oysa bizim elimizde hiçbir şey yok, hepsi ALLAH´a aittir. Bu durumda biz nasıl kınanırız? Cevap: Bu sözün ALLAH´tan sâdır olması, bizde bir itikadın var olmasının sebebidir. İtikad da korku ve heyecanın sebebidir. Korku ve heyecan,şehvetlerin terkinin ve aldanış yuvasından edip küfre girmiş olur! ALLAH kulları için, küfür ve masiyete razı değildir. Eğer kul, nimetleri muattal kılar, ne ibâdet, ne de masiyette kullanmazsa, bu da nimetleri zayi etmek bakımından nankörlük olur. Oysa dünyada yaratılan her şey, kulun onunla ahiret saadetine ermesi, ALLAH´a yakınlaşması için bir alet olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan her itaat eden insan, taatinin miktarınca, taatta kullandığı sebeplerle ALLAH´ın nimetine şükredici olur. Nimetleri kullanmayı bırakan veya onları uzaklaşma yolunda kullanan kimse ALLAH sevgisinin dışında bir şeye dalan bir kâfirdir. Bu bakımdan masiyet ve taatın ikisini de meşiyet kapsamaktadır. Fakat ALLAH´ın sevgisi ve nefreti onları kapsamamaktadır. Kastolunanların birçoğu mahbub, birçoğu da mekruhtur; yani ALLAH´ın hoşuna gitmez. Bu inceliğin ötesinde ifşası meııedilen kader sırrı vardır. Bu açıklama ile birinci müşkilat halledildi. O da şükredilenin şükürden payı olmadığı zaman, şükür nasıl şükrü olabilir meselesidir. Bu açıklama ile ikinci mesele de halledildi. Çünkü bizler şükürden, ancak ALLAH´ın nimetini, onun muhabbet ve sevgisi istikametinde sarfetmeyi kastediyoruz. Bu bakımdan nimet, ALLAH´ın fiiliyle muhabbetin cihetine sarfedildiği zaman maksat hâsıl olur. Senin fiilin ALLAH´tan bir vergidir. Sen o fiilin merkezi olmak hasebiyle ALLAH seni övmüştür. ALLAH´ın seni övmesi ise, O´ndan sana gelen ikinci bir nimettir. Bu bakımdan veren O´dur, öven de O´dur. O´nun fiillerinden biri, ikinci fiilinin sevgisi cihetine sarfedilmesine sebep olur. Bu bakımdan her durumda şükür O´nundur. Sen ise, şükredicilikle nitelendirilmişsin; yani şükrün kendisinden ibaret olan mânânın merkezisin. Yoksa sen şükrü var edici değilsin. Nitekim sen ârif ve âlim olmakla vasıflandırılmışsın, fakat ilmin yaratanı ve mucidi olarak değil! Ancak onun merkezi olmak bakımından âlimsin. Oysa o ilim, ezelî kudret vasıtasıyla sende mevcut olmuştur. Öyleyse senin kendini şükredici diye nitelendirmen,kendinin ´şeyliğini´ ispat etmendir. Oysa sen de şeysin; zira eşyanın yaratıcısı seni şey kılmıştır. Sen, sen olmak hasebiyle birşey değilsin; yani sen aslında hiçsin. Eşyayı eşya kılan zata bakmak açısından, sen bir şeysin; zira o, seni şey olarak kılmıştır. Eğer O, seni bir şey olarak kılmasaydı sen kesinlikle lâ şey (hiç) uzaklaşmanın sebebidir. Bu da ALLAH´ın komşuluğuna varmanın sebebidir. ALLAH, sebeplerin yaratıcısı ve düzenleyicisidir. Bu bakımdan kime ezelde saadet yazılmış ise, ona bu sebepler kolaylaştırılır ki bu sebepler onu cennete götürsün! Bunun benzeri ´Herkes nie için yaratılmış ise ona muvaffak olur, o onun için kolaylaştırılır´ cümlesiyle tâbir edilir. Kime ALLAH tarafından hüsnâ (cennet) yazılmamış ise, o, ALLAH´ın kelâmını, Hz. Peygamberin ve âlimlerin sözlerini dinlemekten uzaklaşır. Dinlemediği zaman bilmez, bilmediği takdirde korkmaz. Korkmadığı takdirde dünyaya meyletmeyi terketmez. Dünyaya meyletmeyi terketmedikçe şeytanın hizbi içerisinde kalır. Muhakkak cehennem, onların hepsinin varış yeridir. Sen bunu bildiğin zaman, zincirlerle cennete doğru çekilen bir kavmin durumuna hayret edersin. Hiçbir kimse yoktur ki sebeplerin zincirleriyle cennete çekilmemiş olsun.. O da ilim ve korkunun ona musallat kılınmasıdır. Hiçbir mahrum yoktur ki zincirlerle cehenneme doğru çekilmemiş olsun. O da gafletin, azaptan emin olmanın ve aldanmanın kendisine musallat kılınmasıdır. O halde muttakîler cebren cennete doğru sevkolunurlar. Mücrimler de kahren cehenneme doğru çekilirler. Kahredici, ancak bir ve kahhâr olan ALLAH´tır. Melik ve cebbar olan ALLAH´tan başka âdil de yoktur. Ne zaman gafillerin gözlerinden perde kaldırılırsa, işin böyle olduğunu görürler. O zaman dellâlın çağırmasını duyarlar: Kimindir mülk bugün? Kahhâr (her şeye galip olan) ve tek ALLAH´ın.(Mü´min, Gafir/16) Oysa mülk sadece o gün değil, her zaman kahhâr ve bir olan ALLAH´ın mülkü idi. Fakat gafiller, ancak o gün bu çağrıyı duyarlar. O çağrı, gafiller için yenilenen hallerin keşfinden haber vermektir. Ama o gün keşfin bir fayda sağlamadığı bir gündür. Cehalet ve körlükten, halîm ve kerîm olan ALLAH´a sığınırız. Çünkü helâk sebeplerinin kökü cehalet ve körlüktür. 48) el-Bücelî kabilesine mensup Basralı bir zâhiddir. Künyesi Ebu Ömer´dir. 49) Fazl b. Ahmed b. Muhammed. Ebu Hasan künyesiyle meşhurdur. H. 300´de vefat etmiştir. 50) Müslim |
|
![]() |
#176 |
![]() Su-i Hâtime´nin (Kötü Sonucun) Anlamı
Şükrün yapılması, küfrün terki, ancak ALLAH´ın sevdiğini, sevmediğinden ayırdetmekle tamam olur; zira şükrün mânâsı; ALLAH´ın nimetlerini, ALLAH´ın sevdiği yerde kullanmaktır. Küfrün mânâsı ise, bunun zıddıdır. Bu da ya nimeti kullanmayı tamamen terk etmekle veya ALLAH´ın sevmediği yerde kullanmakla olur! . ALLAH´ın sevdiğini sevmediğinden ayırmak iki şeyle olur. Onlardan biri, kulaktır. Kulağın istinad ettiği ayet ve haberlerdir. İkincisi, kalbin gözüdür. O da ibret gözüyle bakmak demektir. Bu sonuncusu zordur ve bunun için de pek nâdirdir. Bu nedenle ALLAH Teâlâ peygamberleri göndermiş, halk için yolu kolaylaştırmıştır. Bunun marifeti, kulların fiilerindeki şer´î hükümlerin tamamını bilmeye bina edilir. Öyle ise kim bütün fiillerinde şeriatın ahkamına muttali olmazsa, hakkıyla şükretmesine imkân yoktur. İkincisine gelince, o da ibret gözüyle bakıp, her yarattığı mevcutta ALLAH´ın hikmetini idrâk etmektir; zira ALLAH, âlemde her ne yaratmışsa onda bir hikmet vardır. O hikmetin altında bir maksad vardır. O maksad da ALLAH´ın sevdiğidir. O hikmet, açık ve gizli diye iki kısma ayrılır: Açık hikmet, güneşin yaratılışmdaki hikmeti, güneşle gece ile gündüz arasında fark meydana gelsin diye gündüzün maişet zamanı, gecenin istirahat zamanı olduğunu, gündüz sayesinde hareketin kolaylaştığını, gece sayesinde sükûnetin sağlandığını bilmektir. İşte bu, güneşte bulunan hikmetlerin biridir; zira güneşte daha nice nice hikmetler vardır. Bulut ve yağmurun yağışındaki hikmet de böyledir. Bu, yerin bitki çeşitlerini fışkırtması, halka ekin yeri, hayvanlara da otlak olması içindir. Kur´an, halkın anlayışının tahammül edebileceği açık hikmetlerin birçoğunu kapsamıştır, Halkın anlamaktan âciz oldukları ince hikmetleri deşmemiştir: Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Abese/25-31) İster seyyar, ister sabit olsun, diğer yıldızlardaki hikmetler gizli hikmettir. Ona herkes muttali olamaz. Halkın onların göklerin süsü olduğunu ve insanın onlara bakmaktan zevk duyduğunu bilmekten başka, anlayabileceği birşey yoktur. Biz en yakın göğü ziynetle/yıldızlarla süsledik. (Sâffât/6) Bu bakımdan âlemin bütün parçaları, göğü, yıldızları, rüzgârları, deniz ve dağları, madenleri, bitkileri, hayvanları, bütün bunların zerrelerinin herbiri için birçok hikmetler vardır. Bir hikmetten on hikmete kadar, bir hikmetten on bin hikmete kadar... Hayvanların azaları da, hikmeti bilinen ve bilinmeyen kısımlara ayrılır. Gözün saldırmak için değil, görmek için, elin yürümek için değil, tutmak için, ayağın koklamak için değil yürümek için yaratıldığını bilmek gibi misaller, hikmeti bilinen misallerdir. Barsak, öd, karaciğer, böbrek, damarlar, adeleler ve onlardaki borular, toplar ve atar damarlar, safranın bozulması, ince kalın barsaklar ve diğer sıfatlardan ibaret olan bâtınî azalara gelince, onlardaki hikmeti insanların çoğu bilmezler. Onları bilenler de ALLAH´ın ilmindeki hikmetlere nisbetle az birşey bilirler. (Bunlar da hikmeti bilinmeyenlerin misalleridir). Ve size ilimden az birşey verilmiştir. (İsrâ/85) Madem durum budur, kim birşeyi onun yaratıldığı cihetin dışında ve ondan irade edilen yönde değil de başka bir yönde kullanırsa, o kimse kullandığı o şeydeki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur. Bu bakımdan kim eliyle başkasını döverse el nimetini inkâr eder; zira el, helâk edicileri uzaklaştırması için verilmiştir, faydalı olması için yaratılmıştır. Eliyle başkasına vurmak için yaratılmış değildir. Kim namahrem bir kadının yüzüne bakarsa, gözün ve güneşin nimetini inkâr etmiş olur; zira görmek, bunların ikisiyle tamam olur. Oysa bunlar, şahıs onlar vasıtasıyla din ve dünyası hakkında faydalı olan görsün diye yaratılmışlardır. Oysa kişi onları onlardan irade edilen maksadın dışında kullanmıştır. Mahlukâtın, dünyanın ve sebeplerinin yaratılışından gaye; insanoğlunun onlar vasıtasıyla ALLAH´a ulaşması içindir. ALLAH´a varmak da, ancak ALLAH´ın sevgisiyle ve dünyada O´nunla yakınlık kurmak, dünyanın gururundan uzaklaşmakla olur. Yakınlık da ancak zikrin devamıyla olur. Muhabbet ancak düşüncenin devamıyla sağlanan marifetle olur. Zikre ve tefekküre devam etmek, ancak, bedenin varolmasıyla mümkün olur. Beden de ancak gıda ile kalır. Gıda ancak yer, su ve hava ile tamamlanır. Bunlar da gök ile yerin yaratılışıyla tamamlanır. Diğer azaların zâhir ve bâtında yaratmasıyla tamamlanır. Bu bakımdan bütün bunlar beden içindir. Beden de nefsin bineğidir. ALLAH´a dönen, ibâdet ve marifetle mutmain olan nefistir. Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye ya-rattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Beni beslemele-rini de istemiyorum.(Zâriyât/56-57) Bu bakımdan kim bir şeyi ALLAH´ın isteği dışında kullanırsa o, ALLAH Teâlâ´nın, günahtan kaçınmak için gerekli olan sebeplerdeki nimetini inkâr etmiş olur. O halde gizliliği pek fazla olmayan hüküm için bir misal zikredelim ki onunla ibret alasın, nimet verenin şükrünü ve nimetini inkâr etmenin yolunu o misalle anlayabilesin: Altın ve gümüşü yaratmak ALLAH´ın nimetlerindendir. Dünya gidişatı onlara bağlıdır. Onlar haddi zâtında bizzat kendilerinde fayda olmayan iki taştırlar. Fakat halk onlara şu bakımdan muhtaçtır. Her insan yemek, giymek ve diğer ihtiyaçları hususunda birçok şeye muhtaçtır. Bazen muhtaç olduğunu temin etmekten aciz olur. Muhtaç olmadıklarını da elde eder. Mesela binmek için muhtaç olduğu bir deveyi değil de zaferan denilen mad-deyi elde eden kimse gibi... Deveyi elde eden kimse de, bazen deveye değil, zaferan maddesine ihtiyaç duyar. Bu bakımdan deve ile zaferan arasında bir bedelin bulunması gerekir. O bedelin miktarında da takdir gerekir; zira deve sahibi devesini bir miktar zaferanla değiştirmez. Zaferan ile deve arasında ne tartı açısından, ne de şekil bakımından bir münasebet olmadığı için ´tartarak veya bölerek karşılığı verilsin´denemez. Herhangi bir evi elbise ile veya herhangi bir köleyi bir mest ile veya unu merkeb ile satın alanın durumu da böyledir. O halde bunlar aralarında münasebet olmayan şeylerdir. Kişi devenin ne kadar zaferan edeceğini bilmediği zaman alış veriş yapması gayet güçleşir. Buna binaen bu biri diğerinden uzak ve aralarında münasebet olmayan şeylerin aralarını telif eden bir arabulucuya muhtaç olacaktır ki o arabulucu onların arasında adaletle hükmetsin ve dolayısıyla insanlar onların herbirinin derecesini bilmiş olsun! Bunların arasındaki dereceler tanzim edildiği zaman, eşitin eşit olmayandan farkı bilinir. Bundan dolayı ALLAH Teâlâ, altın ve gümüşü eşya arasında hâkim ve diğer mallar arasında arabulucu olarak yarattı ki mallar onlarla takdir edilsin. Bu bakımdan ´Bu deve yüz altına eşittir. Zaferanın şu miktarı yüz altına eşittir´ denir. Bu sebeple deve ile zaferan aynı şeye eşit olmaları bakımından eşit olurlar. Oysa tabir, ancak nakdeyn (altın ve gümüş) ile mümkündür; zira onların bizzat kendilerinde hiçbir gaye yoktur. Eğer bizzat kendileri gaye olsaydı, çoğu zaman, gayenin özelliği, gaye sahibinin hakkında tercihi gerektirirdi. Dolayısıyla işler intizamlı olmazdı. Madem durum budur, (öyle ise) ALLAH Teâlâ onların ikisini ellerde tedâvül olunsunlar, mallar arasında hâkim bulunsunlar diye yaratmıştır ve başka bir hikmeti de onların ikisiyle diğer eşyayı elde etmektir. Çünkü onlar, haddi zatında değerlidirler. Fakat onların bizzat kendileri hiç kimsenin gayesi değildir. (Yani ne yenilebilirler, ne giyilebilirler, ne de maddelerinden bir lezzet alınır). Onların diğer mallara nisbetleri eşittir. Bu bakımdan onların ikisini