AK Gençliğin Buluşma Noktası


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-24-2009, 01:18   #141
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
3-Mutasavvıflar
Üçüncü sınıf, mutasavvıflardır. Mutasavvıfların gururu ne kadar da çoktur! Onlardan mağrur olan birçok gruplar vardır. Zamanımızın mutasavvıfları onlardan bir gruptur. Ancak ALLAH´ın koruduğu bir kimse bundan hariçtir. Onlar elbise, görüntü ve konuşmakla mağrur olmuşlardır. Doğru sûfîler, elbise, görüntü, lâfız, edep, merasim ve ıstılahlarında, sima, raks, taharet, namaz, başeğerek seccadeler üzerinde oturmak, düşünen bir kimse gibi başını koltuğuna almak, derinden nefes almak, konuşmakta sesini alçaltmak ve daha nice şemail ve heyetlerde onlara uymaktadırlar. Fakat bu şeyleri zoraki bir şekilde nefislerine tatbik edip doğru süfîlere kendilerini benzettikleri zaman, kendilerinin de o sûfîlerden olduklarını zannederler. Hiçbir zaman nefislerini mücâhede, riyazet, kalbin murakabesi, bâtın ve zahiri gizli ve açık günahlardan temizlemek hususunda yormazlar. Oysa bütün bunlar tasavvuf konaklarının başlangıcıdır. Eğer bütün bu konakları geçmiş olsaydılar, yine de nefislerim o sadık sûfîler arasında saymaları caiz olmazdı. Nasıl nefislerini sûfilerden sayacaklar? Oysa tasavvufun kenarında bile gezmemişlerdir. Sûfîliğin hiçbir şeyini nefislerine tattırmamışlardır. Aksine harama, şüphelilere ve sultanların mallarına üşüşmektedirler! Bir ekmeğe, bir taneye bile imrenmektedirler. Az bir menfaat için bile birbirlerini kıskanırlar. Bazısı diğerinin namusunu herhangi bir hedefinde kendisine muhalefet ettiği takdirde, yırtıp pay u mal etmektedir. Bunların gururu zahirdir.

Misalleri, ihtiyar bir kadının misâline benzer. Bu ihtiyar kadıncağız, kahramanların ve yürekli muhariblerin isimlerinin padişahlık defterine yazıldığını ve onların her birine memleketin bir parçasının idaresinin verildiğini işitmiş, bu kocakarının nefsi de kendisine memleketin bir köşesinin verilmesine müştak olmuş, o da bir savaş elbisesi giymiş, başına bir miğfer koymuş, kahramanların nağmelerinden birkaç beyit öğrenmiş, o beyitleri onların şivesiyle söylemeye -nefsini zorlaya zorlaya- alışmış, o kahramanların savaş meydanında nasıl böbürlenerek gezdiklerini öğrenmiş, ellerini nasıl salladıklarını öğrenmiş, elbisede, konuşmada, hareket ve hareketsizlikte onların bütün hallerini- öğrenmiş, sonra ismini kahramanlar defterine geçirtmek için ordugâha yönelmiştir. Ordugâha vardığı zaman, arz dîvanına (teftiş heyetine) gönderilmiş, başındaki miğferin, sırtındaki zırhın soyulması ve altına bakılması, bazı kahramanlarla mübareze etmek suretiyle imtihan edilmesi emredilmiştir ki böylece kahramanlıktaki derecesi ölçülmüş olsun. Miğfer ve zırhtan soyunduğu zaman bir de ne görülsün? Zayıf ve ihtiyar bir kadın... Ne zırhı kaldırabilir, ne miğferi... Bu bakımdan o kadına denilmiş ki: ´Sen sultan ile istihza etmek, onun huzurundakileri hafife almak ve onlarla dalga geçmek için mi geldin! Bu acûzeyi tutun, filin önüne atın. Akılsızlığından dolayı bu cezayı ona tatbik edin!´ Zavallı kadında filin önüne atılır.

İşte yapmacık olarak sûfilik iddia edenlerin hâli de kıyamette böyle olacaktır. Onların maskeleri kaldırıldığında, yamalı elbiselere ve kisveye bakmayan, aksine sadece kalbin sırrına bakan en yüce hâkimin (ALLAH´ın) divanına arzolundukların da perişan olacaklardır!
Başka bir grup vardır ki bu gruptan daha fazla gurura kapıldılar; zira elbise ve kıt maişet hususunda ehl-i tasavvuf´a uymak bu gruba pek zor geldi. Oysa bunlar, sufi görünmek istediler. Tasavvuf ehlinin kisvesiyle kisvelenmenin zorunlu olduğunu hissettiler.

Dolayısıyla, ipekliyi, ibrişimi terkettiler. Fakat güzel olan yamalı elbiseler, kıymetli fotalar, boyalı seccadeler edindiler. Kıymetçe ipekli ve ibrişimden daha üstün olan elbiseler giydiler. Onlar sadece elbisenin yamalı olmasıyla, boyasıyla sûfi olacaklarını zannettiler. Gerçek mutasavvıfların devamlı elbiselerini yıkamakla uğraşmamak, kalp murakabesini tam yapmak için elbiselerini boyadıklarını zannettiler. Oysa sûfîlerin yamalı elbiseyi giymelerinin hikmeti; onların elbiselerinin fazla kullanılmaktan yırtılmış olmasıydı. Mecburen yamalı giyerler. Böylece yeni elbise giymeye ihtiyaç vâki olmazdı.
Kıymetli fotayı parça parça yapıp parçalarını (renkli iplikle) dikmeye gelince, bu onların âdetine nereden benziyor? Bu grubun ahmaklığı, ahmaklıkta bütün mağrurların ahmaklığından daha açıktır; zira bu mağrurlar, nefis ve kıymetli elbiseler giyer, lezzetli yemekler yer, en iyi şekilde yaşarlar. Sultanların mallarını yerler. Zâhirde bile günahlardan sakınmazlar. Bâtında ise, hiç sakınmazlar. Bütün bunlara rağmen nefisleri için hayır umarlar. Bunların şerri halk tabakasına sirayet eden şerlerdendir; zira bunlara uyan helâk olur. Bunlara uymayanların ise, tasavvuf ehlinin tümü hakkında akideleri bozulur ve bütün tasavvuf ehlinin böyle olduğunu zannederler. Dolayısıyla doğru olan mutasavvıflar hakkında da kötü dil kullanırlar. Bütün bunlar hakikî mutasavvıflardan olmayıp zâhirde kendini onlara benzetenlerin uğursuzluğundan ve şerrinden ileri gelir!

Başka bir grup da marifet ilmine, hakkın müşahedesine, makam ve hallerden geçtiğini, ayn-ı şuhud´da daim bir şekilde bulunduğunu, kurbete (yakınlığa) vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bunları ancak lâfızlarla ve isimlerle tanırlar. Çünkü birkaç kelimeyi ezberlemiş, durmadan onları tekrar ederler. Zannederler ki bu kelimeleri bilmek, başlangıcın ve sonun ilminden daha yücedir. Bu kimse, fakihlere, tefsir âlimlerine, muhaddislerin ve ulemanın diğer sınıflarına bile hakaret gözüyle bakar. Halk tabakası nerede kaldı?! Hatta çiftçi çiftini, örücü örgü sanatını bırakır, belirli günlerde bu lafazanların arkasına takılır. Onlardan o müzeyyef kelimeleri öğrenir. Sanki vahiyden konuşuyormuş gibi o kelimeleri tekrar edip durur. Sanki sırların sırrından haber veriyormuş gibi bir poza bürünür. Bununla bütün âbid ve âlimleri hakir görmeye başlar. Bu bakımdan âbidler hakkında ´Onlar, nefsini yoran işçilerdir´. Alimler hakkında da ´Onlar ALLAH´tan haber vermekle hakikatten perdelenmişlerdir´ der. Nefsi için de ´hakka vasıl olduğunu´ iddia eder. ALLAH´ın dergâhına yakın olanlardan bulunduğunu söyler. Oysa ALLAH katında münafık ve facirlerden, basiret sahiplerinin katında da ahmak ve cahillerdendirler. Hiçbir ilme hakkıyla vakıf olmamış, hiçbir kötü huyunu temizlememiş, hiçbir amelini murakabe etmemiş, hevâ-i nefsine tâbi olmaktan, hezeyanları öğrenmekten başka hiçbir kalbî murakabede bulunmamıştır.
Başka bir grup ibâhîliğe (herşeyi helâl görmeye) düşmüş, şeriatın sergisini katlayıp toparlamış, ahkâmı tamamen bir kenara itmiş, helâl ve haramı aynı seviyede görmüşlerdir. Bunlardan bazısı ´ALLAH benim amelime muhtaç değildir. O halde ben nefsimi neden yorayım´ demektedir.

Bazısı da ´İnsanlar kalplerini şehvetlerden ve dünya sevgisinden temizlemekle mükellef kılınmışlardır. Oysa böyle yapmak muhaldir. Bu bakımdan insanlar (ALLAH tarafından) mümkün olmayan bir şeyle mükellef kılınmışlardır. Bu teklif ile ancak tecrübe sahibi olmayan bir kimse aldanabilir. Biz ise denedik ve bunu yapmanın muhal olduğunu idrâk ettik!´ der. Oysa bu ahmak bilmez ki insanlar, şehvet ve öfkeyi temelinden kalbinden söküp atmakla değil, ancak şehvet ve öfkenin maddesini sökmekle mükellef kılınmışlardır. Öyle ki şehvet ve öfke, akıl ve şeriatın hükmüne râm olacak dereceye gelmelidir.

Bu ahmaklardan bazıları da şöyle der: ´Azalarla yapılan amellerin bir kıymeti yoktur! Önemli olan kalptir. Bizim kalplerimiz ALLAH sevgisiyle mest olmuştur. ALLAH´ın marifetine varmıştır. Biz dünyaya ancak bedenlerimizle dalıyoruz. Kalplerimiz ise rububiyet huzurunda durmakta... Bu bakımdan biz kalplerimizle değil, zâhirlerimizle şehvetlerimizle beraberiz´.
Bu zavallılar, halk derecesinden yükseldiklerini, nefsi, bedenî amellerle temizlemekten müstağni olduklarını, şehvetlerin kendilerini ALLAH´ın yolundan, kuvvetlerinden ötürü alıkoymadığını iddia ederler. Dolayısıyla nafilelerinin derecesini, peygamberlerin derecesinden daha üstün görürler; zira peygamberleri (a.s) bir tek hata bile ALLAH´ın yolundan geciktirir. Hatta onlar o hata için ağlar ve arka arkaya birkaç sene matem tutarlar.

Kendisini sûfîlere benzeten ibahiyeci (herşeyi helâl gören)lerin gurur sınıfları sayılamayacak kadar çoktur. O yanlışlık ve vesveselerle şeytan onları aldatır. Çünkü onlar ilmi güzelce elde etmeden önce mücahedeye başlamışlardır. Çünkü onlar dinde ve ilimde gelişmiş, önder olmaya elverişli olan bir mürşide uymamak-tadırlar. Bunların sınıflarını saymak oldukça uzar.

Başka bir grup, bunların hududunu da aşmıştır. Amellerden sakınmış, helâli aramış, kalbin teftişiyle meşgul olmuştur. Hatta bu gruptan biri zühd, tevekkül, rıza ve sevgi´den birçok makamlara vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bu makamların hakikatine, şartlarına, alâmetlerine ve âfetlerine vâkıf değildir. Bunlardan bazıları da ALLAH için vecde kapıldığını ve muhabbet sıfatına sahip olduğunu iddia eder. İddia eder ki ALLAH ile mestolmuştur. Halbuki ALLAH hususunda bid´at ve küfür olan bazı karartılar ve hayalleri tahayyül etmiştir. Dolayısıyla ALLAH´ı tanımadan önce ALLAH´ın muhabbetini iddia etmiştir. Sonra bu kimse ALLAH´ın hoşuna gitmeyen şeyleri yapmaktan, nefsinin hevasını ALLAH´ın emrine tercih etmekten, halktan utanarak bazı emirleri terketmekten vazgeçmez. Eğer tek başına bulunsaydı, ALLAH´tan utanarak o emirleri terketmezdi. Bütün bu yaptıklarının ALLAH sevgisine zıd düştüğünü bilmezdi. Bazıları da kanaat ve tevekküle, arada sırada meyleder, azıksızca çöllere dalar ki tevekkül davasını tasfiye etsin! Böyle yapmanın seleften ve sahabeden nakledilmemiş bir bid´at olduğunu bilmez. Oysa selef tevekkülü kendisinden daha iyi biliyordu. Oysa onlar tevekkülün ruhunu tehlikeye atmanın, azığı terketmek mânâsına geldiğini düşünmemişlerdir ve tevekkül kelimesinden bu mânâyı çıkarmamışlardır. Aksine onlar azığa değil, ALLAH´a tevekkül ettikleri halde azıklanırlardı. Bu zavallı ise, sebeplerden herhangi birine tevekkül ettiği ve güvendiği halde azığı çoğu zaman terkeder. Kurtarıcı makamlarda gurur bulunmayan ve o gururla mağrur olmayan bir kavim yoktur. Biz âfetlerin giriş noktalarını kitabın Münciyat (Kurtarıcılar) bölümünde zikretmiştik. Burada anlatılmasına gerek yoktur.

Diğer bir grup da gıda hususunda nefsini oldukça dara sokmuştur. Hatta gıdadan katıksız helâli talep etmiş, fakat kalbin bu tek hasletinin dışında azaların kontrolünü ihmal etmişlerdir!

Bunlardan bazıları vardır ki, yemeğinde, elbisesinde, meskeninde helâli ihmal etmiştir. Bunun dışındaki şeylere, derinliğine dalmaya başlamıştır. Miskin bilmez ki sadece helâli talep etmekten ötürü, kul ALLAH´ın rızasına vasıl olamaz ve yine helâli talep etmeksizin diğer amellerden de ALLAH razı olmaz. Aksine ALLAH Teâlâ ondan ancak bütün ibâdet ve günahları kontrol ettiği takdirde razı olur. Bu bakımdan bu işlerin bazısının kendisine kâfi geldiğini ve kendisini kurtardığını zanneden kimse aldanmıştır.

Diğer bir grup da güzel ahlâk, tevazu, müsamahakârlık iddia eder! Dolayısıyla sûfîlere hizmet etmeye koyulmuşlar, bir kavmi bir araya getirmiş ve onların hizmetiyle kendilerini mükellef kılmışlar, bunu da riyasetin ve mal toplamanın tuzağı yapmışlardır. Bu grubun gayesi tekebbürdür. Oysa gayelerinin şefkat etmek olduğunu söylerler. Esas gayeleri kendilerine tâbi olacak insanları toplamaktır. Oysa hedeflerinin hizmet ve başkalarına tâbi olmak olduğunu söylemektedirler. Sonra onlar haramdan ve şüphelilerden topluyorlar ve toplamış olduklarını halka yediriyorlar ki etbaları çoğalsın, hizmet ediyorlar ki isimleri yayılsın.

Bazıları da sultanların mallarını alır, sûfîlere infak eder. Bazıları bu malları hac yolunda sûfîlere infak etmek için alır ve gayesinin sevap veya infak olduğunu iddia eder. Bütün bu sınıfları bu yanlışlara sürükleyen sebep riyakârlık ve şöhrettir. Bunun böyle olduğunun alâmeti, zâhirde ve bâtında ALLAH´ın kendilerine emrettiği şeyleri ihmal etmeleri, haramı alıp infak etmeye rıza göstermeleridir. Hac yolunda hayır için haram yediren bir kimsenin misâli, ALLAH´ın mescidlerini tâmir edip insan pisliğiyle sıvayan bir kimseye benzer. Bu kimse de böyle yapmaktan gayesinin mescidleri tamir etmek olduğu iddia eder.

Başka bir grup da mücâhede, ahlâkları temizleme, nefsi ayıplarından arındırma ile meşgul olmuşlar ve bu hususlarda oldukça derine inmişlerdir, Bu bakımdan nefsin ayıplarını araştırmayı, hilelerini bilmeyi kendilerine ilim ve sanat edinmişlerdir. Bunlar, hallerinde nefsin ayıplarını araştırmakla meşguldürler. Bu bakımdan derler ki ´Şu, nefis hakkında ayıptır. Bunun ayıp olduğunu bilmemek de ayıptır. Ayıp oluşuna iltifat etmek de ayıptır´ ve böylece bu hususta, öğrenilmesinde vakitlerin zayi olması sözkonusu olan zincirleme kelimelerle âdeta sarhoş olmaktadırlar. Oysa hayatı boyunca ayıpları tedkik ve ilaçlarının ilmini yazmakla meşgul olan bir kimse, tıpkı haccın engellerini ve âfetlerini tedkik etmekle meşgul olan, haccm yoluna gitmeyen bir kimse gibidir. Bu kimsenin sadece tedkiki kendisine bir fayda sağlamaz.

Başka bir grup da bu mertebeyi geçmiş, yolun sulûküne başlamış, kendilerine mârifet kapıları açılmıştır. Onlar mârifetin başlangıçlarından herhangi bir kokuyu kokladıkları zaman hayrete kapılıp bununla sevinirler. Bu kokunun garabeti kendilerini şaşkınlığa sevkeder. Kalplerini buna iltifat etmeye bağlarlar. Bu hususta düşünmek, bunun kapısının kendilerine nasıl açıldığını ve başkasına nasıl kapandığını araştırmakla uğraşırlar. Bütün bunlar gururdur; zira ALLAH Teâlâ´nın yolunun acaiplikleri sonsuzdur. Eğer her acaiplikle beraber durup onunla uğraşırsa adımları kısalır, maksada varmaktan mahrum olur. Bunun misâli, bir sultanı görmek isteyen, sultanın bahçesinin kapısında durup içinde rengarenk çiçekler bulunan bir bahçe gören ve bundan önce bu bahçenin benzerini görmeyen, dolayısıyla durup o bahçeyi hayran hayran seyreden, sultan ile görüşme vakti geçip gidinceye kadar sarhoş bir şekilde bahçeye bakan bir kimsenin misâli gibidir.

Başka bir grup da bunları dahi aşmışlardır. ALLAH yolunda üzerlerine akan nûrlara ve kendileri için müyesser olan ilâhî atiyyelere iltifat etmemişler, bunlara sevinmenin hududuna bile yaklaşmamışlar, iltifat etmedikleri gibi, durmadan seyrine devam etmişler, sonunda bârigâh-ı izzete yaklaşmışlardır. Dolayısıyla ALLAH Teâlâ´nın yakınlığının hududuna varmışlardır. Burada ALLAH´a vasıl olduklarını sanarak durmuşlar ve yanılmışlardır; zira ALLAH Teâlâ´nın nûrdan yapılmış yetmiş perdesi vardır. Sâlik yolda bulunan bu perdelerin birisine vardığı zaman ALLAH´a vardığını sanar. Hz. İbrahim´in sözünde buna işaret vardır; zira ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´den haber vererek şöyle buyuruyor:

Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü. ´Bu muymuş benim RABBİM?´ dedi.(En´âm/76)

Buradaki yıldızdan parlayan cisim kastedilmiyor; zira Hz. İbrahim (a.s) yıldızların bir tane değil, çok olduğunu biliyordu. Cahiller bile yıldızların ilâh olmadığını bilmektedirler. Bu bakımdan cahil köylüyü bile kandırmayan yıldız Hz. İbrahim´i nasıl kandırabilir? Yıldızdan murad, ALLAH´ın perdelerinden olan nurlardan bir nûrdur. Bu nûr, sâliklerin yolu üzerinde bulunur. ALLAH´a varmak, bu perdelere varmakla ancak tasavvur edilebilir. Bu perdeler nûrdandır. Bazıları diğerinden daha büyüktür. Nûr vericilerin en küçüğü kevkeb denilen yıldızdır. Bu bakımdan nûr için kevkeb kelimesi kullanılmıştır. Nûrların en büyüğü güneştir. Aralarında ay mertebesi vardır. Bu bakımdan İbrahim (a.s) göklerin melekûtunu (âlemini) basiretiyle gördüğü zaman ALLAH Teâlâ´nın buyurduğu şekilde oldu:

Böylece biz İbrahim´e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki yakîn sahibi olsun!
(En´âm/75)

Hz. İbrahim, bir nûrdan diğer bir nûra varıyor. Vardığı nûrun öncesinde ALLAH´a vardığını tahayyül ediyor. Sonra kendisine bunun ötesinde bir emir olduğu keşfolunuyor. Bu bakımdan o emre yükselince ´ben vardım´ diyordu. Kendisine onun ötesindeki keşfolunuyor. Böylece ondan sonra ancak ALLAH´a vusul olan en yakın perdeye vâsıl oldu ve dedi ki: ´Bu en büyüğüdür´ Vakta ki kendisine bunun büyüklüğüne rağmen noksanlıktan hali olmadığı, kemal zirvesinden düşeceği anlaşılınca dedi ki: ´Ben batanları sevmem! Şüphesiz ben hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan ALLAH´a çevirdim ve ben ona ortak koşanlardan değilim´.

Bu yolun yolcusu bazen, bu perdelerin bazısının üzerinde durduğu zaman aldanır. Bazen birinci perde ile aldanır. ALLAH ile kul arasındaki ilk perde, kulun nefsidir; zira nefis de rabbânî bir emirdir. O da ALLAH´ın nûrlarından bir nûrdur. Nefisten maksadım, kalbin sırrıdır. Öyle sır ki hakkın bütün hakîkati orada tecelli eder. Hatta o sır bütün âlemi kaplamaya ve bütün âlemin sureti orada tecelli etmeye yeterlidir. Bu anda nûru büyük bir şekilde parlar. Zira onda, bütün varlık olduğu gibi belirir. O emrin başlangıcında bir pencere ile mahduddur ki o pencere onun için bir perde gibidir. Ne zaman ki onun nûru tecelli edip, ALLAH´ın nûru onun üzerine doğar, kalbin güzelliği keşfolunursa o zaman kalp sahibi kalbe iltifat eder. Onun üstün cemalinden, aklını başından alacak bir miktarını görür. Bazen de bu dehşet içerisinde dili sebkat ederek ´Ben Hakk´ım der.

Eğer bunun ötesi ona görünmezse, onunla aldanır. Onun üzerinde durur ve helâk olur. Birçok kişi, ilâhî huzurun nûrlarından küçücük bir kevkeb (yıldız) ile aldanır. Oysa daha güneşe değil de aya bile varmamıştır. Bu bakımdan bu kişi aklanmıştır. Bu makam, şaşırma ve karıştırma yeridir; zirâ bu makamda tecelli eden, kendisinde tecelli vâki olan yer ile karıştırılır! Nitekim aynada görülenin renginin, ayna ile karıştırıldığı gibi... Zannediliyor ki bu renk aynanın rengidir ve nitekim kadehte olanın, kadeh ile karıştırıldığı gibi... Bu hususta şöyle denilmiştir:

Kadeh inceldi! Şarab inceldi. Birbirlerine benzediler; (ayırd etmek zorlaştı).
Sanki şarab var! Kadeh yok! (veya sanki kadeh var, şarab yok!)

Hristiyanlar Hz. İsa´ya bu gözle baktılar. ALLAH´ın nûrunun onda parladığını gördüler. Dolayısıyla o hususta yanıldılar. Tıpkı bir yıldızı aynada veya suda görüp o yıldızın aynada veya suda olduğunu zanneden kimse gibi... Bu kimse yıldızı tutmak için elini yıldıza uzatır. Oysa aldanmıştır.

ALLAH´a giden yolun sulûkünde gururun çeşitleri ciltler dolusu ve sayılmayacak kadar çoktur. Ancak mükâşefe ilimlerinin hepsini şerhettikten sonra sayılabilir. Bu ise söylenmesinde ruhsat olmayan kısımlardandır. Bizim zikrettiğimiz miktarı da terketmek, zikretmekten daha evlâdır; zira bu yolun yolcusu onu başkasından dinlemeye muhtaç değildir. Bu yola gitmeyene ise, dinlemek fayda vermez. Aksine çoğu zaman dinlemekle zarar görür; zira dinlemek, anlamadığı birşeyi dinlediği için onu dehşete sürükler. Fakat onda bir fayda vardır. O da kişinin içinde bulunduğu gururdan kişiyi kurtarmaktır. Hatta bazen, işin zan ve hayal ettiğinden daha büyük olduğunu kısa zihni, sınırlı hayali ve süslü cedeliyle tasdik eder. Yine ALLAH´ın velîleri tarafından haber verilen ve kendisinden hikâye edilen mükâşefelerle de tasdik edilir. Gururu büyüyen bir kimse, çoğu zaman şu anda dinlediğini yalanlamakta ısrar eder durur. Nitekim daha önce dinlediğini de yalanladığı gibi...
 
Alt 03-04-2009, 21:20   #142
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
4-Servet sahipleri

Dördüncü sınıf servet sahipleridir. Bunlardan mağrur olanlar pek çoktur. O gruplardan biri, cami, medrese, tekke ve köprülerin inşasına teşvik etmektedirler. Kısacası insanların gözüne çarpan şeyler yaparlar. Daima anılsınlar ve ölümden sonra eserleri kalsın diye kireçlerle isimlerini bu mâbedlerin kapılarına yazarlar. Onlar, böyle yapmakla mağfirete müstehak olacaklarını zannederler. Oysa burada iki yönden mağrur olmuşlardır:

Birinci Yön

Onlar bu mâbedleri zulümden, talandan, rüşvetten ve mahzurlu cihetlerden edinmiş oldukları mallardan bina etmektedirler. Bu bakımdan onlar ilk başta bu malın kazancında ALLAH´ın gazabına maruz kalmışlardır. Onun infak edilmesinde de ALLAH´ın kızgınlığına maruz kalırlar. Onlar için gereken, bu malı haramdan kazanmamak idi. Bu bakımdan onlar malın bu şekilde kazanılmasından dolayı ALLAH´a isyan etmişlerdir! Farz olan, onlar için tevbe edip ALLAH´a dönüş yapmaktır. Haramdan edindikleri malın bizzat kendisini vermekten âciz oldukları zaman bedelini esas sahiplerine geri vermek zorundadırlar. Eğer sahiplerini bulmaktan âciz iseler, varislerine vermek gerekir. Eğer varisi kalmamış ise, bu takdirde farz olan, o malı halkın maslahatlarının en önemlisine sarfetmektir. Bazen en mühimi, o malı (mâbedlere değil) memleketinin fakirlerine taksim etmek olduğu halde, halk bu hallerinden haberdar olmaz korkusuyla onu yapmamaktadırlar. Bu bakımdan kireç (ve taş)larla binaları inşa ederler. Bu binaları yapmaktan gayeleri riya ve halkın övgüsünü kazanmaktır. O binaların üzerinde yazılı bulunan isimlerini devam ettirmek için o binaların devamını istemektedirler. Yoksa bu hayrın devamı için değildir.

İkinci Yön

Onlar, kendilerinin ihlaslı olduklarını sanarlar. Binalara sarfetmiş oldukları paraları hayır için harcadıkları kanaatindedirler. Oysa onların herhangi birine ismi yazılmamak şartıyla herhangi bir yere bir dinar (altın) sarfetmesi teklif edilse, bu sarfiyat ona pek ağır gelir. Nefsi bunu yapmaya müsaade etmez. Oysa, ALLAH onun kalbine muttalidir. İster ismini yazsın, ister yazmasın! Eğer o, insanların teveccühünü değil de ALLAH´ın teveccühünü talep etseydi yapmış olduğu eserlerin üzerine isminin yazılmasına ihtiyaç duymazdı!

Diğer bir grup, çoğu zaman malı helâlden kazanıp, mescidlere sarfeder. Fakat bu da iki yönden mağrurdur:

1.O vecihlerin birincisi riya ve övgü peşinde koşmaktır. Çünkü çoğu zaman onun komşusu ve memleketlisi olan fakirler vardır. Onlara mal sarfetmek daha mühim ve daha üstün iken götürüp mescidlerin inşasına ve süslenmesine sarfeder. Mescidlere sarfetmek, halk arasında şöhret bulacağı için ona kolay gelir.