edinen bir kimse sanki herşeyi mülk edinmiştir. Bir elbiseyi mülk edinen ise, sadece elbiseye sahiptir. Eğer elbise sahibi yemeğe muhtaç olsa, bazen yemek sahibi elbiseye rağbet göstermez. Dolayısıyla elbise ile yemek elde edilemez. Çünkü yemek sahibinin gayesi, bir hayvan edinmektir. Bu bakımdan elbise sahibi, bizzat maddesinde hiçbir şey olmayan, mânâsında da sanki herşey olan bir maddeye muhtaçtır. Şey´in değişik şeylere nisbeti, ancak özel bir sûreti olmadığı ve özel sûretinden ötürü fayda vermediği zaman eşit olur. Ayna gibi... Onun rengi yoktur. O her rengi aksettirir. Nakit de böyledir. Onda da herhangi bir hedef yok. O, her hedefin vesilesidir. Sanat gibi... Onun haddi zatında bir mânâsı yoktur. Onun, vasıtasıyla başkasında mânâlar belirir. İşte ikinci hikmet budur. Fakat altın ile gümüşte anlatması uzun sürecek daha nice hikmetler vardır. Bu bakımdan kim altın ile gümüşte, hikmetlerine uygun düşmeyen bir ameli işlerse ki o amel hikmetlerden kastedilene muhaliftir o kimse ALLAH´ın altın ve gümüşteki nimetini inkâr etmiştir. Madem durum budur o halde, altın ile gümüşü istif eden bir kimse onlara zulmedip onlardaki hikmeti iptal etmiş olur. Böyle bir kimse müslümanların hâkimini bir hapse tıkadığından dolayı onun hüküm vermesine mâni olan bir kimse gibidir. Çünkü şahıs paraları istif ettiği zaman, paralardaki hikmeti zayi etmiş olur. Kastedilen hedef onunla hâsıl olmaz. Oysa altın ve gümüş, özel olarak ne Zeyd, ne de Amr için yaratılmıştır; zira insanların onların bizzat maddelerinden hiçbir istekleri yoktur. Çünkü onlar iki taştırlar. Ellerde dolaşsın diye yaratılmışlardır. Bu bakımdan onların ikisi halk arasında iki hâkim olurlar. Miktarın alâmeti, mertebelerin de değerlendiricisidirler. Bu bakımdan mevcudâtın sahifeleri üzerine harfsiz, sessiz, gözle değil ancak basiretle idrâk edilen ilâhî bir hatla yazılı bulunan mektubun satırlarını okumaktan aciz olanlara ALLAH Teâlâ haber verdi. Evet! O yazıyı okumaktan aciz olanlara ALLAH Teâlâ, Hz. Peygamber´den dinledikleri bir kelâmla ki idrâk etmekten aciz kaldıkları harf ve ses vasıtasıyla onlara yetişir haber vererek şöyle buyurdu: Altın ve gümüşü yığıp da onları ALLAH yolunda harcamayan kimseler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele!(Tevbe/34) Kim gümüş ve altından bir kab edinirse, o kişi nimeti inkâr etmiş olur. Bu kimsenin hâli onları istif edenin halinden daha haraptır. Çünkü bu kimsenin misali, bir memleketin hâkimini örücülükte, vergi toplamakta ve insanların düşükleri tarafından yapılan işlerde kullanan bir kimsenin durumu gibidir. Oysa altını hapsetmek, mesuliyet bakımından böyle yapmaktan daha hafiftir. Çünkü çömlek, bakır ve kalay da sıvı maddelerin dağılması hususunda altın ile gümüşün vazifesini görebilirler. Kablar, ancak sıvı şeyleri korumak içindir. Fakat çömlek ve demir, paradan kastedilen hedefte yeterli değildirler. Bu bakımdan bu sırra vâkıf olmayan bir kimse için bu sır ilâhî tercümesiyle inkişaf etti ve kendisine şöyle denildi: Kim altın veya gümüşten yapılmış bir kaptan, herhangi birşey içerse, sanki o kimse karnında cehennem ateşini taşır. Kim altın ve gümüşle faizcilik yaparsa o kimse nimeti inkâr edip zulmetmiştir. Çünkü bu iki madde, bizzat kendileri için değil, başka şeyler için yaratılmıştır; zira onların bizzat maddelerinde hiçbir hedef yoktur. Bu bakımdan kişi onların bizzat maddesinde ticaret yaparsa onların yaratılış hikmetine muhalif bir hedefte onları kullanmış olur; zira parayı hedefinden başka bir hedef için talep eden bir kimse, zulmetmiştir. Kimin beraberinde para yok da elbise varsa, o kimsenin yemek ve binek almaya gücü yetmez; zira çoğu zaman yemek ve binek elbise ile satın alınmaz. Bu bakımdan elbise sahibi, maksadına ulaşmak için elbisesini başka bir nakde tahvil etmeye mecburdur. Çünkü onlar başkasının vesilesidir. Bizzat maddelerinde insanın herhangi bir hedefi yoktur. Onların mallardaki yerleri harfin konuşmadaki yeri gibidir. Nahiv âlimleri şöyle demişlerdir: ´Harf odur ki başkasındaki bir mânâ için gelmiştir!´ Paraların mallardaki yerleri, aynanın renklerdeki yeri gibidir. Ama beraberinde nakit olan bir kimse, eğer o nakdi başka bir nakde satması caiz olursa, bu takdirde nakitler üzerinde muamele etmeyi, muamelesinin hedefi yapmış olur. Böylece nakit, onun yanında bağlı kalır ve istif etmenin yerine geçmiş olur. Hâkime ve başkasına giden postayı bağlamak zulümdür. Nitekim hâkimin hapsedilmesinin zulüm olduğu gibi... Bu bakımdan nakdi nakitle satmanın mânâsı, nakdi azık etmek için istemek demektir. Bu ise zulümdür. Soru: Neden nakitlerden birinin başkasıyla satılması caizdir? Neden bir dirhemi misliyle satmak caizdir? Cevap: Nakitlerin her biri (hedefe) varma maksadında, diğerine muhaliftir; zira dirhemle (gümüş para) bazen çokluğu itibariyle onların biriyle hedefe varmak kolaylaşır. Böylece dirhemler azar azar ihtiyaçlara sarfedilir... Öyle ise bu mübadeleyi menetmekte, buna bağlı bulunan özel maksadı teşvik etmek vardır. O özel maksad da onunla başkasına varmanın sırrıdır. Bir dirhemi benzeri olan başka bir dirhemle satmaya gelince, o da caizdir. Şu bakımdan ki onlar eşit olduğu zaman, akıllı bir insan kolay kolay böyle bir satışı yapmaz. Tüccar bununla meşgul olmaz. Çünkü bu gibi bir satış boş bir meşguliyettir. Âdeta bir dirhemi yere bırakıp tekrar almak demektir. Biz, akıllı insanların bir dirhemi yere koyup tekrar almak sûretiyle vakitlerini harcamalarından korkmuyoruz. Öyle ise nefsin istemediği bir fiili menetmiyoruz. Ancak takas edilenden biri diğerinden daha üstünse, o zaman menediyoruz. Bunun da cereyan etmesi düşünülemez; zira sağlam paranın sahibi, parasını sahte para ile değiştirmeye razı olmaz. Bu bakımdan akit intizam bulmaz. Eğer sahteyi fazlasıyla almayı talep eder ise, işte bu insanlar tarafından kastolunur. Şüphe yok ki biz bu şekil muameleyi menedip hükmediyoruz ki paranın güzeli, çirkini eşittir. Çünkü güzellik ve çirkinliğin, ancak bizzat kendisinden dolayı kastolunan bir şeyde dikkate alınması uygundur. Artık bizzat kendilerinde insanın hedefi olmayan bir şeyin sıfatlarındaki inceliğe bakmak uygun değildir. Ancak sağlamlık vasfında çeşitli olan paraları basan kimse zâlimdir; zira bu ameliyeden ötürü paraların bizzat kendileri (maddeleri) maksud olmuştur. Oysa bizzat maddeleri gaye olmamalıydı. Bir dirhemi benzeri olan bir dirhemle borca sattığı zaman, bunun caiz olmaması şu noktadan ileri geliyor: Zira böyle birşeye, ancak müsamahakâr, karşısındaki insana iyilik yapmak isteyen bir kimse yanaşır. Bu bakımdan şeref olan borç verme, insanı bundan müstağni kılar. Böyle bir muameleye ihtiyaç kalmaz ki müsamaha sûreti olduğu gibi kalsın. Dolayısıyla bu müsamahayı yapan övünsün ve ALLAH katında ecri olsun! Oysa takasta ne övmek var, ne de. ecir... Bu bakımdan bu şekildeki bir takas da zulümdür. Çünkü bu şekildeki değiştirme, müsamahanın hususiyetini zayi etmek ve onu bedel alma şekline sokmaktır. Nitekim yemekler de kendileriyle gıdalanılsın veya tedavi olunsun diye yaratılmışlardır. Bu bakımdan onları başka yönlerde kullanmak uygun değlidir. Eğer yiyecekleri (zengin) ellerde bağlamayı gerektiren ve hedefleri olan yemekten kendilerini geciktiren muamele kapısı açılırsa Oysa ALLAH Teâlâ yemekleri ancak yenilsin diye yaratmıştır, yemeklere ihtiyaç da şiddetlidir bu takdirde yiyecek maddesine ihtiyacı olmayanın elinden çıkıp muhtacın eline girmesi lâzımdır. Oysa yiyecekler üzerinde ancak yemekten müstağni olan bir kimse muamele yapar; zira beraberinde yemek olan bir insan, eğer ona muhtaç ise neden onu yemesin? Neden onu bir ticaret metaı yapsın? Eğer onu ticaret metaı yaparsa, yemeğin dışındaki bir sermaye ile yemeğe muhtaç olan bir kimseye satsın. Ama o yemeğin bizzat maddesini isteyen bir kimse ise, o yemekten müstağni demektir. İşte bunun için şeriatta ihtikârcının lanetlenmesi vârid olmuştur.51 Yine şeriatta Kesb (Çalışma) Âdâbı bahsinde zikrettiğimiz tehditler vârid olmuştur. Evet! Buğdayı hurma ile değiştiren mâzurdur; zira biri gayede diğerinin yerine geçmez. Buğdaydan bir ölçeğini, bir ölçekle değiştiren ise mâzur değildir. Aksine fuzulî bir iş yapıyor demektir. Bu bakımdan bu kimseyi menetmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü nefisler böyle bir muameleye ancak değiştirilen malların farkı varsa müsamaha eder. Oysa iyinin sahibi, kötü ile değiştirmeye razı olmaz. İyiyi iki kötü ile takas etmek bazen kastolunur. Fakat yemekler zarurî maddelerden oldukları için, iyinin esasında kötüye denk olup ancak nimetlenme yönlerinde ona muhalefet ettiği için, şeriat, kıvam (direk ve nizam) olan bir şeyde nimetlenme gayesini itibardan düşürmüştür. İşte faizin haram edilmesindeki şer´î hikmet budur. Biz fıkıh ilminde çalışmayı bıraktıktan sonra bize bu hakîkat keşfolundu. Bu bakımdan biz bunu fıkıh ilmine ilhak edelim. Çünkü bu, hilâfiyat hususunda irad ettiğimiz her meseleden daha kuvvetlidir. Bununla faizi ölçülen maddelere değil sadece yiyecek maddelerine tahsis etmekteki Şâfiî mezhebinin rüchaniyeti vüzuha kavuşur; zira eğer kireç faizli maddelere girmiş olsaydı, elbisenin, hayvanların girmesi daha evlâ olurdu. Eğer tuz meselesi olmasaydı, Malikî mezhebi bu hususta mezheblerin en kuvvetlisi olurdu; zira o, faizi gıda maddelerine tahsis etmiştir. Fakat şeriatın gözettiği her mânânın elbette ki bir hudud ile zaptedilmesi gerekir. Bunun sınırlandırılması ise (Mâlikî mezhebinde olduğu gibi) gıda maddeleri ile mümkündür, (Şâfiî mezhebinde olduğu gibi) yenilen şeyler ile mümkündür. Bu bakımdan şeriat, hayatın zarurî ihtiyacı olan herşey için yenilenin cinsi ile tahdidin daha uygun ve daha kapsayıcı oluduğunu münasip görmüştür. Şeriatın sınırlandırmaları bazen öyle tarafları kapsar ki hükme teşvik eden mânânın aslı o taraflarda kuvvetli olmaz. Fakat tahdid de böylece zarurî olarak vâki olur. Eğer sınırlandırmazsa, şahıs ve hallerden ötürü değişmesine rağmen, mânâ cevherine tâbi olmakta halk şaşkınlık içerisinde kalacaktır. Bu bakımdan mânânın aynısı kuvvetinin kemâli sayesinde, haller ve şahısların değişmesiyle değişir, öyle ise sınır koymak zarurîdir. Bunlar ALLAH´ın hududlarıdır. Kim ALLAH´ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur. (Talâk/l) Bir de bu mânâların asıllarında şeriatlar değişmez. Ancak tahdidin yönlerinde değişirler. Nitekim Meryem´in oğlu İsa´nın (a.s) şeriatı içkinin ´hahamlığını sarhoşlukla tahdid eder. Bizim şeriatımız ise, sarhoş edici olmasıyla tahdid etmektedir. Çünkü içkinin azı çoğuna davet eder. Hududa dahil olan cinsin hükmünden ötürü, haramlığa dahil olmuş olur. Nitekim mânânın aslının hikmet-i asliyeden ötürü dahil olduğu gibi... Bu bakımdan bu misal, nakitlerin hikmetlerinden gizli bir hikmetin misalidir. Öyleyse nimetin şükrü ve inkârına bu misal ile itibar edilmesi uygundur. O halde, bir hikmet için yaratılan şeyin o hikmetten uzaklaştırılması uygun değildir. Bunu, ancak hikmeti bilen bir insan bilir. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir.(Bakara/269) Fakat şehvetlerin mezbelelikleri, şeytanların oyun sahaları olan kalplere hikmetlerin cevherleri girmez, bunları ancak akıl sahipleri anlar. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Eğer şeytanlar ademoğullarının kalplerinde gezmeseydiler (vesvese vermeseydiler) muhakkak ki ademoğulları melekût âlemini seyrederlerdi. Bu misali anladığın zaman, bu misalle hareketini, durgunluğunu, konuşmanı ve sükûtunu kıyas et! Senden sâdır olan her fiil ya şükürdür ve küfür (nankörlük). Zira bu iki hasletten ayrılman düşünülemez. Bunun bazısını halk tarafından konuşulan fıkıh lisanında kerahetle, bazısını da hazerle nitelendi-ririz. Oysa onun tamamı kalp erbabı yanında hazerle vasıflandırılmıştır. Öyleyse eğer sağ elinle istinca edersen, ellerin nimetini inkâr etmiş olursun; zira ALLAH iki eli yarattı. Birini diğerinden daha kuvvetli yaptı, kuvvetlisi çoğu zaman rüchaniyetinin fazlalığından dolayı şeref ve fazilete müstahak oldu. Eksiği daha üstün tutmak adaletten ayrılmaktır. Oysa ALLAH ancak adaleti emreder. Sonra sana iki el verdiğinden dolayı, Kur´an´ı tutmak gibi bazısı şerefli, necaseti gidermek gibi bazısı pis olan birtakım amellere seni muhtaç kılmıştır. Öyleyse Kur´anı sol elinle tutup, necaseti sağ elinle sildiğin takdirde, şerefliyi, hasis olan birşeye tahsis etmiş olursun. Dolayısıyla onun hakkını inkâr, kendisine zulüm edip adaletten sapmış olursun. Kıble tarafına tükürdüğün veya defi hacet yaparken kıbleye doğru durduğun zaman, cihetleri ve âlemin genişliğini yaratmaktaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Çünkü ALLAH cihetleri, sana rahat hareket imkânı olsun diye yaratmış, cihetleri, şerefli ve şereften mahrum kısımlara ayırmıştır. O şereflendirdiği cihete bir beyt (Kâbe) koyup onu nefsine izafe etmiş, bunu da senin kalbini oraya çekmek için yapmıştır ki kalbin onunla bağlansın. Kalp vasıtasıyla bedenin de rabbine ibâdet ettiği zaman, sebat ve vekar üzerinde o cihete bağlı bulunsun. Böylece senin fiillerin ibâdetler gibi şerefli olan kısıma def-i hâcet ve tükürmek gibi pis olan kısımlara ayrıldı. Öyleyse ne zaman tükürüğünü kıble tarafına atarsan, ona zulmetmiş olursun. Yapılmasıyla ibâdetinin kemâli sağlanan kıblenin varlığından gelen ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Mestini giyerken, sol ayağından başlarsan zulmetmiş olursun. Çünkü mest ayağı korumak içindir. Bu bakımdan ayağın mestte nasibi vardır. Oysa nasipler hususunda şerefli olanla başlamak uygundur. Böyle yapmak adalet ve hikmeti yerine getirmektir. Bunun zıddı zulüm ve mestle ayak nimetine karşı nankörlüktür. Böyle yapmak, ârifler katında büyük bir günahtır. Her ne kadar fakih buna mekruh adını vermiş olsa da... Nitekim âriflerden biri birkaç yük buğdayı toplar ve onu sadaka verir. Bunun sebebi kendisine sorulduğu zaman cevap olarak der: ´Bir defasında unutarak soldan başlayarak giydim..İşte sadaka ile bunun kefaretini vermek istiyorum´. Evet! Fakih bir kimsenin bu işleri büyütmeye gücü yetmez. Çünkü o, dereceleri hayvanların derecelerine yaklaşan halk taba-kasının ıslahıyla uğraşan bir fakirdir. Oysa halk tabakası bu zulmetlerden daha baskın ve daha büyük nice vehmî zulmetlere dalmışlardır. Bu bakımdan halk tabakası için ´şarab içen ve kadehi sol eline alan bir kimse iki yönden şerî hududu tecavüz etmiştir: Bir yönü şarap, öbürü sol eline almaktır´ demek çirkindir. Cuma günü, cuma ezanı okunduğu zaman, şarab satın alan bir kimse için ´Bu iki yönden hainlik yaptı. O yönlerden biri şarabı almak, öbürü de Cuma ezanı vaktinde alışveriş yapmaktır´ demek de çirkindir. Kim arkasını kıbleye çevirerek mescidin mihrabına def-î hacet yaparsa artık bunun def-i hacet yaparken edebi terkettiğini söylemek çirkindir; yani kıbleyi sağına almadı diye onu kınamak çirkindir. Bu bakımdan günahların tümü karanlıktır. Bazıları diğerinin üzerine teraküm eder. Bazıları diğerinin yanında yok olur. Efendi bazen izni olmaksızın bıçağını kullanan kölesini cezalandırır. Fakat eğer köle o bıçak ile efendisinin en aziz evladını öldürürse, artık bıçağı izinsiz kullanmanın hükmü ve bundan dolayı verilen herhangi bir cezanın mecali kalmaz. Bu bakımdan peygamberler ve velî kulların gözettikleri, bizim de fıkıhta halk tabakasına müsamaha gösterdiğimiz her edebin sebebi bu zarurettir. Aksi takdirde bütün bu çirkinlikler adaletten dönüş, nimeti inkâr, kulu yakınlık derecelerine ulaştıran derecelerden yoksunluktur. Evet! Bazıları yakınlığın eksikliğiyle ve mertebenin düşüklüğüyle kulda tesir eder. Bazıları da tamamen kulu yakınlık hududlarından çıkarır, şeytanların istikrar yeri olan uzak âlemlere götürür. Böylece gerekli bir ihtiyaç ve mühim bir zaruret veya doğru bir hedef olmaksızın herhangi bir ağacın bir dalını kıran bir kimse, o ağaçların ve elin yaratılışındaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur. El kendisiyle fuzulî hareketler yapmak için yaratılmamıştır. Aksine ibâdete yardımcı olan ameller için yaratılmıştır. Ağaca gelince, ALLAH Teâlâ ağacı ve ağaç için. damarlar yarattı. Ona su gönderdi. Onda gıda ve gelişme kudretini yarattı ki o neşv ü nemanın en son zirvesine varsın, kullar ondan faydalansın. Bu bakımdan ağacı yetişmeden ve önemli bir sebep olmadan kesmek veya kırmak hikmetin hedefine muhalefet etmek ve adaletten sapmak olur. Eğer önemli bir gaye için kırarsa, bu takdirde kırabilir; zira ağaç ve hayvan, insan içindirler. Onların ikisi de fani ve helâk olu-cudurlar. Bu bakımdan en şerefliyi bir müddet yaşatmak için, şerefli olmayanı feda etmek, ikisini birden zayi etmekten adalete daha yakındır. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi.(Casiye/13) Evet! Eğer o dalı başkasının mülkü olan ağaçtan kırarsa o dala muhtaç olsa bile zâlim olur; zira her ağaç ALLAH´ın bütün kullarının ihtiyaçlarını yerine getiremez. Ancak birinin ihtiyacını yerine getirir. Eğer birincisi tercihsiz ve özelliksiz o ağacı nefsine tahsis ederse bu hareketi zulüm olur. Bu bakımdan ihtisas sahibi o kimsedir ki tohumu elde etmiş, ekmiş, sulamış ve korumuştur. Öyle ise bu ağaçtan istifade etmek hususunda başkasından daha evlâdır. Böylece onun tarafı daha kuvvet buldu. Eğer ağaç sahipsiz arazide kendiliğinden biterse, onu diken veya tohumunu eken bir insanın çalışması ile gelişmemişse, bu takdirde başka bir özelliği olması lâzımdır. O da daha önce o ağacı almaktır. Daha önce alana önce almanın özelliği tanınır. Adalet, onun o ağaçtan istifade etmesinin daha evlâ olmasını gerektirir. Fâkihler bu tercihi mülk diye isimlendirmişlerdir Bu katıksız bir mecazdır; zira mülk, ancak padişahlar padişahınındır. Öyle padişah ki göklerde ve yerde her ne varsa O´nundur. Kul nasıl mülk sahibi olabilir? Oysa haddi zatında nefsine bile sahip değildir. Hatta kendisi başkasının mülküdür. Evet, halk ALLAH´ın kulları, yeryüzü de ALLAH´ın sofrasıdır, onlara ihtiyaçları kadar sofrasından yeme izinini vermiştir. Tıpkı sofrasını kölelerine yayan padişah gibi. Sağ eliyle bir lokmayı alıp, parmakların bükümleri o lokmayı ihtiva ettiği halde başka bir köle gelip onun elinden o lokmayı almak isterse, birinci köle ikinci köleye fırsat vermez. Fakat vermemesinin sebebi, eliyle lokmayı aldığından, lokma onun mülkü olduğundan değildir: zira daha önce lokmayı alan el de, o elin sahibi de başkasının mülküdürler. Fakat muayyen bir lokma bütün kölelerin ihtiyacına kâfi gelmediğinden, adalet bir nevi tercihin var olduğu anda tahsiste tecelli eder. Lokmayı almak da bir tahsistir. Sadece alan kula tahsis edilmiş olur. Bu bakımdan bu ihtisasa sahip olmayan bir kimse, bu ihtisasın sahibi olanla mücadele etmekten menedilir. İşte kulları hakkında ALLAH´ın emrini bu şekilde anlaman uygundur ve bunun için de deriz ki: ´Dünya malından, ihtiyacından fazla edinen, onu istif edip elinde tutan bir kimse eğer o mala muhtaç olanlar varsa zâlimdir´. Böyle bir kimse, altın ve gümüşü istif edenlerdendir, istif edilen altın ve gümüşü ALLAH yolunda infak etmeyenlerdendir. Oysa ALLAH´ın yolu ancak taattir. Halkın taattaki azığı dünya malıdır; zira dünya malı ile halkın zarurî ihtiyaçları bertaraf edilir. Evet! Bu hüküm, fıkıh fetvasının hududuna girmez. Çünkü ihtiyaçların miktarları gizlidir. Gelecekteki fakirliği hissetmek hususunda nefisler değişik manzaralar arzeder. Ömürlerin sonları malum değildir. Bu bakımdan halk tabakasına bunu teklif etmek, çocuklara vekar, efendilik ve mühim olmayan bir konuşmayı yapmamayı ve sükût etmeyi tavsiye etmek gibidir. Oysa çocuklar eksik olmaları itibariyle, bu teklifi yerine getiremezler. Bu bakımdan oyun oynamak hususunda onlara itiraz etmeyi terketmemiz, onlara oyun oynamayı mübah görmemiz, oyun ve zıplamanın hak olduğuna delâlet etmez. Tıpkı bunun gibi halk tabakası için malları korumak, infak hususunda sadece zekât miktarını vermekle iktifa etmeyi mübah kılmamız insanların yaratılışındaki zarurî cimriliklerinden çıkan bir hükümdür. Bu bakımdan bizim bu şekildeki hükmümüz, bunun hak olduğuna delâlet etmez. Nitekim Kur´an buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı cimrilik ederdiniz ve (bu) kinlerinizi ortaya çıkarırdı.(Muhammed/37) Kulların ALLAH´ın malından sadece yolcunun azığı kadar al-ması hak ve zulümsüz adalettir... ALLAH´ın her kulu beden merkebine binip Deyyan olan padişahın huzuruna doğru gidecektir. Öyleyse kim fazlasını alıp, ona muhtaç olan bir biniciyi o maldan menederse, o zâlim ve adaletsizdir. Bu durumda hem hikmetin maksadından çıkmış olduğunu hem de Kur´an, peygamber, akıl ve yolcunun azığından fazlasını almasının hem dünya ve hem de ahirette vebal olduğunu tanıtan diğer sebeplerle sabit oldu ki ALLAH´ın nimetini inkâr ettiği ortadadır. Bu bakımdan kim mevcudatın bütün çeşitlerindeki ilâhî hikmeti anlamış ise, şükür vazifesini yerine getirmeye kudreti vardır. Bunu saymak birkaç cild kitaba muhtaçtır. Sonra birkaç cild kitab yazılsa, yine de birazını ancak ifade eder. Biz bu kadarını burada ALLAH´ın şu ayetindeki doğruluğun alâmeti bilinsin diye beyan ettik. Kullarım içinde şükreden azdır. (Sebe/13) İblis şu sözüyle .sevindi: ´Sen de çoğunu şükrediciler olarak bulmayacaksın´. Bu bakımdan bizim bu söylediğimizi bilmeyen bu ayet-i celîlenin mânâsını bilmez. Bunun ötesinde birçok şeyler vardır ki onların başlangıçlarını saymaya bile ömürler yetmez. Onlar bilinmedikçe ayetin mânâsı bilinmez. Ayetin tefsirine ve lâfzının mânâsına gelince, Arapça´yı bilen herkes onu bilir. İşte bununla, mânâ ile tefsir arasındaki fark belirmiş olur. Soru: Bu konuşmadan şu sonuç ortaya çıktı: ALLAH Teâlâ´nın her şeyde bir hikmeti vardır. O, kullarının bir kısım fiillerini o hikmetin tamam olmasına ve kendisinden kastolunan amaca varmaya sebep kılmıştır. Onların bazı fiillerini de hikmetin tamamlanmasına mâni kılınıştır. Bu bakımdan hikmet gayesine varıncaya kadar hikmetin isteğine uyan her fiil şükürdür. Muhalefet eden ve hikmetten istenilen gayeye varmasındaki sebepleri engelleyen her fiil, şükrün inkârıdır. Bütün bunlar anlaşılır, fakat müşkilât yine de kalır. Şöyle ki: Kulun, hikmeti tamamlayıcı ve hikmeti ortadan kaldırcı kısımlara ayrılan fiili de ALLAH´ın fiilindendir. Öyleyse kul nasıl bir defasında şükredici, bir defasında da küfredici olur? Cevap: Bu husustaki tahkikin tamamı büyük bir deniz olan mükâşefe ilimlerinin dalgalarından alınır. Biz daha önceki bahislerde, bunların işaretlerine değinmiştik. Şimdi ise sonucunu ve gayesini kısa ve ancak kuş dilini anlayan tarafından anlaşılan, kuşların dolaştığı gibi melekûtun fezasında dolaşmak şöyle dursun, süratle yürümekten bile aciz olan tarafından inkâr edilen veciz bir ibare ile anlatalım: ALLAH Teâlâ için celâlinde ve kibriyasında bir sıfat vardır. Yaratılış ve icat ondan çıkar. O sıfat, lûgati vazeden bir kimsenin ona bakıp onun celâlinin künhüne ve hakikatinin özelliğine delâlet eden bir ibare ile onu tabir etmekten yüce ve yüksektir. O sıfatın yüce şanından ilk parıltılarına bile gözlerini uzatamayan lûgat erbabının mertebesi eksik olduğu için, o sıfatı ifade eden bir ibare yoktur. Bu bakımdan yarasaların güneşin ışığından gözlerinin kapandığı gibi onların gözleri o sıfatın zirve sine bakmaz gözleri kapanır. Yarasalar güneşin ışığında bir derinlik olduğu için ona bakmıyor değildirler. Aksine gözlerinde zafiyet vardır diye bakamazlar. Bu bakımdan o sıfatın celâlini mülâhaza etmek için gözleri açılanlar lûgatlarla konuşanların düşük âlemlerinden gerçekten zayıf olan birşeyi o sıfatın hakikatlerinin başlangıcını bildiren bir ibareyi emanet olarak alıp kullanmaya mecbur oldular! Bu bakımdan ona kudret ismini emaneten ve mecburiyetten verdiler. Onların emanet olarak verdikleri bu isimden ötürü biz de konuşmaya cesaret ederek ´ALLAH´ın bir sıfatı vardır. Ona kudret denir. Yaratılış ve icad ondan sudur eder´ dedik. Yaratılış, varlıkta birçok kısım ve özel sıfatlara ayırlır Bu kısımlara bölünmenin ve o özel sıfatlarla özelleştirmenin masdarı (kaynağı) başka bir sıfattır. Daha önce bahsi geçen zaruretin benzeriyle o sıfata emaneten meşiyet ibaresi isim olarak verilmiştir. Bu sıfat harf ve seslerden ibaret olan lûgatlarla konuşan ve anlaşanların nezdinde mücmel bir şeyi vehmettirir. Meşiyet kelimesinin o sıfatın künhüne ve hakikatine delâlet etmekten eksik olması, tıpkı kudret kelimesinin eksik olması gibidir. Sonra kudretten sadır olan fiiller, kudretin hikmetinin zirvesine varan ve varmayan kısımlara ayrılır. Her birinin meşiyet sıfatına bir nisbeti vardır. Çünkü taksimin ve değişikliğin tamamlanmasında rol oynayan ihtisas ve özelliklere dönüşürler. Bu bakımdan zirveye varana muhabbet ibaresi emaneten isim olarak verilir. Zirveye varmayana kerahet ibaresi kullanılır. ´Onların ikisi de meşiyet vasfına dahildir´ denilmiştir. Fakat nisbette her birinin ayrı bir özelliği vardır. Kerahet ve muhabbet lâfızları, lûgat ve lâfızlardan anlayış bekleyenlerde mücmel bir mânâ vehmettirir. ALLAH´ın yarattığı ve icadı olan kulları da şu kısımlara ayrılır: 1. Ezelî meşiyeti hikmetinin zirvesine varmak için değil, istiabı için kullanması sebkat eden kimselerdir. Böyle yapmak, onların hakkında davetçilerin ve teşvikçilerin onlara musallat kılınması sûretiyle zorakidir. 2. Bazı kulların, bazı işlerde hikmetin zirvesine çıkacakları ezelde sebkat etmiştir. Bu bakımdan iki grubun da meşiyete özel bir nisbeti vardır. Hikmetin tamamlanmasında kullananlara rıza ibaresi emaneten kullanılmıştır. Diğer gruba da gazab ibaresi kullanılmıştır. Bu bakımdan ezelde gazaba maruz kalacağı yazılmış bir kimseyi hikmetin zirvesine varmaktan meneden bir fiil belirir. Buna küfran ibaresi verilir. Küfranın akabinde azabın fazlalığı için kınama ve lanet cezasına çarptırılır. Ezelde rızaya mazhar olan bir kimseye hikmetin zirvesine varacak bir fiil verilir. Buna da şükür ibaresi verilir. Arkasından ikbalin artışına sebep olması için övgü ve senâ gelir. Sonuç olarak ALLAH Teâlâ güzelliği vermiş, sonra övmüş, azab vermiş, sonra çirkin saymış ve helâk etmiştir. Onun misali şu misâl gibidir: Padişah, kirlenmiş kölesini kirlerden temizler, sonra en güzel elbiselerinden ona giydirir. Onun ziyneti tamam olduğu zaman ona ´Ey güzel! Sen ne kadar da güzelsin! Elbisen, yüzün ne kadar da temizdir!´ der. Oysa hakikatte güzelleştiren padişahın kendisidir. Güzellikten dolayı öven de her durumda odur, övülen de odur. Sanki o, mânâ bakımından, kendisinden başkasını övmemiştir. Kul ise, ancak zâhir ve şekil bakımından övmenin hedefidir. İşte emirler, ezelde böyledir. Sebepler ve müsebbibler böylece zincirleme gelirler. Erbabın Rabbi, sebeplerin müsebbibinin takdiriyle bu nizam böyle meydana gelmiştir. Böyle olması, tesadüf ve araştırmaktan değildir. Aksine irade, hikmet ve hak olan hükümden, kesin olan emirden sâdır olmuştur. Buna kaza lâfzı verilir ´Bu, çakan bir şimşek gibi veya ondan daha hızlıdır!´ denilmiştir! Bu bakımdan o kesin kazanın hükmü ve daha önce takdir edilenden ötürü mukadderatın deniz leri taşmıştır. Böylece takdir edilenlerin yerine gelmesine kader denilmiştir. Öyle ise kaza lâfzı, küllî ve bir olan emrin karşılığı, kader lâfzı ise nihayetsizliğe doğru uzanan tafsilâtın karşılığıdır. ´Hiçbir şey kaza ve kader den hariç değildir´ denilmiştir. Bu bakımdan bazı kulların kalbine şu soru geldi: Taksim neden bu tafsilâtı iktiza etti? Bu farklılığa rağmen adalet nasıl mümkün oldu?´ Kulların bazısı kusurlu oluşundan dolayı, bu işin hakikatini düşünmeye güç yetiremez. Onun derleyicilerini ihâta etmeye takat getiremez. Bu bakımdan derinliğine dalmaya güç yetinemeyeceği şeylerden yasaklık gemi ile gemlendiler ve onlara ´Susunuz! Siz bunun için yaratılmadınız!´ denilmiştir. ( Nitekim ALLAH Teâlâ da şöyle demiştir): ´ALLAH yaptığından sorumlu değildir. Oysa mahluklar sorumludurlar´. Bazıları da ALLAH´ın yerde ve göklerdeki nûrundan lambalarını doldurdu. Onların yağları daha önce saf idi. Neredeyse ise ateş dokunmadan parlayacaktı. Bir de ateş dokundu, nûr üzerinde nûr oldu. Melekûtun etrafı rabbinin nûruyla onların önünde pırıl pırıl parladı. Onlar hallerini olduğu gibi idrâk ettiler. Bu bakımdan onlara denildi ki: ´ALLAH´ın edebiyle edeblenin, sükût edin. Kader zikredildiği zaman ona dalmaktan çekinin´.52 Çünkü duvarların (bile) kulakları vardır. Sizin etrafınızda gözleri zayıf olanlar vardır. Öyleyse siz en zayıfınızın yürüyüşüyle yürüyünüz. Yarasaların gözleri için güneşin perdelerini kaldırmayın. Kaldırmayın ki onların helâk olmasına sebep olmayın. O halde ALLAH´ın ahlâkıyla ahlâklanın. Yüceliğinizin zirvesinden yeryüzüne, en yakın göğe inin ki zayıflar sizinle yakınlık kursunlar. Yarasaların gecenin kanadı altında, yıldızların ve güneşin nûrundan kalan kalıntılardan istifade ettikleri gibi, perdelerinizin arkasından par-layan nûrlarınızın kalıntılarından zayıflar istifade etsinler de bu sayede şahıs ve durumları bakımından tahamül edebilecekleri bir hayat ile yaşasınlar Şairin tavsif ettiği kimselerden olun: İyiler meclisinde iyi şarap içtik, zira iyilerin şarabı güzel olur! İçtik! Fazlasını yere döktük, zira büyüklerin kadehinden yerine de nasibi vardır. Bu işin ilki ve sonu böyledir. Bunu ancak ehli olursan anlarsın. Ehli olduğun zaman, gözünü açar, (yolu) görürsün. Seni götürecek bir rehbere muhtaç olmazsın. İki gözden kör olan çekilip götürülebilir fakat onun da bir sınırı vardır. Bu bakımdan yol daraldığı, kılıçtan keskin, kıldan ince olduğu zaman, üzerinden ancak kanadı olan kuşlar geçebilir. Fakat âmâyı sırtında götürmeye muktedir değildir. Kendisinin dermanı olup suyun durgun aktığı, karşıya geçmenin yüzmekle mümkün olduğu zamanda yüzmesini bilen karşıya geçebilir, fakat genişlikle başkasını beraberinde götüremez. Bunlar, su üzerinde yürüyenle yer üzerinde yürüyenin birbirine nisbeti gibidir Suda yüzmek öğrenilebilir ama suda yürümek öğrenmekle elde edilemez. Ancak yakîn kuvvetiyle elde edilir. Bunun için Hz. Peygamber´e (s.a) "İsa (as) için ´Su üzerinde yürüyordu´ deniliyor! (Ne dersiniz?)" denildiğinde şöyle buyurmuştur: . Eğer daha kuvvetli yakîne ulaşsaydı havada yürürdü. İşte bunlar küfran, şükür, gazab, rıza, muhabbet ve kerahet mânâlarına işaretler ve remizlerdir. Muamele ilmine bunlardan daha fazlası uygun düşmez! ALLAH Teâlâ, insanların anlayışlarına yaklaştırmak için darb-ı meseller de vermiştir. ALLAH cinleri ve insanları kendisine ibâdet etsinler diye yarattığını bildirmiştir. Bu bakımdan cinlerin ve insanların ibâdetleri, onlar için hikmetin sonudur. Sonra iki kulu olduğunu, onlardan birini sevdiğini, onun isminin Cebrail, Ruh-ul Kudüs ve Emin olduğunu, nezdinde mahbub, itaat edilir, emin ve metin olduğunu bildirmiştir. Diğer kulundan nefret ettiğini, onun isminin İblis olduğunu, lanete uğrayıp kıyamete kadar mühlet verildiğini bildirmiştir. Sonra ALLAH irşad vazifesini Cebrail´e havale ederek şöyle buyurmuştur: Onlara şöyle de: İman edenlere sebat vermek, müslümanlara yol gösterici ve bir müjde olmak üzere onu Rûh´ul-Kudüs rabbinden hak olarak indirdi´.(Nahl/102) Emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir ki buluşma gününe karşı (insanları) uyarsın.(Mü´min/15) İğvayı (saptırmayı) İblis´e havale ederek şöyle buyurmuştur: O´nun yolundan saptırmak için... (Zümer/8) İğva (sapıtmak), kulları hikmetin zirvesinden alıkoymaktır. ALLAH Teâlâ´nın bu vazifeyi, kendisine öfkelendiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! İrşad ise onları gayeye doğru sevketmesidir. İrşad vazifesini sevdiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! Hayatta bunun misali vardır: Padişah, hem kendisine sâkîlik hem de hacamat yapan ve evin önünü temizleyen birine muhtaç olduğu ve iki kölesi bulunduğu zaman muhakkak bu hacamat ve süpürgecilik vazifesine onlardan sevmediğini tayin eder. Güzel şarabın sâkiliğini nezdinde en sevimli olana verir. Senin ´Bu benim isimdir, onun işi benim işimden daha aşağı değildir´. demen uygun değildir; zira o fiili nefsine izafe ettiğinde hataya düşmüş olursun. Aksine çirkin işi, çirkin şahsa, güzel işi de güzel şahsa tahsis etmek için senin gönlünü evirip çeviren odur. Bunu da adaletin tamamlanması için yapmıştır; zira onun adaleti, bazen senin hiç müdahalenin olmadığı birtakım işlerle tamam olur. Bazen de seninle tamam olur; zira sen de onun fiillerindensin. Bu bakımdan senin çağırıcı kuvvet ve kudretin, ilmin ve amelin ve hareketlerinin diğer sebepleri tabirde O´nun fiilidir. Öyle ki onu adaletle tertiplemiştir ve o fiilden adaletli fiiller sudur eder. Ancak sen, nefsinden başkasını görmezsin. Şehâdet aleminde senin üzerinde beliren fiilin gayb ve melekût âleminden herhangi bir sebebinin olmadığını zannedersin ve bu zannından dolayı bu fiili kendi nefsine izafe edersin! Oysa sen ancak geceleyin hokkabazın oyununa bakan çocuk gibisin. Öyle hokkabaz ki perde arkasından birçok sûretler çıkarır. O sûretle oynar, zıplar, kalkar, oturur. Oysa o sûretler, kıpırdamayan paçavralardan tertip edilmiştir. O sûretleri ancak ince ve kıldan mamul ipler harekete geçirir. O ipler gecenin karanlığından ötürü gözükmezler. Onların uçları hokkabazın elindedir. O ise çocukların gözünden perdelidir.Çocuklar sevinirler, hayrete düşerler. Çünkü oynayanın, oturup kalkanın o paçavralar olduğunu zannederler. Akıllılar onların hareket etmediğini, hareket ettirildiğini bilirler. Fakat akıllılar da çoğu zaman onun ayrıntılarını bilmezler. Onun bazı ayrıntılarını bilen de işi yapan ve ipin ucu elinde bulunan hokkabaz gibi bilmez! İşte böylece dünyanın çocukları âlimlere nisbeten diğer insanlar çocuktur bu görüntülere bakarlar, hareket edenin o görüntüler olduğunu zannederler. Dolayısıyla eşyayı onlara havale ederler. Âlimler ise onların hareket ettirildiklerini bilirler. Ancak hareket ettirmenin keyfiyetini bilmezler. Bu tip âlimler ekseriyeti teşkil ederler. Ancak ârifler ve ilimde râsih olan âlimler müstes-nadırlar. Çünkü onlar, gözlerinin keskinliğiyle örümcek ağına benzer incecik ipleri idrâk etmişlerdir. Hatta örümcek ağından çok daha ince olan göklerden sarkıtılmış ve uçları yeryüzündeki şahıslara bağlanmış ipleri görürler. Öyle ki inceliklerinden dolayı zâhirî gözlerle o ipler idrâk olunmazlar. Sonra ârifler o iplerin uçlarını, bağlı bulundukları yerleri görürler ve o iplerin bağlı olduğu yerlerin gökleri harekete geçiren meleklerin elinde olduğunu müşahede ederler. Ariflerin göklerin meleklerinin de arşı yüklenen meleklere bağlı olduklarını, ALLAH´tan inen emri nasıl beklediklerini müşahede ettiler, ALLAH´ın emrine muhalefet etmemek için nasıl dikkatli davrandıkların gördüler. Kur´an´da bu müşahedeler tabir edilerek şöyle denilmiştir: Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız da var. (Zâriyat/22) Gök meleklerinin kendilerine kader´den inecek emri bekleyişleri tabir edilerek şöyle denildi: ALLAH´tır ki yedi (kat) göğü ve arzdan da onlar kadarını ya-rattı. ALLAH´ın emri bunlar arasında iner ki ALLAH´ın her şeye kâdir olduğunu ve herşeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz .(Talâk/12) Bunlar birtakım ilâhî emirlerdir. ALLAH´tan ve (ALLAH´ın tâlimiyle) ilimde rusuh sahibi olanlardan başkası onların tev´ilini bilmez. İbn Abbas (r.a) ´ALLAH´ın emri bunlar arasında inip duruyor´ (Talâk/12) ayetini okuduğunda ´Eğer ben bu ayet-i celîle´nin mânâsından bildiğimi söylesem muhakkak beni taşa tutarsınız´ demek sûretiyle, ilimde râsih olanların ihtisaslarını halk tabakası tarafından güç yetirilemeyecek ilimlerle tabir etmiştir. İbn Abbas´ın yukarıda geçen sözü başka bir rivayette ´Muhakkak İbn Abbas kâfir oldu derdiniz´ şeklinde vârid olmuştur. O halde biz bu kadarıyla iktifa edelim; zira konuşmanın dizgini ihtiyarın kabzasından çıkmış, muamele ilmine aynı ilimden olmayan hususlar karışmıştır. Bu bakımdan biz şükrün maksatlarına dönelim. Şükrün hakikati, ALLAH´ın hikmetinin tamamlanmasında kulun kullanmasına dönüştüğü zaman, kulların en fazla şükredeni ALLAH nezdinde en sevimlisi ve ALLAH´a en yakın olanıdır. ALLAH´a en yakın olanlar meleklerdir. Meleklerin de derecesi vardır. Belli bir makamı olmayan hiç bir melek yoktur. Yakınlık rütbesinde meleklerin en yücesi, ismi İsrafil53 olan melektir. Meleklerin derecesinin yüceliği şu noktadan gelir: Onlar haddi zatında keremli ve hayırlıdırlar. ALLAH, onlar vasıtasıyla peygamberlerini ıslah etmiştir. Oysa peygamberler yeryüzünde en şerefli mahlukturlar. Meleklerin derecesini peygamberlerin derecesi takip eder.54 Çünkü peygamberler haddizatında hayırlı insanlardır. ALLAH diğer insanları onların vasıtasıyla hidayete getirmiştir. Onlarla ALLAH´ın hikmeti tamam olmuştur. Rütbe bakımından peygamberlerin en yücesi bizim peygamberimizdir. Zira ALLAH onunla dini ikmal ederek peygamberlik zincirini kapatmıştır. Peygamberleri, varisleri olan âlimler takip etmektedir. Çünkü âlimler de haddi zatında salihtirler; zira ALLAH onlarla diğer insanları ıslah etmiştir. Âlimlerin derecesi, nefislerin takvası ve başkasına yararlı olması nisbetindedir. Sonra âlimleri adaletli sultanlar takip eder. Çünkü âlimler halkın dinini ıslah ettikleri gibi, sultanlar da milletin dünyasını ıslah etmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed´e din, mülk ve saltanat bir arada verildiği için o diğer peygamberlerden üstündür. Çünkü ALLAH onunla insanların hem din, hem dünyalarını ıslah etmiştir. Kılıç55 ve mülk diğer peygamberlere verilmemiştir. Sonra âlimler ve sultanların derecesini, din ve nefislerini ıslah eden, salih kulların derecesi takip eder. Bu sayılan sınıfların dışında kalanlar ise, basit insanlardır. Bil ki din sultanla ayakta durur. Bu bakımdan zâlim ve fâsık da olsa sultanın tahkir edilmesi uygun değildir. Amr demiştir ki: ´Zâlim bir imam (sultan), devam eden bir fitneden daha hayırlıdır´. Gelecekte sizin başınıza birtakım emirler geçecektir. Onlardan sâdır olanın bir kısmı hoşunuza gider, bir kısmı hoşunuza gitmez. Onlar ifsad ederler. Fakat onlar vasıtasıyla ALLAH´ın ıslah edeceği daha fazladır. Eğer onlar iyilik yaparlarsa, onlar için ecir vardır. Size de teşekkür etmek düşer. Eğer kötülük yaparlarsa, onlar mesuldür. Size de sabır düşer.56 Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: ´Sultanın imametini (önderliğini) inkâr eden bir kimse zındıktır. Sultanın çağrısına icabet etmeyen kimse bid´atçıdır. Kim davetsiz olarak sultana gelirse o cahildir´. Sehl´e şöyle soruldu: - İnsanların hangisi daha hayırlıdır? - Sultan daha hayırlıdır! - Biz sultanları insanların en şerlisi olarak görüyoruz. - Acele etme! (Hemen hüküm verme!) muhakkak ki ALLAH Teâlâ iki şeye bakar: Onlardan biri müslümanların mallarının selâmetine bakmasıdır. ALLAH (ce) bu vazifeleri yapanın sahifesinebakar. Bütün günahını bağışlar. Yine Sehl şöyle demiştir: ´Sultanların kapılarına asılı bulunan siyah ağaçlar, kıssalar nakleden yetmiş kıssacıdan daha hayırlıdır?