2.O vecihlerin ikincisi; malı mescidin boyasına, namaz kılanların kalplerini meşgul eden ve gözlerini kamaştıran nakışlarla tezyin edilmesine sarfetmektir. Oysa namazdan gaye,huşu ve kalp huzurudur. Oysa mescide nakış yapılması namaz
kılanların kalplerini darmadağın eder. Böylece sevapları da yanar.Bütün bunun vebâli o nakışlara para sarfedenin boynunadır. O buna rağmen, yaptırmış olduğu nakışlarla mağrur olup bunu hayırlı zanneder. ALLAH´a yaklaştırıcı vesilelerden kabul eder. Oysa
ALLAH´ın gazabına müstehak olur. Buna rağmen, ALLAH´a itaat ettiğini ve emrini yerine getirdiğini sanır. Öyle sanır ama,ALLAH´ın kullarının kalplerini, mecsidde yapmış olduğu süsle altüst etmiştir. Mescidin bu şekilde süslendirilmesi, çoğu zaman namaz kılanları dünyanın çeşitli süslerine teşvik eder. Onlar evlerinde de böyle yapmak isterler. Bunun teminine çalışırlar. Böyle yapmalarının günahı bu temeli ilk kuranın boynunadır; zira cami,tevazu ve ALLAH ile (mânen) kalbin hazır bulunma yeridir ve onun için inşa edilmiştir.

Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: İki kişi bir camiye geldiler. Biri kapıda durdu ve şöyle dedi: ´Benim gibisi ALLAH´ın evine girmez!´

(Nefsim mescide girmeye lâyık değildir). Onun sağında ve solunda duran iki melek onu, ALLAH katında sıddîk olarak kaydettiler.26

İşte bu şekilde mescidlerin tâzim edilmesi uygundur; (boyalarla, süslemek şekliyle değil). O da girmesiyle caminin kirleneceğini ve nefsinin bu şekilde camiye karşı bir cinayet işlemiş olduğunu düşünmek suretiyle camiyi tâzim etmesidir. Camiyi haramdan kazanılmış mal veya dünyanın süsleriyle süslemek ve ALLAH´a minnet ettiğini düşünmekle değil.

Havariler, Hz. İsa´ya şöyle dediler: ´Şu mescide bak! Ne güzel!´ Hz. İsa ´Ey ümmetim, ey ümmetim! Size hakikati söylüyorum. ALLAH Teâlâ bu mescidi ehlinin günahlarından dolayı harab edecektir. ALLAH altın ve gümüşe, sizin hoşunuza giden bu taşların hiçbirine önem vermez. ALLAH´ın katında en sevimli şey salih kalplerdir. ALLAH onlarla yeryüzünü tamir eder. Onlar bozuk oldukları zaman da onlarla yeryüzünü tahrip eder´.

Ebu Derdâ, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Mescidlerinizi süslendirdiğiniz, mushaflarınızı tehziblendirdiğiniz zaman, helâk sizin için mukadderdir.

Hasan Basrî şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a) Medine mescidini inşa etmek istediği zaman Cebrail (a.s) ona gelerek dedi ki: ´Onu yedi zirâ yükseklikte yap! Onu süsletme ve nakışlı yapma!´27 Bu bakımdan bu kimsenin gururu, münkeri mâruf gördüğü ve bu görünüşe itimat ettiği yönden gelir.

Başka bir grup da mallarını fakir ve miskinlere sadaka vermek suretiyle infak ederler. Mahfelleri arayıp görünsün diye orada verirler. İyiliği ifşa edip iyilik yapana teşekkür eden fakiri arayıp bu-lurlar. Gizlice sadaka vermekten hoşlanmazlar. Fakirin almış olduğu sadakayı gizlemesini, kendilerine karşı işlenmiş bir cinayet ve küfran-i nimet sayarlar. Bu kimseler hac yolunda mal sarfetmeye de taraftardırlar. Zaman zaman hacca giderler. Çoğu za-man komşularını aç bırakırlar. Bu sırra binaen İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: ´Ahir zamanda, sebepsiz hac hapanlar çoğalacaktır. Onlar için hac seferleri kolaylaşacaktır. Rızıkları çoğalacaktır. Fakat hacdan mahrum ve sevapları kendilerinden alınmış olarak döneceklerdir! Onlar develerine biner uzun yolculuğa çıkarlar. Oysa komşusu yanı başında muhtaç bulunmakta ve ona elini uzatmamaktadır´.

Ebu Nasir et-Temmar28 şöyle anlatıyor: Bir kişi gelip Bişr el-Hafî´ye veda etti ve dedi ki:

-Ben hacca gitmeye azmettim. Bana birşey emret!

-Hac nafakası için ne kadar para hazırladın?

-İki bin dirhem!

-Haccınla neyi talep ediyorsun? Zâhidliği mi yoksa Kâbe´ye karşı iştiyâk mı veya ALLAH´ın rızasını istemeyi mi?

-ALLAH´ın rızasını istemeyi!
-Eğer evinde oturduğun halde ALLAH´ın rızasını kazanırsan, o iki bin dirhemi infak edip, ALLAH´ın rızasına varırsan, bunu yaparmısın?

-Evet!

-O halde git, bu parayı on şahsa ver: Borcunu vermeye çalışan borçluya, fakirlikten kurtulmak isteyen fakire, çoluk çocuk sahibi olup onları zengin etmeye çalışana, yetimi büyütene ve sevindirene ver; eğer kalbin o iki bin dirhemi bu saydıklarımdan birine ver-
meye razı ise ver. Zira bir müslümanın kalbine sevgi sokmak,üzüntülüyü üzüntüsünden, felâketzedeyi zararından, zayıfı zafiyetinden kurtarmak, farz hacdan sonra yüz nafile hactan daha üstündür. Kalk! Sana emrettiğimiz gibi o parayı infak et! Aksi takdirde kalbindekini bize söyle!

-Ey Ebu Nasr! Benim kalbimde sefere gitmek daha kuvvetlidir.

Bunun üzerine Bişr tebessüm ederek ona yöneldi ve ´Mal, ticaretin kirinden ve şüphelilerden derlendiği zaman, nefis ister kî onunla ihtiyacını görmüş olsun! Dolayısıyla nefis sözde salih ameller yaptığını sanır! Oysa ALLAH Teâlâ, muttakîlerin amelinden başkasını kabul etmemeye söz vermiştir´ dedi.

Servet sahiplerinden diğer bir grup da servetle meşgul olmakta, malı korumakta ve cimrilikle onu ellerinde tutmaktadır. Sonra paraya bağlı bulunmayan, gündüz oruç tutmak, gece namaz kılmak ve Kur´an hatmetmek gibi bedenî ibâdetlerle meşgul olmaktadırlar. Oysa bunlar aklanmışlardır. Çünkü helâk edici cimrilik bunların içlerini kemirmektedir. Bu bakımdan yaptıkları ameller, mal vermek suretiyle içinden cimriliğin kökünü kesmeye muhtaçtır. Oysa müstağni bulunduğu birtakım faziletleri talep etmekle meşguldür. Bu kimsenin misali, elbisesinin içerisine yılan girmiş, ölüme yaklaşmış, buna rağmen hâlâ safrasını teskin etmek için sekencebin ilacını pişirmekle meşgul olan bir kimseye benzer. Yılanın kendisini öldürdüğü kimse artık sekencebin´e nerede muhtaç olacaktır? Bu sırra binaen Bişr´e şöyle denildi: Talan zengin çok oruç tutar, çok namaz kılar!´ Bişr ´Miskin herif! Kendisine yakışan halini bırakmış da başkasının haliyle hallenmiştir! Oysa bu zengine yakışan hal, açlara yemek yedirmek, fakirlere sadaka vermektir. Böyle yapması, nefsini aç bırakmaktan, mal toplayıp fakirlerden menetmekle beraber namaz kılmaktan daha üstündür!´

Başka bir grup daha vardır ki cimrilik onları kasıp kavurmakta, nefisleri sadece zekâtı edâ etmeye müsamaha göstermektedir. Sonra onlar malın çirkinini ve istenmeyenini, zekât olarak verirler. Zekâta müstehak olan fakirlerden de ancak kendilerine hizmet eden ve ihtiyaçlarına koşan veya gelecekte hizmetlerinde kullanabilecekleri fakirleri veya kendisinden herhangi bir hizmet bekledikleri kimseyi arayıp bulurlar veya öyle bir fakire verirler ki o fakire haşmetinden (sosyal mevkiinden) istifade edilir büyükler-den bir kimse yardım etmektedir. Bu fakire zekât vermekten gayesi, bu kimseye yardım eden o mevki sahibi kişinin yanında bir kıymet sağlamak ve dolayısıyla ona ihtiyaçlarını gördürmektir. Bütün bunlar, sahipleri mağrur olduğu için niyeti ifsad edici ve ameli yakıcıdırlar. Bu mağrur ALLAH´a itaat ettiğini zanneder. Oysa yalancıdır; zira ALLAH´ın ibâdetine karşılık, başkasından ücret beklemektedir. Bu kimse ve bunun benzerleri servet sahibi olup gurura kapılmışlardır. Bunlar sayılamayacak kadar çokturlar.

Biz bu kadarını gururun diğer cinslerine dikkati çekmek için zikrettik. Halk tabakasından, servet sahiplerinden ve fakirlerden diğer bir grup vardır. Zikir meclislerine gitmeleriyle mağrur olurlar. Zikir meclislerine gitmelerinin, kendilerine kâfi geldiğine inanırlar.

Bunu âdet edinmişlerdir. Zannederler ki amel etmeksizin, nasihat almaksızın sadece va´z dinlemekte bir ecir vardır. Bunlar aldanmış kimselerdir. Çünkü zikir meclisinin fazileti, hayra teşvik ettiğinden ötürüdür. Eğer orada bulunmak, insanın hayra karşı şevkini artırmazsa, orada hayır yoktur. Rağbet güzeldir. Çünkü insanı amel etmeye teşvik eder. Eğer rağbet amele teşvik etmek gücünden mahrum olursa, onda da hayır yoktur. Başkası için kastolunan birşey, insanı o şeye ulaştırmakta yetersiz olduğu zaman, onun kıymeti kalmaz. Bazen de vâizden, zikir meclisinde hazır bulunmanın ve ağlamanın faziletini işitir. Bununla da aldanır. Bazen kadınların rikkati (inceliği) gibi, bir rikkat kalbine girer, azmi ve kasdı olmaksızın ağlamaya başlar. Bazen korkutucu bir konuşma dinler. Ellerini iradesi dışında birbirine vurup ´Ey Selâm (ALLAH´ın bir ismi)! Bizi selamette bırak´ veya ´SübhanALLAH´ demekten başka birşey yapmaz ve zanneder ki böyle yapmakla hayrın tamamını işlemiştir. Oysa mağrurdur. Bunun misali, hasta bir kimsenin misaline benzer. İştah çekici ve lezzet verici yemekleri vasıflandıran bir acın misaline benziyor. Bu aç, yemeklerin vasıflarını saydıktan sonra yemeden giderse, böyle yapması ne hastanın hastalığından, ne de acın açlığından hiçbir şeyi gidermez. Sadece ibâdetlerin vasıflarını dinleyip amel etmezse bu ALLAH´ın azabından insanı kurtarmaz. Bu bakımdan dinlediğin va´z, senin fiillerini değiştirecek derecede sıfatlarından birini değiştirmezse ALLAH´a kuvvetli veya zayıf bir şekilde yönelmeni ve dünyadan sakınmanı temin etmezse, bu va´z senin aleyhinde bir delil olur. Sen bu va´zı kendin için kurtuluş vesilesi görürsen mağrursun demektir!

Eğer ´Senin zikretmiş olduğun gururun giriş noktaları hiç kimsenin elinden yakasını kurtaramadığı bir şeydir. Bundan sakınmak mümkün değildir. Senin söylediğin ümitsizliği gerektirir; zira beşerden hiç kimse bu âfetlerin gizlilerinden sakınamaz´ dersen, cevap olarak derim ki: ´İnsanın herhangi birşey hakkında gayreti gevşediği zaman ümitsizliğini izhar eder. O işi oldukça büyütür. Onun yapılamayacağını düşünür. Hevasına kapıldığı zaman çeşitli hileler düşünür. Düşüncenin inceliğiyle yolların en gizlisini, hedefine varmak hususunda elde eder. Hatta insan kendisinden uzak bulunmasına rağmen fezada uçan kuşu indirmek istediği zaman, onu bile bir hileyle indirir. Denizin derinliğinden balık çıkarmak istediği zaman, herhangi bir hileyle çıkarabilir. Altın ve gümüşü dağların altından çıkarmayı istediği zaman herhangi bir yolla çıkarır. Çöllere ve sahralara dağılmış vahşî ve ürkek hayvanları avlamak istediği zaman avlayabilir. Yırtıcı hayvanları, fili ve hayvanların en büyüklerini teşhir etmek istediği zaman teşhir edebilir. Yılanları ve ejderhaları yakalayıp onlarla oynamak istediği zaman, onları elde edebilir ve onların karınlarından panzehir çıkarır.

Dutun yaprağından renkli ve nakışlı ipekli edinmek istediği zaman edinebilir. Yıldızların miktarlarını, uzunluk ve enini bilmek istediği zaman, hendesesinin inceliğiyle yeryüzünde olduğu halde onu elde eder.

Bütün bunları hileleri (ince sanatları) ve hazırladığı aletleriyle elde eder! Bu bakımdan atı binmek, köpeği avlamak, doğan kuşunu diğer kuşları tutmak ve ağı balık avlamak için hazırlamak, ademoğlunun ince hilelerindendir. Bütün bunları, gayreti dünya için olduğu ve bunlar da dünyası hususunda yardımcı bulunduğu için yapmıştır. Eğer ahiret işleri onu ilgilendirmiş olsaydı onun için bir tek meşguliyet vardı. O da kalbin düzeltilmesidir. Bu bakımdan insanoğlu kalbinin düzeltilmesinden mahrum olduğu için ´Bu muhaldir buna kimin gücü yeter?´ der. Oysa bu hiç de muhal değildir. Evet, eğer hedefi sadece bu olduğu halde sabahlarsa, hiç de muhal değildir. Aksine durumu tıpkı şöyledir: ´Eğer hevâ-i nefse kapılırsan hileleri elde edersin´.

Bu öyle bir şeydir ki selef-i Salihîn onu yapmaktan âciz olmamışlardır. Onların yolunu güzel bir şekilde takip edenler de bunu yapmaktan aciz olmamıştır. Bu bakımdan iradesi doğru ve himmeti kuvvetli bulunan kimse de bunu tahakkuk ettirmekten âciz değildir. Hatta bu hareketin tahakkuku halkın dünya hilelerini elde edip sebeplerini tanzim etmek için çekmiş olduğu yorgunluğun onda birine muhtaç değildir.

Soru: Gururun giriş noktalarını pek fazla zikrettikten sonra bu hususta işi pek yaklaştırdın. Bu bakımdan kul ne ile gururdan kurtulur?

Cevap: Kul gurur´dan üç şeyle kurtulur:
a.Akıl

b.İlim

c.Mârifet

İşte bunlar, her insan için gereken üç şeydir.

Akıl

Akıl insanda yaratılmış tabiî bir fıtrat ve aslı nur olan bir şeydir, insan onunla eşyanın hakikatini idrâk eder. Bu bakımdan seziş ve akıllılık fıtrattır. Ahmaklık ve geri zekalılık fıtrat değildir. Ahmak olan bir insan gururdan korunmaya muktedir değildir. Öyle ise aklın saflığı ve fehmin zekâsı elbette fıtratın aslında ol-ması lâzımdır. Eğer insanoğlu, bu temel üzerinde yaratılmamış olsaydı, onu kazanması mümkün değildi. Evet! Aslı var olduğu zaman, çalışma ile onu takviye edip geliştirmek mümkündür. Bu bakımdan saadetlerin tümünün esası akıl ve riyasettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Aklı, kulları arasında farklı farklı paylaştıran ALLAH, ortaklardan münezzeh ve düşmanlarının söylediklerinden uzaktır. Gerçekten iki kişinin amelleri, sevapları, oruç ve namazları eşit olur. Fakat tıpkı zerrelerin Uhud dağına nisbeten farklı oldukları gibi akılda farklıdırlar. ALLAH Teâlâ, mahlûkları için akıl ve yakînden daha üstün bir nasibi yaratmış değildir.29

Ebu Derdâ şöyle anlatır: Hz. Peygamber´e şöyle soruldu: ´Bir kişi gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Hacca gider, umre yapar, sadaka verir. ALLAH yolunda savaşır. Hastayı ziyaret, cenazeyi teşyi ve zayıfa yardım eder. Fakat kıyamet gününde ALLAH katındaki derecesini bilmez mi?´. Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak şöyle buyurmuştur:
O ancak aklı kadar mükâfatlandırılır.30

Enes der ki: Hz. Peygamber´in katında bir kişi övüldü. Ashab da onun hakkında güzel şeyler söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: ´Onun aklı nasıldır?´ dediler ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz onun ibâdetinden, fazilet ve ahlâkından bahsediyoruz!´ Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi:

Ahmak bir insan, hamakatından ötürü, yalancının yalanından ötürü uğradığı felâketten daha büyük bir felâkete düçar olur! İnsanlar kıyamet gününde ancak akılları nisbetinde (ALLAH´a) yaklaştırılırlar´.31

Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in kulağına herhangi bir kişinin fazla ibâdet ettiği haberi geldiği zaman, onun aklını sorardı. Ashab ´Onun aklı güzeldir´ dedikleri takdirde şöyle derdi: ´Ben de onun hedefe yaracağını ümit ederim´. ´Aklı güzel değildir dediklerinde, Hz. Peygamber ´Hedefe ulaşacağını zannetmiyorum´ derdi.
Bir ara, bir kişinin çok fazla ibâdet ettiği Hz. Peygambere bildirildi. Hz. Peygamber ´Onun aklı nasıldır?´ dedi. Ashab-ı kirâm ´Birşey değildir´ dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki:

Arkadaşınız zannettiğiniz mertebeye varamaz!32

Bu bakımdan sıhhatli zekâ ve akıl tabiatı ALLAH Teâlâ tarafından fıtratın esasında yaratılmış bir nimettir. Eğer hamakat-tan dolayı elden giderse artık onu telâfi etmeye imkân yoktur.

Mârifet

Mârifet´ten gaye, dört şeyi bilmektir; nefsini, rabbini, dünyasını ve ahiretini...
Nefsini, kulluk ve zilletle görevli bilmelidir. Âlemde garip olduğunu, bu hayvanî şehvetlerin yabancısı olduğunu bilmelidir. Tabiaten ona uygun olanın ancak ALLAH´ın marifeti olduğunu bilmelidir. Daha önce ALLAH´ın cemâline bakmalıdır. Kişinin nefsini bilmeden önce böyle düşünmesi ve rabbini tasavvur etmesi düşünülemez. Bu bakımdan bunu elde etmek için muhabbet bahsinde, Kalbin Acaiplikleri´ni izah ettiğimiz bölümde, Tefekkür, Şükür bölümlerinde söylediklerimizden yardım istemeli; zira oralarda nefsin vasfına, ALLAH´ın celâlinin vasfına işaretler vardır. Az da olsa onlarla uyanma hâsıl olur. Mârifetin kemâli onun ötesindedir. Çünkü bu, mükâşefe ilimlerindendir. Biz bu bölümde sadece muamele ilimlerinin sahasında çadırımızı kurduk.

Dünya ve ahiretin mârifetine gelince, bunu elde etmek için, Dünyanın Zemmi ve Ölüm´ün Zikri bahsinde söylediklerimizden yardım talep etmeli ki kendisine ´Dünyanın ahirete nisbeti yoktur´ hakikati tebeyyün etsin! Bu bakımdan nefsini ve rabbini, dünyasını ve ahiretini tanıdığı zaman, ALLAH´ı tanımasından ALLAH´ın sevgisi, ahireti tanımasından ahirete şiddetle tâlip olması, dünyayı tanımasından dünyadan kaçınması fikri kalbine doğar.
İşlerin en mühimi, kendisini ALLAH´a ulaştıran ve ahirette kendisine fayda verenidir. Bu irade kalbine galebe çaldığı zaman, bütün işlerde niyeti dosdoğru olur. Yediğinde veya def-i hâcet ile meşgul olduğunda bundan gayesi ahiret yolculuğuna yardım etmek olur. Niyeti sıhhatli olur, kaynağı menfaat çekişmesi, dünyaya, mertebeye ve mala meyletmek olan her grup kendisinden uzaklaşır; zira bunlar, niyeti ifsad eden şeylerdir. Dünya bunun nezdinde ahiretten sevimli, nefsinin hevası ALLAH´ın rızasından daha sevimli oldukça, gururdan kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan ALLAH´ın ve nefsinin mârifetiyle, aklın kemâlinden doğan ALLAH sevgisi kalbine galebe çaldığı zaman, ilimden ibaret olan üçüncü bir vasıtaya muhtaç olur.

İlim

İlimden gaye, ALLAH´a giden yolun keyfiyetini bilmek ve kendisini ALLAH´a yaklaştıranı ve uzaklaştıranı tefrik etmektir. Yolun âfetlerini, aşılması zor olan engellerin ve tehlikelerini bilmektir. Bütün bunları eserimizin bahislerine dercetmiş bulunuyoruz. Bu bakımdan İbâdetler bölümünden ibâdetlerin şartlarını öğrenmeli, onları gözetmeli, âfetlerini bilmeli ve onlardan sakınmalıdır.

Âdetler bölümünde hayatın sırlarını ve mecbur olduğu şeyleri bilmeli, şeriat edebiyle onu edinmelidir. İhtiyacının olmadığı şeyleri bilmeli ve onlardan yüzçevirmelidir.

Mühlikât bölümünden, ALLAH yoluna mâni olan bütün engelleri öğrenmelidir; zira ALLAH´a gitmeye mâni olan, halkta bulunan kötü sıfatlardır. Bu bakımdan kişi kötü ve çirkin şeyleri öğrenmeli, onların tedavi yolunu da bilmelidir.

Münciyât bölümünden, kötü sıfatları sildikten sonra, o sıfatların yerine konması gereken güzel sıfatları öğrenmelidir.

Bu bakımdan bütün bunları kavradığı zaman bizim işaret ettiğimiz gururun çeşitlerinden sakınması mümkün olur. Bütün bunların temeli, ALLAH sevgisinin kalbe galebe çalması ve dünya sevgisinin kalpten çıkmasıdır ki dolayısıyla irade kuvvet bulsun, niyet sıhhatli olsun! Bu ise ancak zikerettiğimiz mârifet edinildikten sonra mümkündür.

Soru: Kişi, bütün bunları yaptığı zaman artık o kişi için hangi tehlikeden korkulur?

Cevap: Şeytanın onu aldatmasından korkulur. Onu halka nasihat yapmaya, ilim neşretmeye ve insanları ALLAH´ın dininden öğrendiği şeylere dâvet etmeye itelemesinden korkulur; zira hâlis olarak ALLAH´ı irâde eden kişi, nefsinin ve huylarının temizlenmesinden feragat ettiği zaman, bütün bulanıklıklarından tasfiye edilinceye ve dosdoğru yol üzerinde oluncaya kadar kalbini kontrol etmelidir. Dünya onun gözünde küçülmeli ve dünyayı terketmelidir. Halktan ümidi kesilmeli, artık halka iltifat etmemelidir. Bir hedefinden başka hedefi kalmamalıdır. O da ALLAH Teâlâ, ALLAH´ın zikri ve münacaatı ile zevklenme ve onun mülakatına olan iştiyaktır.

Şeytan böyle bir kimseyi aldatmaktan artık aciz kalır; zira şeytan dünya cephesinden, nefsin şehvetleri cephesinden gelir. Bu kişi, ona itaat etmez. Din cihetinden gelir ve ona, halka merhamet, dinlerine şefkat ve kendilerine nasihat ve ALLAH´a daveti telkin eder. Kul, rahmet ile ALLAH´ın diğer kullarına bakar. Onları işlerinde mütehayyir, dinlerinde sarhoş, sağır ve kör görür. Bilmedikleri halde, hastalığın istilâsına uğradıklarını, doktoru kaybettiklerini ve helake yaklaştıklarını görür. Bu bakımdan onlara merhamet etmek kalbine galebe çalar. Oysa nezdinde de onları hidayete sevkedecek şeyin hakikî mârifeti, onlara dalâleti gösterecek ve onları saadete irşad edecek şeyin hakikî marifeti vardır. O yorulmaksızın, zahmet çekmeksizin, herhangi bir zorluğa girmeksizin onu söyleyebilir. Bu bakımdan bu kimsenin misâli; kendisinde büyük bir hastalık, elemine güç ve tâkat getiremeyecek bir illet bulunan bir kimse gibidir. Bu kimse, o hastalığından ötürü bütün gece uykusuz ve bütün gün kıvranmaktadır. Yemez, içmez, kıpırdamaz,elemin şiddetinden ötürü tasarruf edemez.Bu bakımdan bu kimse kendisi için parasız pulsuz, zahmetsiz, yutulması kolay ve alınmasında herhangi bir acılık bulunmayan bir deva görür. Onu kullanır, iyileşir ve sıhhate kavuşur. Uzun zaman uykusuz kaldıktan sonra, uyuması gayet düzelir. Şiddetli kıvranmaktan sonra sükûnete kavuşur. Bulanıklığın katmerlisinden sonra, yaşantısı durulur, temizlenir. Hastalığın uzunluğundan sonra sıhhatin zevkine kavuşur. Bunlardan sonra müslümanlardan birçok kimselere bakar bir de ne görsün: Aynı illet onlarda da vardır. Onların da uykusuzlukları oldukça uzamış, ızdırapları şiddetlendikçe şiddetlenmiş, âh´u vahları göklere kadar yükselmiştir. Bu durumda iken, bunların ilacının bildiği iIaç olduğunu hatırlar. Onların şifa bulmasına en kolay ve en kısa za-manda yardım edebileceğini düşünür. Bu bakımdan merhamet ve şefkati tutar. Onları tedavi etmekten geri kalmaya nefsi bir türlü râzı olmaz. İşte ALLAH yoluna hidayet olunduktan sonra, ihlaslı bir kulun durumu da aynen böyledir. Bu kul, kalbin hastalıklarından şifa bulduktan sonra, halkı görür ki kalpleri hasta, hastalıkları oldukça ilerlemiş, helâk olmaları yaklaşmış, şifaya kavuşturulmaları gerekir... Onları tedavi etmek de kendisine pek kolay gelir.

Bu bakımdan nefsinin derininde kesin bir azim kabarır ve onlarla meşgul olur. Şeytan da onu -herhangi bir fitne fırsatını elde etmek ümidiyle- buna teşvik eder. Bununla meşgul olunca, şeytan fitnenin fırsatını bulur. Onu riyaset sevdasına davet eder. Hem de müridin sezmediği ve karıncanın izinden daha gizli bir dâvetle dâ-vet eder. Bu gizli dâvet onun kalbinde kesilmeden devam eder. Hatta şeytan onu tasannû yapmaya, halka kendisini lâfızlar, nağmeler ve hareketlerin güzelleştirilmesiyle süslü göstermeye, elbisesinde, görünüşünde tasannû yapmaya dâvet eder. Dolayısıyla halk ona yönelip onu büyütürler.´Tâzim ve tebcil ederler. Şifa verici olduğunu gördüklerinden dolayı padişahların tâziminden daha büyük bir tâzim onun huzurunda eğilirler. Çünkü o, katıksız şefkat ve merhametten dolayı herhangi bir tamahı olmaksızın, onların hastalıklarını şifaya kavuşturmuştur. O halkın yanında onların ecdatlarından, annelerinden ve akrabalarından daha sevimli olur. Onu bedenleriyle, mallarıyla herşeye tercih ederler. Köle ve hizmetçiler gibi, onun kulu kölesi kesilirler. Mahfellerde ona hizmet edip öne geçirirler. Onu sultanların üzerine hâkim kılarlar. İşte bu anda tabiat gevşer, nefis rahatlar. Öyle bir zevk tadar ki, hem de çok büyük bir zevk! Dünyadan öyle bir şehvet elde eder ki o şehvete nisbeten diğer şehvetlerin hepsi hakir kabul edilir. Bu kişi dünyayı terketmişken dünyanın en büyük zevklerine dalar. İşte bu anda şeytan fırsatı elde eder. Onun kalbine elini uzatır. Bu bakımdan şeytan o zevkleri koruyup devam ettiren herşeyde onu kullanmaya başlar.