´ 51) ´Muhtekir (karaborsacı/istifçi) mel´undur!´ Hâkim, (İbn Ömer´den) Bkz. İthaf us-Saade, IX/67" 52) Taberânî, Ebu Nuaym ve İbn Bekri, (İbn Mescid ve İbn Ömer´den) 53) Bkz. İthaf ´us-Saade, IX/77 54) Her halukârda peygamberlerin mertebesi fazilet bakımından meleklerin mertebesini takip etmez. Çünkü Akaid´de ´Peygamberler meleklerden daha üstündürler´ kaidesi vardır. Buradaki tâbiiyet başka yönden olsa gerek. Dikkat edilirse metine ´Onların rütbesi peygamberlerin rütbesinden sonra gelir´ mânâsını vermek de ihtimal dahilindedir. 55) ´Kıyametin öncüsü olarak kılıçla gönderildim ki kendisine şirk koşulmaksızın ALLAH´a ibadet edilsin.Rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı. Emrime muhalefet edene zillet ve meskenet kılındı´. (İmam Ahmed) Hâkim, Ebu Ya´la, Taberânî ve Beyhâkî, (İbn Ömer´den) 56) Müslim, (Ümmü Seleme´den), Tirmizî |
|
![]() |
#177 |
![]() Peygamberlerin ve Meleklerin Korku ile İlgili Halleri
Her hayır, lezzet ve saadet, her matlup ve müessir, nimet diye adlandırılır. Fakat hakikatte nimet, uhrevî saadettir. Onun dışındakilere nimet ve saadet demek, ya yanlıştır veya mecazdır. Ahirete yardım etmeyen dünyevî saadete nimet ismi vermek gibi... Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız bir hatadır. Bazen nimet ismini birşeye vermek doğru olur. Fakat onu ahiret saadetine ıtlak etmek daha doğrudur. Bu bakımdan insanı ahiret saadetine götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini vermek doğrudur. Çünkü bu sebep, hakîki nimete götürür. Yardımcı sebepler ve nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız. Birinci Kısım Herşey bize nisbetle şu kısımlara ayrılır. Hem dünyada, hem ahirette faydalı olan ilim ve güzel ahlâk, yine her iki yerde de zararlı olan cehalet ve kötü ahlâk, sadece dünyada faydası olup ahirette zararı olan şehvet peşinde koşup lezzet almak ve dünyada zarar, fakat ahirette fayda verecek olan şehvetleri dizginlemek gibi... Bu bakımdan ilim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda, hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidir. İkisine de zarar veren, kesinlikle belâdır. Bu da ilim ve güzel ahlâkın zıddıdır. Hal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar). Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayar. Durumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir bela olduğunu anlar. Hal-i hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet, cahiller nezdinde beladır. Bunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak hastalıkta şifa verici devadır. Cahil çocuğa bu ilacı içmesi teklif edildiği zaman, bunu bela zanneder. Akıllı bir kimse ise, onu nimet sayar. Kendisine o ilâcı tavsiye edene minnet duyar. Onu kendisine yaklaştırır, ona sebepleri hazırlar. Bu nedenle anne çocuğunu hacamattan meneder. Fakat baba çocuğun (sıhhati için) hacamat olmaya davet eder; zira baba, aklı kâmil olduğu için neticeyi görür. Anne de çocuğu fazla sevdiğinden ve eksik akıllı olduğundan ötürü sadece hal-i hazırı düşünür. Çocuk da, cahil olduğundan dolayı, babasına karşı değil, annesine karşı minnet duyar. Annesine daha fazla yakınlık gösterir. Babasını kendisine düşman telâkki eder. Eğer çocuğun aklı olsaydı, muhakkak annenin dost sûretinde gözüken gizli bir düşman olduğunu bilirdi. Çünkü annenin onu hacamat olmaktan menetmesi, onu hacamat olmaktan daha şiddetli elem ve hastalıklara sürükler. Cahil dost, akıllı düşmandan daha zararlıdır. Her insan nefsinin dostudur ve fakat cahil dostu....Bu nedenle düşmanın yapmadığını kendisi kendi başına getirir. İkinci Kısım Dünyevî sebepler değişiktir. Bazen hayırlıları şerlilerine karışır. Hayırlıları çok az zaman saf kalır. Mal, aile, çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi... Fakat bu sebepler, faydası zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi kısımlara ayrılır. Geniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan kısımlara ayrılır. Bunlar şahıslara göre değişen şeylerdir. Çok salih insan vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görür. Onu ALLAH yolunda sarfeder, hayırlarda kullanır. O mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi hakkında nimettir. Çok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep eder. Bu bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında bela olur. Üçüncü Kısım Başka bir itibarla, hayırlar; sadece zatı için tesir eden, sadece başkası için tesir eden, hem zatı hem de başkası için tesir eden kısımlara bölünür. Zatı için tesir eden, başkası için tesir etmeyen birinci kısım, ALLAH´ın cemâline bakmanın zevki, onunla ona kavuşmanın saadeti gibidir. Kısaca sonu olmayan uhrevî saadet de böyledir. Çünkü bu saadet, kendisinden başka bir gayeye alet olsun diye aranmaz, Aksine zatı için aranır. İkincisi, başkası için aranandır. Onun zatında bir gaye yoktur. Dirhem ve dinarlar (paralar) gibi; zira paralarla ihtiyaç yerine getirilmezse, para ile taşlar aynı seviyede olurlar. Fakat paralar lezzetlerin vesilesi ve görünüşte lezzetlere kavuşturucu olduklarından dolayı cahiller nezdinde sevimli görünürler ki cahiller onları derleyip istifade etsinler. Faizli bir şekilde onlarda muamele ve tasarruf etsinler. Cahiller zannederler ki onlar bizzat maksuddurlar. Bu kimselerin misali, bir şahsı seven, sevdiği şahıstan ötürü kendisiyle o şahsın arasında arabulucu olan elçiyi de sever. Sonra elçinin sevgisi ona, o çalısın sevgisini unutturur. Böylece asıldan yüz çevirir. Durmadan elçiyi karşılamak, gözetmek, halini sormakla meşgul olur. Bu ise, cehalet ve dalâletin son derekesidir. Üçüncüsü, sıhhat ve selamet gibi, hem zatı ve hem de başka şeyler için istenendir; zira sıhhat, onun vasıtasıyla ALLAH´ın huzuruna götüren zikir ve tefekkür için veya onun vasıstasıyla dünya lezzetlerine kavuşmak için istenir. Sıhhat kendi zatı için de istenir; zira insan, her ne kadar selâmeti kendisi için istenen şeyden müstağni ise de yine de kişinin selâmeti, selâmet olmak hasebiyle arzu edilir. Madem durum budur, o halde sadece zatı için etkili olan, hakîkat açısından hayır ve nimettir. Hem zatı, hem de başkası için etkili olan da nimettir. Fakat birincisinden daha ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Ancak altın ve gümüş gibi başkası için olanlar, haddi zatında cevher oldukları için nimet olarak vasıflandırılmazlar. Aksine vesile olduklarından ötürü nimet sayılırlar. Bu bakımdan onların ikisi, ancak onlar vasıtasıyla ulaşılması mümkün olan bir şeyi isteyen bir şahıs hakkında nimettirler. Eğer o şahsın maksadı ilim ve ibâdet ise, beraberinde de yeterli azığı varsa, o kimsenin yanında altın ile toprak eşittir. Bu bakımdan onların varlığı ve yokluğu onun yanında aynı seviyededir. Hatta çoğu zaman onların varlığı onu düşünce ve ibâdetten alıkoyar. Bu bakımdan onlar böyle bir kimse hakkında nimet değil büyük bir cezadır. Dördüncü Kısım Başka bir itibarla hayırlar, faydalı, lezzetli ve güzel kısımlara taksim olunurlar. Rahatlığı hemen anlaşılana lezzetli denir. Gelecekte fayda verene faydalı denir. Güzel ise her durumda benimsenendir. Şerler de zararlı, çirkin ve elem verici kısımlara taksim olunurlar. Bu kısımların herbiri de mutlak ve mukayyed olmak üzere iki türdür. Kendisinde üç vasfın bir araya geldiği türe mutlak şer denir. Hayırdan misali, ilim ve hikmet gibidir. Çünkü o, ilim ve hikmet erbabı yanında, faydalı, güzel ve lezzetlidir. Şerdeki misali ise cehalettir; zira cehalet, zarar verici, çirkin ve elem vericidir. Cahil bir kimse, cahilliğini bildiği zaman, cehaletin elemini duyar. Cehaletinin acısını duyunca başkasını âlim görür, nefsini cahil ve dolayısıyla eksikliğin elemini hisseder. İlmin lezzeti içinde kabarır. Sonra hased, kibir ve bedenî şehvetler bazen kendisini öğrenmekten alıkoyarlar. Dolayısıyla iki zıt çarpışırlar. Elemi daha da büyür. Eğer öğrenmeyi terkederse, cehalet ve eksikliğinden dolayı müteellim olur. Eğer öğrenmekle meşgul olursa, şehvetleri terketmekle müteellim olur veya kibri terketmek ve öğrenmenin zilletine katlanmakla müteessir olur. Böyle bir insan durmadan daimî bir azap içerisinde kıvranır. İkinci türü mukayyed olandır. Mukayyed odur ki bu sıfatların bir kısmını derlemiş, bir kısmını derlememiştir. Bu bakımdan bir çok fayda verici vardır ki acıtır. Kangren olmuş parmağın ve hastalıktan ötürü dışarı çıkan şeylerin kesilmesi gibi... Birçok fayda verici vardır ki çirkindir, ahmaklık gibi; zira ahmaklık, bazı hallere nisbeten faydalıdır Nitekim şöyle denilmiştir: Aklı olmayan rahata kavuşmuştur; zira akılsız kişi neticeye önem vermez. Helâk olmasının vakti gelinceye kadar rahat eder! Nice şey vardır ki bir yönden faydalı, başka bir yönden de zarar vericidir. Boğulmak korkusu sözkonusu olduğu anda, malı denize atmak gibi... Çünkü bu, mal için zararlıdır. Kurtulması hususunda nefis için faydalıdır. Faydalı da iki kısımdır. Bir kısmı zarurîdir: İman ve güzel ahlâk gibi... Ahiret saadetine ulaştırmak hususunda bunların ikisi zarurîdir. Bunlardan ilim ile ameli kastediyorum; zira ilim ile amelin yerine başkası kâim olamaz. İkinci kısım zarurî olmayan kısımdır. Safrayı teskin etmek hususunda sekencebin ilâcı kullanmak gibi; zira safranın teskin edilmesi, bazen sekencebinin ye-rine kullanılan başka bir ilaçla da mümkündür. Beşinci Kısım Her lezzetin ifade edildiği nimet. Lezzetler insana nisbeten, insanın özelliği olmak veya insanla başkası arasında ortak bulunmak hasebiyle üç çeşittir: a) Aklî, b) Bir kısım hayvanlarla müşterek olan c) Bütün hayvanlarla müşterek olan bedenî lezzetler. Aklî lezzet, ilim ve hikmet lezzeti gibidir; zira ilim ve hikmet ne kulak, ne göz, ne burun, ne tatma organına, ne mide, ne de tenasül uzvuna göre lezzettir. Ancak kalp onu lezzet telâkki eder. Çünkü kalp, akıl diye tabir ve ifade edilen özel bir sıfata sahiptir. Bu, varlık bakımından, lezzetlerin en azı ise de hakikatte en şereflisidir. Azlığına gelince, çünkü ilmi ancak âlim zevkli sayar, hikmeti ancak hakîm zevkli bulur. İlim ve hikmetin ehli de pek azdır. Her ne kadar onların ismiyle isimlenen, onların kılık kıyafetine giren pek çoksa da... O sıfatın şerefliliğine gelince, o sıfat ebediyyen zail olmayan, ne dünyada, ne ahirette ayrılmayan ve hiç usandırmayan bir sıfattır. İnsan yemek yer doyar ve usanır. Cinsî münasebetin şehveti bittikten sonra insana ağır gelir. İlim ve hikmetin ise, usandırması ve ağır gelmesi asla tasavvur edilemez. Kim ebediyyen kalacak olan şerefliyi elde etmeye gücü yettiği halde, en yakın zamanda fâni olan çirkine razı olursa, o kimse akıl hastasıdır. Hakikate sırt çevirdiği ve şekaveti için mahrumdur. Bu sıfatın hakkında en az şöyle bir hüküm vardır: İlim ve akıl, yardımcı ve koruyuculara muhtaç değildir. Mal ise bunun tam aksinedir; zira ilim seni korur. Oysa malı sen korursun. İlim infak edilince artar. Mal ise infakla eksilir. Mal çalınır, hükümdarlık insanın elinden alınır. İlme ise hırsızların eli uzanmaz. Sultanların güçleri ilmi sahibinden azletmeye yetmez. Bu bakımdan ilim sahibi, ebediyyen emniyet içindedir. Mal ve mertebe sahibi, daima korku içindedir. Sonra ilim, devamlı ve her durumda faydalı, lezzetli ve güzeldir. Mal ise bazen insanı helâk olmaya, bazen de kurtuluşa çeker! Bunun için ALLAH Teâlâ Kur´an´ın birçok yerde mala hayr adını vermişse de çok yerde de malı zemmetmiştir. Halkın çoğunun ilmin zevkini idrâk etmekten yoksun oluşuna gelince, bu ya zevksizliktendir. Çünkü tatmayan bilmez ve müştakda olmaz;zira müştak olmak tatmaya tâbidir veya mizaclarının bozukluğundan ve şehvetlere tâbi olmaktan dolayı kalplerinin hastalığındandır.. Tıpkı balın tadını idrâk etmeyen ve acı gören hasta gibi veyahut da zekalarında bir kusur var da ondan ilmin lezzetini idrâk etmezler; zira onlarda ilmin zevkini hissedecek sıfat daha yaratılmamıştır. Tıpkı balın ve semiz kuş etlerinin lezzetini idrak etmeyen, sütten başka hiçbir şeyi lezzetli görmeyen emzikteki çocuk gibi... Bu durum, bu şeylerin lezzetli olmadığına delâlet etmez. Çocuğun sütü benimsemesi de sütün herşeyden daha lezzetli olduğuna delâlet etmez. Bu bakımdan ilim ve hikmetin lezzetini idrâk etmekten kusurlu olanlar üç sınıftır: a) Çocuk gibi bâtını dirilmeyen kimse. b) Şehvetlere tabi olmaktan dolayı hayattan sonra ölen kimse. c) Şehvete tabi olduğu için hastalanan kimse. Onların kalplerinde hastalık vardır.(Bakara/10) Bu ayet akılların hastalığına işarettir. (Bu Kur´an Muhammed´e verildi) ki diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) sözü hak olsun!(Yâsin/70) Bu ayet içi (kalbi) bir hayatla dirilmeyen kimseye işarettir. Bedenen diri, kalben ölü olan kimse ALLAH´ın nezdinde ölüler dendir. Her ne kadar cahiller katında dirilerden ise de... Bunun için şehidler rablerinin katında diridirler, sevindikleri halde rızıklanırlar her ne kadar bedenleriyle ölü iseler de... İkincisi, bir lezzettir ki insan o lezzet hususunda birtakım hayvanlarla ortaktır: Baş olmak, galebe çalmak, istilâ etmek lezzeti gibi... Bu aslan, kaplan ve bazı hayvanlarda da mevcuttur. Üçüncü, öyle bir lezzettir ki insan orada bütün hayvanlarla ortaktır, mide ve tenesül uzvunun şehveti gibi... Bu şehvet, varlık bakımından şehvetlerin en fazlasıdır. Oysa zevklerin en düşüğüdür. Bunun için bir lezzette insana, bütün hayvanlar, hatta kurtlar ve haşarat bile ortaktırlar. Bu durumdan kurtulana galebe çalmak musallat olur. Bu his gafil olanlara musallat olan şeylerin en şiddetlisidir. Eğer kişi bu mertebeyi geçerse, üçüncü mertebeye terâkki eder. Dolayısıyla ilim ve hikmet lezzeti onun için lezzetlerin en büyüğü olur. ALLAH´ın sıfatlarının ve fiillerinin marifetinin zevkini duymak, zevklerin en büyüğüdür. Bu rütbe, sıddîkların rütbesidir. Bu rütbenin tamamı ancak baş olmak sevgisinin istilasını kalpten çıkarmakla tamamlanır. Sıddîkların gönlünden en son çıkan şey, riyaset sevgisidir. Midenin ve tenasül uzvunun oburluğunu kırmak, salih kulların da güç yetirdiği bir şeydir. Baş olmanın şehvetine gelince, onu ancak sıddıklar kırabilir. O şehveti tamamen söküp bir daha onu hissetmemek ve değişik durumlarda onu sezmemek ise beşerin kudreti dışında görünmektedir. Evet, ALLAH marifetinin lezzeti, bazı hallerde öyle galebe çalar ki bu durumda, riyaset ve galebe çalmanın lezzeti hissedilmez. fakat bu, ömür boyu devam etmez. Bazı durumlarda kişiye beşeri sı-fatları geri gelir. Dolayısıyla o da mevcut olur. Fakat nefis, adaletten ayrılmaya zorlama gücü olmayacak bir şekilde kahredilmiş olur. Bu anda kalpler dört kısma ayrılır: 1. ALLAH´tan başkasını sevmeyen kalp! Ancak ALLAH´ın fazla marifetiyle ve ALLAH hakkındaki düşünce ile rahat bulur. 2- Marifetin lezzetini, ALLAH ile ünsiyetin mânâsını bilmeyen kalp! Onun lezzeti rütbe sahib ve reis olmaktadır. Mal ve bedenin diğer şehvetlerini elde etmek asıl zevkidir. 3. Genellikle ALLAH ile ünsiyet eden kalp! ALLAH´ın marifetinden lezzet duymak ve ALLAH hakkında düşünmektedir. Fakat bu kalpte bazı hallerde, beşerî sıfatlara dönüş meydana gelir! 4.Bir kalptir ki hallerinin çoğu, beşerî sıfatlardan lezzet duymaktır. Fakat bazı hallerde ilim ve marifetten zevk almak kapısını çalar. Birincisine gelince, eğer varlık âleminde mümkün ise, uzaklığın en son mertebesindedir. İkincisine gelince, dünya onu püskürtmektedir. Üçüncü ve dördüncüsüne gelince, onlar da vardır, fakat gayet nadirdir, olması tasavvur edilmez. Ancak nadir ve şâz olarak bulunur. Nadir olmasına rağmen azlık ve çoklukta çeşitli durumlar arzeder. Onun çokluğu ancak peygamberlerin (a.s) asırlarına yakın bulunan asırlarda olur. Zaman uzadıkça, bu kalpler de azalır. Ta kıyamet yaklaşıncaya ve kanunlaşmış bir emri ALLAH Teâlâ yerine getirinceye kadar bu azalma devam eder. Bu tür kalbin azalması, ancak şu hikmetten ileri gelir: Çünkü bu ahiret mülkünün başlangıcıdır. Mülk ise kıymetlidir. Padişahlar azdır, çoğalmazlar. Nasıl ki mülk ve güzellikte emsalsiz olan az, onun dışındaki insanlar çok iseler, aynen ahiret için de durum budur; zira dünya ahiretin aynasıdır. Çünkü dünya, şehâdet âleminden ibarettir. Ahiret ise, gayb âleminden... Şehâdet âlemi gayb âlemine tâbidir. Aynadaki sûretin, aynaya bakanın sûretine tâbi olduğu gibi... Aynadaki sûret, her ne kadar varlık rütbesinde ikinci ise de, o sûret senin görmen açısından birincidir; zira sen nefsini görmüyorsun. Önce aynada sûretini görüyorsun. Onun vasıtasıyla seninle kâim olan suretin, hikâye etme kabilinden ikinci derecede gelir. Bu bakımdan mârifet hakkında varlık âlemine tâbi olan, bu sefer metbû olmaya dönüşür. Önde olan sona düşer. Bu bir nevi tepetaklak olmaktır. Fakat aksülamel Ve tepetaklak oluş bu âlemin zarurî bir gereğidir! Tıpkı bunun gibi mülk ve şehâdet âlemi de gayb ve melekût âleminin mihenk taşıdır. insanlardan bazılarına ibret bakışı müyesser olur. Mülk âleminin birşeyine baktığında onunla melekût âlemine geçer. Bu geçişine idrâk adı verilir. Ey basiret sahipleri! İbret alınız! (Haşr/2) Bazıları da basireti körleştiği için ibret almaz. Mülk ve şehâdet âleminde hapsedilmiştir.. Gelecekte ona cehennemden birçok kapılar açılacaktır. Bu dünya kalpleri yakan ateş ile doludur.´ Ancak kişi ile o ateşin elemini idrâk arasında perde vardır. Ölümle o perde kaldırıldığı zaman, kişi elemi idrâk eder. Bundan ötürü ALLAH Teâlâ, hakîkat ile konuşan bir grubun diliyle hakkı izhar etmiştir ve onlar ´cennet ile cehennem yaratılmıştır´ dediler. Fakat cehennem bazen, ilm´el-yakîn diye adlandırılan bir idrak ile idrak olunur. Bazen de ayn´el-yakîn diye adlandırılan başka bir idrâkla... Ayn´el-yakîn ancak ahirette olur. İlm´el-yakîn ise bazen dünyada olur, fakat nûr´ul yakîn´den nasiblerini alanlara verilir. Hayır ilme´l-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! mutlaka cehennemi görürdünüz. Sonra ayne´l-yakîn (açıkça) göreceksiniz.(Tekâsür/5-7) Madem durum budur, anlaşıldı ki ahiret mülküne elverişli olan kalp, dünya mülküne elverişli olan şahıs gibi pek nadir bulunur. Altıncı Kısım Bu kısım bütün nimetleri derleyicidir. Bil ki nimetler gayeye götürdüğü için istenen ve başkası için istenen kısımlara ayrılır. Gaye ise ahiret saadetidir. Bunlar kısaca dört başlık altında toplanabilir: a) Yokluğu olmayan bekâ b) Üzüntüsü olmayan sevgi c) Beraberinde cehalet olmayan ilim d)Arkasında fakirlik olmayan zenginlik. Hakikî nimet ancak budur. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Hayat ancak ahiret hayatıdır. Bu sözü şiddet içerisinde bulunduğu bir zamanda, nefse teselli vermek için söylemiştir. Bu şiddetli durum, Medine´nin etrafına hendek kazıldığı zaman vâki olmuştur. Başka bir defa da sevinç içerisinde iken nefsim dünya sevgisine meyletmekten menetmek için veda haccında halkın etrafında halka tuttuğunu gördüğü zaman söylemiştir. Zatın biri ´Ey ALLAHım, ben senden nimetin tamamını talep ediyorum´ deyince Hz. Peygamber (s.a) ´Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?´ diye sordu. Kişi hayır cevabını verdi. Hz. Peygamber şöyle dedi:Nimetin tamamı cennete girmektir. Vesilelere gelince, onlar dört kısma ayrılır. Birincisi, nefsin faziletleri gibi en yakın ve en özel olanlar. İkincisi, bedenin faziletleri gibi yakınlıkta birinciyi takib eden kısımdır. Üçüncüsü, bedeni ziyaret eden mal, aile ve aşiretten oluşan sebepler gibi bedenin dışına da taşan kısımdır. Dördüncüsü, nefisten çıkan ve nefis için hâsıl olan bu sebeplerin arasını telif eden tevfîk ve hidayet kısmıdır. O halde bunlar dört çeşittirler. En özel olan birinci nevi nefse ait faziletlerdir. Etraflarının dal budak salmasına rağmen bu faziletlerin sonu, iman ve güzel ahlâka dönüşür. İman da ALLAH´ın, ALLAH´ın sıfatlarının, meleklerinin ve peygamberlerinin ilminden ibaret olan mükaşefe ilmi ile muamele ilimlerine taksim olunur. Güzel ahlâk iki kısma ayrılır. A) Şehvetlerin ve öfkenin isteğini terketmektir. Bu kısmın ismine iffet denir. B) Şehvetler hususunda adaleti gözetmektir ki ne tamamen şehvetin isteğinden imtina etsin, ne de dilediği gibi o isteğe dalsın. Aksine dalışı ve çekilişi, ALLAH Teâlâ´nın Hz. Peygamber´in dili üzerine indirdiği âdil terazi ile tartılan malı gibidir. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.(Rahman/8-9) Kim erkeklik şehvetini gidermek için kendisini hadım yaparsa veya âfetlerden emin oluduğu ve kudreti bulunduğu halde evlenmeyi veya ibâdetten, zikir ve fikirden zayıf düşecek kadar yemeyi terkederse, o kimse terazide eksiklik yapmıştır. Kim midesinin ve tenasül uzvunun şehvetine dalarsa, o da ölçüyü kaçırmıştır. Adalet , ölçüsünü ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Böylece terazi-nin iki kefesi eşit bir vaziyete gelir. Öyleyse nefse mahsus ve ALLAH´a yaklaştırıcı faziletler dört kısımdır: a) Mükâşefe ilmi b) Muamele ilmi c) İffet d) Adalet Bu çoğu zaman bedenin faziletinden ibaret olan ikinci bir tür ile tamamlanır. Bedenin faziletleri de dört kısımdır: a) Sıhhat b) Kuvvet c) Güzellik d) Uzun ömür Bu dört şey de bedeni ziyaret eden haricî nimetlerden oluşan üçüncü bir tür ile hazırlanır. O haricî nimetler dört kısımdır: a) Mal b) Aile efradı c) Mertebe d) Aşiretinin ve soyunun şerefi Kişi bu haricî ve bedenî sebeplerin hiçbiri ile faydalanmaz. Ancak bunlar ile nefsin dahili faziletlerine uygun düşen sebepleri telif eden şeylerden dördüncü birşey vasıtasıyla olursa durum değişir. Telif eden sebepler de dört çeşittir: a) ALLAH´ın hidayeti b) ALLAH´ın irşâdî c) ALLAH´ın doğrultması d) ALLAH´ın teyididir. Bu bakımdan bu nimetlerin toplamı onaltıdır; zira bu nimetleri dörde ve onların herbirini de dörde böldük (dolayısıyla onaltı oldular). Bu cümlenin bir kısmı diğer kısmına muhtaçtır. Bu ihtiyaç ya zarurî bir ihtiyaçtır veya faydalıdır. Zarurî ihtiyaç ahiret saadetinin iman ve güzel ahlâka muhtaç olduğu gibidir; zira ancak iman ve güzel ahlâkla ahiret saadetine varılabilir. Öyle ise, insanoğlu dünyada çalıştığının mahsulünden başkasına sahip değildir. Hiç kimse için ahirette, dünyada edindiği azıktan başkası yoktur. Böylece ilimleri ve ahlâkların tasfiyesini elde ettiren nefsî faziletler zarurî olarak bedenin sıhhat ve kuvvetine muhtaçtır. Özet olarak faydalı ihtiyaç, nefsî ve bedenî nimetlerin mal, azizlik ve aile efradı gibi haricî nimetlere ihtiyacı gibidir; zira eğer bu haricî nimetler yok olursa, çoğu zaman fâsıklık dahilî nimetlerin bir kısmına da sirayet eder! Soru: Ahiret yolunun mal, aile efradı, mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır? Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve kolaylaştıran âlet gibidirler. Mala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidir. Kanatsız olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir. Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir.57 Takvâ ile beraber mal ne güzel bir yardımdır.58 Durum nasıl böyle olmasın?! Malı olmayan bir kimse bütün vakitlerini nafakasını kazanmak, elbise ve mesken hazırlamak ve hayatın zarurî olan yönlerine harcamak mecburiyetinde kalır. Sonra kendisini zikir ve fikirden meşgul eden ve ancak mal silahı ile bertaraf edilen birçok eziyetlere maruz kalır. Sonra haccın, zekâtın, sadakalar ve hayırların faziletinden de mahrum olur. Hûkemadan birine ´Nimet nedir?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: ´Nimet zenginliktir. Çünkü fakirin hayatı yoktur´. ´Bize daha fazla izah et´ denilince, dedi ki: ´Nimet gençliktir. Çünkü ihtiyarın hayatı yoktur!´ Sanki bu hakimin söylediği, dünya nimetine işarettir. Fakat o nimet, ahirete yardımcı olması hasebiyle nimettir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim sıhhatli, emin ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıkları ile onun için musahhar kılınmış gibidir. Ehline ve salih evladına gelince, insanın bunlara neden muhtaç olduğu hiç de gizli değildir; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Din hususunda saliha kadın ne güzel yardımcıdır. Bu, evlat hakkında da böyledir. Kul öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak üç şeyden ameli kesilmez. Onlardan biri kendisine dua eden salih evlattır. Biz Nikâh bahsinde, evlat ile ailenin faydalarını zikretmiştik. Akrabalara gelince, kişinin evlatları ve akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlar. Onlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşır. Eğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdi. O halde senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana yardımcıdır. Mademki böyledir, öyle ise o bir nimettir. İzzet ve mertebeye gelince, insan bunun sayesinde nefsinden zillet ve zulmü defeder. Hiçbir müslüman bundan müstağni değildir; zira düşmanı olmayan hiçbir müslüman yoktur. İlmini, amelini, boş vaktini karıştıran ve sermayesi olan kalbini meşgul eden bir zâlimden hiçbir müslüman kurtulamaz. Bu meşguliyetler, ancak izzet ve mertebe ile defedilebilir. Bunun için şöyle denilmiştir: ´Din ve sultan ikizdirler´. ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Eğer ALLAH insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü fesad ve küfür karanlığına bürünürdü.(Bakara/251) Rütbenin ve mevkînin mânâsı, kalpleri mülk edinmektir. Nasıl ki zenginliğin mânâsı, paraları mülk edinmekten başka birşey değilse...Kim paraları mülk edinirse, kendisinden eziyeti uzaklaştırmak için kalp gözünün sahipleri kendisine müsahhar olurlar. Nasıl ki insanoğlu kendisini yağmurdan koruyan bir dama, kendisini soğuktan muhafaza eden bir cübbeye, koyunla zindan kurdu uzaklaştıran bir köpeğe muhtaç ise, aynen bunun gibi nefsinden de şerri defeden bir yardımcıya muhtaçtır. Mülkleri ve saltanatları olmayan peygamberler (a.s) bu maksat için saltanat sahiplerini gözetip onların katında mevkî talep ederlerdi. Din âlimleri de böyledirler. Onların saltanat sahiplerine yaklaşmaları, hazinelerinden istifade etmek ve dünyada kendilerine tâbi olanların çokluğu ile imtiyaz sahibi olmak değildir. Aksine ALLAH Teâlâ´nın dinini kemâle erdirmek, bütün düşmanlarına karşı kendisini muzaffer kılmak, izzeti ve mertebesi genişlemiş bir şekilde kalplerde sevgisini yerleştirmek bakımından rasûlüne vermiş olduğu nimetten, eziyet edildiği, hicrete mecbur kalacak derecede sıkıştırıldığı zaman ona verdiği ni-metten daha azdır. Soru: Aşiretin keremi ile aile efradının şerefi nimet midir, değil midir? Cevap: Evet nimettir. Bunun için de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İmamlar Kureyştendir.59 Adem (a.s) nesebinde insanların en şereflisi idi.60 Suyunuz (meniniz) için denk olan kadınlar seçin!61 Hadrae´d-demen denilen kadınlarla evlenmekten sakının. Bunun üzerine şöyle denildi: ´Hadrae´d-demen hangi kadındır?´ Cevap olarak şöyle buyurmuştur: Kötü bir kökten biten güzel kadın demektir.62 Bu bakımdan aşiretin şerefli olması da nimettir. Ben bundan zâlimlere ve dünya erbabına varan nesebi kasdetmiyorum. Aksine Hz. Peygamber´in nesebine, âlim imamlara, ilim ve amel ile temayüz eden salihlere varan nesebi kastediyorum. Eğer ´Bedenî faziletin mânâsı nedir? diye sorarsan, derim ki: ´Sıhhate, kuvvete ve uzun ömre insanoğlunun muhtaç olduğu gizli değildir; zira ilim ve amel ancak bunlarla elde edilir´. Saadetlerin en üstünü ALLAH´a ibâdet etmekle geçen uzun ömürdür. Ancak bunlardan güzellik önemsenmemiştir: ´Bedenin, hayırları aramaktan meşgul eden hastalıktan uzak olması kâfidir´. Hayatımla yemin ederim; güzellik zenginliğin birazıdır. Fakat o da hayırlardandır. Dünyada ise, onun faydalı olduğu gizli değildir.Ahirette ise, iki yönden menfaati vardır. Birinci Nevi Onlardan biri; çirkinlik kötüdür. Tabiatlar ondan kaçar. Güzelin ihtiyaçları yapılmaya daha yakındır. Kalplerdeki mevkîsi daha geniştir. Sanki güzellik bu yönden mal ve mertebe gibi, hedefe götüren bir kanattır; zira o da bir nevi kudrettir. Çünkü çirkin bir kimsenin yaptırmaya gücünün yetmediği şeyleri güzel yüzlü yaptırabilir. Dünya ihtiyaçlarını yaptırmaya yardımcı olan herşey ahirete de yardımcı olur. İkinci Nevi O vecihlerin ikisincisi şudur ki güzellik çoğu zaman nefsin faziletli olduğuna delâlet eder; zira nefsin nûru tamam olduğu zaman bedene sirayet eder. Bu bakımdan kendisinden haber verilen merkez ile görülen merkez çoğu zaman birbirlerinden ayrılmazlar. Bu nedenle feraset sahipleri nefislerin şerefinin bilinmesinde bedenin görünüşüne itimat ederek şöyle demişlerdir: ´Yüz ile göz, bâtının aynasıdır. Bu nedenle onda öfke, sevinç ve üzüntünün eseri belirir´ ve yine bunun için şöyle denilmiştir: ´Güler yüzlülük nefistekinin ünvanıdır´. Denildi ki: ´Yeryüzünde hiçbir çirkin yoktur ki onun yüzü azalarının en güzeli olmasın´. Halife Me´mun bir orduyu teftiş ederken gözüne çirkin yüzlü bir asker ilişti. O askeri konuşturdu, onun peltek olduğunu müşahede etti ve onun ismini askerlik defterinden sildirterek şöyle dedi: ´Ruh dışa vurduğu zaman, güzel yüzlülüktür. Bâtına doğduğunda fesahattir´. Bu askerin ise ne zâhiri güzeldir, ne de bâtını. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Hayrı güzel yüzlüler yanında arayın! Hz. Ömer (r.a) de ´Bir yere bir elçi gönderdiğiniz zaman, güzel yüzlü, güzel isimli birini gönderiniz´ demiştir: Fakîhler namaz kılanların dereceleri eşit olduğu zaman ´Yüz bakımından en güzeli imam olmaya en uygunudur´ demişlerdir. ALLAH Teâlâ da kullarına güzellikle minnet ederek şöyle buyurmuştur: ALLAH onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.(Bakara/247) Biz güzellikten, şehveti tahrik eden güzelliği kasdetmiyoruz; zira bu kadınlıktır. Biz güzellikten, istikamet üzere etin normalliğini, azaların mütenasip, yüzün tabiatlar kendisine bakmaktan nefret etmeyecek derecede normal olmasını ve bedenin mütenasip olmasını kasdediyoruz. Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve evladı nimetler kapsamına dahil ettin. Oysa ALLAH Teâlâ mal ve mertebeyi kötü-lemiştir. Hz. Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir. Nitekim ALLAH Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler, eşlerinizle evlatlarınızdan bir kısmı size düşmandır, onlardan sakının. (Teğabün/14) Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihandır).(Teğabün/15) Hz. Ali soy sopu kötüleme hususunda İnsanlar iyi bildiklerinin evlatlarıdırlar. Her kişinin kıymeti iyi bildiği sanatıdır´ demiştir. Yine denildi ki: ´Kişi babası ile değil şahsı ile (takdir edilir)´. Madem şer´an mal ve evlat kötülenmiştir. O halde nimet olmasının mânâsı nedir? Cevap: İlimleri, hususileştirilmiş umumî (genel) hükümlerden ve tevil edilen menkul lâfızlardan alan bir kimse için, eğer bu kimse ALLAH´ın nuru ile ilimlerin hakikatini idrâk etmeye hidayet olunup sonra nakli, bir defasında tevil, başka zaman da tahsis ederek o ilimlerden kendisine belirene uygun yorumlamazsa böyle bir kimsenin sapıklığı herşeyden daha fazladır. İşte bunlar ahiret işlerine inkâr edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdir. Ancak bu nimetlerde birtakım fitneler ve korkular sözkonusudur. Bu bakımdan malın misali, kendisinde faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir. Eğer o yılanı, onun zehirinden sakınma yolunu bilen biri yakalarsa, ondan faydalı olan pan zehiri çıkarma yolunu bilen bu kimse için o bir nimettir. Eğer cahil köylü o yılanı tutarsa, köylü için o yılan bela ve helâktir. Mal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri bulunan deniz gibidir. Bu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o denizdeki nimetleri elde eder. Eğer bunları bilmediği halde denize dalarsa muhakkak helâk olur. Bu nedenle ALLAH Teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını takmıştır. Hz. Peygamber (s.a) malı övmüş ve şöyle demiştir: Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır. Hz. Peygamber mertebeyi ve şerefi de övmüştür; zira ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´e dinini bütün dinlere galip kılmak ve bütün insanların kalbine sevgisini sokmak bakımından minnet etmiştir. Zaten mertebeden kastedilen de budur. Fakat mal ile mertebenin medhi hakkında vârid olan eserler azdır. Mal ile mertebenin kötülenmesi hakkında vârid olan eserler ise çoktur. Nerede riyakarlık kötülenmişse, bu aynı zamanda mertebenin kötülenmesidir; zira riyakârlıktan maksat, kalpleri celbetmektir. Mertebenin mânâsı ise, kalpleri mülk edinmektir. Mertebe ve malın kötülenmesinin çok, övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir. İnsanların çoğu mal yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirler. Mertebe denizine dalmayı bilmezler. Bu bakımdan onları sakındırmak farzdır. Çünkü onlar panzehirini elde etmeden önce malın zehiri ile helâk olurlar. Onlar mücevherleri ve incileri bulmadan önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlar. Eğer mal ile mertebe herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı düşünülemezdi. Oysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hz. Muhammed´e verilmiştir. Yine risalet mertebesine, Hz. Süleyman´a verildiği gibi servet inzimam edilmezdi. İnsanlar çocuk gibidirler. Mal ise yılanlar gibidir. Peygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardır. Bu bakımdan bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verir. Evet azimet sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve helâk olacağını bilir. Bu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi, çocuğu korumaya da ihtiyacı vardır. Öyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse, çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söyle-mesi ve hiçbir şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdır. Çünkü çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir. Dalgıçın durumu da böyledir. Çocuğunun gözü önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olur. Eğer çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdir. Ümmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi peygamberlerin himayesindedirler. Ben size karşı babanın evladına olduğu gibiyim.63 Siz çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersiniz. Ben ise kemerinizden sizi yakalarım.64 Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını (ümmetlerini) tehlikelerden korumaktır. Çünkü onlar bunun için gönderilmişlerdir. Onlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirler. Şüphe yoktur ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdir. Fazlasını istif etmeyerek infak etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdir. Eğer halk için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin zehirine meylederlerdi. İnfakın panzehirinden kaçarlardı. Bu nedenle mallar çirkin gösterildi. Bundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir... Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını hayırlara sarfetmeye gelince, bu kötü bir hareket değildir. Her misafirin ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardır. Bu da edindiği azığı sadece kendi nefsine sarfedeceği zaman böyledir. Nefsi azığını yedirmeye, arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte sakınca yoktur. Sizin herhangi birinizin dünyadan nasibi, yolcunun azığı gibi olsun! Bu hadîs-i şerifin mânâsı; sadece ´nefisleriniz için olduğu takdirde böyle olsun´ demektir. Aksi halde, bu hadîsi rivayet edip onunla amel edenlerin arasında, bir tek yerde yüzbin dirhem edinip aynı yerde o yüzbin dirhemi dağıtan ve onlardan bir habbeyi (para birimidir) dahi istif etmeyenler vardır. Hz. Peygamber, zenginlerin şiddet ve zahmetle cennete gireceklerini söylediği zaman, Abdurrahman b. Avf (r.a) Hz. Peygamber´den, bütün servetini ALLAH yolunda infak etmek hususunda izin istedi. Hz. Peygamber de bu hususta Abdurrahman´a izin verdi. Fakat derhal Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber´e gelip ´Abdurrahman´a emret! Fakire yedirsin. Çıplağa giydirsin. Misafiri ağırlasın!