Tabiatın gevşemesinin ve nefsin şeytana meyletmesinin alâmeti şudur: Eğer kişi yanılır ve halk huzurunda yanıldığı yüzüne vurulursa öfkelenir. Öfkelendiği için nefsini kınarsa şeytan derhal yanına sokulup ´Senin bu kızman ALLAH içindir. Çünkü müridlerinin senin hakkında inançları güzel olmadığı zaman, müridler ALLAH´ın yolundan ayrılırlar´ hayalini verir. Dolayısıyla o da gurura kapılmış olur. Bazı kere de kendisine karşı yapılan itiraz, itirazcının aleyhinde konuşmasına yol açar. Bu bakımdan helâli terkettikten sonra gıybetin mahzuruna girmiş olur. Hakkı kabul etmekten uzak durmak ve hakka karşı şükretmeyi nefsine ağır görmekten ibaret olan kibre -tehlikelerin ihtimallerinden kaçtıktan sonra- yeniden düşer.

Sesli güldüğü veya bazı virdlerinden gevşediği zaman, nefsi ´Başkası benim böyle yaptığıma muttali olacak ve halk nezdindeki mertebem düşecektir´ diye korkarak vaveylâ koparır. Bu bakımdan derhal bunun arkasından mağfiret talebinde bulunur. Yapmacık bir şekilde derin derin iç çeker. Bazı kere de bunun için amel ve virdlerini fazlasıyla yapar. Şeytan ona şu hayali verir: ´Sen bunu halkın gayreti gevşemesin, senin bırakmanla ALLAH´ın yolunu bırakmasınlar diye yapıyorsun´.

Oysa bu, şeytanın bir hilesi ve aldatmasıdır. Aksine nefsin feryad koparması, riyasetin elden gideceği korkusundandır. İşte bundan dolayıdır ki onun emsallerinden birisinin böyle bir kusuruna halk muttali olursa, nefis feryat etmez. Aksine çoğu zaman buna sevinip keyiflenir. Eğer kalpler, emsallerinden birisine meyleder ve kendisinin konuşmasından daha fazla o arkadaşının konuşması tesir ederse, bu durum ona gayet ağır gelir. Eğer nefsin riyasetten zevk alması sözkonusu olmasaydı, böyle bir fırsatı ganimet sa-yardı; zira bu kimsenin misâli, arkadaşlarından bir cemaatin kuyuya düştüğünü ve kuyunun büyük bir taş ile kapanmış olduğunu gören bir kimse gibidir. Onlar, o taştan ötürü kuyudan çıkmaktan aciz kalırlar. Bu bakımdan kalbi arkadaşları için rikkate gelir. Kuyudan taşı, tek başına kaldırmaya gücü yetmez. Bu hususta kendisine yardım edip kaldırmayı kolaylaştırmak için veya tek başına o taşı kaldırıp atmak için, biri gelirse o adamın gelişi ile şüphesiz ki sevinci artar ve büyür. Çünkü gayesi; arkadaşlarını kuyudan kurtarmaktır. Eğer nasihatçının gayesi müslüman kardeşlerini ateşten kurtarmak olsa, bu hususta kendisine yardım eden veya bu vazifenin külfetini kendisinden tamamen kaldıran biri ortaya çıktığı zaman, müslümanlarm hidayeti için çalışan o kimseye kızar mıydı? İnsanların başkası sayesinde hidayet bulmaları ağır gelir miydi? (Elbette gelmemesi icabederdi). Bu bakımdan müslümanlarm başkasının eliyle hidayete geldikleri de ona ağır gelmemelidir. Böyle bir ağırlığı nefsinde gördüğünde, şeytan onu kalbin büyük günahlarını, azaların fâhiş hareketlerini yapmaya dâvet edip helâk eder! Bu bakımdan hidayetten sonra kalplerin dalâlete sapmasından, dosdoğru olduktan sonra nefsin sağa sola sapmasından ALLAH´a sığınırız.

Soru: O halde onun ne zaman insanlara nasihat etmekle meşgul olması doğru olur?

Cevap: Ancak ALLAH için onların hidayetlerini istemekten başka bir kastı olmadığı zaman meşgul olabilir. Öyle ki bu hususta kendisine yardım eden birinin bulunmasını veya insanların kendiliğinden hidayet bulmasını arzular, onların övgüsünü ve mallarını istemez. Onun nezdinde kendisini övmeleriyle kötülemeleri eşittir. ALLAH Teâlâ kendisini övdüğü zaman, onların kötülemesine aldırmaz. ALLAH´ın medhiyle beraber olmadığı takdirde onların medhine sevinmez. Büyük insanlara ve hayvanlara baktığı gibi onlara bakar. Efendilere baktığı gibi onlara bakması, onlara karşı gurur taslamadığı içindir. Sonucu bilmediğinden dolayı hepsini kendisinden daha hayırlı gördüğü için öyle bakar. Hayvanlara baktığı gibi onlara iltifat edip bakması ise, onların kalplerinde mertebe sahibi olmasını talep etmekten tamahını kestiği içindir. Çünkü hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmaz. Hayvanların takdirini kazanmak için süslenmez ve tasannû yapmaz. Koyun çobanının gayesi; koyunlarını otlatmak, kurtlardan korumaktır. Sürünün kendisine bakıp da kendisini beğenmesi, hiçbir zaman onun hedefi değildir. Bu bakımdan hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmadığı gibi, insanların da nasıl gördüklerine aldırmamalıdır. Eğer bunlara önem verip dikkate alırsa insanların ıslahıyle meşgul olduğunda felâketten selim kalamaz. Evet! Bazen onları ıslah eder. Fakat bu arada onların ıslahından ötürü nefsini ifsad eder. Bu bakımdan lamba gibi olur. Başkasına ışık verir. Haddi zatında kendisi yanar!

Soru: Vâizler ancak bu mertebeye vardıkları takdirde va´z ederlerse, o vakit dünya vâizsiz kalır, kalpler harap olur?

Cevap: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Dünya sevgisi her hatanın başıdır´.

Eğer insanlar dünyayı sevmemiş olsaydı muhakkak âlem helâk olup, maişetler iptal olurdu. Kalpler ve bedenler yok olup giderdi. Ancak Hz. Peygamber, dünya sevgisinin helâk edici olduğunu söylediği halde yine de bu söz birçok insanın kalbinden dünya sevgisini sökmez. Ancak terketmeleriyle dünyanın harap olmayacağı bir azınlığın kalbinden dünya sevgisini sökeceğini bildiği için nasihati terketmemiş, dünya sevgisindeki büyük tehlikeyi zikretmiştir. Terketmesinden korktuğu için, her hatanın başı olduğunu zikretmeyi terketmemiştir, Çünkü ALLAH tarafından kul-larına musallat kılınan helâk edici şehvetlerin onları dünyaya daldıracağını bilmektedir. O şehvetler kullara musallat kılınmış ki ALLAH onlarla kulları cehenneme sevketsin.

Eğer dileseydik herkese (dünyada) hidayetini verirdik. Fakat benden ´Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmı ile tamamen dolduracağım!´ sözü çıkmıştır.(Secde/13)

Böylece vâizler riyaset sevgisinden ötürü durmadan çalışacaklardır. ´Riyaset sevgisi için va´zetmek haramdır´ diyenin sözüyle vaizliği terketmeyecektir. Nitekim halk tabakasının, içki içmeyi, zinayı, hırsızlığı, riyakârlığı, zulmü ve diğer günahları ALLAH Teâlâ´nın ve peygamberinin ´bunlar haramdır!´ demesine rağmen bırakmadıkları gibi. . .

Bu bakımdan sen kendin için dikkatli ol! Halkın konuşmasından kalbini boşalt; zira ALLAH Teâlâ, bir veya birçok şahsın ifsadıyla (kurban olmasıyla) halkın çoğunu ıslah eder. ´Eğer ALLAH insanların bazısını bazısıyla defetmeseydi muhakkak yeryüzü fesada gidecekti´; ´Muhakkak ALLAH, şu dini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.33 Ancak nasihat almanın yolunun ifsadından korkulur. Arkalarında baş olma ve dünya sevgisi olduğu halde vâizlerin susup dilsiz kesilmesi asla sözkonusu değildir.

Soru: Mürid, şeytanın hilesini öğrenmiş olur, nefsiyle meşgul olup nasihati terkederse veya doğruluk ve ihlâs şartını gözettiği halde nasihatta bulunursa, mürid için bu durumda hangi noktadan korkulabilir? Bundan sonra müridin önünde tehlikeler ve gurur tuzaklarından neler vardır?

Cevap: Müridin önünde en büyük tehlike, şeytanın ona ´Sen beni aciz bıraktın. Zekânla, aklının kemâliyle elimden kurtuldun. Ben velîlerden ve büyüklerden bir çoğuna güç yetirdim, sana bir türlü güç yetiremedim. Sen ne kadar da sabırlıymışsm. ALLAH katında senin kıymetin pek büyükmüş ki beni kahretmeye sana kuvvet verdi. Gururunun giriş noktalarını sezme imkânına seni sahip kıldı´ demesidir. Bu bakımdan mürid de şeytanın bu sözüne kulak verir, onu tasdik eder, nefsini, gururdan kurtulduğu için beğenirse, müridin bu beğenmesi gururun katmerlisi olur. Bu beğenmek en büyük helak edicidir. Zira ucub her günahtan daha büyüktür. Bunun için şeytan dedi ki: ´Ey Âdemoğlu! İlminle benden kurtulduğunu zannettiğin zaman, cehaletinle benim tuzaklarıma düşmüş olursun!´

Soru: Eğer kişi, bu hünerin kendisinden değil ALLAH´tan olduğunu, kendisi gibi birinin şeytanı kovmasının ancak ALLAH´ın yardımıyla olabileceğini, nefsinin zafiyetini, herşeyden daha âciz olduğunu bildiği için nefsini beğenmezse böyle büyük bir işe güç yetirdiği zaman buna nefsiyle güç yetirmediğini, aksine ALLAH´ın yardımıyla güç yetirdiğini bilirse, ucb´u bu şekilde sildikten sonra onun nesinden korkulur?
Cevap: ALLAH´ın keremine güvenmesi ve azabından emin olması cihetinden gelen gururu kendisi için korku kaynağı olur. Hatta gelecekte de bu minval üzere kalacağını zanneder. Hallerde meydana gelen gevşeme ve değişmeden korkmaz. Bu bakımdan hali sadece ALLAH´ın kerem ve affına güvenmekten ibaret kalır. Bu güvenin beraberinde ALLAH´ın azabından korkma yoktur. Oysa ALLAH´ın azabından emin olan gerçekte zarar edenin ta kendisidir.
Bu kimsenin çıkar yolu; bütün bu yaptıklarını ALLAH´ın fazlından görmek, sonra dünya sevgisi, riya, kötü ahlâk, gafil olduğu halde herhangi bir izzete iltifat etmek gibi kalp sıfatlarından birinin nefsinin yolunu kapatmasından korkmaktır. Her göç edip konakladığında halinin kendisinden alınmasından korkmalıdır. ALLAH´ın azabından emin olmamalıdır. Sonucun tehlikesinden gafil bulunmamalıdır. Bu öyle bir tehlikedir ki ondan kurtuluş yoktur. Öyle bir korkudur ki ancak köprüyü geçtikten sonra ondan kurtuluş vardır. Bu sırra binaen şeytan ölüm ânında bir velî´ye göründüğü zaman, o zatın bir nefesi kaldığı halde şeytan ona: ´Ey filan! Benden kurtuldun!´ der. O ´Hâlâ kurtulmuş değilim!´ diye cevap verir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: ´İnsanların hepsi helâk olmuşlardır. Âlimler müstesna... Âlimlerin hepsi helâk olmuşlardır. Ancak amel edenler hariç... Amel edenlerin hepsi helâk olmuşlardır. AncakAncak ihlâs sahipleri hariç... İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler´!34

Bu bakımdan durum bu iken mağrur bir kimse helâk olmuştur. İhlâs sahibi olan ve gururdan kaçan bir kimse tehlike ile karşı karşıyadır. Bu sırra binaen korku ve sakınma hiçbir zaman ALLAH´ın velî kullarının kalplerinden ayrılmaz. Biz ALLAH Teâlâ´dan yardımını, tevfîkini ve akibetin güzelliğini talep ediyoruz. Çünkü işlerin hepsi sonuçlarına bağlıdır.

Kitabu Zemm´il-Gurur (Gurur´un Kötülenmesi) ve dolayısıyla Rub´ul-Mühlikât (3. cilt) bölümü sona ermiş bulunuyor. Bunu takiben Rub´ul-Münciyât (4. cilt) ve ilk bölümü olan Kitab´ut-Tevbe gelecektir. Evvelde ve ahirde hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH Teâlâ, kendisinden sonra nebî gelmeyecek olan Hz. Muhammedi rahmet deryalarını boşaltsın! ALLAH bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş, ancak azîm ve yüce olan ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir!
Rub´ul-Mühlikât (3. cilt) sona erdi.

______________________-

26)Bir nüshada da ´Aynı yerde ALLAH katında sıddîk olarak kaydedildi´şeklindedir.
27)Irâkî rivayeti bu şekilde görmediğini ifade etmektedir.
28) Tam adı Abdulmelik b, Abdülâziz el-Kuşeyrî en-Nesâî´dir. Güvenilir ve âbid bir kişidir.
29)Hakim-i Tirmizî, Nevadir
30)Hatib, Tarih
31)Dâvud b. Mihber
32)Hakim-i Tirmizî, Nevadir´, İbn Adîy
33) Daha önce geçmişti.
34)(Ebu Muhammed Sehl b. Abdullah et-Tüsterî´den)
 
Alt 03-04-2009, 21:22   #143
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevbe´nin Hakikati ve Tanımı

Tevbe fiil, hâl ve ilimden meydana gelen tertipli üç şeyden, gelişen ve birleşen bir mânâdan ibarettir. Bu terkibdeki birinci madde ilimdir, ikincisi MZ´dir, üçüncüsü fiildir. Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir. Bu, ALLAH´ın mülk ve melekûttaki değişmez kanununun gereği olan bir gerektirmedir.

İlim, günahların zararının büyüklüğünün ve kul ile sevdiğinin arasında perde olduğunun bilinmesidir. İnsan, kesin bir şekilde bunu bildiği ve kalbine gelen bir yakîn ile buna vakıf olduğu zaman bu bilgiden sevdiği elinden çıkacağı için kalbinde bir elem meydana gelir; zira kalp, sevdiği şeyin elden gideceğini sezdiği an üzüntü duyar. Eğer sevdiği şeyin elden gitmesi fiil ile olursa, o fiilden dolayı esef ve üzüntüye dalar! Sevdiği şeyi elinden çıkartan fiilinden duyduğu elemine nedamet (pişmanlık) adı verilir. Bu elem, kalbe galebe çalıp kalbi kapladığı zaman kalpte bulunan bu elemden hâl, mâzi ve istikballe alâkası bulunan bir fiilî irade ve kasdetme adı verilen başka bir hâl doğup meydana gelir.
Bu durumun hali hazırla olan alâkasına gelince, bu alâka yapmış olduğu günahı terketmekten ileri gelir... İstikballe olan ilgisine gelince, o da sevdiği şeyi elden kaçırtan günahı terketmeye hayatının sonuna kadar azimli olmasından meydana gelir. Mâzi ile ilgili bulunmasına gelince, o da eğer cebretmeye gücü varsa elden kaçan fırsatları telâfi edip kaza etmek suretiyle telâfi etmeye çalışmakla meydana gelir.3 Bu bakımdan ilim, bütün bunların başı ve hayırların doğuş merkezidir. Buradaki ilimden gaye; iman ve yakîndir; zira iman, günahların helâk edici zehirler olduğunu tasdik etmekten ibarettir. Yakîn, bu tasdîki te´kid ve takviye etmekten, şüpheyi imandan uzaklaştırmak ve kalbe hâkim kılmaktan ibarettir. Dolayısıyla bu imanın nuru kalp üzerine doğduğunda, pişmanlık ateşini meydana getirir. Dolayısıyla kalp, iman nurunun parlamasıyla sevdiğinden perdelendiğini gördüğünden dolayı elem duyar. Tıpkı daha önce karanlıkta bulunduğu halde birden bulutların dağılmasıyla veya perdenin kaldırılmasıyla nura kavuşan ve sevgilisinin ölümle pençeleştiğini gören bir kimse gibi! Bu manzara karşısında onun kalbinde sevgi ateşi alevlenir. O ateş vasıtasıyla iradesi elinden kaçırdığı fırsatları telafi etmek için harekete geçer.

İlim, pişmanlık, hâl ile istikbâlin terki ve mazinin telâfisiyle ilgili bulunan niyetin oluşmasıyle beraber üç şeyden müteşekkildir. Tevbe ismi bunların tümüne birden verilir. Çok zaman da tevbe ismi, sadece pişmanlık mânâsına ıtlak olunur. İlim onun mukaddimesi, pişmanlığın gereği olan terk ise, onun semeresi ve onun arkasından gelen tabii birşey gibidir. Bu itibarla Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: ´Pişmanlık tevbedir´. Zira pişmanlık, hiçbir zaman, pişmanlığı gerektiren ilimden ve ondan sonra gelen azimden hâli değildir. Bu bakımdan pişmanlık, bu iki şeyle sarılmış vaziyettedir. Bu iki şeyden kasdım, pişmanlığın meyvesi olan azim ve azmi gerektiren ilimdir. Bu itibarla tevbe nin tarifinde şöyle denilmiştir: Tevbe, geçmiş hatadan dolayı yüreğin elem duymasıdır´. Çünkü bu, mücerred elemden bahsetmektedir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:

O bir ateştir. Kalpte alevlenir.
O yürekte meydana gelen bir çatlaktır ki kabuk tutmaz!

Tevbe´nin meyvesi olan günahın terk edilmesi itibariyle tevhe´nin tarifinde şöyle denilmiştir: ´Tevbe, cefa elbisesini çıkarmak, vefa sergisini yaymaktır´.

Sehl b. Abdullah et-Tusterî şöyle demiştir: ´Tevbe kötü olan hareketleri, güzel olan hareketlerle değiştirmektir. Bu da ancak halvete çekilmek, susmak ve helâl yemekle tamam olur´. Sanki bu sözüyle tevbe´nin üçüncü mânâsına işaret etmiştir.

Tevbe nin tarifindeki sözler sayılmayacak kadar çoktur. Sen bu üç mânâyı anladığın ve birbirinin mülâzımı olduğunu bildiğin zaman, tevbe´nin tarifi hakkında söylenen sözlerin tevbe´nin bütünmânâlarını toplayamadığını anlarsın. İşlerin hakikatlerini bilmek, mücerred lâfızları bilmekten daha mühimdir,

3) Yani terk edilen günahlar, namaz gibi kazası mümkün olan ile mushafa abdestsiz dokunmak gibi telâfisi mümkün olmayan kısımlara ayrılır. Bu ikinci kısım pişmanlıkla affolunur.
 
Alt 03-04-2009, 21:23   #144
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevbe´nin Vücûbu ve Fazileti

Tevbe nin vücûbu, ayet ve hadîslerle apaçık ortadadır. Basiret gözü açılan, ALLAH tarafından iman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktır. Bu bakımdan sâlik (ahiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam eder. Din yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlar. Nice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan her adımda bir ayet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olur. Bazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalır. Böyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz), adımları yetersizdir.

Nice said vardır ki ALLAH onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Az bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerir. Onun kalbine Kur´ân ve iman nuru doğar. O, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare eder. Sanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktır. Hele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olur. ALLAH Teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.

Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmaz. Bu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe´nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe´nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe´nin mânâsını bir araya getirir. Bu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmaz. Vâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.

Kişinin ´(Ünsiyet!) icabla vâcib oldu´ demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yoktur. Bu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak ALLAH ile mülâki olmakta olduğunu, ALLAH´a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, ALLAH ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında ALLAH ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen ALLAH´ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak ALLAH´a yönelmekle olduğunu ve ALLAH´tan yüz çevirmek, ALLAH´ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve ALLAH´tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmez. Bu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olur. Çünkü kişi, günahların ALLAH´tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmaz. Uzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymaz. Elem duymadıkça dönüş yapmaz. Dönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktır. Bu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.

İşte basîret nuruyla hâsıl olan iman böyle olur. Fakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardır. O ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varır. Bu bakımdan bu hususta ALLAH´ın, Hz. Peygamber´in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!

Ey mü´minler! Hepiniz birden ALLAH´a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.

Ey iman edenler! ALLAH´a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)

Ayette bahsi geçen ´Nasûh tevbesi´ hâlisen ALLAH için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektir. Nasûh, nasihat kökünden türemedir. Tevbe´nin faziletine ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesi de delâlet eder:

Elbette ALLAH çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.
(Bakara/222)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Tevbe eden bir kimse, ALLAH´ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.4

Muhakkak ALLAH Teâlâ´nın mü´min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra ´Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım´ diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır.5

Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü ALLAH´a şükretmek için ´Sen benim RABBİMsin, ben de senin kulunum´ diyeceği yerde ´Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun´ demiştir.

Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: ´Adem (a.s) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: ´Ey Adem! ALLAH´ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!´ Hz. Adem (a.s) Cebrail´e ´Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Ey Adem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben de onlara tevbe kapısını açtım. Bu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Adem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederim. Onların duaları kabul edilmiştir´.

Bu hususta vârid olan rivayetler sayılmayacak kadar çoktur. Tevbe´niıı vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe´nin mânâsı, günahların helâk edici ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektir. Bu, imanın vücubuna dahildir. Fakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakır. İşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan tevbe´nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.

Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktır. Böyle yapmanın farz olduğunda şüphe yoktur. Geçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdır. Bu ise tevbe´nin ruhunu teşkil eder. Günahların telâfisi bununla tamamlanır. Öyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki ALLAH´ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.

Soru: Kalbin elem duyması, insanoğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydir. Bu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir´ diye vasıflandırmak nasıl olur?

Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidir. Bunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardır. İşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olur. Yoksa ilim ´kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir´ mânâsına gelmez. Çünkü böyle yapması muhaldir. İlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi ALLAH´ın mahlûku ve fiilidir.

Oysa sizi de, yaptığınızı da ALLAH yaratmıştır. (Sâffât/96)

İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budur. Bunun ötesi dalâlettir.

Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?

Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim ´hepsi ALLAH´ın mahlûkudur´ dememize ters düşmez. Kulun ihtiyar etmesi de ALLAH´ın mahlûkudur. Kul, kendi ihtiyarında mecburdur. Çünkü ALLAH Teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte ´şu yemek şehveti teskin eder´ ilmini, ´şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?´ diye çarpışan fikirleri, sonra ´hiçbir mâni yoktur´ ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.
Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine ´ihtiyar´ (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilir. Oysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdır. Bu bakımdan iradenin kesinliği ALLAH tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olur. Bu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, ALLAH´ın yaratmasıyla hareket hâsıl olur. Oysa kudret ile iradenin ikisi de ALLAH´ın mahlûkudur. İradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olur. Oysa onların ikisi de ALLAH´ın mahlûkudurlar. Fakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedir. Öyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında ALLAH Teâlâ1 nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.

ALLAH´ın fıtrî kanunu asla değişmez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmaz. Kesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmaz. Nefisteki bu meyil, ALLAH Teâlâ ´Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur´ ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemez. İlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratır. Öyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlar. İrade de daima hareketi getirir.

İşte her fiilde bu tertip vardır. Hepsi ALLAH´ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudur. Fakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttır. Bunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olur. Nitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi... Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttır. Ancak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.

Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttır. Bu, ilim hayattan doğar anlamına gelmez. Fakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olur. İlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttır. Bu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmez. Fakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul eder. Varlık âlemine ancak mümkün olan birşey girer. İmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardır. Çünkü bozulması muhaldir. Bu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olur. Öyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olur. Şartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardır. Kul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidir. O, bir oları ALLAH´ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştir. Onun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.

ALLAH Teâlâ´nm şu ayet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:

Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık.
(Kamer/49)
Şu ayet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:

Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir.
(Kamer/50)
Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardır. Kâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendir. Meylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.

Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: ´Ey kişi! Sen hareket ettin. Sen attın. Sen yazdın´. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:
(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat ALLAH öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat ALLAH attı. (Enfâl/17)

Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi ´Bu halis bir cebr´dir´ der, kimi (Kaderîler gibi) ´Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.
Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir.6
Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.

Fakat bunların hepsi de kusurludur. Hiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştır. Bunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.

Gayb ve şehâdefin âlimi ALLAH Teâlâ´dır. Gaybma hiç kimseyi muttali kılmaz. Arıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur´ân böyle haber vermektedir). Şehâdet âlemine ise, ALLAH´ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.

Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki ALLAH´tan başka yaratan ve ALLAH´tan başka mûcid yoktur.

Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettin. Bu ise tenakuzdur. Bunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?

Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine "Biz fili anladık´ demişler. Filin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Fili değişik değişik tarif etmişler. Filin bacağına dokunan demiş ki: ´Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır!´ Filin dişine dokunan kişi demiş ki: ´Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalırı değildir. İnce bir sopa gibidir´. Filin kulağını elleyen demiş ki: ´Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi´ dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir´. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.

Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidir. Her ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de... Fakat bu bizim konumuz değildir. Şimdi biz tevbeye dönelim. Bahsini yaptığımız tevbe´nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdır. Çünkü pişmanlık, ALLAH Teâlâ´nm kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildir. Bunların arasına giren kudretinin cümlesindendir. Vasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.

4) ibn Mâce
5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes´ud´dan)
6) Fiili ALLAH´a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş´arîlerdir.

 
Alt 03-04-2009, 21:24   #145
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Günahın Ardından Hemen Tevbe Etmenin Vücûbu


Günahın ardından hemen tevbe etmenin vâcib olduğunda şüphe yoktur; zira günahların helâk edici olduklarını bilmek, imana dahildir. İman etmek ise farzdır. Tevbe etmenin farziyye tinden kurtulan kimse, tiksindirici fiilden kendisini meneden bir marifetle ALLAH´ı tanımıştır. Çünkü bu mârifet, amelle alâkası bulunmayan mükâşefe ilimlerinden değil, muamele ilimlerindendir.

Her ilim bir amele teşvikçi olsun diye istenir, o ilmin mesuliyetinden ancak istenilen amele teşvikçi olduğu zaman kurtulunur. Bu bakımdan günahların zararını bildiren ilim, ancak insanı günahları terketmeye teşvik etmek için istenir. O halde günahları terketmeyen bir kimse, imanın bu parçasını kaybetmiş olur ve Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfîyle de bu kastolunmuştur:

Zani bir kimse, mü´min olduğu halde zina etmez.7
Hz. Peygamber bu sözüyle ALLAH´ı, birliğini, sıfatlarını, kitâblarmı ve peygamberlerini bilmek gibi mükâşefe ilimlerine ait olan imanın yokluğunu kasdetmemiştir; zira bu imanı, ne zina, ne de diğer günahlar yok edemez.
Hz. Peygamber (s.a) yukarıdaki hadîs-i şerifte zinanın ALLAH´tan uzaklaştırıcı ve ALLAH´ın gazabını gerektirici olduğuna inanmakla ilgili olan imanın yokluğunu kasdetmiştir.
Nitekim doktor ´Şu zehirdir, onu yemeyeceksin´ dediği zaman, doktorun aksine onu yerse ´Mü´min olmadığı halde zehiri yedi´ denir. Yani doktorun varlığına ve doktor olduğuna inanmadığı halde yedi mânâsında değildir. Aksine bu sözden doktorun ´zehir öldürücüdür´ sözünü kabul etmediği anlaşılır; zirâ zehiri bilen bir kimse, asla zehir yutmaz.