´ dedi. O halde, dünya nimetleri karışıktır. Onların hastalıkları şifalılarına, ümitlileri korkulularına, faydalıları zararlılarına karışmıştır. O halde kim basiretine ve marifetinin kemâline güveniyorsa, o dünyanın hastalığından korunarak, bu nimetlere yaklaşabilir. İlâçlarını çıkarıyorsa bunları kullanabilir. Basiretine ve mârifetinin kemâline güvenmeyen bir kimsenin ise durumu çok tehlikelidir. Onun için tehlike yerlerinden kaçması gerektir. Böyle kimseler için selâmete, hiçbir şey eşit olamaz. Bütün halk tabakası böyledir. Ancak ALLAH Teâlâ tarafından korunmuş ve yoluna hidayet olunmuş kimse bundan müstesnadır. Soru Hidayet, irşad, teyid ve doğrulamaya dönüşen tevfikî nimetlerin mânâsı nedir? Cevap: Tevfike herkes muhtaçtır. Tevfik, ALLAH´ın kaza ve kaderi ile kulun iradesinin arasını telif ve telfik etmekten ibarettir. Bu, hayır ve şerre, saadet ve şekavete şamildir. Fakat âdet, ALLAH Teâlâ´dan gelen tevfîki, kaza ve kaderinin saadete uygun olan kısmına tahsis etmek hususuna cari olmuştur. Nitekim ilhad, meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyleden bir kimseye tahsis edilmiştir.... İrtidad da böyledir. Tevfîke ihtiyacın olduğu gizli değildir ve bunun için şair şöyle demiştir: ´Kula ALLAH´tan yardım olmadığı zaman onun ALLAH´a karşı işlediği suçların çoğu ictihadının hatasındandır´. Hidayete gelince, hiç kimse hidayetsiz saadeti talep edemez. Çünkü insanın çağırıcısı, bazen ahiretinin salâhına elverişli olana meyleder. Fakat ahiretinin salâhının nerede olduğunu bilip fesadı salâh zannetmekten kurtulmadığı takdirde, sadece irade ona nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan irade, kudret ve sebeplerde, ancak hidayetten sonra fayda vardır. (Musa) ´RABBİMiz herşeye sûret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir!´ dedi. (Tâhâ/50) Eğer size ALLAH´ın fazlı ve rahmeti olmasaydı hiçbirinizi asla temizlemezdi. Fakat ALLAH dilediğini temizler. ALLAH işitendir, bilendir.(Nûr/21) ALLAH´ın rahmeti olmadan hiç kimse cennete giremez. ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sen de mi bu hükme dahilsin?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: ´Ben de ancak ALLAH´ın .rahmetiyle girebilirim´. Hidayetin üç mertebesi vardır: Birincisi ´Bir de ona iki yol gösterdik!´ (Beled/10) ayetiyle işaret edilen hayır ve şerrin yolunu bilmektir. ALLAH Teâlâ hidayeti bütün kullarına nimet olarak vermiştir. Bazısına akıllar vermiş, bazısına da peygamberlerin diliyle şöyle buyurmuştur: Semûd, kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.(Fussilet/17) Bu bakımdan hidayetin sebepleri, sadece semavî kitablar, peygamberler ve akılların basiretleridir. Bunlar da insanlara verilmiştir. Bunlardan ancak hased, kibir, dünya sevgisi, kalpleri körelten fakat gözleri köreltmeyen sebepler insanı menederler. Bu sebeplerin zâhirî gözleri değil de sadece kalp gözlerini kör ettiğini bildirmek için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Zira gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46) Ülfiyet, âdet ve onları taşımanın sevgisi, kalp gözlerini kör eden sebeplerdendir. Şu ayet ile buna işaret edilmiştir: Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gidiyoruz(Zuhruf/22) Kabir ve hasede de şu ayet ile işaret etmiştir: ´Bu Kur´an iki kentten bir büyük adama indirilmeli değil miydi?´ dediler,(Zuhruf/31) Şöyle dediler: İçimizden bir insana mı tâbi olacağız?´(Kamer/24) İşte bu kör eden sebeplerdir ki insanı hidayete gelmekten ve hidayetten alıkoyarlar. İkincisi umumî hidayetin ötesinde bir mertebedir. O mertebe, ALLAH Teâlâ´nın zaman zaman, kuluna ihsan ettiği hallerdir. Bu haller mücahedenin meyvesidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bize itaat uğrunda mücahede edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz.(Ankebût/69) Hidayet bulanlara gelince, ALLAH onların hidayetlerini artırmış ve kendilerine takvâlarını vermiştir.(Muhammed/17) Üçüncü hidayet, ikinci hidayetin ötesindedir. O da mücahedenin kemâlinden sonra velîlik ve peygamberlik âleminde doğan nûrdur. Kişi o hidayetten öyle bir şeye hidayet olunur ki teklifin medarı olan ve ilim öğrenmenin imkânını sağlayan akılla ona ulaşılmaz. O mutlak hidayettir. Onun dışında kalanlar, onun mukaddimeleridir. Bu üçüncü kısım hidayeti, ALLAH Teâlâ kendi nefsine izafe ve tahsis etmek sûretiyle şereflendirmiştir. Her ne kadar hidayetin tümü ALLAH tarafından geliyorsa da... Onlara de ki: ´Asıl doğru yol, ALLAH´ın yoludur´. (Bakara/120) Hayat diye adlandırılan hidayet, şu ayette bildirilen hidayettir: Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? (En´âm/122) ALLAH´ın göğsünü İslâm´a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi?(Zümer/22) Doğru yolu bulma yeteneğine gelince, biz bununla insanoğlunun hedeflerine yöneldiği anda imdadına yetişen, kendisine faydalı olan şeylere yönelten, kendisine elverişli olmayan şeylerden uzaklaştıran ilâhî inayeti kastediyoruz. Bu da bâtından olur. Andolsun biz daha önceden İbrahim´e de doğru yolu bulma yeteneği vermiştik ve biz onun (olgun bir insan) olduğunu biliyorduk.(Enbiyâ/51) Bu bakımdan rüşd, insanı saadete teşvik eden ve harekete geçiren bir hidayetten ibarettir. Öyle ise, bir çocuk malın korunmasını, ticaretin ve artırmanın yollarını bildiği halde bülûğa ererse, buna rağmen malının çoğalmasını istemezse ona reşid denilmez. Fakat reşid denilmemesi, hidayetin yokluğundan değil, hidayetinin çağırıcı özelliğini harekete geçirmekte kusurlu olduğundan dolayıdır. Nice şahıs vardır ki kendisine zararlı olan şeyi yapar. Bu şahsa hidayet verilmiş ve bu şahıs kendisine verilen hidayet sayesinde o fiilin zararlı olduğunu bilmeyen cahilden temayüz etmiştir. Ancak bu şahsa rüşd verilmemiştir. Bu bakımdan bu rüşd, ameller açısından mücerred hidayetten daha kâmildir. O büyük bir nimettir. Tasdik´e (doğrulamaya) gelince, o kişinin hareketlerini matlûbun tarafına yöneltmek ve en kısa zamanda doğru tarafa gitmesi artsın diye o hareketleri ona kolaylaştırmaktır. Çünkü sadece hidayet kâfi değildir. Ayrıca çağırıcı kuvveti harekete geçiren hidayet de lâzımdır. O da rüşddür. Rüşd de kâfi değildir, azalar ve aletler yardımıyla hareketlerin kolaylaşması lâzımdır ki teşvik edicinin insanı itelediği maksat tamamlansın. Bu bakımdan hidayet katıksız tariftir. Rüşd ise uyansın ve harekete geçsin diye iteleyici kuvveti uyandırmaktır. Tasdik ise, doğruluk tarafına, azaları harekete geçirmek vasıtasıyla yardım etmektir. Te´yid´e gelince sanki o, bütün bunları derleyicidir. O, dahilde işin basiretle takviyesinden, hariçte de sebeplerin yardımı ve hareketin takviyesinden ibarettir. Hani seni Rûh´ul-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim... (Mâide/110) İsmet de te´yide yaklaşır. İsmet, iç âlemde beliren, insanı hayra teşvik edip şerden sakındıran ilâhî bir yardımdır. Bu ilâhî yardım, insanı şerden sakındıran görünmez bir engel olur. Şu ayeti celîle ile bu ilâhî yardım kastedilmiştir: Andolsun kadın onu arzu etmişti, eğer rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti.(Yusuf/24) İşte bu zikredilenler, nimetlerin ana kısımlarıdır. Bunlar, an-cak ALLAH´ın verdiği saf ve delici zeka, dinleyici kulak, basiretli gözetici, mütevazi ve gören kalp, nasihatçi muallim, azlığından dolayı mühim yerlere sarfetmeye bile yetmeyen miktardan fazla, fakat çok olduğundan ötürü dinî vazifelerden insanı meşgul eden servetten de az olan mal ve insanı ahmakların saldırısından ve düşmanların zulmünden koruyan izzetten ibaret olan ilâhî nimetleri elde ettirirler! Bu onaltı sebebin her biri de birçok sebepler ister. O sebepler de başka sebepler ister sonunda şaşkınların diline ve mecbur kalan-ların sığınağına varıncaya kadar devam eder. O, rablerin rabbi ve sebeplerin müsebbibidir. Madem o sebepler uzun ve böyle bir kitab onların tafsilatını anlatmaya yetmez. Bu bakımdan biz onlardan şu ayetin mânâsını bilmeye vesile olan bir nümûne zikredelim: Eğer ALLAH´ın nimetini saymaya kalkışsanız, sayamazsınız. (İbrahim/34) Tevfîk ALLAH´tandır! 57) İmam Ahmed, Ebu Yâ´lâ, Taberânî 58) Deylemî 59) Nesâî, Hâkim, (Enes´ten sahih bir senedle) 60) Müslim aynı mânâyı ifade eden başka bir hadîs nakletmiştir. 61) İbn Mâce 62) Dârekutnî, İfrâd; Ramahürmüzî; Ebu Hilal el-Askerî, Emsal; İbn Adîy;Kuddâî ve Kâtib 63) Müslim, (Ebu Hüreyre´den) 64) Müslim ve Buhârî, (Ebu Hüreyre´den) |
|
![]() |
#178 |
![]() Ashabın, Tabiinin ve Ümmetin Selef-i Sulehası´nın Korku ile İlgili Halleri
Biz nimetleri onaltı çeşitte topladık. Beden sıhhatini son mertebeye ait bir nimet saydık. Bu biricik nimetin tamamlanmasında rol oynayan sebepleri saymaya kalkışsak bunu saymaya bile gücümüz yetmez. Fakat yemek sıhhatin sebeplerinden biridir. Bu bakımdan biz yemek nimetinin tamamlanmasında rol oynayan sebeplerden biraz bahsedelim. Yemeğin fiil olduğu açıktır. Bu çeşitten olan her fiil harekettir. Her hareket için, hareketin aleti olan bir hareket ettirici cisim lâzımdır. O aletin de hareket etmesi için kudret lâzımdır. Kastolunanın bilinmesi ve idrâk olunması lâzımdır. Yemek için yiyecek olması lâzımdır. Yenilen yiyecek için bir asıl lâzımdır. O asıl için onu ıslah edici bir sanatkâr lâzımdır. Bu bakımdan biz önce idrâkin sebeplerini, sonra iradelerin sebeplerini, sonra kudretin sebeplerini, daha sonra yenilen yiyeceğin sebeplerini kısaca zikredelim: |
|
![]() |
#179 |
![]() Fakr ve Zühd
Biz burada nimetin hakikatini kısımlarını, derece ve sınıflarını, hususî ve umumî olan derleyici yerlerini zikredeceğiz. Çünkü ALLAH Teâlâ kullarına olan nimetlerinin hepsini saymak, beşerin gücü dahilinde değildir. Eğer ALLAH´ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız,(Nahl/18) Bu bakımdan biz, nimetlerin marifetinde kanunların yerine geçen küllî emirleri zikredip sonra fer´î hususların zikriyle meşgul olalım. Doğruya muvaffak kılan ALLAH´tır. |
|
![]() |
#180 |
![]() Nimet´in Hakikati ve Kısımları
Lütfu ve sevabı umulan, mekrinden ve azabından korkulan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki dostlarının kalbini ümit korkusuyla tamir etmiştir. Öyle ki nimetlerinin lâtifeleriyle o dostlarını huzurunun sahasına indirmeye sevketmiştir. Düşmanlarının istikrar yeri bulunan bela (imtihan) evinden onları uzaklaştırmıştır. Korkutma ve şiddetli ihtarının kamçısıyla huzurundan yüz çevirenlerin yüzlerini, sevap kerametinin evine çevirmiştir. Bunları, kınanmaya mâruz kalmamaları için bazen kahr ve şiddet zincirleriyle, bazen de şefkat ve lütfun gemiyle cennetine çekmek için yapmıştır. Salât ve selâm, peygamberlerin efendisi, halkının en hayırlısı Hz. Peygamber´in (ve diğer peygamberlerin), âlinin, ashabının ve zürriyetinin üzerine olsun! Muhakkak recâ ve havf iki kanattırlar; ALLAH´ın dergâhına yakın olanlar, onlarla her güzel makama uçarlar. İki binektirler; ahiret yollarından geçilmesi zor olan yollar onlarla geçilir. Rahman´ın yakınlığına ve cennetin genişliğine, yollarının uzaklığı, yüklerinin ağırlığı, kalplerinin hoşa gitmeyen şeylerle, azalarının meşakkatlerle sarılı olması sebebiyle ancak recâ (ümit) gemisi (insanoğlunu) yaklaştırabilir. Cehennem ateşinden, elemli azaptan, şehvetlerin lâtifeleriyle ve lezzetlerin acaiplikleriyle sarılı olduğu için ancak korkunun kamçıları ve şiddetin sadmeleri uzaklaştırır. Durum bu iken, ümit ile korkunun hakikatlerini, faziletlerini, zıt olmalarına rağmen onları bir araya getirmenin yolunu belirtmek gerekir. İşte biz onların zikrim iki şıktan meydana gelen bir kitapta topluyoruz. Birinci şık recâ (ümit), ikinci şık da havf (korku) hakkındadır. Birinci şık, ümidin hakikatini, faziletini, devamını ve celbedilmesinde kullanılan yolun beyanını kapsar. |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|