Bu bakımdan âsi bir kimse, zarurî olarak, eksik imanlıdır. İman bir tek şûbe değildir, yetmiş küsûr şubedir. Onların en yücesi, ALLAH´tan başka mabud olmadığına şahidlik etmektir. En düşüğü ise yoldan geçenlere zahmet veren şeyi yoldan kaldırmaktır´.8

Bunun misali, ´İnsan bir mevcut değildir, yetmiş küsur mevcuttur. O mevcutların en yücesi, kalp ve ruhtur. Derece bakımından en azı deriden eziyet verici şeyleri silmektir´ diyenin sözüdür. Şöyle ki: Bıyıkları kısaltılmış, tırnakları kesilmiş, bedeni kirden temizlenmiş olmalıdır ki pis olan tırnak ve pençelerin uzun şekilleriyle çirkin görünen hayvanlardan ayrılmış olsun.
Bu misal konumuza uygun bir misaldir. Bu bakımdan iman, insan gibidir. Tevhid şehadetinin yokluğu, ruhun yokluğu gibi, imanın tamamen yok olmasını gerektirir. Tevhid ve Risalet´e şahidliği olan kimse, azaları kesik, gözleri kör bir insan gibidir. Bu insan bâtın ve zâhir âzalarının hepsini kaybetmiş, sadece ruhun aslını kaybetmemiştir.

Nasıl ki durumu bu olan bir kimse ölüme yaklaşır, zayıf ve takviye edici güçlerden ayrılmış ruh kendisinden ayrılırsa, tıpkı* onun gibi amellerde kusurlu olan, kendisinde imanın aslından başka amel olmayan bir kimsenin imanının da ölüm meleğinin gelmesiyle şiddetli rüzgâr esintisine mâruz kaldığında sökülmesi yakın bir ihtimaldir.

Bu bakımdan yakîni kökleşmemiş, amel dalları yayılmamış olan iman, ölüm meleği göründüğü zamanki şiddete sebat edemez ve o iman için kötü sonuçtan korkulur. Fakat her geçen gün kök salıp sabitleşinceye kadar ibâdetlerin sularıyla sulanan iman boyle değildir.

Asi bir kimsenin muti bir kimseye ´Senin mü´min olduğun gibi ben de mü´minim´ demesi, tıpkı kabak bitkisinin selvi ağacına ´Ben de ağacım, sen de!´ demesi gibidir. Selvi ağacının ona vermiş olduğu cevap ne güzeldir: "Ağaç cinsinin kapsamına girmekten dolayı aldanımş olduğunu sonbahar rüzgârları estiğinde bileceksin. O zaman senin kökün kopacak, yaprakların dökülecek, ağaçların sabit kalış sebeplerinden mahrum olduğun için sadece ağaç isminde ortaklıkla adlanmış olduğun belli olacaktır".

Toz duman dağıldığı zaman göreceksin altındaki at mıdır, yoksa merkeb mi?
Bu öyle bir iştir ki ancak son nefeste belli olur.

Ariflerin kalp damarları, ölümün dehşetlerini görüp de çok az kimsenin sabredebileceği ölüm korkusunun şiddetinden ötürü kopmuştur, Bu bakımdan âsi bir kimse mâsiyetinden ötürü, ebediyyen ateşte kalmaktan korkmadığı takdirde, tıpkı sıhhatli olup zararlı şeylere dalan bir kimsenin, sıhhatinden ve ölümün çoğu zaman aniden vâkî olmadığından dolayı ölümden korkmayan kimse gibi olur. Sıhhatli kimse hastalıktan korkar. Hasta olduktan sonra da ölümden korkar. Asi bir kimse de kötü sonuçtan korkar. Kötü sonuçla eceli kapandıktan sonra ALLAH korusun» cehennemde ebedî kalması gerekir.
Bu bakımdan günahlar, iman için, bedenleri kemiren´zararlı yemekler gibidir. O yemekler içte birikirler. Sonunda insanın mizacı bozulur. Oysa insan mizacı bozulun-caya kadar bundan haberdar değildir. Sonra da hasta olur ve defalarca ölür. İşte günahlar da böyledir.
Madem ki bu ölümlü dünyada helakten korkan bir kimse için zehirleri, zararlı yemekleri hemen terketmek farzdır, öyle ise ebedî dünyasının helâk olmasından korkan bir kimseye, bu helâka götüren şeyleri bırakması öncelikle farzdır. Zehiri yiyen bir kimse pişman olduğu zaman kusması, derhal mideden uzaklaştırmak suretiyle yediğini çıkarması farzdır.
Bunu da helake yaklaşan ve ölmesiyle sadece şu fânî dünyası elden gidecek olan bedenini kurtarmak için yapar. O halde dinin zehirleri olan günahları işleyen bir kimsenin günahlardan dönmesinin vâcib olması daha evlâdır. Bunu da ancak ömrü varsa yapabilir; zirâ bu zehirden ötürü zarar görecek olan şey, baki olan ahiretin elden gitmesidir. O ahiret ki orada değişmez nimet ve büyük mülk vardır! Onun elden gitmesi, cehennem ateşini ve daimî azabı gerektirir. Öyle azap ki dünya ömrünün birkaç misli onun müddetinin binde biri olamaz; zira onun müddetinin sonu hiç yoktur! Bu bakımdan tevbeye acele etmek gerekir.

Günah zehirleri, iman ruhuna, doktorların yapacağı birşeyin kalmadığı bir felâketi işlemezden önce tevbe etmek gerek. Öyle bir felâket ki ondan sonra zararlılardan sakınmanın, nasihatçıların nasihatinin, vaizlerin vaazının hiçbir faydası olmaz. Sahibinin helâk olanlardan olduğu kesinleşir ve şu ayetin umumî hükmünün altına girmiş olur:

Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır. Önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık, artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.
(Yâsin/8-10)

Sakın iman kelimesi seni aldatıp ayetten kastedilen şeyin, küfür olduğunu sanmayasm; zira izah edildi ki iman yetmiş küsur şubedir. Zina eden bir kimse de mü´min olduğu halde zina etmez. Bu bakımdan şubeler ve dallardan ibaret olan imandan mahrum olan bir kimse sonuçta asıl olan imandan da mahrum olur. Nitekim dallar mesabesinde olan âzalarının tamamını kaybeden bir kimsenin, asıl ve kök olan ruhunun yok edici ölüme mahkum olduğu gibi... Bu bakımdan dallar olmayınca aslın bekası mümkün değildir. Köksüz dal da olamaz. Kök ile dalın arasında ancak bir şeyde fark vardır. O da dalın varlığı ile bekası kökün varlığını ister. Kökün varlığı ise dalların varlığını istemez. Bu bakımdan aslın bekası fer´e, fer´in de var olması asla bağlıdır. Öyleyse mükâşefe ile muamele ilimleri asıl ile fer gibi biri diğerinden müstağni değildir/Her ne kadar biri asıl, diğeri tâbi mertebesinde ise de,..
Muamele ilmi amele teşvik edici olmadığı zaman, onun yokluğu varlığından daha hayırlıdır.

Eğer muamele ilmi istenen ameli insana yaptırtmazsa sahibinin aleyhine delil olur. Bunun için fâcir âlimin azabı, fâcir cahilin azabından daha fazla olur. Nitekim Kitab´ul-İliıride bu husustaki haberleri zikretmiştik.

7) Müslim, Buhârî
8) Tirmizî




 
Alt 03-04-2009, 21:24   #146
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevbe Herkese ve Her Hâlükârda Vacibdir

Kur´an´ın zahiri bu hükme delâlet eder; zira ALLAH Teâlâ umumî olarak şöyle buyurmuştur:
Topluca ALLAH´a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31)
Basiret nuru da insanı bu hükme irşad etmektedir.

Zira tevbenin mânâsı; ALLAH´tan uzaklaştıran ve şeytana yaklaştıran yoldan dönmek demektir. Böyle bir dönüş, ancak akıllı bir kimse için düşünülebilir. Akıl, ancak şehvet, gazab ve şsytanm insanı aldatma vesileleri olan diğer kötü sıfatların kemâlinden sonra kemâl bulur; zira aklın kemâli ancak yaş kırka geldiği zaman olur. Aklın esası, ancak bulûğa yaklaşıldığında tamamlanır. Onun başlangıcı çoğu zaman yedi seneden sonra belirir. Şehvetler, şeytanın askerleridir. Akıl da meleklerin ordularmdandır. İkisi bir araya geldiğinde mecburî olarak aralarında savaş patlak verir; zira biri diğerinin yanında duramaz. Çünkü birbirine zıddırlar. Bu bakımdan aralarındaki boğuşma, gece ile gündüzün, nur ile zulmetin arasındaki boğuşma gibidir. Biri galebe çaldığı zaman, zarurî olarak diğeri kaçar! Şehvetler çocuk ve gençlerde akim kemâlinden önce yerleştikleri zaman şeytanın orduları gelmiş ve mekânı istilâ etmiş demektir. Kalp bunlara yakınlık göstermiş olur. Şüphesiz ki bu takdirde şehvetlerin isteklerine uyması da normal olur ve bu durum kalbe hâkim olur. Artık kalbin bu durumdan kurtulması zorlaşır. Sonra ALLAH´ın hizbi ve askeri olan akıl ortaya çıkar ve tedricî bir şekilde dostlarını düşmanların ellerinden ve esaretinden kurtarır. Fuğer akıl kuvvet bulmaz ve kemâle ermezse, kalp memleketi şeytana teslim olur. Şeytan da va´dini yerine getirir! Zira şeytan şöyle demiştir:

Eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriye-tini, pek azı müstesna kandırıp kendime bağlarım.
(îsra/62)

Eğer akıl kemâle erip kuvvetlenirse, onun ilk meşgalesi şehvetleri kırmak, âdetlerden ayrılmak, tabiatı cebr yoluyla ibâdetlere zorlamak suretiyle şeytanın ordularını yok edip uzaklaştırmak olur. Tevbenin mânâsı bundan başka birşey değildir. Böyle olmasının isbatı da şehvetten, rehberi şeytan olan bir yoldan dönüp ALLAH´ın yoluna yönelmektir.

Varlık âleminde hiçbir insan yoktur ki şehveti aklından önce şeytanın silahı olan tabiatı, meleğin silahı olan tabiattan önde bulunmasın. Bu bakımdan şehvetlerin gücünü artıran yoldan dönüş, ister peygamber olsun, ister ahmak bir kimse, her insan için zaruridir. Zannetme ki bu zaruret sadece Âdem´in özelliğidir.

Sakın sanma ki hilekârlık sadece Hind´indir. Her güzelin tabiatı Hind´in tabiatı gibidir.
Bu durum ezelî bir hükümdür. İnsan cinsine farz kılınmıştır. Bu, hiç kimsenin değişmesini ümit etmediği ilâhî kanun değişmedikçe bu farzın hilâfî mümkün değildir. Bu bakımdan kim kâfir ve cahil olduğu halde bülûğ çağma ererse, cehaletinden ve küfründen tevbe etmesi farzdır.

Ne zaman annesine ve babasına tâbi olarak ve İslâm´ın hakikatinden gafil bulunarak müslüman olduğu halde bâliğ olursa, bu sefer İslâm´ın mânâsını anlamak suretiyle gafletinden tevbe etmesi farzdır; zira kendisi müslüman olmadıktan sonra, anne ve babasının müslüman oluşu kendisine fayda sağlamaz. Eğer bunu anlarsa, âdetinden ve önleyici olmaksızın şehvetlerin arkasında koşmasından, ALLAH´ın menetmek, bırakmak, ayrılmak ve başıboş gitmek hususundaki sınırlarına dönmekle tevbe etmesi farzdır. Bu şekilde tevbe etmek, tevbe kapılarının en zorudur. Burada insanların çoğu helâk olur; zira bu tevbeyi elde etmekten aciz kalmışlardır. Bütün bunlar, dönüş ve yakınlıktır.

Bu bakımdan bu durum tevbe´nin her insan için farz-ı ayn olduğuna delalet eder. Hiçbir insanın tevbeye muhtaç olmadığı düşünülemez. Nitekim Adem´in (a.s) tevbe etmekten müstağni olmadığı gibi... Öyle ise babanın müstağni olmadığı bir şeyden evlat da müstağni olamaz.

Tevbefnin daima ve her durumda yapılmasının farziyeti şu demektir: Hiçbir insan günahsız değildir; zirâ peygamberler bile bu zellelerden kurtulamamıştır.

Nitekim Kur´an´da ve hadîslerde peygamberlerin bu zellelerden tevbelerinden ve hatalarından ötürü ağlamalarından haber verilmektedir. Eğer azaların günahından bazı durumlarda kurtulursa, kalp ile günahları arzu etmekten kurtulamaz.

Eğer kalp de bazı durumlarda günahları arzulamaktan kurtulursa, ALLAH´ın zikrinden gaflet ettiren şeytanın vesveselerinden kurtulamaz.

Eğer bundan da kurtulursa ALLAH, ALLAH´ın sıfatları ve fiilleri hakkındaki ilim hususunda kusur ve gafletten kurtulamaz. Bütün bunlar, eksikliktir. Bunun sebepleri vardır. Sebeplerin zıdlarıyla meşgul olmak suretiyle sebepleri terketmek, onun zıddına dönmek demektir. Tevbeden de maksat dönüştür. Hiçbir insanın bu eksiklikten uzak olması düşünülemez. Ancak insanlar miktar hususunda birbirlerinden ayrılır. Asıl ise bütün insanlarda vardır. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.

Benim de kalbimin üzerine pas çöker. Öyle ki gece ve gündüz yetmiş defa ALLAH´tan af talebinde bulunurum.

Bunun için ALLAH Teâlâ, peygamberine şöyle demek suretiyle ikramda bulunmuştur:
Öyle ki ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola iletecektir.
(Fetih/2)

Hz. Peygamber´in´ yüce makamına rağmen hali bu olursa, acaba başkasının hali ne olacaktır?

Soru: Kalbe gelen şeylerin eksiklik olduğu gizli değildir. Kemâl bunlardan uzak olmaktadır. ALLAH´ın celâlinin marifetinde kusur da eksikliktir. Mârifet arttıkça kemâl artar. Eksikliğin sebeplerinden kemâle yönelmek dönüştür. Dönüş de tevbedir. Fakat bunlar farzlar değil de faziletlerdir. Sen tevbe´nin her durumda vâcib olduğunu mutlak bir şekilde söyledin. Oysa bu gibi şeylerden tevbe etmek farz değildir; zira kemâlin idrâki şer´an vâcib değildir. Bu bakımdan senin ´tevbe her durumda vâcibdir´ sözünden maksad nedir?

Cevap: Daha önce insanın yaratılışının gereği olarak şehvetlere uymaktan kurtulamayacağı söylenmişti. Tevbe´nin mânâsı; sadece şehvetleri terketmek değildir.

Aksine tevbe´nin tamamlanması, geçmişi tamamiyle telâfi etmekle olur. İnsanın peşinden sürüklendiği her şehvetten bir karanlık insanın kalbine yükselir.

Nitekim insanın nefesinden berrak aynaya buharın yükseldiği gibi... Eğer şehvetlerin karanlığı birikirse, (kalp üzerinde) ´Reyn´ denilen pas olur. Nefesin buharının aynada biriktiği zaman lekeye dönüştüğü gibi... Nitekim ALLAH Teâlâ şöjde buyurmuştur:

Hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerini kaplamıştır.
(Mutaffifîn/14)

Bu bakımdan ´reyn´ (pas) biriktiği zaman mühre dönüşür. Aynanın yüzündeki buhar gibi o mühürle kalp mühürlenir. Birikip zaman uzadıkça, demirin içine işler, onu ifsâd eder.

Artık ondan sonra işlem kabul edemez hale gelir, pastan mühürlenmiş gibi olur. Şehvetlerin arkasında gitmeyi terketmek de kâfi gelmez. Kalpte tabiatlaşan o pasların silinmesi lâzımdır.

Nitekim eğer aynada tabiîleşen kirler silinmezse, sadece buharları silmenin kâfi gelmediği gibi. Günahlar ve şehvetlerden kalbe zulmet yerleştiği zaman da durum böyledir. Bu bakımdan kalbe ibadetlerden bir nur yükselir. O ibadetlerin nuruyla nıâsiyetin zulmeti silinir.

Buna Hz. Peygamberin şu hadîsi işaret etmektedir:
Günahın ardından sevab işle ki sevab günahı silip yok etsin!

O halde kul kalbinden günahların eserlerini, sevap işleyerek silmekten müstağni değildir. Bu hüküm önce saflaşan sonra ârızî sebeplerle kararan kalp için sözkonusudur. İlk cilalama uzun sürer; zira aynadan pası silmek hususunda cilalama ile meşgul olmak, aynanın aslıyla meşgul olmak değildir. Bunlar uzun uzadıya meşguliyetlerdir. Asla sonu ve ardı gelmez. Bütün bunlar tevbeye dönüşür.
Senin ´Boyle bir tevbeye farz denilmez. Aksine o fazilet ve kemâli talep etmektir sözüne gelince, bil ki vâcib´in iki mânâsı vardır.

Birincisi şeriat sahasına giren ve bütün halkın ortak olduğu vâcibdir. Eğer bütün halk onunla meşgul olursa âlem harap olmaz. Bu bakımdan eğer bütün insanlar hakkıyla ALLAH´tan ittika etmekle mükellef olursa, hepsi maişeti terkedip dünyayı tamamen bırakırlar. Sonra bu durum takvanın iptaline yol açar; zira maişetler fesada uğradığı zaman, hiç kimse takva için çalışmaya vakit bulamaz. Örücünün, çiftçinin, fırıncının ihtiyacını kazanmak için meşguliyeti bütün hayatını kapsar. Bu bakımdan bütün bu dereceler farz değildirler.

Vacibin ikincisi; âlemlerin rabbinden matlûb olan yakınlığa varmak için sıddîklar arasında Makâm-ı Mahmud´a. ermek için gerektir. Makâm-ı Mahmûdfa ulaşmak için, bizim söylediklerimizin tamamından tevbe etmek vâcibdir.

Nitekim nafile namaz için abdest almak vâcibdir; zira nafile namaz kılmak ancak taharetle mümkündür. Fakat nafile namazın faziletinden mahrum kalmaya razı olan bir kimseye nafile namaz için abdest almak vâcib değildir.

Nitekim göz, kulak, el ve ayak, insan varlığında şarttır; yani onunla dünyada yüksek derecelere varmak ve kâmil bir insan olmak isteyen bir kimse için şarttır. Hayatın aslıyla kanaat eden, şiş üzerindeki bir et parçası gibi olmaya, atılmış bir paçavra gibi olmaya razı olan bir kimse için ise, ne göz, ne el ve ne de ayak şart değildir. Bu bakımdan ammenin fetvasına dahil olan vâcibler ile ancak kurtuluşun aslına varılır. Kurtuluşun aslı hayatın aslı gibidir. Kurtuluşun aslından öte bulunan saadetler ki hayat onlarla sonuçlanır ve o saadetler hayatın tanziminde gereken alet ve azaların yerine geçer. Enbiya, evliya, ulema ve üstün olan insanlar burada gayret göstermişlerdir. Onların hırsları bu noktaya yönelir. Onların gayreti bunun etrafında döner. Onlar bunun için dünya lezzetlerini tamamen terkederler.

Hz. İsa (a.s) bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona gelerek şöyle dedi:
- Sen ahiret için dünyayı terketmemiş miydin?
- Evet, ne olmuş?
- Şu taşı yastık yapman, dünyada nimetlenmendir. Sen neden
başını yere koymuyorsun?
Bunun üzerine Hz, İsa (a.s) taşı atarak başını toprağa koydu.
Taşı atışının sebebi, o faydalanmadan tevbe etmektir. Hz. İsa´nın umumî fetvalarda başını toprağa koymanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Nakışlı elbise, namazda Hz. Peygamberi meşgul ettiği zaman onu çıkarıp attığında, yenilediği pabucunun bağı kendisini meşgul ettiği zaman, eski pabucunu giydiğinde, bütün kullar için getirmiş olduğu şeriatta böyle yapmanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Mâdem ki bunu biliyordu, o halde terketmek suretiyle neden bundan tevbe etti? Onun böyle yapması, o elbise veya pabucun kalbinde kendisine va´dedilen Makâm-ı Mahmûd a varmasını engelleyici bir tesir bıraktığını görmesinden ileri geliyordu.
Hz. Ebubekir´in (r.a) sütü içtikten ve bunun uygun olmadığını bildikten sonra parmağını boğazına sokup, zorla içtiği sütü dışarı çıkarmanın fıkhı hükmünü bilmediği için mi boyle yaptığını sanıyorsun? İçtiği sütle günahkâr olmadığını bilmiyor muydu? İçtiği sütü çıkarmasının farz olmadığını bilmiyor muydu? Bunları bildiği halde neden içtiği sütü dışarı çıkararak tevbe etti? Bu tevbe onun göğsünde yerleşen bir sırdan ileri geliyordu. O sır ona avamın fetvasının başka bir husus olduğunu, âhiret yolunun tehlikesini ise, ancak sıddîklarırı bileceği hikmetini anlatmıştır. Bu bakımdan sen, ALLAH´ın bütün mahlûkundan daha fazla ALLAH´ı, ALLAH´ın yolunu, mekrini, ALLAH´a güvenerek gurura kapılmanın gizli yerlerini bilen bu kimselerin" durumunu düşün! Dünya hayatının seni aldatmasından sakın! Bir milyon defa sakın ki şeytan seni amelsiz ALLAH´a güvendirip aldatmış olmasın!
Kim bu sırların kokularının başlangıçlarını ´koklarsa bilir ki nasûh tevbe´nin lüzumu ALLAH yolunda giden kula her nefesinde lâzımdır.
İsterse bu kul Nuh gibi uzun yaşamış olsa bile tevbeyi ihmal etmemenin, çok çabuk olarak tevbe etmenin vâcib olduğunu bilir.

Ebû Süleyman Dârânî pek doğru söylemiştir: ´Eğer akıllı insan, geri kalan hayatında sadece ibadetlerin dışında geçen ömrü için ağlarsa, bu ölüme kadar üzülmesine kâfi gelir. Acaba kalan ömrünü, cahilce geçirdiği hayatı gibi geçirenin hali nasıl olur?´
Ebû Süleyman bunu şu hikmete binaen söylemiştir: Akıllı bir kimse, bir cevheri elde ettiği ve o cevher fayda vermeksizin zayi olup gittiği zaman, şüphesiz buna üzülür» Eğer o cevher elinden çıkıp ve onun çıkışı ela helâk olmasının sebebini teşkil ederse, bu takdirde o cevherden ötürü daha fazla üzülmesi gerekir. Oysa hayatın her saati, her nefesi bir cevherdir. Onun yerini dolduracak birşey yoktur.

Çünkü o seni ebedî saadete erdirmeye, ebedî azaptan kurtarmaya yarar. Acaba böyle bir cevherden daha güzel bir cevher olabilir mi? Bu cevheri gaflet içerisinde zayi ettiğin zaman, apaçık bir zarardasın. Onu günaha sarfettiğin zaman kötü bir şekilde helak olursun. Eğer bu musibetten ötürü ağlamıyorsan bu senin cehaletinden ileri gelmektedir. Cehaletinden dolayı gelen musibet öbür musibetinden daha büyüktür. Fakat cehalet musibe-tiyle müptelâ olan onun musibet olduğunu bilmez; zira gaflet uykusu cehaletle nefsi arasına girer.
Hz. Ali´den şöyle rivayet edilmiştir: ´İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. O zaman her müflisin iflâsı, her mu-sibetzedenin musibeti kendisine görünür. Oysa telâfi etmek imkânı da insanlardan kaldırılmıştır´.

Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Ölüm meleği kula göründüğü
zaman, ona ´Senin bir saatlik ömrün var. Sen göz açıp kapatacak
kadar bile o saatten geri kalmazsın´ der.

Buna binaen kulun esef ve hasreti öyle bir şekilde belirir ki eğer dünya bütünüyle onun olsaydı bu hasretten kurtulmak için onu vermekte tereddüt etmez, o kalan saatine başka bir saati eklemek için derhal bütün dünyayı bu müddet içinde nefsini kınamak için verirdi. Böylece eksikliğini telâfi etmek isterdi. Oysa artık böyle bir imkânı elde edemez.

İşte ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinin işaret ettiği ilk mânâ budur:
Artık kendileriyle (dünyaya dönüş) arzularının arasına engel çekilmiştir.
(Sebe/54)

Sizden birinize olum (alâmetleri) gelip de ´Ey RABBİM! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve sa-lihlerden olsam!´ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (ALLAH yolunda) harcayın. ALLAH bir kimseyi eceli geldiği zaman asla geciktirmez ve ALLAH bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
(Münâfikûn/10-11)

Denildi ki: Kulun ALLAH´tan istediği yakın zamanın mânâsı; kula perde aralandığı zaman şöyle demesidir:
- ey ölüm meleği! Benim ecelimi bir gün tehir et ki o günde
RABBİMin huzuruna özrümü arzedeyim, tevbe edeyim. Nefsim için sâlih bir ameli azık edineyim.
- Günleri tükettin, artık günün yoktur!
- Öyle ise bir saat beni tehir et!
- Saatleri tükettin artık saatin yok!

Bu bakımdan kulun yüzüne artık tevbe kapısı kapatılır. Can boğaza dayanır. Nefesleri boğazının kemikleri arasında yükselip alçalır. Geçmişi telâfi etmekten ümitsiz olmanın acısını duyar. Hayatının zayi olmasından ötürü pişmanlık ateşini tadar durur.

Bu hallerin sadmelerinde imanın esası sarsılır! Canı çıktığı zaman eğer daha önce ALLAH Teâlâ´dan kendisi hakkında en iyi amel sebkat etmiş ise ruhu tevhid üzerine çıkar.

İşte güzel son budur. Eğer kaza ve kader onun hakkında şekavetle sebkat etmiş ise, ruhu şek ve ızdırap üzerinde çıkar. İşte bu da kötü sondur.
Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm kendilerine gelip çatınca ´Ben şimdi tevbe ettim?´ diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur,
(Nisa/18)

ALLAH´a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler.(Nisa/17)

Bu ayetin mânâsı; hatayı işlediği halde hatasından pişman olması, onun eserini hemen akabinde yapmış olduğu bir hasene (sevab) ile daha pas kalbin üzerine yerleşip silinmeyi kabul etmeden önce silmesi demektir.

Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Günahın hemen akabinde sevap işle (ki o sevap) o günahı silsin!

Bu sırra binaen Lokman Hakîm, oğluna *Ey oğul! Sakın tevbeyi geciktirme! Zira ölüm ansızın gelir! demiştir.

Kim acele tevbe etmeyi ´sonra yaparım´ diye terkederse, o iki büyük tehlike arasında kalır: Birincisi günahlardan gelen bir karanlığın onun kalbinin üzerine yerleşmesidir ki artık pas ve tabiat olur ve silinmeyi kabul etmez. İkincisi, hastalığın veya ölümün gırtlağına sarılması ve dolayısıyla günahı mahvetmeye fırsat bulamamasıdır.

Ateş ehlinin bağırmasının çoğu, tevbeyi geciktirmelerinden ileri gelir.9

Bu bakımdan helâk olan bir kimse ancak tevbeyi geciktirmeden helâk olur. Öyleyse tevbeyi geciktirmenin kalbi karartması önce, ibâdet ile parlatılması ise sonradır.

Bu durum böyle devam eder. Sonunda ölüm ansızın gelir, yaka paça götürür ve dolayısıyla temiz olmayan bir kalp ile ALLAH´ın huzuruna varır. Oysa ancak temiz bir kalp ile ALLAH´a varan kurtulur. Öyleyse kalp, ALLAH´ın kul yanındaki emanetidir. Ömür de ALLAH´ın kul nezdinde emanetidir. İbadetlere vesile ve âlet olan diğer şeyler de böyledir. Bu bakımdan emanete hainlik yapan ve hainliğini telâfi etmeyenin durumu tehlikelidir.

Ariflerden biri şöyle demiştir: Elbette ALLAH Teâlâ kuluna iki sırrı tevdi buyurmuştur. İlham yoluyla o sırlarını kuluna fısıldar!
1. Annesinin karnından çıktığı zaman ona der ki: ´Ey kulum!
Seni dünyaya tertemiz çıkardım. Emrimi sana emanet bıraktım.
Seni bu emaneti korumak hususunda emin saydım. Bu bakımdan
emaneti nasıl koruyacağını iyi düşün! Benimle nasıl mülâki
olacağını da iyi (düşün)!´

2. Ruhu çıktığı zaman ona der ki: ´Ey kulum! Senin nezdindeki
emanetim hakkında ne yaptın? Aramızdaki söze riayet ettin mi?
Benimle mülâki olacağın güne kadar onu korudun mu? Eğer
emanetimi koruduysan ben de va´dimi îfâ etmek suretiyle seni
karşılayayım. Eğer emanetimi zayi ettiysen ben de o emaneti sen
den istemek ve ceza vermek suretiyle seni karşılayayım!´

Nitekim ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinde buna işaret vardır:
Siz, benim ahdime vefa edin ki ben de ahdinize vefa edeyim,
(Bakara/40)

Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler,
(Mü´minûn/8)

9) Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir.
 
Alt 03-04-2009, 21:25   #147
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Şartları Bulunduğu. Zaman Tevbe´nin Makbul Oluşu

Kabulün mânâsını anladığın zaman, her sahih tevbe´nin makbul olduğunda şüphe etmezsin. Bu bakımdan Kur´an´m nurlarından istimdâd edenler ve basiretlerin nuruyla bakanlar bilirler ki her selîm kalp, ALLAH katında makbul, âhirette ALLAH´ın komşuluğuna lâyık ve ALLAH´ın cemâline bakmaya hazırdır. Bilirler ki kalp, esasında selîm olarak yaratılmıştır. Her doğan çocuk, fıtrat üzerine doğar. Kalbin selâmeti, ancak günahların zulmetinden kalbin yüzüne biriken paslarla ortadan kalkar.

Bilirler ki pişmanlık ateşi, o tozları yakıp kül eder. Hasenenin (sevabın) nuru, kalbin yüzünden o kötü karanlığı siler. Sevapların nuruna karşı günah zulmetinin direnme gücü yoktur. Tıpkı gündüzün nuruyla gece karanlığının yok olduğu, sabunun beyazlat-masıyla kirin yok olduğu ve kirli elbisenin sultanlar tarafından elbise olarak kabul edilmediği gibi... Bu bakımdan ALLAH Teâlâ karanlık kalbi komşuluğuna kabul etmez. Nasıl ki elbiseyi kötü yerlerde kullanmak kirletirse ve ancak sabunla temizlenirse, tıpkı onun gibi kalbi şehvetlerde kullanmak da kalbi kirletir! O kiri, göz yaşlarının suyu ile ve pişmanlığın yakıcılığıyla yıkamak tertemiz yapar. Her temiz elbise makbul olduğu gibi, her temiz kalp de makbuldür. Senin vazifen ancak tezkiye ve temizlemedir. Kabul etmek ise, önünde hiçbir engel olmayan ezelî kazâ ve kader ile sebkat eden bir vergidir. Buna şu ayette ´felâh´ ismi verilmiştir:

Muhakkak nefsini tezkiye eden (veya nefsi ALLAH tarafından tezkiye edilen) felaha kavuşmuştur.(Şems/9)

Kim tahkik yolunda göz ile yapılan müşahededen daha açık ve daka kuvvetli bir mârifet]o kalbin günahlarla ve ibadetlerle zıt tesirlerin etkisinde kaldığını bilmezse, bunlardan birine ´zulmet´ lâfzının cehalet için mecaz yoluyla kullanıldığı gibi kullanıldığını, diğerine ilim için kullanıldığı gibi ´nur lâfzının kullanıldığını bilmezse ve yine ´nur´ ile ´zulmet´in arasında zarurî ve kaçınılmaz bir zıddiyetin olduğunu ve ikisinin bir arada bulunmasının tasavvur edilemeyeceğini bilmezse, bu kimse dinin sadece kabuğunu tanımış ve sanki dinin sadece isimleri bu kimseye yapışmış demektir.

Öyle ki kalbi dinin hakikatinden kaim bir perde ile perdelenmiştir. Hatta nefsinin hakikatlerinden, sıfatlarından da kalbi perdelenmiştir. Kim nefsini bilmezse, başkasını bilmek hususunda daha cahildir. Başkasından gayem, kalbidir; zira insan ancak kalbiyle kalbinin haricindeki şeyleri bilir. Bu bakımdan kalbini bilmeyen, başkasını nasıl bilecektir?

Tevbe´nin sıhhatli olup kabul edilmeyeceğini düşünen bir kimse, tıpkı güneşin doğup karanlığın zâil olmayacağını, elbisenin sabunla yıkanıp buna rağmen temizlenmeyeceğini düşünen bir kimse gibidir. Ancak kir uzun zaman birikip yerleştiğinden dolayı elbisenin dikişleri arasına ve içerisine nüfuz etmişse, bu takdirde sabun o kiri gidermeye güç yetiremez.

Bunun misali, günahlar kişide tabiat hâline gelinceye ve kalbinin üzerine pas oluncaya kadar birikip yerleşmeleridir. Böyle bir kalp, artık dönüp tevbe etmez. Evet, bazen dil ile ´Tevbe ettim´ der. Bu, çamaşırcının diliyle ´Ben elbiseyi yıkadım´ demesi gibidir. Oysa onun yıkadım demesi asla elbiseyi temizlemez. Bu durum elbisenin sıfatı, elbisede yerleşen sıfatın zıddıyla ve kullanılması mümkün olan bir şeyi kullanmak suretiyle değiştirmedikçe devam eder. İşte tevbe´nin aslının men olunmasının durumu budur. Bu uzak bir durum değildir.

Hatta dünyaya yönelen, ALLAH´tan tamamen yüz çeviren halkın çoğunun durumu budur.
Bu beyan, tevbe´nin kabulü hususunda basiret erbabı için kâfidir. Fakat biz bunu, ayet, hadîs ve eserlerle takviye edelim. Çünkü Kitab ve Sünnet ´in doğrulamadığı hiçbir görüşe itimad yoktur.

Ayetler
O´dur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve bütün yaptıklarınızı bilir.(Şûrâ/25)

Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan ihsan sahibi (ALLAH´tandır).(Mü´min/3)

Bunlardan başka daha nice ayetler vardır.

Hadîsler
Herhangi birinizin tevbesiyle ALLAH, yitirdiği devesini bulan kimseden daha fazla sevinir.,.Sevinmek, kabulden sonra gelir. O kabulün delili bir nimettir.

Elbette ALLAH Teâlâ tevbe ile kudret elini, gece günah işleyen için gündüze kadar, gündüz günah işleyen için de geceye kadar yayar (açar). Bu durum, güneşin batıdan doğuşuna kadar (kıyamet kopuncaya kadar) devam eder.10

´Kudret elini açması tevbeyi talep etmekten kinayedir; yani ALLAH kullarının tevbe etmesini ister, İsteyen kabul edenin ötesindedir; yani kabul edeceği için ister. Zira çok kabul eden vardır ki istemez. Hiçbir isteyici yoktur ki kabul edici olmasın!

Göklere yetişinceye kadar hatalar işlemiş olduktan sonra pişman olsanız bile, muhakkak ALLAH tevbenizi kabul eder.11

İnsan (bazen) günah işler ve o günahtan ötürü cennete girer!
Denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasulü! Bu nasıl olur?´ Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

O günah daima gözünün Önünde olur. Ondan tevbe eder, ondan kaçar ve sonunda cennete girer.12
Günahın keffareti pişmanlıktır.13

Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan kimse gibidir.

Rivayet ediliyor ki Habeşistanlı biri şöyle sordu:
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben fahiş işler yapıyordum. Acaba tevbe
edebilir miyim?
-Evet!
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben o fahiş hareketlerde bulunurken
ALLAH beni görüyor muydu?

Hz. Peygamber ´Evet deyince Habeşliden bir feryâd ve figanla beraber ruhu çıktı.14

Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, İblis´e lânet okuduğu zaman, İblis, kendisine mühlet vermesini ALLAH´tan talep etti. ALLAH da ona kıyamet´e kadar mühlet verdi. İblis dedi ki: ´Senin izzetine yemin ederim! Ademoğlunun ruhu oldukça onun kalbinden çıkmayacağım´.

Bunun üzerine ALLAH Teâlâ da şöyle dedi: ´İzzet ve celâlime yemin ederim, onda ruh oldukça onun tevbesini kabul edeceğim´.

Muhakkak sevablar, suyun kiri götürdüğü gibi günahları silip götürür.15
Bu husustaki hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.

10) Müslim, (Ebû Musa´dan)
11) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre´den)
12) İbn Mübarek, Zühd
13) İmam Ahmed, Taberânî
14) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir»
15) Tirmizî
 
Alt 03-04-2009, 21:26   #148
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevbe Edilen Küçük ve Büyük Günahlar

Tevbe günahın terkidir, Birşeyi terketmek, ancak meydana geldikten sonra mümkündür. Tevbe vâcib olduğu zaman, tevbeye götürecek şey de vâcib olur. Bu bakımdan günahların meydana gelmesi, bu takdirde vâcibdir. Günah, terkinde veya fiilinde ALLAH´ın emrine muhalif olan şeylerden ibarettir. Bunun tafsilâtı, şer´î teklifleri başından sonuna kadar şerhetmeyi gerektirir. Oysa bu şu anda bizim konumuz değildir. Fakat biz teklifleri toplayan şeylere ve kısımlarının bağlantılarına işaret edelim. Doğru yola rahmetiyle muvaffak eden ALLAH Teâlâ´dır.
 
Alt 03-04-2009, 21:27   #149
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kulun Sıfatlarına Nisbetle Günahların Kısımları

İnsanın birçok sıfatları vardır. Nitekim kalbin acaiblikleri ve gaileleri bahsinde bunun şerhi (açıklaması) yapılmıştır. Fakat günahların kaynakları dört sıfata inhisar eder:
1. Rubûbiyet sıfatları
2. Şeytanî sıfatlar
3. Behimî (hayvanî) sıfatlar
4.Sebuî (yırtıcı) sıfatlar

Bunun böyle olması, insan çamurunun çeşitli karışımlardan yoğrulmasından meydana gelmektedir. Bu bakımdan insan çamurundaki her unsur, bir eseri iktiza eder.
Nitekim sekencebin maddesinden meydana gelen şeker, sirke ve zâferanm her biri ayrı ayrı tesir ve etki bırakırlar.

Rubûbiyet sıfatlarına varmak iştiyakını veren şey, kibir, gurur, ceberut, övülmeyi sevmek, izzet ve zenginliği istemek, bekanın devamlılığını arzulamak, herkesten daha yüce olmayı istemek gibi dir. Hatta sanki bu insan (Firavun gibi) ´Ben sizin en yüce rabbinizim´ demeyi kasteder. Bu durumdan en büyük günahlardan bir grup meydana gelir. Meydana gelir fakat halk onlardan gafil ve onları günah bile saymamaktadır. Oysa onlar korkunç helâk edicilerdir. Öyle helâk ediciler ki birçok günahın kaynaklan gibidirler. Nitekim biz bunu Mühlikât bölümünde en ince teferruatına kadar saymıştık.

İkincisi şeytanî sıfattır. Bu sıfattan hased, zulüm, hile, hud´a, fesâd ve münkeri emretme meydana gelir. Dolandırıcılık, münafıklık, bid´at ve dalâlete çağırmak da bu kısma girer.

Üçüncüsü behimî (hayvanî) sıfattır. Bu behimî sıfattan oburluk, açgözlülük, karın ve tenasül uzvunun şehvetini (isteğini) yerine getirme meydana gelir. Bundan livata, hırsızlık, yetimlerin malını yemek, şehvetler için mal toplamak da meydana gelir!

Dördüncüsü sebuî, yani yırtıcı sıfattır. Bu yırtıcı sıfattan öfke, hıkd, vurmak, öldürmek, küfretmek suretiyle halka hücum etmek ve malları yağmalamak meydana gelir. Aynı zamanda bu sıfattan birçok günahlar da meydana gelir.

Bu sıfatlar fıtratın kökünde vardır. Bu bakımdan önce hayvanî sıfat galebe çalar. Sonra yırtıcı sıfat ikinci derecede onu takip eder. Bunların ikisi bir araya geldikten sonra aklı hile, kurnazlık ve kötü şeylerde kullanılır. Bu da şeytanî sıfattır. Sonra âhiretle, rubûbiyetin sıfatları mağlûp olur. O sıfatlar da fahr, izzet, yücelik, kibriyayı talep etmek ve bütün insanları istilâsı altına almayı kastetmektir. İşte bunlar, günahların kaynaklarıdır. Sonra bu kaynaklardan günahlar, azalar üzerine akarlar. Bazıları hasseten kalptedir: Küfür, nifak, bid´at ve halk için kötü düşünmek gibi... Bazıları gözde kulakta, bazıları dilde, bazıları tenasül uzvu ve karındadır. Bazıları da eller ve ayaklarda, bazıları da bütün bedende! Bunları tafsil etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü apaçıktır.

Günahlar için ikinci bir taksim de şöyledir: Günahlar, kul ile ALLAH arasındaki kısım ile kulların haklarıyla ilgili olan kısma ayrılır. Sadece kulla ilgili olan namaz ve orucun terkedilmesi gibi şeylerdir. Kulların haklarıyla ilgili olanlar, zekâtı terketmesi, adam öldürmesi, malları gasbetmesi, namuslara küfretmesi gibi şeylerdir. Başkasının hakkından alınan şey, ya insan7 ya bir âzâ veya mal veya namus veya din veyahut da mertebe olur. Dini almak, şerre teşvik etmek, bid´ate çağırmak ve günahlara özendirmek, bazı vaizlerin ümit tarafını korku tarafından daha kuvvetli göstermek suretiyle ALLAH´a karşı cüret sebeplerini kabartmak gibi şeylerdir.

Kullarla ilgili olan günahlara gelince, buradaki vaziyet daha şiddetlidir. Kul ile ALLAH arasında olan şey şirk olmadıkça af daha fazla umulur ve daha yakındır. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:

Divanlar (kayıt defterleri) üçtür: Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanır. Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanmaz. Diğer bir divan vardır ki terkedilmez. Bağışlanan günahlar, kulların ALLAH ile aralarında olan (namaz kılmamak gibi) günahlardır. Bağışlanmayan günah, ALLAH´a ortak koşmaktır. Terkedilmeyen günah ise, kullara yapılmış olan zulümlerdir.19

Yani kulun hakkına tecavüz eden zâlim, o zulmünden sorulacaktır. Ta ki ondan affedilinceye kadar...

Günahlar, küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Bu hususta halkın ihtilâfı oldukça çoktur. Kimi ´Küçük, büyük diye bir ayırım yoktur. Aksine ALLAH´a karşı olan her muhalefet büyüktür´ demiştir ki bu görüş zayıftır.

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız.(Nisa/31)

Onlar ki günahın büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Şüphesiz rabbin geniş mağfiretlidir.(Necm/32)

Hz. Peygamber (s,a) şöyle buyurmuştur:
Beş vakit namaz ve bir cumadan diğer cumaya kadar »eğer büyük günahlardan sakmılırsa bu sakınma- işlenen günahların kefareti olur.

Hadîsin diğer bir versiyonunda ´Aralarındakine kefaret olur. Ancak büyük günahlar bu hükmün dışındadır´ şeklinde gelmiştir.20

Büyük günahlar, ALLAH´a ortak koşmak, anne-babaya karşı gelmek, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir.21

Ashab-ı kirâm ve tabiîn, büyük günahların adedi hakkında dörtten yediye, dokuza, onbire ve daha yukarıya kadar ihtilâf etmişlerdir.

İbn Mes´ud (r.a), ´Büyük günahlar dörttür´22 demiştir, İbn Ömer Vadidir´23 Abdullah b. Amr ise ´dokuzdur´24 demiştir.

İbn Abbasfın kulağına İbn Ömer´in ´Büyük günahlar yedidir´ sözü geldiği zaman şöyle dedi: ´Büyük günahların yetmişe kadar varması, yediye kadar varmasından daha doğrudur´.

Bir defasında da şöyle demiştir: ´ALLAH´ın yasakladığı herşey büyük günahtır´.

İbn Abbas´tan başkaları da ´ALLAH´ın hakkında ateş va´dettiği herşey büyük günahlardandır´ demişlerdir.

Seleften biri şöyle demiştir: ´Dünyada haddi (cezayı) gerektiren herşey büyük günahtır´.
Şöyle de denilmiştir: ´Büyük günahlar, mübhemdir. Sayıları bilinmez. Tıpkı kadir gecesi, cuma saati gibi...´

İbn Mes´ud´a ´büyük günah´ sorulduğu zaman şöyle demiştir: *Nisâ sûresinin başından ALLAH Teâlâ´nm şu sözüne kadar oku:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız..,(Nisâ/31)

Bu bakımdan yukarıdaki ayete kadar bu süre-i celîlede ALLAH neyi yasaklamış ise o büyük günahtır.

Ebû Tâlib el-Mekkî25 şöyle demiştir: ´Büyük günahlar onyedi tanedir. Bir kısım hadîslerden, İbn Abbas, İbn Mes´ud, İbn Ömer ve başkalarının sözünden derlediğim büyük günahların dördü kalptedir. Onlar ALLAH´a ortak koşmak, günahta ısrar etmek, ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olmak ve ALLAH´ın azabından emin olmaktır. Dördü dildedir. Onlar; yalan yere şahidlik etmek, namuslu bir insana zina iftirası atmak, bir hakkı iptal eden veya bir bâtılı hak gösteren yalan yemindir.

Şöyle denilmiştir: ´Yemin-i gamus, o yemindir ki onunla haksız yere, müslüman bir kişinin malı alınır. Velev ki o mal, erak ağacından yapılmış bir misvak olsun!´

Bu yemine ´yemin-i gamus´ denilmiştir. Çünkü sahibini ateşe daldırır. (Nitekim gamus´un lugavî mânâsı da daldırmaktır).

Dil âfetlerinin dördüncüsü sihirbazlıktır. Sihirbazlık, insanı bozan ve diğer cisimleri hilkatin aslından çıkaran konuşma demektir.

Büyük günahların üçü de mide ile ilgilidir. Onlar da şunlardır: Sarhoş eden içkiyi içmek, zulüm bakımından yetim malı ve bildiği halde faiz yemektir. O büyük günahlardan ikisi de tenasül uzvu ile ilgilidir. Onlar da zina etmek ve livata yapmaktır. İkisi de el ile ilgilidir. Onlar da öldürmek ve hırsızlıktır. Biri ayaklarla ilgilidir. O da düşman karşısmdun kaçmaktır. Hatta bir müslümanın iki kâfirden, on müslümanın yirmi kâfirden kaçması demektir. O büyük günahların biri de bedenin bütünüyle ilgilidir. O da anne ve babaya karşı gelmektir.

Ebû Tâlib el-Mekkî der ki: ´Anne ve babaya karşı gelmenin içine, onların kendisine ayırıp verdikleri şeye razı olmaması da girer. Onların isteklerini yerine getirmemek, onlara karşı tahammülsüz davranmak, karınlarını doyurmamak da onlara isyandır´.

İşte Ebû Tâlib el-Mekkî´nin büyük günahlar hakkında söylediği budur. Bu taksimi hakikate yakındır. Fakat bununla şifa tamamen hâsıl olmaz; zira bundan daha fazlasını bulmak veya daha eksik göstermek mümkündür; zira Ebû Tâlib el-Mekkî, faiz ve yetim malını yemeyi büyük günahlardan saymıştır. Oysa bu, mallara karşı yapılan bir suçtur. Nefislerin büyük günahlarından sadece katli zikretti. Göz çıkarma, el kesme ve müslümanları dövme veya işkence etme gibi diğer günahlara dokunmadı. Yetimi dövmeye, azarlamaya, azalarını kesmeye de dokunmadı. Şüphesiz ki bunları yapmak yetimin malını yemekten daha büyük günahtır.
Bir küfre karşı iki küfürle mukabele etmek büyük günahlardandır. Kişinin müslüman kardeşinin haysiyetine dil uzatması büyük günahlardandır.26

Bu, namuslu bir müslümana zina iftirası atmaktan fazla bir şeydir; yani o ayrı bir günah, bu da ayrı bir günahtır.

Ebû Said el-Hudrî ve başka sahabîler şöyle buyurmuşlardır: ´Siz, gözünüze kıldan daha ince ve hafif görünen şeyler yapıyorsunuz ki biz o onları Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık´.

Âlimlerden bir taife de şöyle demiştir: ´Kasten yapılan her günah, büyük günahtır. ALLAH´ın nehyettiği herşey büyük günahtır´.

Bu hükümden perdeyi kaldırarak meselenin hakikati şöyle açığa çıkarılabilir: Düşünen bir insanın hırsızlık hakkında ´Acaba bu büyük günah mıdır, değil midir?´ diye düşünmesi, büyük günahın mânâsını anlamadıkça ve büyük günahtan ne kasdedildiğini bilmedikçe doğru olamaz. Tıpkı ´Hırsızlık haram mıdır değil midir?´ diyenin sözü gibi!

Haram´ın tarifine önce haram´ın mânâsını izah ve hırsızlıktaki haramın durumu kontrol edildikten sonra vakıf olunabilmesi ümit edilir. Bu bakımdan büyük günah, lâfız bakımından mübhem ve mücmeldir. Onun lûgatta ve şeriatta özel bir yeri yoktur. Çünkü büyük ve küçük denmesi izafîdir. Her günah kendisinden küçük olan günaha izafeten büyük ve kendisinden büyük olan günaha izafeten de, küçüktür. Bu bakımdan yabancı bir kadınla kucaklaşmak, ona haram bakışla bakmaya nisbeten büyük günahtır. Kadınla zina etmeye nisbetle de küçük günahtır. Müslümanın elini kesmek, onu dövmeye nisbeten büyük günahtır. Onu öldürmeye nisbeten küçük günahtır. Evet! İnsan yaptığından dolayı ateşle tehdit edildiği günaha ´büyük ismini verebilir. Buradaki büyüklük vasfından ´ateşle cezalandırmanın büyük olduğunu kastediyoruz. Dünyada vâcib olan bir cezayı kendisine gerektiren şeyi büyük saydığı halde haddi (cezayı) gerektiren suça ´büyük´ ismi verebilir. Kur´ân nassıyla yasaklanan bir şeye ´büyük adını takabilir. Dolayısıyla der ki: ´Kur´an´da bu yasaklananın diğer yasaklamalar arasında tahsisen zikredilmesi, büyük bir günah olduğuna delâlet eder Sonra şüphe yoktur ki başkasına nisbeten de büyük günah olur; zirâ Kur´an´ın naslarıyla yasaklanan yasakların da dereceleri değişir. Bu bakımdan bu izafetlerdeki (nisbetleri kabul etmede) herhangi bir sakınca yoktur.

Ashab-ı kiramdan nakledilen büyük günahlar da bu durumdadır. Onları bu ihtimallerden birine hamletmek uzak bir ihtimal değildir. Evet! Şu ayet-i celîlenin mânâsını bilmek mühim vazifelerdendir:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi iyi bir yere sokarız.(Nisa/31)

Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifinin mânâsımı bilmek de mühim meselelerdendir:
Namazlar, büyük günahlar hariç, aralarında işlenen günahların kefaretleridirler!

Bu ayet ile bu hadîs, büyük günahların hükmünün isbatıdır. Burada hakîkat şudur: Şeriat nazarında günahlar, şeriatın büyük veya küçük günahlardan saydığı bilinen kısım ile hükmü bilinmeyen, hakkında şüphe edilen kısımlara bölünür. Bu bakımdan bütün kısımları veya cüzleri toplayan, başka şeyleri tarif dışına çıkaran bir tarif yapmaya çalışmak mümkün olmayanı talep etmektir, Zirâ boyle bir tarif ancak Hz. Peygamberden dinlemekle mümkün olur. Şöyle ki: Hz. Peygamber ´Ben büyük günahlardan on tanesini veya beş tanesini kasdettim demeli ve onları açıklamalıdır ki bilinsin!

Eğer böyle değil de bazı lâfızlarda ´üç büyük günah´27 bazı lâfızlarda da yedî büyük günah´28 denirse, sonra ´bir defa küfretmeye karşılık iki defa küfretmek büyük günahlardandır diye vârid olursa oysa bu, hadîste vârid olan yedi büyük günahın da, üç büyük günahın da dışındadır bilinir ki peygamber (a.s) bu hükümle sayı ve hasrı kastetmemiştir.

Şeriatın saymadığı bir şeyin sayısını bilmeye çalışmanın ne anlamı vardır? Oysa çoğu zaman, şeriat onun müphem ve belirsiz kalmasını ister ki kullar bundan dolayı sakınmış olsunlar.

Nitekim kadir gecesi insanlar onu ciddiyetle araştırsınlar diye mübhem bırakılmıştır.
Evet! Bizim küllî ve umumî bir yolumuz var. Biz bu yolla büyük günahların cins ve nevilerini tahkikli bir şekilde bilme imkânına sahibiz. O günahların bizzat kendilerini ise, ancak zan ve yaklaşık bir ihtimalle biliriz. Büyük günahların en büyüğünü de bilmiş oluruz. Küçük günahların en küçüğünün ise, bilinmesine imkân yoktur! Bunun izahı şöyledir:

Biz şeriatın delilleri ve basiretlerin nuru ile biliriz ki şeriatın bütün maksad ve hedefleri; halkı ALLAH´ın manevî komşuluğuna ve mülakatının saadetine sevketmektir ve yine biliriz ki insanlar bu hedefe, ALLAH´ın marifeti, kitablarınm marifeti ve peygamberlerin marifetiyle varabilir.

Şu ayette buna işaret vardır:
İnsanlar ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım.(Zâriyât/56)

Yani bana kul olsunlar diye yarattım. Oysa kul, rabbinin rubû-biyetini ve nefsinin de kulluğunu bilmedikçe kul olamaz. Hem nefsini, hem rabbini bilmesi gerekir. Peygamberlerin gönderilmesinde en büyük hedef budur.
Fakat bu hedef ancak dünya hayatında tamamlanır. Hz. Peygamberin şu hadîsi şerîfiyle de bu kastolunmuştur: ´Dünya ahiretin tar!asıdır´.29

Bu bakımdan dünyanın korunması da dine tâbi olarak maksad ve hedef olmaktadır. Çünkü dünya, dinin vesilesidir. Dünyadan iki şey ahirete bağlıdır: Nefisler ve mallar... Bu bakımdan ALLAH´ın marifetinin kapısını kapatan herşey, büyük günahların en büyüğüdür. Tehlike bakımından insanın hayat kapısını kapatan şeyler bu günahı takip eder. Üçüncü derecede hayatın devamını sağlayan maişetlerin kapısını kapatan şeyler gelir. Öyleyse bunlar üç mertebedirler. Bu bakımdan kalpler için marifeti, bedenler için hayatı, şahıslar için malları korumak, bütün şeriatlerin hedefinde zarurîdir.

Bu üç şeyde hiçbir din mensubunun ihtilâf edeceği tasavvur edilmez. ALLAH Teâlâ1 nın bir peygamber gönderip, onunla halkın din ve dünyalarında ıslahlarını irade etmemesi ve o peygamberin halkı ALLAH´ın ve peygamberlerinin marifetinden meneden şeyleri onlara emretmesi veya onlara canlarının ve mallarının heba edilmesini emretmesi caiz ve mümkün değildir ki, emretmiş olsun! Bu hükümden büyük günahların üç mertebe üzere olduğu meydana çıkmaktadır.

Birinci Mertebe: ALLAH´ın ve peygamberlerinin marifetini engelleyen günahtır. O da küfürdür. Bu bakımdan küfürden daha büyük bir gühah yoktur; zirâ ALLAH ile kul arasındaki perde, cehalettir. ALLAH´a yaklaştırıcı vesile ilim ve marifettir. Kişinin yaklaşması, marifeti nisbetinde, uzaklaşması da cehaleti nisbetindedir. Küfür denilen cehaletin arkasından ALLAH´ın azabından emin olmak, rahmetinden ümitsiz olmak derecesi gelir; zira bu şekilde olmak cehaletin ta kendisidir. Bu bakımdan ALLAH´ı tanıyan bir kimsenin ALLAH´ın azabından emin olması rahmetinden ümitsiz olması tasavvur edilemez.

Bu mertebenin arkasından ALLAH´ın zati, sıfatları ve fiileri ile ilgili olan bid´atler gelir. Bid´atlerin bazısı bazısından daha şiddetlidir. Bid´atlerin değişikliği, onları bilmemenin farklılığına göre olur. Onların ALLAH´ın zatıyla, fiilleriyle, şeriatleri, emirleri ve yasaklarıyla ilgilenmelerinin farklılığına göre değişir. Bunun mertebeleri, hasr altına alınamayacak kadar çoktur. Bu da Kur´an´da zikredilen büyük günahların içinde olduğu ve olmadığı bilinen, olup olmaması hususunda şüphe edilen kısımlara ayrılır. Ortanca kısımdan şüpheyi defetmek istenmesi, mümkün olmayanı ümit etmek demektir!

İkinci Mertebe: insan hayatıdır. Çünkü hayatın korunması ile ALLAH´ın marifeti hâsıl olur. Bu bakımdan cana kıymak şüphe yoktur ki büyük günahlardandır. Her ne kadar küfürden daha küçük ise de... Çünkü küfür, maksadın bizzat kendisiyle çarpışır. Katil ise, maksadın vesilesiyle çarpışır; zira dünya hayatı ancak ahiret ve ALLAH´ın marifetine varmak için gereklidir. Azaların kesilmesi ve insanın helakine sebep olan herşey (derece bakımından) bu büyük günahın arkasından gelir. Hatta vurmak da böyledir. Vurmanın bazısı bazısından daha büyüktür. Zinanın, livatanm haramlığı da bu dereceye girer. Çünkü insanlar şehvetlerinin giderilmesi hususunda erkeklerle iktifa ederlerse, beşer nesli tükenir. Bu da vücudun kesilmesine yakındır.

Zinaya gelince, o vücudun esasını zedelemez. Fakat nesebleri karıştırır. İrsiyet kanununu, yardımlaşma nizamını iptal eder. Hayatın tanziminde rol oynayan birtakım işleri dumura uğratır. Zina mübâh kılmırsa nizam nasıl tamam olacaktır? Hayvanlarda erkeğe mahsus bir dişi olmadığı için, onların işleri de intizamlı olmaz. Bunun için maksadı ıslah olan hiçbir şeriatta zinanın mübâh olması tasavvur olunamaz. Zinanın katilden daha hafif bir mertebe olması uygundur; zira zina varlığın devamını ortadan kaldırmaz. Fakat nesepleri bozar ve ortadan kaldırır ve öyle şeyleri tahrik eder ki sonunda insanları savaşa sürükler! Zinanın livatadan daha şiddetli kabul edilmesi uygundur. Çünkü zinada şehvet, insanı iki taraftan davet eder. Bu bakımdan zinâ çoğalır. Çokluğundan ötürü zararının eseri oldukça büyür.

Üçüncü Mertebe: Mallardır. Mallar insanların geçim kaynaklarıdır. Bu bakımdan insanların hırsızlık, istilâ ve başka yollardan mallarını almak caiz değildir. Ancak canını korumak maksadıyla malların korunması daha uygundur. Zira mallar başkası tarafından haksız olarak alındığı zaman, geri alınması veya harcandığı takdirde karşılığının alınması mümkündür. Her halde mallar hakkında felaket pek büyük değildir. (Çünkü iki durumda da telâfisi mümkündür). Evet malın çalınmasını, büyük günahlardan saymak uygundur. Zirâ çoğu zaman çalman mala insan muttali olmaz. O halde bu yolla götürülen malın geri alınması nasıl mümkün olacaktır?

İkinci yol, yetimin malını yemektir. Bu da gizli yollardandır. Bundan gaye yetimin velisi ve durumunu idare etmekle mükellef kılman vasisidir. Çünkü böyle bir kimse yetimin malı hakkında emin sayılmıştır. Yetimden başka onunla hesap göreni yoktur. Yetim ise daha küçüktür. Bu bakımdan yetim malı yemenin büyük günah sayılıp vahîm telâkki edilmesi vacibdir. Gasp böyle değildir. Çünkü gasb açıktır, bilinir. Emanete hainlik yapmak da bunun hilâfmadır. Çünkü bu hususta emanet eden hasımdır ve kendi hakkını arar. Üçüncü yol, yalancı şahidlikle başkalarının malını almaktır. Dördüncü yol, yalan yeminle emanet edilen ve edilmeyen malları almaktır.

Elbette bu yollarla elden çıkan malın telâfisi mümkün değildir. Bu yolların bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Fakat hepsi de insan hayatıyla ilgili olan ikinci mertebeden şiddet bakımından daha aşağıdadırlar. Bu dört yolun da büyük günahlardan sayılması uygundur. Her ne kadar şeriat, bunların bazılarına had cezası vermemiş ise de.. Fakat bunlar hakkında birçok tehdid gelmiştir. Bunların insanların maslahatı açısından tesirleri oldukça büyük olmuştur.

Faiz yemeye gelince, burada iki tarafın rızasıyla şeriatın koymuş olduğu şartın ihlâli ile beraber başkasının malım yemek vardır. Bu hususta şeriatların ihtilaf etmeleri uzak bir ihtimal değildir. Madem başkasının malını, adamın ve şeriatın rızası olmaksızın yemek olan gasb büyük günahlardan kılınmadı, öyle ise ribanın yenmesi mal sahibinin rızasıyla yemektir. Ancak burada şeriatın rızası yoktun Eğer şeriat, faizi menetmek suretiyle tehlikesinin büyük olduğunu göstermiş ise, muhakkak ki gasb ve gasb a benzer yollardan yapılan zulmü ve hainliği de tehlike bakımından büyük göstermiştir. Hainlikle veya gasb yoluyla yenilen paranın her danik´ini (kuruş gibi para birimidir) büyük günahlardan saymak şüphelidir. Çünkü zannedildiği bir yerde vâki olmuştur. Zanın meyli, büyük günahların altına dahil olmayışmadır. Büyük günahı, hakkında şeriatların ihtilâfı caiz olmayan şeye tahsis etmek uygundur ki dinî bir zaruret olsun. Bu bakımdan Ebû Tâlib el-Mekkî´nin zikrettiği büyük günahlardan, geriye müslüman bir kimseye iftira atmak, içki içmek, sihirbazlık yapmak, savaştan kaçmak, anne ve babaya karşı gelmek kalır.

Aklı giderici içkiye gelince, onun büyük günahlardan olması gerekir. Şeriatın şiddetli tehditleri ve akıl da bu hükme delâlet eder; zira nefsin korunduğu gibi aklın da korunması gerekir. Çünkü akılsız insanda hayır yoktur. Öyleyse akim içkilerle giderilmesi büyük günahlardandır. Fakat bu durum şarabın bir damlasında cereyan etmez. Bu bakımdan şüphe yoktur ki içinde bir damla şarap bulunan bir suyu içerse, bu büyük günahlardan- olmaz. Ancak necis bir suyu içmiş olur. Şarabın bir damlasının haram olması şüphe yeridir. Şeriat açısından bunun cezayı gerektirmesi, bu husustaki durumun büyük tehlike arzetmesine delâlet eder. Bu bakımdan bu şer´an büyük günahlardan sayılır. Beşeriyetin kuvveti şeriatın bütün sırlarına vakıf olmaya yetmez. Eğer büyük günah olduğunda icmâ sabit olursa, bu icmaya uymak farzdır. Aksi takdirde burada tevakkuf etmeye yol vardır.

Kazfa gelince, kazıfta sadece namuslara sözle saldırmak vardır. Mertebe bakımından haysiyetler, mallardan sonra gelir. Haysiyetlere dokunmanın mertebeleri vardır. O mertebelerin en büyüğü iftira etmek suretiyle ona dokunmaktır. Bunun en büyüğü de zinaya nisbet etmektir; yani kişiye ´Ey zinakâr demektir. Şeriat bunu çok çirkin ve çok tehlikeli saymıştır. Ashabın haddi gerektiren her şeyi büyük günah saydıklarını galip bir zanla zannediyorum. Bu itibarla beş vakit namaz bu günahı gidermez. İşte büyük günahtan bunu kastediyoruz. Fakat şeriatların onun hakkında ihtilâf etmelerinin mümkün olması bakımından bunu kastediyoruz. Dolayısıyla sadece kıyas, günahın büyüklük ve azametine delâlet etmez. Şeriatın adil bir kişinin, bir insanın zina ettiğine şahidlik edebilmesini ve aleyhinde şahidlik edilene de sadece bu şahidlikle ceza vermeyi reddetmesi caizdir. Eğer şeriat bu adilin şahidliğini kabul etmezse, ona iftira cezasının tatbiki, maslahat açısından, zarurî değildir. Her ne kadar ihtiyaçlar mertebesinde vâki olan zarurî maslahatlardan ise de... Bu bakımdan bu şahidlik, şeriatın hükmünü bilen bir kimsenin hakkında büyük günahlardan sayılır.

Tek başına şahidlik edebileceğini veya başkasının" şahidliğiyle şahidliğini takviye edebileceğini zanneden bir kimseye gelince, böyle bir şahidliğin bu kimse hakkında büyük günahlardan sayılmaması gerekir.

Sihirbazlığa gelince, eğer sihrin içinde küfür varsa sihir büyük günahtır. Aksi takdirde onun günahının büyüklüğü, ondan doğan nefsin helaki, hastalık veya başka bir illet nisbetindedir.

Düşmandan kaçmaya, anne ve babaya karşı gelmeye gelince, kıyas bakımından burada düşünmek gerekir; zira vurmak, mallarını gasbetmek, kendilerini evlerinden, ve vatanlarından çıkarmak suretiyle zulmetmek hariç, bunların dışında her şekille müslümana küfretmenin büyük günahlardan olmadığı´ kesinlikle bilindiği zaman zira daha önce bahsi geçen onyedi büyük günah arasında bunlar yoktur, büyük günahlar hakkında söylenen kabarık rakam da odur burada tevakkuf uzak bir ihtimal değildir.

Fakat hadîsler bunun büyük günah diye adlandırılmasına delâlet eder. Bu bakımdan da büyük günahlar sınıfına girer.

Bu hükmün özeti şuna dönüştü: Biz büyük günahtan, şeriatın hükmüyle beş vakit namazla silinmeyen şeyi kastediyoruz. Bu da namazla giderilen, namazla giderilemeyen ve hakkında tevakkuf edilen diye üç kısma ayrılır:

Hakkında tevakkuf edilen kısmın da bazısı yokluk ve varlığın zannedildiği yerdir. Bazısı da şüphelidir. Bu öyle bir şüphedir ki bunu ancak kitabın veya hadîsin nassı ortadan kaldırır. Bu bakımdan bur da ümit olmadığı için buradaki şüpheyi kaldırmaya uğraşmak boşunadır.

Soru: Yukarıdan beri belirtilen bu hüküm, büyük günahın tarifinin bilinmesinin muhal olduğuna dair delil getirmektir. Bu bakımdan tarifinin bilinmesi cihetiyle muhal olan birşey şeriatta nasıl vârid olur?

Cevap: Dünyada kendisiyle bir hükmün bağlı olmadığı herşeye müphemliğin karışması caiz ve mümkündür; zira teklif evi ancak dünya evidir. Sadece büyük günah ise, büyük günah olmajk hasebiyle dünyada onun hükmü yoktur. Bilakis hırsızlık, zina ve benzerleri gibi ceza gerektiren her günah isimleriyle bilinmektedir. Büyük günahın hükmü beş vakit namazın onun kefareti olmadığı şeylerdir. Bu ise âhiretle ilgili bir durumdur. Bu bakımdan buna müphemlik daha uygundur ki halk korku ve sakınma üzerinde olsun! Beş vakit namaza güvenerek küçük günahlara cüret etmesin!
Böylece büyük günahlardan korunmak da şu ayet mucibince küçük günahların kefareti olur:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz.(Nisâ/31)

Fakat büyük günahtan sakınmak, ancak kudret ve iradesiyle olursa, büyük günahın kefareti olur. Bir kadını elde edip onunla zina etmeye gücü yetip buna rağmen nefsini zinadan meneden, sadece bakmakla veya dokunmakla yetinen kimse gibi... Çünkü nefsini zinadan menetmek suretiyle mücâhede etmesi, tesir bakımından kalbinin tenvirinde onu karartmaya yeltenmesinden daha şiddetlidir. İşte kefaretlendirmenin mânâsı budur. Eğer kişi, kadınlarla cinsî münasebet kurmaktan aciz biri ise veya cinsî ilişki kurmaktan imtina etmesi ancak acizliğinden gelen mecburiyetten doğuyorsa veya kudreti olduğu halde, fakat başka bir şeyden korktuğu için imtina ederse, bu şekilde imtina etmesi asla günahının kefareti olmasına elverişli değildir. Kim tabiî olarak şarabı arzulamazsa, eğer şarab kendisine mübâh kılınmış olsa yine de onu içmez. Böyle bir kimsenin şaraptan sakınması, şarabın başlangıcı olan melâhileri ve sazları dinlemek gibi, şarap içmeye sevkeden küçük günahlara, şarap içmeyişi kefaret olmaz. Evet, şaraba ve sazları dinlemeye iştahı çeken, buna rağmen mücâhede yoluyla şaraptan nefsini alıkoyan, fakat saz ve cazları dinleyen bir kimsenin şaraptan nefsini menetmek suretiyle mücâhedesi, çoğu zaman kalbinden saz ve cazları dinlemek masiyetinden yükselen karanlığı siler.

Bu bakımdan bütün bu hükümler âhiretle ilgili hükümlerdir.Bunların bir kısmının şüphe mahallinde kalması caizdir. Bu takdirde şüphelilerden olur. Onun tafsilâtı ancak nass ile bilinir.

Nass ise halen vârid olmamıştır. Bütün cüzleri içine alan bir tarifde yoktur. Aksine çeşitli lâfızlarla vârid olmuştur;

zira EbûHüreyre (r.a) rivayet eder ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu
yurmuştur:Namaz, namaza kadar (olan günahların) kefaretidir. Ramazan´dan öbür Ramazan´a kadar (olan günahlar)a da Ramazan kefarettir. Ancak üç günahın kefareti olmaz: ALLAH´a ortak koşmak, Sünnetfi (Hz. Peygamberin yolunu) terketmek, meşrû bir sebep olmaksızın alışverişini bozmak...30

Denildi ki: ´Sünneti terketmek ne demektir?´ Cevap olarak şöyle denildi: ´Sünnet ve cemaat ehlinin yolundan çıkmak, demektir´. Alış verişi bozmanın mânâsı ise ´Aralarında anlaşma yapıldığı halde kılıçla onun karşısına çıkıp kendisiyle harbetmek demektir´ şeklinde yorumlanmıştır. Bu ve benzeri lâfızlar bütün âdetleri kapsayamaz ve bütün cüzleri içine alan bir tarife de delâlet etmez. Bu bakımdan mücmel ve mübhem kalması kaçınılmazdır.

İtiraz: Şahidlik ancak büyük günahlardan sakınan bir kimseden kabul edilir. Şahidliğin kabul edilmesi hususunda küçük günahlardan sakınmak şart değildir. Bu durum dünyanın hükümlerindendir.
Cevap: Biz şahidliğin reddedilmesini büyük günahlara tahsis etmiyoruz. Fakîhler arasında, melâhî aletlerini dinleyenin, ipekli giyenin, altın yüzük takanın, altın ve gümüş kaplarda yeyip içenin şahidliğinin kabul olmayışında ihtilâf yoktur. Oysa hiçbir kimse bu şeylerin büyük günahlardan olduğuna hükmetmemiştir.

İmam Şâfiî şöyle demiştir: ´Hanefî mezhebinde olan bir kimse ´Nebiz´ denilen içeceği içtiği zaman ona hadd tatbik ederim. Fakat onun şahidliğini reddetmem´.

Bu bakımdan Şâfiî, hadd (ceza) uygulamak suretiyle nebiz içmeyi büyük günah saymıştır. Fakat bundan ötürü şahidliği reddetmemiştir. Şafiî´nin bu hükmü red veya kabul etmek bakımından şahidliğin, küçük veya büyük günahlar üzerinde döndüğüne delâlet eder. Bütün günahlar adalete olumsuz tesir ederler. Ancak gıybet, tecessüs, su-i zan, bazı sözlerde yalan, gıybet dinlemek, emr-i bi´l-ma´ruf ve nehy-i an´il-münker´i terketmek, şüpheli malları yemek, evladına ve hizmetkârına küfretmek, öfkelendiğinde maslahattan daha fazla onları dövmek, zâlim sultanlara ikram etmek, fâcirlerle dostluk yapmak, aile ve çocuklarının
dinî şeylerde muhtaç oldukları şeyleri onlara öğretmemek gibi âdetlerde zarurî olarak cereyan eden ve çoğu zaman insanın kurtulamadığı şeyler hariçtir; zira bunlar günahtır ve şahidlik yapan bir fâriıenin bunların azından veya çoğundan kurtulması tasavvur olunamaz. Ancak şahidlik yapan, ihtilâttan uzaklaşır, ahiret İşlerine kendisini adarsa, nefsiyle bir müddet mücâhede edip bilâhare ihtilât etmesine rağmen yine alâmet-i farikası üzerinde durabilir bir kimse ise hüküm değişir. Eğer sadece boyle olanın şahidliği kabul edilirse, o vakit böyle bir şahidin bulunması gayet zor olacaktır. Ahkâm ve şahidlikleri bâtıl olacaktır. İpekli giymek, çalgı aletlerini dinlemek, dama veya tavla taşlarıyla oynamak, içkicilerle beraber içki meclislerinde oturmak,31 nikâh düşen kadınlarla tek başına bulunmak ve bu küçük günahlara benzer günahlar bu türden değildir.

Bu bakımdan şahidliğin kabul veya reddedilişinde bu yolun benzerine bakmak uygundur, günahın küçük veya büyük olmasına değil! Sonra şahidliğinin reddine vesile olmayan bu günahlara devam ederse, muhakkak şahidliğin reddedilmesine tesir eder. Tıpkı gıybeti ve halkın şereflerine leke sürmeyi âdet eden bir kimse gibi... Fâcir kimselerle oturmak, onlarla dost olmak da böyledir. Küçük günah, devamlılık yüzünden, büyür. Nitekim mübâh birşeyin, devamlılık yüzünden küçük günaha dönüştüğü gibi... Satranç oynamak, mübâh şiirleri daimî bir şekilde terennüm etmek, küçük günaha dönüşen şeyler mubahın misalidirler. (Satrançla oynamak, Şafiî´ye göre mekruh, başka imamlara göre bazı şartlarda hai´am Nevevî ´Eğer namazın geçmesine sebep olursa veya şartla oynanırsa satrançla oynamak haramdır. Eğer bu durum yoksa, Şafiî´ye göre mekruh, diğer imamlara göre haramdır´ demiştir), işte bunlar, küçük ve büyük günahların hükmüdür!

19) İmam Ahmed, Hâkim
20) İmam Ahmed, Hâkim
21) Müslim, (Abdullah b. Amr el-As´tan)
22) ALLAH´a şirk koşmak, ALLAH´ın yardımından ümitsiz olmak, rahmetin
den ümit kesmek ve azabından emîn olmak!
23) ALLAH´a şirk koşmak, evli kadına iftira atmak, mü´mini öldürmek,
savaştan kaçmak, sihirbazlık, faiz ve yetim mah yemek!
24) Ayrıca Mescid-i Haram´da ilhâd yapmak, anne ile babaya karşı gelmek
ten dolayı ağlamaları da eklenmiştir,
25) Kut´ul-Kulûb
26) Deylemî, İmam Ahmed ve Ebû Davud
27) Daha.önce geçmişti.
28)Taberârıî, Evsat
29) Ukaylî, Zuafa; Ebû Bekir b. Lâl, Mekârim´u1-Ahlâk
30) Hâkim, (Ebû Hüreyre´den)
31) İçki meclisinde içkicilerle beraber oturmanın küçük günahlardan olduğu nakledilmiş ve İmam Rafı ile İmam Nevevî de bu hükmü takrir etmişlerdir. (İthaf´us-Saade, VIII/545).
 
Alt 03-04-2009, 21:28   #150
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Dünya´daki Sevaplara ve Günahlara Göre Ahiret´te Verilecek Mükâfat ve Cezalar

Dünya müIk ve şehâdet âlemindendir. Ahiret gayb ve melekût âlemindendir. Dünyadan gayem; senin ölümden önceki halindir.

Ahiretten gayem; ölümden sonraki halindir. Bu bakımdan senin dünya ve ahiretin, sıfatların ve durumlarındır. O sıfat ve durumların yakınma dünya, uzağına ahiret adı verilir. Biz şimdilik ahi-retteki dünyadan bahsedeceğiz. Çünkü biz şu anda dünyada konuşuyoruz. Dünya mülk âlemindendir. Bizim gayemiz, âhireti izah etmektir. O da melekût âlemindendir. Oysa melekût âlemini mülk âleminde izah etmek, ancak darb-ı mesellerle mümkündür.
Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları ancak âlimler anlar.(Ankebut/43)

Bunun hikmeti şudur: Melekût âlemine nisbeten, mülk âlemi uykudur. Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar.32
Yakaza (uyanıklık) halinde olacak birşey, uyku halinde sana gerçek manâsıyla tebeyyün etmez. Ancak darb-ı mesellerle tebeyyün eder. Böylece ahiretin uyanıklık halinde olan birşey de dünya uykusunda vuzuha kavuşmaz. Ancak darb-ı mesellerin çokluğu zımnında olursa Mü´minin kalbi Rahmân olan ALLAH´ın kudret parmaklarmdan ikisinin arasındadır.33

Bu, ancak âlimler tarafından düşünülebilen misaldir. Cahilin anlayışı ise, misâlin zahirini geçmez. Çünkü tevil diye adlandırılan tefsirin cahilidir. Nitekim rüya âleminde görülen mi
sallerin tefsirine tâbir adı verilir..Bu bakımdan cahil kişi ALLAH´a el ve parmak isnâd eder. Oysa ALLAH Teâlâ onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir.

Böylece Hz.Peygamberin ´ALLAH Teâlâ, Âdem´i sureti üzerine yarattı´ hadîsindeki suretten ancak renk, şekil anlar ve ALLAH´a bunların benzerini isnâd eder! Oysa ALLAH onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir. Bundan ötürüdür ki ilâhî sıfatlarda, hatta kelâm sıfatında kayan kaymıştır. Onlar, kelâmın savt (ses) ve harf olduğunu sanmışlar, diğer sıfatlarda da kaymışlardır. Buradaki söz oldukça uzar.

Böylece ahiret hakkında da darb-ı meseller vârid olur. Dinden çıkanlar onu yalanlar. Çünkü onların nazarları misalin zahiri üzerinde donakalmıştır. O misal onlara mütenakız görünür. Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfi:
Kıyamet gününde ölüm, beyaz veya siyah-beyaz bir koç suretinde getirilir ve kesilir.34

Ahmak mülhid, hücum ederek bunu yalanlar. Bununla, peygamberlerin (hâşâ) yalanma istidlâl eder ve şöyle der: ´SübhanALLAH! Ölüm arazdır. Koç cisimdir. Araz nasıl cisim olabilir? Böyle olması muhalden başka ne olabilir´. Fakat ALLAH Teâlâ bu ahmakları sırların marifetinden azlederek uzaklaştırmış ve şöyle buyurmuştur:
Bunları ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)

Miskin bilmiyor ki ´Ben rüyamda gördüm ki bir koç getirildi ve ´Bu koç memlekette bulunan veba hastalığıdır´ denildi ve ´o koç kesildi´ diyen kimseye, rüyayı tâbir eden ´Doğru söyledin. Durum senin gördüğün gibidir dedi.
Bu rüya veba hastalığının sonunun geldiğine, hiçbir zaman o memlekete dönmeyeceğine; zira kesilenden ümidin kesildiğine delâlet eder. Durum bu iken, rüya tabircisi o rüyayı tasdik etmekte doğrudur. Rüyayı gören de rüyasında doğrudur. Bunun hakîkati şuraya dönüşür. Rüyaları sevk ve idare eden o kimsedir ki uyku çağında ruhları ´Levh-i Mahfuz´daki hakikatlere muttali kılar. Ruh´a beyan ettiği bir misalle Levh-i Mahfuz dekini ruha öğretir. Çünkü uyuyan bir kimse ancak misali anlayabilir. Bu bakımdan onun misali doğrudur. O misalin mânâsı da sıhhatlidir.

Öyleyse peygamberlerin de dünyada konuştukları insanlar, ahire te nisbetle uykudadırlar. Dünya ahirete nisbeten uykudur. Bu bakımdan peygamberler, mânâları insanların anlayışlarına misallerle yaklaştırırlar.

Bu da ALLAH´tan bir hikmet ve kullarına bir lütuf, kulların misal vermeksizin idrâk etmelerinden aciz oldukları şeylerin idrâk edilmesini kolaylaştırmak içindir. Bu bakımdan Hz. Peygamberin ´Ölüm, beyaz bir koçun suretinde getirilir´ sözü bir misaldir. Bu misali, âhirette ölümden ümidin kesileceğini anlayışlara yaklaştırmak için beyan buyurmuştur. Kalpler misallerden etkilenecek şekilde, misaller vasıtasıyla mânâların yerleşeceği şekilde yaratılmıştır. Bunun ötürü Kur´ân, kudretin en son haddini belirtmek maksadıyla şöyle demiştir:
Ona sadece ol der, o da oluverir.(Yâsin/82)

Hz. Peygamber de ´Mü´minin kalbi Rahmân´m parmaklarından ikisinin arasındadır´ sözüyle kalbin süratle değiştirilmesini ifade etmiştir. Biz bunun hikmetine, ibâdetler bölümünde, akidelerin kaideleri bahsinde işaret etmiştik. Bu bakımdan şimdilik asıl konumuza dönelim.
Hedefimiz, derece ve derekeleri, hasenat ve seyyiat üzerine tevzi etmenin tarifidir. Bu da ancak misalleri beyan etmek suretiyle mümkün olur. Bu nedenle beyan edeceğimiz misallerden sûretler değil de mânâlar anlaşılmalıdır. Öyleyse deriz ki: İnsanlar âhirette birçok sınıflara ayrılırlar. Saadet ve şekavet hususunda derece ve derekeleri hesaba gelmeyecek şekilde değişiktir.

Nitekimdünyanın saadet ve şekavetinde farklı oldukları gibi... Ahiret, bumânâda, asla dünyadan ayrılmaz; zira mülkün (dünya) ve melekûtun (ahiret) müdebbiri (tedbir edicisi) birdir, onun ortağı yoktur.

Onun ezelî iradesinden sâdır olan yolu değiştirilmez. Ancak bizimderecelerin kısımlarını saymaktan aciz olmamız, cinslerin durumunu izah etmekten âciz olduğumuz anlamına gelmez. Bu
bakımdan deriz ki: İnsanlar, âhirette, zarurî olarak dört kısma ayrılırlar:
1. Helâk olanlar
2.Azaba dûçar olanlar
3.Kurtulanlar
4.Zaferyâb olanlar

Bunun dünyadaki misali şudur: Bir padişah bir ülkeyi zaptederse, halkından bazılarını öldürür. Bunlar helâk olanlardır. Bazılarına bir müddet işkence eder, onları öldürmez. Onlar azap çekenlerdir. Bazılarını da serbest bırakır. Bunlar kurtulanlardır ve bazılarına da hediyeler verir. Bunlar da zaferyâb olanlardır. Eğer padişah âdil ise, onlara bu taksimi ancak müstehak olduklarından ötürü tatbik eder. Sadece padişahlığa müstehak olduğunu inkâr edeni öldürür. Devletin esasında kendisine zıt davrananı öldürür. Padişahlığını ve yüce derecesini itiraf etmekle beraber hizmetinde kusur edene ceza verir. Padişahlığın mertebesini itiraf edeni, kendisine karşı bir suçu olmayanı serbest bırakır. Çünkü hizmet etmemişti ki ona hediye verilsin. Hediyeyi ancak hayatını hizmet ve yardımında tüketene verir. Sonra zaferyâb olanların hediyelerinin de hizmetteki derecelerine göre çeşitli olması, helâk olanların helâk edilmesi de ya boyunlarının kesilmesi suretiyle hakikî olacak veya inaddaki derecelerine göre azalarının kesilmesiyle ceza verilecektir. Azaba dûçar olanların hiffet ve şiddetinde, müddetin uzunluk veya kısalığında, nevilerin birliğinde ve değişikliğinde, kusur derecelerinin nisbetinde olmalıdır.

Bu bakımdan bu mertebelerin her biri sayılmayacak ve inhisar altına alınamayacak kadar çok derecelere ayrılır. Böylece bil ki insanlar âhirette bu tarzda çeşitli derecelere sahiptirler; kimi helâk olur, kimi bir müddet azap çeker, kimi kurtulur selâmet evinde olur, kimileri de zaferyâb olurlar. Zeferyâb olanlar da Adn cennetlerine yerleşenler, Me´vâ cennetlerine veya Firdevs cennetine yerleşenlere taksim olunurlar. Azap çekenler de, az azap çeken, bin sene veya yedibin sene azap çeken kısımlara ayrılır.35 Yedi bin sene azap çeken, hadîste vârid olduğu gibi, cehennemden en son çıkan kimsedir.

Helâk olan ve ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz bulunan kimselerin de dereceleri değişik olur. Bu dereceler, ibadetler ve günahlar hasebiyle değişir. Bu nedenle bu derecelerin günahlar ve ibâdetler üzerine tevcih edilmesinin keyfiyetini zikredelim:

Birinci Mertebe Bu mertebe helâk olanların mertebesidir. Helâk olanlardan gayemiz, ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olanlardır; zira daha önce belirttiğimiz misalde padişahın öldürdüğü kimse, padişahın rızasından ve ikramından ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan misalin mânâlarından gafil olma! Bu durum inkarcılar, hakikatten yüz çevirenler ve sadece dünyaya yönelenler, ALLAH´ın peygamberlerini ve kitablarım yalanlayanlar içindir; zira uhrevî saadet ALLAH´a yakınlık ve O´nun cemâline bakmaktadır.

Bu ise iman ve tasdik diye isimlendirilen marifetle elde edilebilir. İnkâr edenler münkirlerin ta kendileri, yalanlayanlar da ebediyyen ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olanların ta kendileridir. Onlar o kimselerdir ki âlemlerin rabbinî ve gönderdiği peygamberlerini yalanlarlar. Onlar o günde rablerinden perdelenirler. Mahbubundan perdelenen herkesin, arzuladığı ile arasına bir perde gerildiği muhakkaktır. Böyle bir kimse, şüphe yoktur ki ayrılık ateşiyle cehennem ateşini yakar. Bunun için ârifler şöyle demişlerdir: ´Bizim korkumuz cehennem ateşinden değil! Bizim ümidimiz, elâ gözlü cennet kadınları için değil! Bizim maksadımız ALLAH ile mülâki olmaktır. Bizim kaçışımız sadece ALLAH ile kul arasında giren perdedendir.

Denilmiştir ki: ´İvaz karşılığında ALLAH´a ibâdet eden bir kimse leîmdir´. Cennetin talebi veya cehennem ateşinin korkusu için ALLAH´a ibâdet etmek gibi... Oysa ârif bir kimse ALLAH´a, ALLAH´ın zati için ibâdet eder. Sadece onun zatını arzular. Elâ gözlü kadınlar ve cennet meyvelerine gelince, bazen onları arzu etmez. Ateşe gelince, bazen ondan sakınmaz; zira ayrılık ateşi kendisim kapladığı zaman, bazen cisimleri yakan ateşi mağlup eder. Muhakkak ayrılık ateşi ALLAH´ın ateşidir ki tutuşturulmuştur. Öyle ki onun acısı kalplere işler. Cehennem ateşi ise, cisimlerle beraber vardır. Cisimlerin elemi, kalbin elemine nisbetle hafif sayılır. Bunun için şair şöyle demiştir:

Aşığın kalbinde ayrılık ateşi vardır ki cehennem ateşinin en hararetlisi ondan daha soğuktur!

Bunun ahiret âleminde olacağını inkâr etmek uygun değildir; zira dünya âleminde bunun gözle görülen benzeri vardır. Çünkü kendisine vecd hali gelen bir kimse ateşe girer. Kesilmiş ve yaralayıcı kamış köklerine basar. Buna rağmen kalbindeki aşkın şiddetinden bu elemi hissetmez. Bazen görürsün ki öfkeli bir insana savaşta öfke öyle galebe çalar ki ona birkaç yara isabet eder. Buna rağmen o, onları hissetmez. Çünkü öfke kalpte bir ateştir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Öfke ateşten bir parçadır.36

Kalbin yanması, bedenin yanmasından daha şiddetlidir. Gördüğün gibi şiddetlisi hafifte meydana gelen hissi iptal eder. Bu bakımdan ateşle ve kılıçla helâk olmak, ancak iki cüz´ü ayırmak bakımından helaktir. O ayrılan cüzler cisimlerde mümkün olan birleştirme bağıyla âhirette birbirine bağlanır. Bu bakımdan kalp ile kendisine bağlı bulunan, hem de cisimler arasındaki bağlantıdan daha sağlam bir bağ ile bağlı bulunan sevdiğinin arasına ayrılığı sokan ateş, elem bakımından daha şiddetlidir. Eğer sen basiret ve hâl ehli isen bunu bilirsin. Kalp ehli olmayan bir kimsenin bu elemin şiddetini idrâk etmemesi ve bedenin elemine nisbeten hafif sayması uzak bir ihtimal değildir. Bu bakımdan çocuk, top ve çelik çomaktan mahrum edilmek elemiyle, saltanattan mahrum edilmek elemi arasında muhayyer bırakılırsa, asla saltanattan mahrum olmanın elemini hissetmez. Bunu elem bile saymaz ve şöyle der: ´Topla beraber sahada koşmak, benim için üzerinde oturmakta olduğum, saltanatın bin tahtından daha sevimlidir´.

Mide şehvetine mağlup olan bir kimse ´Herise ve Helva´ ile düşmanlarının kahrına ve dostlarının sevinmesine vesile olan güzel bir fiilin yapılması arasında muhayyer bırakılırsa, muhakkak Herise ve Helva yemeyi tercih eder. Bütün bunlar, varlığıyla mertebe sevgisini gerektiren durumun yokluğu ve yemeğin lezzetini gerektiren durumun mevcut olması sebebiyledir. Bu da hayvanî ve yırtıcı sıfatların kölesi olan, âlemlerin rabbine yaklaşma zevkini tatmayan, melekî sıfatlardan mahrum olan bir kimse için sözkonusudur. Tadın dile, duymanın kulağa, görmenin göze mahsus olduğu gibi, bu sıfatlar da yalnız kalbe mahsustur. Bu bakımdan kalp ehli olmayan bir kimsenin bu hissi yoktur. Tıpkı duymayan ve görmeyen bir kimse için nağmelerin, güzel suretlerin ve renklerin zevkinin sözkonusu olmadığı gibi. Her insan için kalp ehli olması şart değildir. Eğer her insan için şart olsaydı o vakit şu ayetin hükmü sahih olmazdı:
Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir ihtar (bir ibret dersi) vardır.(Kaf37)

Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, Kur´ân ile ibret almayan bir kimseyi kalpten yoksun kabul etmiştir. Kalpten gayem; göğüsteki kalp değildir. Bundan gayem emir âleminde olan sırdır. O sır, öyle bir sırdır ki yaratma âleminden olan et parçası onun tahtı, göğüs onun kürsüsü, diğer azalar onun memleketidir. Yaratma ve emrin tamamı ALLAH´ındır. Fakat kalp öyle bir sırdır ki ALLAH Teâlâ onun hakkında şöyle buyurmuştur:.
Bir de sana Ruh hakkında (Ruh´un hakikatinden) soruyorlar. De ki: ´Ruh, RABBİMin ermindendir.(İsra/85)

Emir ve padişah ALLAH´tır. Çünkü emr ile yaratma âlemi arasında bir tertip vardır. Emr âlemi, halk âleminin emridir Kalp öyle latif bir şeydir ki o ıslah olduğu zaman, bedenin tümü de ıslah olur. Onu bilen nefsini bilir. Nefsini bilen rabbini bilir. Kul, bundan peygamberin şu hadîs-i şerifinin altında saklanan mânânın kokularının başlangıçlarını sezer: ´ALLAH, Adem´i sureti üzerinde yarattı´.

ALLAH Teâlâ, bu hadîsin lâfzını zahirine hamledenlere ve te´vil yolunda zorluk çekenlere rahmet nazarıyla bakmıştır. Fakat lâfza hamledenlere olan rahmeti, teVilde zorluk çekenlere olan rahmetinden daha fazladır. Çünkü rahmet, musibete göre verilir. Onların musibeti, teVil edenlerin musibetinden daha fazladır. Her ne kadar iki sınıf da emrin hakîkatma varamamak musibetinde ortak iseler de... Hakîkat ALLAH´ın faziletidir, dilediğine verir. ALLAH büyük fazilet sahibidir. Hakîkat ALLAH´ın hikmetidir, dilediğine tahsis eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona bol hayır ihsan edilmiştir.

Biz hedefimize dönelim; zira ipi oldukça gevşettik. Bu kitapta maksadımız olan muamele ilimlerinden daha yüksek olan bir şeyde sözü oldukça uzattık. Bu bakımdan anlaşılmıştır ki; helâk olma, ancak yalanlayan cahiller için sözkonusudur. Bunun ALLAH´ın kitabından ve Hz. Peygamberin sünnetinden delili hasr altına girmeyecek kadar çoktur. Bunun için biz o delilleri burada zikretmedik.

İkinci Mertebe
İkinci mertebe azap görenlerin mertebesidir. Bu mertebe, imanın esası ile süslenen bir kimsenin mertebesidir. Fakat bu kimse imanın gereğini yapmakta kusur etmiştir; zira imanın başı Tevhidedir. Tevhid de ALLAH´tan başkasına ibâdet etmemektir. Kim hevâsmm peşinde giderse o, hevâsını ilah edinmiştir. O, hakikatte değil, diliyle muvahhid (birleyici)dir.
´Lâ ilâhe illâllah´ demenin gerçek mânâsı şu ayetin kasdettiği şeydir:
ALLAH de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.(En´âm/91)

Bu, ALLAH´tan başka her şeyi tamamen terketmek demektir.
RABBİMiz ALLAH´tır´ deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner,(Fussilet/30)

Sırat-ı Müstakim ki tevhid ancak onun üzerinde istikametli olmakla kemâle erer. O sırat-ı müstakim kıldan daha ince, kılıçtan daha keskindir. Âhirette vasfedilen sırat gibidir. Az da olsa hiçbir insan istikametten inhiraf etmek meylinden kurtulamaz; zira az bir fiilde olsa dahi, hevâ-i nefse tâbi olmaktan kurtulamaz. Bu ise tevhid´in kemâline zarar verir. Sırat-ı müstakim´den sapması nisbetinde bir zarar uğrar. Şüphesiz bu durum ALLAH´a yaklaşmak derecelerinde eksikliktir. Her eksiklikte de iki ateş vardır:

1.Noksanlık ile oluşan ve kemâli elden kaçıran ayrılık ateşi.
2.Kur´an´m vasıflandırdığı gibi cehennem ateşi.

Bu bakımdan sırat-ı müstakimden inhiraf eden herkes, iki defa azaba dûçar olur. Fakat o azabın şiddeti ve müddetin uzunluğuna göre değişik olması iki şeyden dolayıdır. O şeylerden biri imanın kuvvet ve zafiyetidir. İkincisi hevâ-i nefse çok veya az tâbi olmaktır. Birçok durumda insanların hiçbiri bu iki durumdan kurtulamadığı için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra ALLAH´tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)

Bu sırra binaen selef demiştir: ´Korktuk! Çünkü kesinlikle bildik ki bizler ateşe varacağız!´ Kurtuluş hakkında ihtilâf vardır. Hatta bazıları, ´Çakan şimşek gibi ateşin üstünden geçer, hiç ateşte kalmaz. Bir an ile yedi bin sene arasındaki gün, hafta, ay ve diğer müddetler ve çeşitli dereceler vardır´ demişlerdir. Azabın şiddeti hakkındaki ihtilâf şöyledir: En yüksek azabın sonu yok. Azabın en azı hesapta sorguya çekilmektir. Nitekim padişah, kusur edenleri bazen sorguya çekmek suretiye azarlar, sonra affeder. Bazen kamçı ile döver. Bazen azabın diğer bir çeşidini tatbik eder. Azabın müddet ve şiddetinden başka çeşitlerin ihtilâfı diye üçüncü bir ihtilâf daha vardır; zirâ sadece malının müsaderesiyle azaba dûçar olan bir kimse malının alınması, evlâdının öldürülmesi, hareminin mübâh kılınması, akrabalarına azâb edilmesi, vurulması, dilinin, elinin, burnunun, kulağının ve öteki uzuvlarının kesilmesiyle tâzib edilen gibi omaz. Bu ihtilâflar ahiret azabı hakkında da olmuştur. Şeriatın kesin delilleri buna delâlet etmektedir. Bu, imanın kuvvet ve zafiyetinin ihtilafına, ibâdetlerin çokluk ve azlığını, günahların çokluk ve azlığına göre değişir.
Azabın şiddetine gelince, bu günahların çirkinliğinin şiddet ve çokluğuna göredir. Azabın çokluğu günahın çokluğuna bağlıdır. Azabın çeşitlerinin değişmesi, günah çeşitlerinin değişmesine bağlıdır. Bu durum kalp erbabına, Kur´an´m delileri ve iman nuruyla görünür.

ALLAH Teâlâ´mn şu ayetleriyle bu mânâ kastedilmektedir.
Rabbin hiçbir zaman kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)

Bugün her hefis, kazandığıyla cezalandırılacaktır.(Mü´min/17)

İnsana çalışmasından başka birşey yoktur.(Necm/39)

Artık kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görür. Kim zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür, (Zilzâl/7-8)

Bunlardan başka, Kur´ân ve Sünnet´te, ceza ve mükâfatın ameller üzerine terettüp ettiğini belirten daha nice deliller vardır. Bütün bunlar adalettir. İçinde zulüm yoktur. Af vemerhamet tarafı daha kuvvetlidir; zira ALLAH Teâlâ, Hz. Peygamberin naklettiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: ´Rahmetim gazabımı geçmiştir´37
Zerre miktarı bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfaat verir,(Nisâ/40)

Mâdem ki durum budur, derece ve derekelerin sevaplara ve günahlara bağlanmasından ibaret olan bu küllî hükümler, şeriatın kesin delilleriyle ve marifetin nuruyla malûmdurlar.
Tafsilâta gelince, bu ancak zanla bilinir. Bunun istinad ettiği delil, haberlerin zahirleri ve ibret gözüyle görmenin nurlarından alman bir nevi tecrübedir.

Sonuç olarak deriz ki; imanın esasını kuvvetlendiren, bütün büyük günahlardan kaçan, bütün farzları güzelce edâ eden -buradaki farzlardan gayem beş rükündür- kendisinden küçük günahlar ancak müteferrik olarak sâdır olup onlarda ısrar etmeyen bir kimsenin azabının sadece hesapta sorguya çekilmekten ibaret olacağı düşünülebilir. Çünkü bu kimse hesaba çekildiği zaman, sevabları günahlarına ağır basar; zirâ hadîslerde vârid olmuştur ki; ´Beş vakit namaz, cuma namazı ve Ramazan orucu, aralarında vâki olan günahları kefaretleridirler´.

Böylece büyük günahlardan korunmak da Kur´ân nassının hükmüne göre, küçük günahların kefareti olur. Kefaret-lendirmenin en az dereceleri -eğer hesabı kaldırmazsa- azabı kaldırmaktır. Hali böyle olan herkesin sevabı ağır basar. Bu bakımdan terazide rüçhanm belirmesinden ve hesaptan sonra, kişinin iyi bir maişet içerisinde bulunması uygundur. Evet! Onun ´ashâb-ı yemîn´e veya ALLAH´ın dergâhına yaklaştırılmış mukar-reblere iltihakı, Adn cennetlerine konması veya en yüce Firdevs´te yer alması ne güzel birşeydir. İşte bunun gibi imanın sınıfları da tedkik edilir. Çünkü iman iki çeşittir; Biri halk tabakasının imanı gibi taklidî imandır ki bunlar dinlediklerini tasdik edip bu inanç üzerine devam ederler.

Bir de keşfi iman vardır ki ALLAH´ın nuruyla açılan göğüste olur. Bu imanda bütün varlık olduğu gibi keşfolunur ve görülür ki hepsinin dönüşü ALLAH´adır. Çünkü varlık aleminde ALLAH´tan, sıfat ve fiillerinden başka birşey yoktur.38

İşte bu sınıf, mukarreblerin (yaklaştırılmış kimselerin) en yüce Firdevs*® konanların ta kendisidir. Onlar mele-i a7â´ya (en yüce cemaate) gayet yakındırlar. Bunlar da birçok sınıfa ayrılırlar. Bazıları (hayırlar hususunda) herkesin önünde olan Sâbikûn´dur. Bazıları derece bakımından bunlardan daha aşağıdır. Bunların arasındaki fark, ALLAH´ın marifetindeki farklılıklarına göredir. ALLAH´ın marifetinde ârif olanların dereceleri inhisar altına alınamayacak kadar büyüktür. Zira ALLAH Teâlâ´mn celâlinin künhünü ihâta etmek mümkün değildir. Marifet denizinin derinliği sonsuzdur. Ancak dalgıçlar, kuvvetleri nisbetinde oraya dalarlar. Ezelde kendilerine takdir edilen yere kadar giderler, Bu bakımdan ALLAH´a giden yolun konaklarının sonu yoktur! ALLAH yolunun yolcularının dereceleri nihayetsizdir.
Taklidî bir iman ile iman edene gelince, o da ashâb-ı yemin´dendir. Ancak onun derecesi mukarreb kimselerin derecesinden aşağıdır. Onlar da çeşitli derecededirler. Ashâb-ı yeminin derecelerinin en yücesi, mukarreblerin derecelerinin en düşüğüne yaklaşmasıdır. Bu durum, bütün büyük günahlardan sakınan, farzların tamamını yapan kimsenin durumudur. Farzlardan gayem; kelime-i şahadeti söylemek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmekten ibaret olan beş rükündür. Bir veya birkaç büyük günah işleyen veya İslâm´ın bazı rükünlerini ihmal eden bir kimseye gelince, eğer bu kimse eceli yaklaşmadan önce nasûh (kesin) bir tevbe eli tevbe ederse, büyük günah işlemeyenler safına iltihak eder. Çünkü günahtan tevbe eden, günahı olmayan bir kimse gibidir. Yıkanmış elbise, kirlenmemiş elbise gibidir.
Eğer bir kimse tevbe etmeden ölürse, bu durum tehlikeli bir durumdur. Zira günahta ısrar ettiği halde ölen bir kimsenin, ölüm sırasında çoğu zaman imanı sarsılır. Dolayısıyla kötü sonuca uğrar. Hele imanı taklidî ise bu durum kaçınılmaz olur. Çünkü taklidî iman, her ne kadar kesin ise de az bir şüphe ve hayal ile dağılmaya mahkumdur. Basiret sahibi ârif kişinin ise, bu kötü sondan korkması gerekmez. Bunların ikisi de iman üzerine ölseler dahi, azap görürler. Ancak ALLAH Teâlâ hesap hususundaki sorgu azabından fazla olan azabı affederse durum değişir. Cezanın müddet bakımından çokluğu, günahta ısrar etme müddetinin çokluğuna göredir. Şiddetinin çokluğu ise büyük günahların çirkinliğine göredir. Çeşidin değişikliğinin çokluğu ise, günahların sınıflarının değişmesine göredir. Azap müddeti bittikten sonra taklidçi halk kitlesi, ashâb-ı yemîn´in derecelerine ulaşırlar. Basiret sahibi ârifler de İlliyyînin en yüce derecesine yükselirler. Ateşten en son çıkan kimseye bile dünyanın on misli verilir.39

Buradaki gayenin cisimlerin etrafını ölçmekle takdir edildiğini zannetme. Bu bir fersaha karşı iki veya on fersaha karşı yirmi fersah vermek gibi değildir. Çünkü bu, darb-ı meselin yolunu bilmemezlikten gelen bir cehalettir. Belki hadîsteki ifade şu söz gibidir: Ondan bir deve aldı. Ona on mislini verdi! Deve on dinara eşitti. Yüz dinar verdi. Eğer buradaki misilden ancak tartıda ve ağırlıktaki misli anlamış olursa, hiçbir zaman yüz dinar, eğer terazinin bir kefesine, deve de diğer kefesine konursa devenin binde biri olamaz. Belki bu muvazene, cisimlerin mânâları ile ruhlarının muvazenesidir. Şahıs ve heykellerinin muvazenesi değildir. Çünkü deve uzunluğu, ağırlığı, eni için istenmez, mal olduğundan dolayı istenir. Bu bakımdan onun ruhu maliyettir.

Onun cismi ise, et ile kandan ibarettir. Yüz dinar, cismanî tartıyla değil ruhanî tartıyla onun on mislidir. Bu tevi, altın ve gümüşün malhi ruhunu bilen bir kimsenin nezdinde doğrudur.

Eğer ona, ağırlığı bir miskal ve kıymeti yüz dinar olan bir cevher verse ve ´Onun on mislini verdim!´ dese, doğru söylemiş olur, Fakat onun doğruluğunu ancak cevherden anlayanlar biirler. Zira cevherlik ruhu sadece görmekle idrâk edilmez. Görmenin ötesinde bulunan bir seziyle bilirnir. Bu sırra biaen çocuk bunu yalanlar, köylü ve göçebe de yalanlar ve derler ki: ´Bu cevher ancak bir atştır. Onun ağırlığı bir miskaldir. Devenin ağırlığı bir milyon miskaldir.´

Bu bakımdan onların gözünde o kişi ´Ben ona on misiini verdim´ demekle yalan söylemiştir. Oysa hakikatte yalancı çocuktur. Ancak çocuğun nezdinden bu tahkike ulaşmanın yolu yoktur. Ancak bâliğ olup kemâle erince bunu anlar. Kabinde cevherlerin ve diğer maların ruhlarını idrâk eden nurun oluşumundan sonra bunu anlayabilir. O zaman doğruluk ona görünür. Arif kişi. Hz. Peygamber´in şu muvazenedeki doğruluğunu eksik olan mukallide hakkıyla anlatmaktan acizdir.

Zira Hz. Peygamberin (s.a.) ´Cennet göklerdedir´ dediği haberlerde vârid olmkuştur. Oysa gökler de dünyayadır bu bakımdan dünyanın on misli kadar olan şey nasıl dünyada olabilir? İşte bu bâliğ bir kimsenin o muvazeneyi çocuğa anlatmaktan aciz olması gibidir. Yine bedevîye anlatılması da bunun gibidir. Nasıl ki cevherci, bedevî ve köylüye vc muvazeneyi anlatmak zorluk çekiyorsa, ârif bir kimse de şu muvazene hususunu anlatmak için ahmak ve eblehle uğraştığından ötürü merhamete muhtaçtır. Bunun için Hz. Peygamberk (s.a) şöyle buyurmuştur.

Üç sınıfa merhamet ediniz:
1.Cahiller arasında kalan âlime,
2.Bir kavmin zengini iken fakir düşen kimseye,
3.Bir kavmin azîzi iken zelîl olan kimseye!40

Peygamberler ümmetin arasında insanların aklının kusurundan ötürü imtihan olarak çekmiş oldukları zorluklardan dolayı merhamete lâyıktırlar. ALLAH bu durumu onları denemek için ve
rir. Bu bir beladır. Ezelî kaza ve kader peygamberlere bu belayı yüklemiştir,
Bela önce peygamberlere, sonra velî kullara, sonra dinî bakımdan en önde olanlara verilir.41
Buradaki belanın Hz. Eyyûb´un belası gibi, olduğunu sanma.42 Hz. Eyyûb´un belası bedene verilen beladır. Nuh´un (a.s) belası da büyük belalardandır. Zira Nuh (a.s) öyle bir cemaatla müptelâ oldu ki onları ALLAH´a çağırması, onları daha da azdırır ve kaçırırdı.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bazı insanların sözlerinden rahatsız olduğu zaman şöyle demiştir: ´ Ali ah Teâlâ kardeşim Musa´ya rahmet etsin. O bundan daha fazlasıyla eziyet gördü. Buna rağmen sabretti´.43

Öyle ise peygamberler inkarcılarla mübtelâ olmaktan uzak değildirler, velî ve âlim kullar da cahillerle mübtelâ olmaktan uzak olamazlar. Bunun için velî kullar eziyetlerin ve belaların çeşitlerinden çok as kurtulurlar. Memleketten çıkartılmak, sultana ihbar edilmek, küfür ve dinden çıktı diye aleyhlerinde şahitlik edilmek ve (daha neler neler)... Marifet ehlinin, cahiller katında kâfirlerden sayılması normaldir. Nitekim kocaman bir devenin karşılığı olarak küçücük bir mücevher alan bir kimsenin cahiller yanında malını zayi eden israfçılardan sayılmasının vâcib olduğu gibi...

Bu incelikleri bildiği zaman, Hz. Peygamberin ´Ateşten en son çıkan kişiye, dünyanın on misli mülk verilir´ hadîsine iman et! Sakın sadece gözle görülen, duygularla idrâk edilen şeyleri tasdik etmekle kalma! Kalma ki iyi ayaklı merkep mesabesinde olmuş olmayasm! Çünkü merkep de beş duyuya sahip olmakta seninle ortaktır. Sen ancak ilâhî bir sır ile ki o sır göklere, yere ve dağlara arzolundu, onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular merkepten ayrılırsın. Bu bakımdan duyular âleminin dışında olanları seni merkep ve diğer hayvanlardan ayıran o sır sayesinde öğrenebilirsin. Öyle ise ondan gafil kalan, onu muattal veya tamamen ihmal eden, hayvanların derecesiyle kanaat getiren, hisle duyulanların ötesine geçmeyen kimse nefsini helâk etmiş, bunlardan yüz çevirmek suretiyle onları unutmuştur. Bu bakımdan siz, ALLAH´ı unuttuklarından dolayı ALLAH tarafından nefisleri kendilerine unutturulmuş kimseler gibi olmayınız. Öyleyse ancak duyularla idrâk edileni bilen herkes, ALLAH´ı unutmuştur. Zira ALLAH´ın zatı, bu âlemde beş duyu ile idrâk olunmaz. Her kim ALLAH´ı unutmuşsa, şüphesiz ALLAH ona kendi nefsini unutturmuştur. O, hayvanlar mertebesine inmiştir. En yüce ufuklara terakki etmeyi terketmiştir.

ALLAH Teâlâ´nm kendisine emanet ettiği emanete hainlik yapmış ve kendisine vermiş olduğu nimetlerini inkâr etmiş, dolayısıyla azabına mâruz kalmıştır. Ancak bu kimse hayvandan daha kötü durumdadır. Çünkü hayvan ölümle kurtulur. Bunun ise yanında emanet vardır. Şüphesiz emanet sahibine geri verilmelidir. Bu bakımdan emanetin dönüşü ALLAH´adır. O emanet pırıl pırıl parlayan güneş gibidir. Ancak şu fâni bedene inmiş ve onda kaybolmuştur. Şu fâni beden harap olduğu zaman, güneş batıdan doğacak, yaradanma dönecektir. Ya simsayah ve tutulmuş halde veya pırıl pırıl parladığı halde dönecektir. Pırıl pırıl parlayan güneş rubûbiyet huzurundan perdelenmiş değildir. Kararmış güneş de o huzura dönüş yapar. Zira dönüş noktası hepsi için o huzurdur. Ancak bu kararmış güneş, a´lâ-yı illiyyîn tarafından, başı esfel-i sâfilîne doğru eğilerek dönüş yapar.

Rablerinin huzurunda başlarını öne eğmiş; ´RABBİMiz, gördük, işittik, bizi geri döndür sâlih amel yapalım; artık kesin olarak inandık!´ demekte olan suçluları bir görsen!
(Secde/12)

Böylece ALLAH Teâlâ onların katında olduklarını belirtmiştir. Ancak onların başları eğiktir. Yüzleri enseleri tarafına dönmüş, başları aşağıya eğilmiştir. Bu hüküm ALLAH Teâlâ´nm tevfîkinden mahrum ettiği ve yoluna hidayet etmediği bir kimse hakkında ilahî bir hükümdür. Bu bakımdan biz dalâletten ve cahillerin mertebelerine inmekten ALLAH´a sığınırız!
İşte bu, ateşten çıkan kimselerin kısımlara ayrılmasının hükmüdür. O çıkanlara dünyanın on misli veya daha fazlası verilir. Ateşten ancak ehl-i tevhid (ALLAH´ı bir bilenler) çıkar.
Tevhid´den gayem, sadece dille Lâ ilâhe illâllah demek değildir.

Çünkü dil, mülk ve şehâdet âlemindendir. Bu bakımdan onun faydası ancak mülk aleminde olur. Yani kelimesi şehadefi söyleyenin boynundan kılıcı, malından da ganimetçilerin ellerini
uzaklaştırır. Boyun ve malın müddeti, yaşama müddetidir. Boyun ve malın kalmadığı bir yerde dil ile söylenen söz fayda vermez.

Ancak tevhidde doğruluk fayda verir. Tevhid´in kemâli eşyanın tamamının ALLAH´tan bilinmesi demektir. Bunun alâmeti kendisine tatbik edilenden dolayı halkın hiçbirine öfkelenmemesidir.
Zira vasıtalara bakılmamalı, tevekkül bahsinde tahkiki geleceği gibi, sebeplerin müsebbibi ve yaratanına bakılmalıdır. Bu tevhid, muvahhidlere göre değişiktir. Bu bakımdan insanlardan
bazılarının tevhid´den dağlar kadar nasibi vardır. Bazılarının bir miskal nasibi vardır. Bazılarının bir hardal tanesi ve zerre kadar nasibi vardır. Öyleyse kalbinde miskal kadar imanı olan bir kimse,ateşten ilk çıkan kimsedir.Kalbinde zerre kadar iman olanı ateşten çıkarınız!44

Ateşten en son çıkacak kimse, kalbinde zerre kadar iman olan kimsedir. Miskal ile Zerre arasında derecelerin değişikliği nisbe-tinde, miskal ve zerre tabakalarının arasında ateşten çıkarlar. Miskal ve zerre ile ölçü vermek darb-ı mesel yoluyladır. Nitekim biz bunu mallarla paralar arasındaki muvazenede zikrettik. Tevhid ehlini en fazla cehenneme sokan, dünyada kullara yapılan zulümlerdir. Bu bakımdan kulların defteri öyle bir defterdir ki terkedilmez. Diğer günahlar ise, af ve kefaret yoluyla affedilir. Nitekim eserde vârid olmuştur ki: Kul, dağlar kadar sevabı olduğu halde ALLAH´ın huzurunda durdurulur. Eğer o sevablar ona teslim edilirse muhakkak cennet ehlinden olur. Bu esnada zulme uğrayanlar kalkar ve ´O şunun namusuna küfretmiştir. Diğerinin malını almıştır. Öbürüne vurmuştur´ derler ve sevaplarından bu haklar bir sevabı kaimaymcaya kadar ödenir. Melekler ´Ey rabbi-miz! Bu kişinin sevapları bitti. Daha birçok hak sahibi kaldı!´ derler. Bunun üzerine ALLAH şöyle buyurur:

Onların günahlarından alın da bunun günahlarının üzerine ekleyin! Onun için ateşe götürücü bir vesika yazın ve cehenneme gönderin.

Nasıl ki o, kısas yoluyla başkasının günahıyla helâk oluyorsa, mazlum da zalimin sevabını elde etmekle kurtulur. Zira mazluma yapılan zulümden dolayı zalimin sevapları mazluma verilir.

İbn Celâ´dan45 şöyle hikâye olunmuştur: Arkadaşlarından bazıları kendisini gıybet ettiler. Sonra gıybetçi İbn Celâ´nın yanına gelip helâlleşmek istedi. İbn Celâ ´Ben asla onu helâl etmem! Benim amel defterimde bu sevaptan daha üstün bir scevap yok! Ben bu sevabı defterimden nasıl silerim?´ dedi. İbn Celâ da ve yine bir başkası da şöyle dedi: ´Arkadaşımın günahları benim sevaplarımdandır. İstiyorum ki defterimi o günahlarla süslemiş olayım!´

Kulların kıyamette saadet ve şekavetinin dereceleri hakkındaki ihtilâflarından zikretmek istediğimiz budur. Bütün bunlar sebeplerin zahiriyle verilen hükümdür. Bu tıpkı doktorun, bir hastaya ´Elbette ölecek! Tedavi kabul etmez!´ başka bir hastaya da ´Hastalığı hafiftir. Tedavisi kolaydır hükmüne benzer. Çünkü doktorun bu zannî, hallerin çoğunda isabetli bir zandır. Fakat bazen helake yaklaşmış bir kimse, doktorun idrâk etmeyeceği bir sebepten iyileşir. Bazen de hastalığı hafif olan bir kimse doktorun bilmediği bir sebepten ölür. Bu, ALLAH Teâlâ´nm insanlardan gizli olan sırlarmdandır, sebeplerin müsebbibi tarafından malum bir nısbette tertip edilen sebeplerin bilinmez tarafmdandır. Zira beşerin kuvvetinde onun künhüne vâkıf olmak yoktur, âhirette kurtuluş ve zafere varmak da böyledir. Onların gizli sebepleri vardır. O sebeplere muttali olmak beşerin kudretinde değildir. Kurtuluşa ulaştıran o gizli sebebe af ve rıza ismi verilir. Helake götüren sebep de öfke ve intikam ile isimlendirilir. Bunun ötesinde ilâhî ve ezelî bir meşiyet vardır ki halk ona muttali olamaz. Bunun için bize asi bir kimsenin bağışlanabileceğim her ne kadar zahirî
günahları çok olsa da caiz görmek farzdır.

İtaatkâr bir kimsenin zahirî ibadetleri ne kadar fazla olsa da ona ceza verilebileceğini caiz görmeliyiz, çünkü itimad takvayadır. Takvâ da kalptedir. Kalp ise kalbin sahibinin bile muttali olamayacağı kadar bilinmezdir. Öyle ise kalbin sahibi olmayan bir kimse ona nasıl muttali olacaktır, fakat bazen kalp erbabına falan kulun bağışlanmayacağı keş-folunur. Ancak kendisinde gizli olan bir sebeple affolunur. Ceza, ancak gizli ve ALLAH´tan uzaklaşmayı gerektiren bir sebepten ötürüdür. Eğer olmasaydı, af ve öfke ameller ve vasıflar üzerinde terettüb eden ceza olmazdı. Eğer ceza olmasaydı adalet olmazdı. Eğer adalet olmasaydı şu âyetlerin nushası hâşâ sahih olmazdı

Rabbin asla kullara zulmedici değildir.(Fussilet/46)

Şüphesiz ki ALLAH zerre kadar zulmetmez.(Nisâ/40)

Oysa bütün bunlar doğrudur, insanın elinde ancak çalışmasının semeresi vardır, görülen ancak çalışmasıdır. Her nefis kazandığının rehinidir. Onlar haktan saptıkları zaman, ALLAH onların kalbini kaydırır. Onlar nefîslerindekini bozdukları zaman, ALLAH da onlarda bulunan nimeti şu âyetin tahakkuku için bozar:

Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez.
(Ra´d/11)

Bütün bunlar kalp sahiplerine görülen şeylerden daha açık bir şekilde keşf olunmuş tur. Zira gözle görülende yanlışlık mümkündür. Çünkü göz bazen uzağı yakın, büyüğü küçük görür. Kalbin müşahedesinde yanılma mümkün değildir. Önemli olan kalp basiretinin açılmasıdır. O basiretler açıldıktan sonra görülende yanlışlık tasavvur edilemez.

Gönül gördüğünde yanılmadı! (Necm/)

Üçüncü Mertebe: Kurtulanların mertebesidir. Kurtuluşutan gayem; saadet selâmettir. Saadete ermek ve zaferyâb olmak değildir. Bunlar, hizmet etmemişler ki kendilerine hilkat verilsin. Kusur yapmamışlardır ki azaba dûçar olsunlar.

Bu halin, deliler ve kâfirlerin çocukları ve aklı noksan olanların hali olması mümkündür. Dünyanın ücra köşelerinde İslâm kendilerine tebliğ edilmemiş olanların, akılsızlık ve marifetsizlik üzerinde yaşayanların ise, ne marifetleri, ne inkârı ne itaat etmeleri, ne de isyan etmeleri dikkate alınır. Bu bakımdan onları ALLAH´a yaklaştırıcı bir vesileleri ve uzaklaştırıcı bir cinayetleri yoktur. Öyleyse onlar ne cennet, ne de cehennem ehlindendir. Belki onlar iki mertebenin yani cennet ve cehennemin arasındaki bir mertebede, iki makamın arasındaki bir yerde olurlar. Şeriat lisanında bu makam A´râf diye isimlendirilmiştir. Halktan bir grubun A´râf a. konacağı yakînen ayet ve hadîslerden ve ibret nurlarından belli olmuştur. Gözle hükmetmek, -mesela çocukların onlardan olduğuna hükmetmek gibi- zanna dayanan bir hükümdür. Kesin değildir. Kesinlikle buna muttali olmak peygamberlik âleminde olur. Evliya ve ulemanın mertebesinin buraya kadar yükselmesi uzak bir ihtimaldir. Kâfirlerin çocukları hakkındaki haberlerin de biri diğeriyle çelişmektedir. Hatta Hz. Âişe (r.a) bir çocuk öldüğü zaman ´O cennet kuşlarından bir kuştur´ demiştir. Hz. Peygamber (s.a) onun bu sözün reddederek şöyle demiştir:
Sen bunu nereden biliyorsun?46 Madem durum budur, bu makamda müşkilât ve iltibaslar daha galibdir.

Dördüncü Mertebe: Zaferyâb olanların mertebesidir. Ârif olanlar sadece bunlardır, mukallidler değildir. Mukarrebûn ve sâ-bikûn onlardır. Zirâ taklidçi, her ne kadar cennette bir makam elde ederse de o ´ashâb-ı yemîn´dendir. Bunlar ise mukarreblerin ta kendileridir. Bunların mazhar oldukları nimetler sözlerle açıklanmaz. Belirtmesi mümkün olan miktar, Kur´an´m tafsil buyurduğu miktardır. ALLAH´ın beyanından sonra artık beyan yoktur. Onların bu âlemde anlatılması mümkün olmaz. İşte bu durum, şu ayette belirtilmiştir:
Yaptıklarına karşılık olarak onlar için göz aydınlığından ne hazırlanıp saklandığını kimse bilemez,(Secde/17)
Bir de şu hadîs-i kudsî´de belirtilmiştir:
Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetler hazırladım.47

Ariflerin hedefi dünyada beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen o durumdur. Huriler, köşkler, meyveler, süt, bal, hamr, ziynet eşyası, bilezikler.. Ârifler bunlar için hırs göstermezler. Bunlar ariflere verilse bile, onlarla kanaat etmezler. Onlar ALLAH´ın kerîm vechine bakmanın zevkini ararlar. Bu lezzet saadetlerin en büyüğü ve zevklerin en nihayetidir. Bunun için Rabia el-Adeviyye´ye şöyle denildi: ´Senin cennet hakkındaki rağbetin nasıldır?´ Cevap olarak ´Önce komşu, sonra ev!´ dedi.

Bu bakımdan bunlar öyle bir gruptur ki ev sahibinin sevgisi onları evden ve evin süsünden vazgeçirmiştir. Hatta ev sahibinden başka herşeyden, hatta nefislerinden bile vazgeçmişlerdir. Onların misali, sevgilisini çılgınca seven ve bütün amacı sevgilisinin yüzüne bakmak ve onu düşünmek olan aşıkırı misali gibidir. Bu aşık, düşünceye daldığı zaman nefsinden gafildir. Bedenine isabet edeni hissetmez. Bu hal için ´nefsinden fani olmuştur´ tabiri kullanılır. Mânâsı başkasıyla müstağrak olmuş, isteklerinin hepsi bir istekte toplanmış demektir ki o da mahcubudur. Onun içinde mahbubun-dan başkasına yer kalmamıştır ki başkasına iltifat etsin! Ne nefsine, ne de nefsinden başkasına bakamaz. Bu durumdur ki insanı âhirette, şu dünyada bir beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen göz aydınlığına ulaştırır. Nitekim renklerin ve nağmelerin sağır ve körün kalbine gelmesinin düşünülemeyeceği gibi... Ancak onun kulağından ve gözünden perde kalkarsa, o zaman halini idrâk eder. Bu durumdan önce onların kalbine gelmesinin mümkün olamayacağını anlar. Dünya hakîkaten perdedir. Onun kalkmasıyla perde kalkar. O zaman güzel hayatın zevki idrak olunur. Esas evin, ahiret evi olduğu anlaşılır. Derecelerin hasenat üzerine tevzi edilmesinin beyanında bu kadar izahat kâfidir. Lütfuyla muvaffak kılan ALLAH´tır.
Küçük Günahları Büyük Günah´a Çeviren Sebeplerin Beyanı Küçük günah, birçok sebeplerle, büyük günaha dönüşür. O sebeplerden biri, günahta ısrar edip devam etmektir. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: ´Israrla beraber küçük günah büyük olur. istiğfarlarla beraber büyük günah silinir.48

Bu bakımdan büyük günah bir daha işlenmez ve benzeri arkasından gelmezse bu günahın affedilmesi, kulun devam ettiği küçük günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir. Bunun misali şudur: Damlalar durmadan bir taşın üzerine düşerse, taşa tesir ederler. Eğer taşın üzerine düşen su, bir defada kalırsa tesir etmez. Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Amellerin hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.49

Şeyler zıdlarıyla bilinirler. Eğer az da olsa amelin devamlı olanı fayda verdiğinden, bir defa yapılıp bir daha yapılmayan çok amel kalbin nûrlandırılmasmda ve temizlenmesinde az fayda verir. Bu nedenle günahların azı da böylece devam ettikleri zaman kalbin kararmasında tesiri büyür. Ancak büyük günahın küçük günahlar işlenmeden ansızın yapılması çok nâdir olur. Zina etmek isteyen kişi konuşmadan ve mukaddimeler yapmadan ansızın zina etmeye az muvaffak olur. Eski bir münakaşa ve düşmanlık olmaksızın öldürme ihtimali azalır. Bu bakımdan her büyük günahın etrafı, geçmiş ve gelecek küçük günahlarla sarılıdır. Eğer büyük bir günahın tek başına, ansızın yapıldığı tasavvur edilirse ve ona ikinci bir defa dönüş yapılmazsa, böyle bir günahın affedilmesi insanın hayatı boyunca devam ettiği küçük bir günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir.

O sebeplerden biri de günahı küçük görmektir. Zira kul günahı nefsinde ne kadar büyük görürse, ALLAH katında o kadar küçülür. Kul önü ne kadar küçük görürse, ALLAH nezdinde o nisbette büyür.

Zira zinayı (tehlikeli) görmesi, kalbinin zinadan nefret etmesinden kaynaklanır. Bu nefret günah lie şiddetli bir şekilde etkilenmesine mâni olur. Günahı küçük görmesi ise ona yakınlık duymasından kaynaklanır. Bu da günahın kalpte şiddetli tesir yapmasını gerektirir. Oysa kalbin ibadetlerle nûrlandırılması gerekir. Günahlarla karartılması mahzurludur. Bunun için gaflet halinde kalbin üzerinde cereyan edenlerle kul muâheze edilemez. Çünkü kul, gaflet halinde cereyan eden şeyden etkilenmez.

Mü´min, günahını üzerine kaldırılan bir dağ gibi görür. O dağın üzerine düşmesinden korkar. Münafık günahını burnunun ucundan geçen bir kara sinek gibi görür.50

Biri şöyle demiştir: Affedilmeyen günah, kulun ´Keşke benim işlemiş olduğum günahların hepsi bunun gibi olsaydı!´ deyip hafife aldığı günahtır. Günahın mü´minin kalbinde büyümesi, ALLAH´ın celâlini bilmesinden ileri gelir. Bu bakımdan mü´min ALLAH´a isyan etmenin korkunçluğunu düşündüğü zaman, küçük günahı büyük görür.

ALLAH Teâlâ, peygamberlerinden birine şöyle vahiy gönderdi:
Hidayetin aslığına bakma! Hidayet edicinin azametine bak! Hatanın küçüklüğüne bakma! O hata ile kendisine karşı cephe aldığın zatın kibriyasma ve azametine bak!

Bu itibarla ariflerin biri şöyle demiştir: ´Küçük günah yok! Aksine her muhalefet büyüktür!´
Sahabe´den biri de Tâbiîn´e şöyle söylemiştir: ´Sizler, gözünüzde kıldan daha ince görünen birtakım işler yapıyorsunuz ki bizonları Hz. Peygamberin zamanında helâk eden şeylerden sa
yardık!´

Zirâ sahabîlerin ALLAH´ın celâli, hakkındaki bilgileri herkesin bilgisinden daha tamdı. Bu bakımdan onların nezdinde küçük günahlar, ALLAH´ın celâline nisbeten, büyük günahlardandır. Bu sebepten dolayı cahilden sadır olduğu zaman büyük sayılmayan günah, âlimden sadır olursa büyür. Halk tabakasının birçok kusurlarından vazgeçilir, fakat ârif bir kimseden o kusurların benzeri affedilmez.
Zira günah, muhalefet edenin marifeti nisbetinde büyür. O sebeplerden biri de günah ile sevinmek, onunla böbürlenmektir. O günahı işlemeye muvaffak olmayı nimet saymak, onun şekavete sebep olmasından gafil olmaktır. Küçük günahın sevgisi, kulun nezdinde galebe çaldıkça, küçük günah büyür, kalbin kararmasında tesiri artar. Hatta günahkârlardan bazıları vardır ki günahı ile övünür, gurura kapılır.
Çünkü o günahı işlediği için büyük sevinç duyar. Nitekim şöyle der: ´Görmedin mi, ben onun namusunu nasıl pâyimâl ettim´.

Mücadeleci, mücadelesinde der ki: ´Görmedin mi onu nasıl rezil ettim? Onu mahcup edecek derecede hatalarını belirttim. Onunla nasıl alay ettim? Onu nasıl şaşırttım?!´ Ticarette muamele yapan der ki: ´Görmedin mi çürük malı ona nasıl sattım? Onu nasıl kandırdım? Onu malında nasıl zarara uğrattım? Onu nasıl ahmak saydım?´ İşte bu ve buna benzer sözlerle küçük günahlar büyür. Çünkü günahlar helâk edicidirler. Kul, günahlara sürüklendiği, günahlara teşvik etmek hususunda şeytana mağlup olduğu zaman, düşmanın kendisine galebe çalmasından ötürü musibet ve üzüntü içerisinde bulunması gerekir. ALLAH´tan uzak bulunduğundan dolayı müteessir olması lâzımdır. Bu bakımdan ilâcı içerisinde bulunan kabın ilâcı içme eleminden kurtulmak için» kırılmasıyla sevinen bir hastanın şifa bulması umulmaz.
O sebeplerden biri de ALLAH Teâlâ´nm kendisini örtmesini, kendisine hilm göstermesini, günah işlemesine rağmen ceza vermek hususunda kendisine mühlet vermesini hafife almaktır. Bilmez ki ALLAH Teâlâ, ancak ona öfke yönünden mühlet vermiştir ki mühlet vermek sebebiyle günahı daha artsın! Günahları yapmaya muvaffak olmasının ALLAH´ın bir inayeti olduğunu zanneder. Onun böyle zannetmesi ALLAH´ın azabından emin olmasından ileri gelir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kendi aralarında da ´ALLAH bizi söylediklerimizle azâBlandırsa ya!´ diyorlar. Onlara cehenem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir!(Mücadele/8)

O sebeplerden biri de günah işlediğini belirtmesidir veya başkasının yanında yapmasıdır. Zira böyle yapması, ALLAH´ın kendisinin üzerine sarkıttığı perdesini yırtmak demektir. Bir de günahını dinleyen veya gören bir kimsede günah işleme rağbetini tahrik etmek demektir. Bunların ikisi de onun suçuna eklenmiş suçlardır. Suçu bunlarla gittikçe kalınlaşmıştır. Eğer buna başkasını o günaha teşvik etmek ve sebepleri ona hazırlamak da eklenirse, bu da dördüncü bir suç olur. Cürüm gittikçe ağırlaşır.

İnsanların tümü bağışlanmıştır. Ancak günahlarını açıkça yapanlar veya açıkça söyleyenler müstesna... Onlardan biri ALLAH Teâlâ´nm kendisi için örtmüş olduğu bir günahı geceleyin işler, sabahladığında ALLAH´ın örtüsünü kaldırır ve günahım sağa sola söyler.51

Bunların bağışlanmamasının hikmeti şudur: İyiyi belirtmek, kötüyü örtmek ve örtüyü yırtmamak ALLAH´ın sıfatlarından ve ni-metlerindendir. Bu bakımdan günahı belirtmek, bu nimeti inkâr etmek demektir. Biri şöyle demiştir: ´Günah işleme! Eğer ille günah işleyecek olursan bari başkasını o günaha teşvik etme ki iki günahı birden işlemiş olmayasm!´
Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirine benzerler. Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten alıkoymaya çalışırlar. (Tevbe/67)

Seleften biri şöyle demiştir: ´"Kişi, müslüman kardeşine günah hususunda yardım etmekten sonra, o günahı işlemeyi ona kolaylaştırmaktan daha büyük bir hürmetini pâyimâl etmemiştir´.
O sebeplerden biri de günahkârın önder olan bir âlim olmasıdır. Günahı açık bir şekilde işlediği zaman, günahı büyür. Bunlar, âlim kişinin ipekli elbise giymesi, altınla süslenmiş eğer ve diğer binitlere binmesi, sultanların mallarından şüpheli olanları alması, sultanların huzuruna girmesi, onların yanına gidip gelmesi, onlara emr-i bi´1-ma´ruf ıı ve nelıy-i an´il-münker´i yapmamak suretiyle yardım etmesi, başkalarının gıybetinde dilini serbest bırakması, münazarada diliyle başkasına tecavüz etmesi, başkasını hafife alması, ilimlerden ancak dünya mertebesi için istenen cedel ve münazara ilmiyle meşgul olması gibi günahlardır. Bu günahlarda başkaları âlime tabi olur. Dolayısıyla âlim ölür, fakat bu şerri âlemde uzun zaman devam eder. Öyleyse öldüğü zaman günahları beraberinde ölüp giden kimseye ALLAH cenneti mükâfaat olarak versin.

Her kim kötü bir yol açarsa o yolun günahı ve o yolla amel edenin günahı kadar günah onun üzerindedir. Onların günahlarından da birşey eksilmez.52

Gerçekten biz ölüleri diriltiriz. Öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız.(Yâsin/12)

Eserler, amelin ve amel edenin ölmesinden sonra işlenip onun amellerine katılan şeyler demektir.

İbn Abbas şöyle demiştir: ´Başkası kendisine tâbi olduğundan dolayı vay o âlimin haline! Bir defa hata eder, hatasından döner. Fakat halk o hatayı yüklenir ve onunla yeryüzünün çeşitli bölgelerine giderler´.

Biri şöyle demiştir: ´Âlim kişinin hatasının meseli, geminin delinmesi meseline benzer. Hem kendisi, hem de içindekiler batar´.

İsrailiyat´ta şöyle vârid olmuştur: Bir âlim kişi halkı bid´atlara saptırdı. Sonra o âlim tevbe etti. Bir zaman ıslah hususunda çalıştı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´O âlime söyle! Senin bir günahın var. Eğer benimle senin aranda olsaydı onu senin için affederdim. Fakat kullarımdan saptırıp cehenneme soktukların ne olacaktır?
Bununla anlaşılmıştır ki âlimlerin durumu tehlikelidir. Onların boynunda iki vazife vardır. O vazifelerden biri günahı ter-ketmek, ikincisi günahı gizlemektir. Nasıl ki âlimlerin günahlardan ötürü yükleri birkaç kat oluyorsa aynen onun gibi başkalarının öncüsü oldukları takdirde sevaplardan ötürü de mükafatları birkaç kat olur. Bu bakımdan âlim, süslenmeyi ve dünyaya meyletmeyi terkettiği zaman, dünyanın azıyla kanaat ettiği, yemekten de zarurî olan miktarıyla idare ettiği, eski elbiselere kanaat ettiği ve bu hususta âlimler ve halk tabakası kendisine uydukları zaman, onların sevapları kadar defterine sevap yazılır. Eğer süse meylederse, kendisinden derece bakımından daha aşağıda olanların tabiatı da kendisine benzemeye meyleder. Oysa o süsü, ancak sultanların hizmetiyle haramdan dünyayı toplamakla elde edebilirler. Böylece o âlim, haramı toplamaya sebep olmuş olur. Öyleyse âlimlerin hareketleri fazlalık veya eksiklikliklerinin kâr veya zarar bakımından eseri kat kat olur. Kendilerinden tevbe etmenin gerekli olduğu günahların tafsilâtı hakkında bu kadarı kâfidir.

32) Irâkî, merfû olarak aslına rastlamadığını, ancak Hz. Ali´ye nisbet edildiğini gördüğünü kaydetmektedir.
33) Daha önce geçmişti
34) Müslim, Buhârî, (Ebû Said´den)
35) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir´ul-Usûl, (Ebû Hüreyre´den zayıf bir senedle)
36) Tirmizî
37) Müslim, (Ebû Hüreyre´den)
38) Varlık iki kısımdır: a) Varlığı zatından olan, b) Varlığı başkasından olan. Birinci varlık ALLAH Teâlâ´nın varlığıdır. İkincisi ALLAH´dan başkasının varlığıdır. Varlığı başkasından olan bir varın varlığı müste-ardır. Kendi nefsiyle payidar değildir. Hatta zati yönünden düşünüldüğünde sırf yok olduğu görülür. Ancak varlığı ALLAH´a nisbetle vardır. Böyle bir varlık ise hakikî varlık olamaz. (İthaf us-Saade, VIII/556)
39) Müslim, Buhârî, (İbn Mes´ud´dan)
40) İbn Hibbcuı, Zuafa
41) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâcc
42) İbn Cerîr´in Katade´den rivayet ottiği gibi Hz. Eyyûb (a.s) yedi küsur sene
bu hastalıktan muzdarib olmuştur.
43) Buhârî
44) Tayalisî, İmam Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Huzeyme ve ibn Hibban
45) Ebû Abdullah Muhammed b. Yahya b. Celâ el-Bağdâdî
46) Müslim
47) İmam Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce
48) Ebu Şeyh
49) Müslim, Buhârî
50) Buhârî
51) Buhârî, Müslim
52) Müslim
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi