AK Gençliğin Buluşma Noktası


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-03-2009, 18:24   #61
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Övmek

Bazı yerlerde medh yasaklanmıştır. Zemm (kötüleme) ise gıybet ve başkasının aleyhinde bulunmaktır. Biz onun hükmünü daha önce belirtmiştik. Övmede altı âfet vardır. Dördü övende, ikisi övülendedir.

Öven Taraftaki Âfetler

Birincisi: Bazen ifrata kaçar ve ifrat onu yalana sürükler! Nitekim Hâlid b. Mikdad şöyle demiştir:275 ´Kim bir sultanı veya herhangi bir kimseyi, kendisinde bulunmayan sıfatlarla şahidler huzurunda medhederse, ALLAH Teâlâ kıyamet gününde bu kimseyi dehşetten sarkmış diline basıp düştüğü halde haşreder!´

İkincisi: Bazen medhediciye riya galip gelir. Çünkü meddah, medihle sevgi gösterisinde bulunur. Oysa kalbinde sevgi yoktur ve söylediklerine inanmamaktadır. Bu bakımdan söyledikleriyle hem riyakâr, hem münafık olur.

Üçüncüsü: Meddah, bazen olmayan şeyleri söyler. Hem de o şeylerden haberdar olma imkânı olmadığı halde söyler. Rivayet ediliyor ki, bir kişi Hz. Peygamber´in yanında başka bir kişiyi medh u senâ etti. Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi:
Sana yazıklar olsun! Sen arkadaşının boynunu kopardın. Eğer arkadaşın bu dediklerini işitseydi hiçbir zaman felaha kavuşamazdı!
Eğer biriniz, arkadaşını medhetmek mecburiyetinde ise, bari ´ben filan adamı şöyle sanıyorum ve ALLAH nezdinde hiç kimseyi temize çıkarmıyorum, çünkü o kimsenin kontrol edeni ALLAH´tır. Eğer onun öyle olduğunu görüyorsa öyledir´ desin.276
Bu âfet, mutlak vasıflarla medhetmekten meydana gelir. O vasıflar ancak delillerle bilinir. Adamın ´O muttakîdir!´, ´Verâ sahibidir´, ´Zâhiddir´, ´Hayırlıdır´ ve benzeri vasıfları söylemesi gibi... Ama kişi ´Ben onu geceleyin namaz kılarken, sadaka verirken, haccederken gördüm´ dediği zaman, bunlar kesin şeyler olduğu için sakınca yoktur.

Kişinin ´o âdildir, rızâ (râzı)dır´ demesi de o kabildendir; zira adil ve rızâ gizlidirler. Bu bakımdan burada kesin konuşmak uygun değildir. Ancak gizli bir denemeden sonra konuşabilir.

Hz. Ömer, bir kişiyi öven birini dinledi ve ´Sen onunla yolculuğa çıktın mı?´ diye sordu. Öven ´Hayır!´ dedi. Ömer ´Sen onunla alışveriş ettin mi?´ dedi. Öven ´Hayır!´ dedi. Ömer ´Sen onun komşusu musun? Sabah ve akşamını biliyor musun?´ dedi. Öven ´Hayır!´ dedi. Ömer ´Kendisinden başka ilah olmayan ALLAH´a yemin ederim ki sen o adamı tanımıyorsun´ dedi.
Dördüncüsü: Övülen adam zâlim veya fâsık olduğu halde ba-zen övülmekten ötürü sevilir. Oysa böyle bir sevgiye meydan vermek caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Fâsık bir kimse övüldüğü zaman ALLAH Teâlâ öfkelenir.277

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Kim uzun yaşaması için zâlime dua ederse, o kimse ALLAH´a, yaratmış olduğu arzda isyan etmeyi sevmiş olur!´
Fâsık bir zâlimin üzülmesi için aleyhinde bulunmak, sevinmesin diye kendisini övmemek en uygun harekettir.

Övülen Taraftaki Âfetler

Övgü kişiye iki yönden zarar verir:

Birincisi: Övgü onda kibir ve gurur meydana getirir, kibir ve gurur ise helâk edicidirler.
Hasan Basrî (r.a) şöyle anlatır: Hz. Ömer, etrafında ashâb-ı kirâm ve elinde kamçısı olduğu halde oturuyordu. O arada Cârut b. Münzir çıkageldi. Oturanlardan biri Hz. Ömer´e ´Bu Rabia kabilesinin başıdır´ dedi. Hz. Ömer de, etrafında oturanlar da, gelen Cârut da bu sözü işitti. Cârut, Hz. Ömer´e yaklaştığı zaman, Hz. Ömer onu kamçılamaya başladı. Bu manzara karşısında kalan Cârut, Hz. Ömer´e ´Ey mü´minlerin emîri! Benimle ne alıp veremediğin var?´ diye sordu. Hz. Ömer ´Seninle aramızda geçen birşey yok! Fakat sen söylenilen sözü işitmedin mi?´ dedi. Cârut ´Evet, işittim!´ dedi. Hz. Ömer ´İşte o söylenilen sözden senin kalbine kibir ve gurur gelmesinden korktum. Bundan dolayı seni alçaltacak bir harekette bulunmayı istedim´ dedi.

İkincisi: Övüleni hayırla övdüğü zaman, bu övmeden sevinir, hayır yönünden gevşer ve nefsinden razı olur. Oysa nefsinden razı olan bir kimsenin çalışması azalır; zira nefsini kusurlu gören bir kimse ciddiyetle çalışmaya koyulur. Ama diller, adamın lehinde övgüler düzdükleri zaman, adam da hedefe vardığını zanneder (dolayısıyla gevşer!) Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Eğer arkadaşın senin yapmış olduğun övgüyü işitmiş olsaydı, sen onun boynunu kesmiş olurdun.
Arkadaşını yüzüne karşı övdüğün zaman sanki sen onun gırtlağının üzerinde pırıl pırıl parlayan keskin bir usturayı gezdirmiş olursun.278

Başka bir kişiyi öven bir zata da şöyle buyurmuştur: ´ALLAH seni kessin. Sen adamı kestin!´279

Mutarref280 diyor ki: ´Ben lehimde yapılan bir övgüyü işittiğim zaman, mutlaka nefsim bana zelil görünmüştür´.

Ziyad b. Ebî Müslim281 şöyle demiştir: ´Herhangi bir kimse lehinde bir övgü işitirse, muhakkak şeytan ona görünür. Fakat müslüman bir kimse derhal hatırlar, kendine gelir´.
İbn Mübarek şöyle demiştir: ´Bahsi geçen bu iki zat da doğru söylemişlerdir. Ziyad´ın sözüne gelince, onun bahsettiği kalp, halk tabakasının kalbidir. Mutarref in bahsettiğine gelince, onun söylediği kalp, havassın kalbidir´.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bir kişinin başka bir kişiye bilenmiş bir bıçakla saldırması, onu yüzüne karşı övmesinden daha hayırlıdır.282

Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Medhetmek, kesmek demektir´. Bunun hikmeti şudur. Çünkü kesilen bir kimse çalışmaktan gevşer ve çalışamaz hale gelir. Bir insan övüldüğü zaman da gevşer veya ucûb ve gurura meyleder.

Ucûb ve gurur da, kesmek gibi helâk edici sıfatlardır. İşte bunun için de Hz. Ömer, medhetmeyi kesmeye benzetmiştir. Eğer medh, medheden ile medhi yapılanın hakkında bu âfetlerden uzak olursa, o vakit medihte herhangi bir sakınca yoktur. Hatta böyle olduğundan övmek çoğu zaman iyi olur ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a), ashâb-ı kirâmı överek şöyle buyurmuştur:
Eğer Ebubekir Sıddîk´ın imanı -peygamberler hariç- bütün insanların imanıyla tartılsa muhakkak Ebubekir´in imanı ağır basar.283

Hz. Ömer hakkında da şöyle demiştir:
Eğer ben peygamber olarak gönderilmeseydim, Ömer peygamber olarak gönderilirdi.284
Acaba bundan daha büyük bir övgü var mıdır? Fakat Hz. Peygamber, bu övgüyü sadakat ve basiret sebebiyle söylemiştir. Ashâb-ı kirâm da övgünün onlarda gurur, ucûb ve gevşeklik mey-dana getirmesinden uzak ve yücedirler. Hatta kişinin kendi nefsini medhetmesi, içinde kibir ve gurur olduğu için çirkindir; zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben âdemoğullarının efendisiyim ve bu sözde övünme yoktur!285

Yani ´Ben bu sözü söylemekle, halkın kendi nefsini övdüğü gibi bir övgüyü kasdetmiyorum´ demek istemiştir.

Bunun hikmeti şudur: Çünkü Hz. Peygamber ALLAH´a yakınlığıyla övünüyordu, Âdem´in evladı olmakla ve onların önderi bulunmakla değil! Nitekim padişahın yanında büyük bir sevgi ile kabul edilen bir kimsenin, padişahın birtakım hizmetçilerinden daha önde ve gözde olmasıyla değil, nimetle sevindiği gibi. Bütün bu anlattıklarımızdan, övmenin zenımi ile övmeye teşvik etmenin arasını telif edebilirsin. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) ashâb-ı kirâmın bir kimseyi övdüklerim işittiğinde şöyle demiştir:

Cennet vâcib oldu!286

Mücahid diyor ki: ´´Âdemoğulları için meleklerden arkadaşlar vardır. Onların meclislerinde otururlar. Müslüman kişi müslüman kardeşini hayırla andığı zaman, melekler ´sana da bunun benzeri olsun´ diye dua ederler. Onu kötülükle andığında, melekler ´Ey ayıbı örtülü olan Âdemoğlu! Nefsine kolaylık yap! Senin ayıbını örten ALLAH´a hamd ve senâda bulun!´ derler. İşte bunlar övmenin âfetleridir´´.

275)Kılâbî boyuna mensuptur, Humusludur. Künyesi Ebu Abdullah´tır.
Güvenilir, âbid ve zâhid bir kimse idi. H. 103 senesinde vefat etmiştir.
276)Müslim, Buhârî
277)İbn Ebî Dünya, Beyhakî
278)İbn Mübarek
279)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
280)Adı Abdullah b. Şüheyr el-Âmiri el-Hareşi´dir. Künyesi Ebu Abdullah
olan bu zat, Basralı âbid ve güvenilir bir zattır.
281)Adı Ebu Ömer Ferrâ el-Basrî´dir.
282)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
283)Kitab ´ul-İlim ´de geçmişti.
284)Deylemî
285)Tirmizî, İbn Mâce
286) Enes şöyle anlatır: Ashâbın yanından bir cenaze geçti. Onu övdüler. Hz. Peygamber de Vâcib oldu´ dedi. Biraz sonra başka bir cenaze geçti, onun hakkında da kötü konuştular. Hz. Peygamber ´Vâcib oldu´ buyurdu. Ashâb "Bu nasıl olur, ikisi için de Vâcib oldu´ dediniz´´ dediler. Hz. Peygamber ´Övdüğünüze cennet, kötülediğinize de cehennem vâcib oldu. Çünkü sizler yeryüzünde ALLAH´ın şahidlerisiniz´ diyerek, bu sözü üç defa tekrar etti. (Tayalîsî, İmam Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî)
 
Alt 02-03-2009, 18:25   #62
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Övülene Düşen Vazifeler

Övülen bir kimseye, kibir ve ucûbun âfetinden şiddetle sakınmak, övgüden dolayı ibadetlerde gevşeklik göstermekten şiddetle kaçınmak düşer. Övülen, ancak kendi nefsini tanıdığı takdirde bu vazifeyi yerine getirebilir. Sonucun tehlikesini düşündüğünde, riyanın inceliklerini, amellerin âfetlerini bildiğinde gerekeni yapabilir. Çünkü övülen zat, nefsi hakkında övenin bilmediklerini bilir. Eğer övene, övülenin bütün sırları belirseydi, onun kalbinden geçenler görünseydi, öven onu övmekten çekinecekti. Övülen bir kimseye, öveni tahkir etmek sûretiyle övgüden hoşlanmadığını belirtmek vazifesi düşer. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:287)

Enes şöyle anlatır: Ashâbın yanından bir cenaze geçti. Onu övdüler. Hz. Peygamber de Vâcib oldu´ dedi. Biraz sonra başka bir cenaze geçti, onun hakkında da kötü konuştular. Hz. Peygamber ´Vâcib oldu´ buyurdu. Ashâb "Bu nasıl olur, ikisi için de Vâcib oldu´ dediniz´´ dediler. Hz. Peygamber ´Övdüğünüze cennet, kötülediğinize de cehennem vâcib oldu. Çünkü sizler yeryüzünde ALLAH´ın şahidlerisiniz´ diyerek, bu sözü üç defa tekrar etti. (Tayalîsî, İmam Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî)

Süfyan b. Uyeyne288 şöyle demiştir: ´Övülen bir kimse, nefsini bildiği takdirde övgü kendisine zarar vermez´. Sâlih kullardan birisi övüldü ve bu sâlih kul dedi ki: ´Ey ALLAHım! Senin şu kulların beni tanımıyorlar. Oysa sen´beni tanıyorsun!´

Başka bir sâlih kul övüldüğü zaman şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Senin şu kulun seni kızdırmak sûretiyle bana yaklaştı ve ben seni ondan nefret ettiğime şahid tutuyorum´. (İbn Ebî Dünya)
Hz. Ali (r.a), övüldüğü zaman şöyle demiştir: ´Ey ALLAHım! Onların bilmediklerini benim için affet ve söylediklerinden dolayı beni sorumlu tutma! Beni onların zannettiğinden daha hayırlı kıl!´

Bir zat Hz. Ömer´i (r.a) övdü, karşılık olarak Hz. Ömer ona şöyle dedi: ´Sen hem beni, hem de kendi nefsini helâk etmek mi istiyorsun?!´

Bir kimse Hz. Ali´yi yüzüne karşı övdü ve aynı zamanda Hz. Ali´nin kulağına, bu adamın aleyhinde konuştuğu haberi gelmişti. Cevap olarak Hz. Ali ona şöyle dedi: ´Senin dediğinin altında, nefsindekinin de üstündeyim!´

287)Müslim
288)Ebu İmran´ın oğlu olan bu zat Hilâlî kabilesindendir. Güvenilir, hâfız,
fâkih, önder ve hüccetti. H. 198 senesinin Receb ayında vefat etmiştir
 
Alt 02-03-2009, 18:26   #63
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Konuşma Esnasındaki Hataların İnceliklerinden Gaflet Etmek

ALLAH ve onun sıfatlarıyla, dinî emirlerle ilgili olan hususlarda, lâfızları doğrultmaya, ancak fasih ve beliğ âlimler muktedir olurlar. O halde ilim ve fesahatta kusurlu olan bir kimsenin ke-lâmı hatalardan uzak değildir! Fakat ALLAH Teâlâ, onun cehaletinden dolayı kendisini affeder. Huzeyfe b. Yeman Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Sakın sizden bir kimse şöyle demesin: ´ALLAH´ın dilediği ve senin dilediğin,..´ Fakat şöyle desin: ´ALLAH´ın dilediği, sonra senin dilediğin..´289

Bunun yasaklanma hikmeti şudur: Mutlak bir şekilde atıf yapmakta, ortaklık ve eşitlik vardır. Bu ise nıbûhiyyet makamına gösterilmesi gereken hürmete zıt düşer.

İbn Abbas (r.a) şöyle anlatır: ´Bir kişi Hz. Peygamber´e (s.a) geldi. Bir iş için kendileriyle konuşarak dedi ki: ´ALLAH´ın ve senin dilediğin...´ Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), şöyle buyurmuştur:

Sen beni ALLAH ile eşit mi kılıyorsun? Yalnız ALLAH´ın dilediği de.290

Bir kişi Hz. Peygamber´in yanında hutbe okuyarak dedi ki: ´Kim ALLAH´a ve O´nun Peygamber´ine itaat ederse o hidayete ermiştir. Kim onlara isyan ederse o dalâlete düşmüştür´. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) o adama şöyle demesini emretti:
Kim ALLAH´a ve Peygamber´e isyan ederse o dalâlete düşmüştür. (Yani ´onlara´ tabiri yerine ´ALLAH´a ve Rasûlü´ne´ tabirini kullan ki akla eşitlik mânâsı gelmesin!)291
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (s.a) kişinin ´onlara´ tabirini, eşitlik mânâsını ifade ettiği için çirkin görmüştür.
İbrahim Nehâî, ´ALLAH´a ve sana sığınıyorum´ sözünü çirkin görürdü.
´ALLAH´a ve sonra sana sığınıyorum´ demek ise caizdir. Şöyle demekte de mahzur yoktur: ´Eğer ALLAH, sonra filan olmasaydı... (şöyle olacaktı)´. Fakat ´Eğer ALLAH ve filan olmasaydı´ demek caiz değildir.

Seleften biri şöyle demeyi çirkin görmüştür: ´Ey ALLAHım! Bizi ateşten azad eyle!´ Bu sözü çirkin gören zat derdi ki: ´Azad etmek, ateşe girdikten sonra olur!´ Oysa selef, ateşten korunurlar, ´Bizi ateşten koru ve (ateşten senin) rahmetine sığınıyoruz´ derlerdi.

Bir zat şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Beni kendilerine Hz. Peygamber´in şefaati isabet edenlerden eyle!´ Bunun üzerine Huzeyfe b. Yeman şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, mü´min kullarını Hz. Peygamberin şefaatinden müstağni kılmıştır. Onun şefaati ancak müslümanların günahkârlarınadır´.

İbrahim Nehâî şöyle demiştir: Kişi, başka bir kişiye ´Ey eşek, ey domuz!´ dediği zaman, kıyamet gününde böyle diyene ´Benim bir eşeği veya bir domuzu yarattığımı gördün mü?´ denilir.

İbn Abbas´tan şöyle rivayet edilir: "Muhakkak içinizden biri şirk koşar, hatta köpeği ile dahi şirke girer ve ´Eğer köpek olma-saydı bu gece malımız çalınacaktı´ der".

Hz. Ömer Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
ALLAH Teâlâ, sizi baba ve dedelerinizle yemin etmekten meneder. Bu şekilde yemin etmeyi yasaklar, Kim yemin etmek istiyorsa, ALLAH ile yemin etsin veya sussun!292

Hz. Ömer (r.a) der ki: ´Hz. Peygamberin bu hadîs-i şerifini işittiğimden beri, ALLAH´a yemin ederim ki bir daha ecdadımla yemin etmedim´.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Sakın üzümlere kerm demeyiniz; zira kerm kelimesi, müslüman kişi demektir.293

Bu lâfız, isim olduğu şeyde hayır ve fayda olduğuna delâlet eder. Bu vasfa da üzüm değil, müslüman kişi müstehaktır.

Ebu Hüreyre, Hz. Peygamberin (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Sakın sizden bir kimse ´benim abdim (kölem), benim emetim (câriyem)´ demesin. Çünkü hepiniz ALLAH´ın köleleri ve kadınlarımızın hepsi de ALLAH´ın câriyeleridir. Aksine ´benim hizmetçim, benim oğlum, benim kızım´ desin. Köle de ´benim RABBİM (sahibim), benim rabbiyem (sahibem)´ demesin. ´Benim efendim, benim hizmet ettiğim hanımım!´desin. Çünkü hepiniz ALLAH´ın kölelerisiniz. Rab ancak ALLAH Teâlâ´dır.

Sakın fâsık bir kimseye efendimiz demeyiniz. Çünkü o fâsık sizin efendiniz olduğu takdirde siz rabbinizi kızdırmış olursunuz.294

Kim ´Ben İslâm´dan beriyim´ derse -eğer doğru söylüyorsa-söylediği gibidir. Eğer yalancı ise, İslâm´a sağlam olarak dönmemiş demektir.295

Bu söz ve benzeri sözler, konuşmaya dahil olanlardandır. Bunları saymakla bitirmek mümkün değildir. Kim bizim dil âletlerinden söylediklerimizin tamamını düşünürse anlar ki kişi dilini serbest bıraktığı takdirde hatadan selim kalmaz ve bunu böyle düşündüğü anda Hz. Peygamber´in (s.a) ´Susan kurtulmuştur´ hadîs-i şerifinin sırrını anlamış olur. Çünkü şu âfetlerin hepsi, tehlike ve felâketlerdir ve hepsi de konuşanın yolunda beklemektedirler. Eğer konuşan susarsa, selâmet bulur. Eğer konuşursa, nef-sini tehlikeye atmış olur. Ancak fasih bir dil, geniş bir ilim, koruyucu bir takvâ ve daimi bir murakabe kendisine refakat ederse ve kendisi de mümkün olduğu kadar konuşmayı azaltırsa selâmette kalması umulur. Kişi bütün bunlarla beraber yine de tehlikeden tamamen kurtulmuş sayılmaz. Eğer konuşmayı beceremeyen kimselerden isen bunu ganimet ve fırsat sayarak sükût edip selâmete kavuşanlardan olmaya çalış! Çünkü selâmet, bu ganimetlerden birisidir.

289; Ebu Davud, Nesâî
290)Nesâî, İbn Mâce
291)Müslim
292)Müslim, Buhârî
293)Müslim, Buhârî
294)Ebu Dâvud
295)Nesâî, İbn Mâce

 
Alt 02-03-2009, 18:30   #64
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Âvam Tabakasının ALLAH´ın Sıfatlarından, Kelâmından ve Harflerden Sormaları

Halk bunların kadîm mi, hâdis mi (sonradan varolmuş) olduğunu sorar. Oysa halk tabakasının vazifesi, Kur´an´da olan ibadet ve taatlarla meşgul olmaktır. Ancak bu ibadet ve taatlarla meşgul olmak nefislere ağır gelir. Fuzulî hareketler ise, kalbe hafif geldiğinden avâm tabakasından olan bir kimse ilme dalmaktan hoşlanır; zira şeytan kendisine ´sen âlimlerden ve fazilet ehlindensin´ hayalini verir ve bu hayali kalbinde yerleştirmek için var kuvvetiyle çalışır. Onu kaydırıp küfrünü gerektiren bir sözü ağzından çıkarıncaya kadar yakasını bırakmaz. Oysa kendisi küfrünü gerektiren bir söz söylediğinden habersizdir. Halk tabakasından birinin büyük bir günah işlemesi, o kimsenin ilim hakkında konuşmasından daha selâmetli ve tehlikesizdir. Hele ALLAH´ın zat ve sıfatlarıyla ilgili konularda konuşması daha da tehlikelidir. Halk tabakası ibadetlerle meşgul olup, Kur´an´da vârid olan hakikatlere tedkik etmeksizin iman etmek ve Hz. Peygamber´in getirdiğine teslim olmak durumundadır. Avâm tabakasının ibadetlerle ilgili olan hususların dışındaki meselelerden sormaları edebe aykırıdır. Bununla ALLAH´ın azabına müstehak olurlar ve böyle konulara girmekle küfür tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.
,
Avam tabakasının bu tür soruları, tıpkı çobanların padişahların sırlarından sormalarına benzer. Bu ise cezayı gerektiren bir durumdur. Kim ilmî bir meseleden sorarsa ve o meseleyi kavrayacak idrakte değilse, o kimsenin durumu kötüdür. Çünkü böyle bir kimse, bu meseleye nisbeten halk tabakasından sayılır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Ben sizi terkettiğim sürece, siz de benim yakamı bırak p soru sormayın; zira sizden önceki ümmetler, peygamberler´ine fazla sorduklarından dolayı ve peygamberleriyle bu sebeple ihtilâfa düştüklerinden ötürü helâk olmuşlardır. Ben sizi herhangi bir şeyden sakındırdığım zaman, siz de ondan sakının ve size emrettiğim bir şeyi ise, gücünüz yettiği kadar yapın.296

Enes (r.a) şöyle anlatır: Halk birgürı Hz. Peygamber´e (s.a) sorular sordu. Hem de Hz. Peygamber´i kızdıracak derecede faz´a sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber minbere çıkarak şöylededi:

Benden sorun! Fakat siz benden bir şeyi sorarsanız (aleyhinizde olsa bile) o şey hakkında size haber veririm!297

Bu esnada ashâb-ı kirâmdan bir zat ayağa kalkarak dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Benim babam kimdir?´ Hz. Peygamber cevap olarak ´Senin baban Huzafe´dir´ dedi.298

Bunun akabinde hemen kardeş olan iki genç ayağa kalktılar ve dediler ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bizim babamız kimdir?´ Hz. Peygamber ´Sizin babanız o kimsedir ki siz ona nisbet ediliyorsu-nuz!´ Sonra üçüncü şahıs ayağa kalkarak şöyle dedi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben cennetlik miyim cehennemlik mi?´ Hz. Peygamber ´Belki sen cehennemliksin´ dedi.

Halk, Hz. Peygamberin öfkelendiğini görünce, soru sormaktan vazgeçtiler. Bu esnada Hz. Ömer (r.a), ayağa kalkarak şöyle dedi: Biz rab olarak ALLAH´a, din olarak İslâm´a, peygamber olarak Muhammed´e razı olduk´. Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ömer´e hitaben ´Ya Ömer! ALLAH senden razı olsun! Otur! Muhakkak senin söylediğin hakikatin ta kendisidir´ dedi.299

Hadîste ´Hz. Peygamber (s.a) dedikodu, malı zâyi etmek ve fazla sual sormaktan nehyetmiştir´ diye vârid olmuştur.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar sual sora sora şöyle demeye başlamışlardır: ´Muhakkak mahlukâtı ALLAH yarattı. O halde ALLAH´ı kim yarattı?´ İnsanlar bunu söyledikleri zaman, siz onlara cevap olarak deyin ki: ´O bir olan ALLAH´tır. Tektir. O herkesin ihtiyacını gören ve herkesin her ihtiyacı için başvurduğu ALLAH´tır. O, doğurmamıştır ve doğrulmamıştır ve O´na denk olacak hiç kimse yoktur. Bunu söyledikten sonra sizden bir kimse sol tarafına üç defa tükürüp kovulmuş şeytanın şerrinden ALLAH´a sığınsın".300

Cahir (r.a) şöyle demiştir: ´Lânetleşenlerin hükmünü belirten ayet, insanların fazla sual sormalarından dolayı nâzil olmuştur´,301

Musa ve Hızır kıssasında, yeri gelmeden önce soru sormanın çirkin olduğuna işaret vardır; zira Hızır Hz. Musa´ya ´O halde bana tâbi olacaksın. Ben bir söz açmadıkça bana hiçbir şeyden sorma´ (Kehf/70) demiştir. Hz. Musa (a.s) delinen gemiden dolayı Hızır´a sorduğu zaman Hızır, va´dine riayet etmediğinden dolayı Hz. Musa´nın sualini kınadı. Bu bakımdan Hz. Musa (a,s) özür dileyerek şöyle dedi: ´Onu unutmuşum! Unuttuğum şeyle beni muâhaze etme ve işimde bana güçlük teklif etme´ (Kehf/ 73). Hz. Musa sabredemeyerek Hızır´a üçüncü defa sual sordu. Hızır kendisine ´İşte bu itiraz, benimle senin ayrılmamıza sebep olmuştur´ (Kehf/78) deyip, ondan ayrıldı.

Bu bakımdan avam tabakasının dinin derin meselelerini sormaları, âfetlerin en büyüklerindendir ve böyle bir sual, fitnelerin kopmasına vesiledir. O halde, avam tabakasını böyle sual sormaktan menetmek ve şiddetle azarlamak gerekir, Avam tabakasının Kur´an´m harflerine dalmaları, tıpkı padişahın kendisine mektup yazdığı ve o mektubunda birtakım emirler verdiği ve buna rağmen padişahın mektubunda belirtilen emirlerle değil de mektubun kağıdıyla; eski bir kağıt mı, yoksa yeni mi diye uğraşan bir kimsenin haline benzer! Böyle bir kimse, elbette bu hareketiyle cezaya müstehak olur. İşte âvam tabakasından olan bir kimsenin Kur´an´ın tayin ettiği sınırları aşarak, Kur´an´ın harflerinin kadîm mi, hâdis mi olduğunu merak etmesi, tıpkı buna benzer. ALLAH Teâlâ´nın diğer sıfatları için de durum böyledir. ALLAH en doğrusunu bilir!

296)Müslim, Buhârî
297)Müslim, Buhârî
298)Huzafe Kays´ın oğlu, o da Âdî´nin, o da Said´in, o da Sehm´in oğludur.
Kureyş soyuna mensuptur. Sual soran Abdullah b. Huzafe´nin künyesi Ebu
Huzafe´dir. Annesi Abdimenafın oğlu Kars´ın soyundan Harsan´dır. Bu
zat, ashâbın ilk tabakasındanır. Hz. Osman zamanında Mısırda vefat
etmiştir.
299)Müslim, Buhârî
300)Müslim, Buhârî
301)Bezzar
 
Alt 02-03-2009, 18:30   #65
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Zemmil Gazab velhıkd vel Haşed Konusuna Giriş

Affına ve rahmetine ancak ümit sahiplerinin güvendiği ALLAH´a hamdolsun. O ALLAH ki O´nun öfkesinin ve savletinin neticesinden ancak muttakîler sakınırlar. O ALLAH ki, kullarını haberleri olmaksızın sevk ve idare edip, şehvetleri onlara musallat kılmıştır. İştahlarının çektiğini terketmeyi kendilerine emretmiştir. Onları öfkeye müptelâ kılmıştır.
Öfkelendikleri konularda öfkelerini yutmakla kendilerini zorunlu kılmıştır. Sonra onları şehvet ve lezzetlerle çepeçevre sarmış ve iradelerini yaptıklarını görmek için- ellerine vermiştir. Bu şekilde iddia ettikleri konuda doğruluklarını bilmek için sevgilerini denemiş ve kendilerine açık ve gizli yaptıkları hiçbir şeyin kendisine gizli olmadığını bildirmiştir. Habersizken, ansızın kendilerini yaka-paça, pençe-i kahrıyla yakalayacağını bildirerek şöyle buyurmuştur:

Onların işi sadece korkunç bir sese bakar. Çekişip dururlarken ansızın o kendilerini yakalar. Artık ne bir tavsiye yapabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.
(Yâsin/49-50)

Salât ve selâm, peygamberlerin altında toplanacağı sancağın sahibi olan Hz. Peygamber´e, âline, hidayete erişip, hidayete götüren ashâbına ve ALLAH´ın rızasına mazhar olan islâm büyüklerine olsun! Öyle bir salât ki onun adedi, ALLAH´ın yaratmış olduğu ve yaratacağı şeylerin sayınca kadar olsun! O salâtın bereketinden geçmiş ve gelecek müslümanlar nasipdar olsun!

Bundan sonra bil ki öfke, bir ateş kıvılcımıdır. Göğüslerde yanan ALLAH´ın ateşinden alınmıştır. Muhakkak ki öfke ateşi, küllerin altına gizlenen ateş közleri gibi, kalplerin kıvrımlarında gizlidir. Taşın, demirin ateş çıkarması gibi, bu öfke ateşini de inatçı ve zâlim olan kişinin kalbinde gizlenen gurur ve azamet dışarıya çıkarır. Yakîn nûruyla bakanlar bilir ki, insanoğlundan, ALLAH´ın rahmetinden kovulmuş şeytana uzanan bir damar vardır. Bu bakımdan öfke ateşi kime galip gelirse, o kimsede şeytanın yakınlığı kuvvet bulur. Nitekim şeytan şöyle demiştir:

Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın!(A´raf/12)

Muhakkak ki çamurun durumu vâkar içinde sükûnettir. Ateşin durumu ise alevlenmek ve parlamak, hareket ve ızdıraptır. Kin ve hased, öfkenin doğurduğu kötü neticelerdir. Helâk olan kimseler bu iki kötü hasletten dolayı helâk olmuşlardır. Fesada uğrayanlar da onlardan dolayı fesada uğramışlardır. Kin ve hasedin kaynağı, bir çiğnem ettir. O et, doğru olduğu takdirde, onunla beraber bedenin tümü doğru olur. Madem kin, hased ve öfke, kulu felâkete sevkeden âmil ve sebeplerdendir, öyleyse insan, öfkenin tehlikeli durumlarını, çirkin taraflarını bilmeye muhtaçtır ki öfkeden sakınıp, korunsun! Eğer varsa, kalbinden silip söküp atsın. Eğer kalpte yerleşmiş ise, tedavi etmek sûretiyle sökülmesine çalışsın; zira şerri tanımayan bir kimse şerrin içine girebilir. Şerri tanıyana da, şerrin bertaraf edilmesinin ve uzaklaştırılmasının yolunu bilmedikçe sadece tanımak yeterli olmaz. Biz bu bölümde hased ve kinin âfetlerini, öfkenin kötülüğünü belirteceğiz. Bütün bunları, şu hususlarda toplayacağız: Öfkenin kötülüğünü ve hakikatini açıklamak, sonra öfkenin esasının riyazetle kalpten sökülmesinin mümkün olup olmadığını beyan etmek, sonra öfkeyi kabartan sebepleri beyan etmek, kabardıktan sonra ne yapmak gerektiğini belirtmek, sonra öfkeyi yutmanın faziletini izah etmek, sonra hilm´in faziletini, sonra konuşmanın ne kadarıyla insan davasına yardım edip içini rahat ettirebilir meselesini açıklamak, sonra kin ve doğurduğu kötü neticeler hakkında konuşmak, af ve şefkat göstermenin faziletini belirtmek, sonra hasedi kötülemek hususundaki sözü açıklamak, hasedin hakikatini, sebeplerini, tedavi yollarını, sökülmesi için en son gereken çarenin beyanını, sonra akran, arkadaş, amcazadeler ve akrabaların arasında neden hasedin çokça vâkî olduğunu belirtmek, bu saydıklarımızın dışında hasedin çoğalıp, azalmasını veya zayıflamasını izah etmek, hased hastalığını kalpten söken tedavi yolunu belirtmek, daha sonra kalpten hasedin sökülmesinin farz olan miktarını beyan etmektir. Tevfîk ALLAH´tandır!
 
Alt 02-03-2009, 18:32   #66
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Öfke´nin Zemmi

Ayetler

O zaman inkâr edenler, kalplerine öfke ve gayreti, o cahiliye öfke ve gayretini koymuşlardı, ALLAH da elçisine ve mü´minlere huzur ve güvenini indirdi.(Fetih/26)

Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, kâfirleri haksız öfke ve gayretlerinden dolayı zemm ve mü´minleri de ALLAH tarafından kendilerine gönderilen vâkar ve sekinetten dolayı medhetmektedir.

Hadîsler

Ebu Hüreyre (r.a) rivayet ediyor ki, bir zatın Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana yapabileceğim bir ameli tavsiye et! Fakat az olsun!´ demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a) ´Öfkelenme!´ buyurmuştur. Kişi aynı suali, başka bir zaman daha sordu. Hz. Peygamber (s.a) yine ´Öfkelenme!´ cevabını verdi.1

İbn Ömer (r.a) : Hz. Peygamber´e (s.a) ´Bana bir söz söyle! Fakat az olsun. Umulur ki ben onu, tam mânâsıyla kavrayıp yaparım´ dedi. Hz. Peygamber ´Öfkelenme!´2 dedi. İbn Ömer aynı suali iki defa daha Hz. Peygamber´e sordu. O da her defasında ´öfkelenme´ diye karşılık verdi.

Abdullah b. Amr´dan şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber´e ´Beni ALLAH´ın gazabından kurtaracak amel nedir?´ diye sordum. Hz. Peygamber cevap olarak ´Öfkelenme!´ dedi.3

İbn Mes´ud der ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Siz aranızda kimi pehlivan kabul edersiniz?´ Biz cevap olarak dedik ki: ´Sırtı yere gelmeyen kimseyi pehlivan olarak kabul ediyoruz´. Hz. Peygamber ´O pehlivan değildir. Ancak öfkelendiği anda nefsine hâkim olan bir kimse pehlivandır´ dedi,4

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Kuvvetli bir kimse, başkasının sırtını yere getiren kimse değildir. Kuvvetli o kimsedir ki öfke anında nefsine hâkim olur.5

İbn Ömer Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Kim öfkesini zaptederse, ALLAHü Azîmüşşân onun çirkin taraflarını örter.6

Süleyman b. Dâvud (a.s) şöyle demiştir: Ey oğul! Fazla öfkelenmekten kaçın! Çünkü fazla öfke, halîm bir kişinin kalbini bile hafifletir.

İkrime ´Seyyid, nefsine hâkim´ (Alu İmran/39) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: ´Seyyid o kimsedir ki, öfke ona galebe çalmaz´.

Ebu Derdâ Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana, beni cennete sokmaya vesile olacak bir amel öğret!´ dediğinde Hz. Peygamber cevap olarak ´Öfkelenme!´7 buyurmuştur.

Hz. Yahya, Hz. İsa´ya şöyle demiştir: ´Öfkelenme!´ Hz. İsa (a.s), cevap olarak ´Öfkelenmemek benim gücüm dahilinde değildir. Ben sadece beşerim´ dedi. Hz. Yahya ´O halde mâl edinme!´ deyince, Hz. İsa ´Bu umulur!´ demiştir.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Sabur denilen maddenin balı ifsad ettiği gibi, öfke de imanı ifsad eder.8

Bir kimse öfkelendiği zaman muhakkak cehenneme yaklaşır.9

Bir kişi Hz. Peygamber´e ´Hangi şey daha şiddetlidir?´ diye sorunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´ALLAH´ın gazabı!´ Kişi ´Beni ALLAH´ın gazabından uzaklaştıran nedir?´ deyince, Hz. Peygamber ´Öfke!´10 buyurdu.

Ashâb´ın ve Âlimlerin Sözleri

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ey Ademoğlu! Hiddetle yerinden sıçradığın zaman, cehenneme düşecek şekilde oturmandan korkulur!´

Zülkarneyn, meleklerden birine rastladı ve meleğe ´İman ve yakîn bakımından ilerlemeye vesile olan bir ilmi bana öğret!´ diye dilekte bulundu. Melek ona ´Öfkelenme! Çünkü şeytanın in-sanoğluna en fazla hâkim olduğu zaman, öfkelendiği, zamandır. Bu bakımdan öfkeyi yutmakla reddet! Sevgi ile sükûnete kavuş! Acelecilikten sakın; zira sen acele ettiğin takdirde nasibini kaybetmiş olursun. Herkese karşı yumuşak huylu ol! Israrlı ve mütekebbir bir kimse olma!´ dedi.

Vehb b. Münebbih´ten şöyle rivayet ediliyor: Ayazmasında ibadet eden bir râhib vardı. Şeytan onu saptırmak istediyse de bir türlü muvaffak olamadı. Mabedin kapısına gelip onu çağırdı. ´Bana kapıyı aç´ dediyse de rahipten müsbet bir cevap alamadı. Sonra ´Aç kapıyı! Eğer ben gidersem pişman olursun´ dedi. Buna rağmen rahib onun sözüne iltifat etmedi. Bunun akabinde ´Ben mesih İsa´yım!´ dedi. Rahib ´Sen Mesih olsan dahi seni neyleyim! Sen bize ibadet ve ciddiyetle çalışmayı emretmedin mi? Bize kıyamette buluşmayı va´detmedin mi? Eğer bugün, zamanında yapmış olduğun telkinlerden başkasını getirdiysen onları senden kabul etmeyiz´ dedi. Bu durum karşısında kalan İblis dedi ki: ´Ben şeytanım! Seni saptırmak istedim, fakat muvaffak olamadım. Sana istediğin konuda sual sorman için gelmiş bulunuyorum. Sorduğun takdirde cevap alırsın!´ Rahib ´Hiçbir şeyi senden sormak istemiyorum!´ dedi. Bunun üzerine şeytan gerisin geriye dönüp gitti. Rahib ´Dinler misin beni?´ diye seslendi. Şeytan ´Evet, dinlerim!´ dedi. Rahib İnsanların aleyhlerinde sana en fazla ya-rayacak ve yardımcı olacak şeyleri bana haber verir misin?´ dedi. Şeytan ´Hiddet ve öfkedir! Zira kişi katı kalpli olduğu zaman, çocukların oynadıkları topu evirip çevirdiği gibi biz de onu evirip çeviririz´ dedi.

Hayseme (r.a) şeytanın ´Âdemoğlu beni nasıl mağlup edebilir? Oysa Ademoğlu razı olduğu zaman onun kalbine sokulacak derecede gelip yaklaşırım. Öfkelendiği zaman onun beyninde yerimi alıncaya kadar uçarım´ dediğini rivayet etmiştir.

Cafer b. Muhammed şöyle demiştir: ´Öfke her şerrin anahtarıdır´.

Ensâr-ı kirâmdan bir zat şöyle demiştir: ´Hamâkatın başı hiddettir. Sürücüsü öfkedir. Cehalete razı olan bir kimse halîm olamaz. Oysa halîm olmak kişinin süsü ve kazancıdır. Cehalet ise çirkinlik ve zarardır. Ahmağa karşı sükût etmek ise ona cevap vermektir´.

Mücahid, İblis´in şunları söylediğini rivayet eder: ´Âdemoğulları beni üç haslette yormamış ve hiçbir zaman da yormayacaklardır:

1.Onlardan biri sarhoş olduğu zaman onun yularına yapışır,istediğimiz tarafa çeker götürürüz ve sevdiğimizi ona yaptırırız.

2.Öfkelendiği zaman, bilmediğini söyler, pişmanlığını gerektiren hareketlerde bulunur.

3.Elinde bulunan mal hakkında onu cimri yapar, gücü yetmediği şeyler hakkında da uzun ümit ve emellere sahip kılarız´.

Bir hakîme denildi: ´Filan adam nefsine hâkimdir!´ Hakîm cevap olarak şöyle dedi: ´O halde şehvet onu kul ve köle edinmiş değildir, nefis onu mağlup etmemiştir ve öfke de ona hakîm olmamıştır´.

Seleften biri şöyle demiştir: ´Öfkeden sakın! Zira öfke seni özür dilemek zilletine sürükler´.

Denildi ki: Öfkeden sakınınız! Çünkü sabur denilen acı maddenin balı bozduğu gibi, öfke de imanı bozar´. Abdullah b. Mes´ud şöyle demiştir: ´Öfkelendiği zaman, kişinin halîmliğini deneyiniz! Tamahkârlığı anında da emin olup olmadığını tecrübe ediniz, kişi öfkelenmediği zaman, hilmini nereden bileceksin? Tamah sahibi olmadığı zaman emin olduğunu nereden anlayacaksın!´

Ömer b. Abdülaziz, bir valisine şöyle yazdı: ´Öfkelendiğin anda herhangi bir kimseye ceza tatbik etme! Öfken geçinceye kadar onu hapset! Öfken geçtiği zaman, adamı hapisten çıkar. Suçu nisbetinde kendisine cezayı tatbik et. Hiçbir zaman onbeş sopadan fazla vurma!´

Ali b. Zeyd (r.a) der ki: Kureyş´ten bir kişi Ömer b. Abdülaziz´e sert ve kaba çıkışlar yaptı. Ömer uzun bir zaman başını eğerek düşündü. Sonra dedi ki: ´Saltanat izzetiyle şeytan beni tahrik etmeye kalkıştı ve senin benden yarın alacağını bugün senden almış olmayı istedim! (Fakat seni affediyorum)´.

Seleften biri oğluna dedi ki: ´Ey oğul! Akıl, gazap anında yerinde durmaz. Nitekim ısıtılmış fırın ve tandırlarda diri bir kim-senin durmadığı gibi...´
Bu bakımdan insanların öfkesi en az olanı, en akıllısıdır. Eğer dünya için az öfkeli olursa, bu deha ve hiledir. Eğer ahiret için olursa, hilm ve ilimdir.

Denilmiş ki; öfke aklın düşmanıdır. Öfke aklın helâk edicisidir.
Hz. Ömer (r.a), hutbesinde şöyle demiştir: ´Tamahkârlıktan, hevâ-i nefisten ve öfkeden korunanınız felâha kavuşmuştur´.

Seleften biri şöyle demiştir: ´Şehvetine ve öfkesine itaat eden bir kimseyi onlar ateşe doğru sürükler götürür´.

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´İmanda kuvvetli, yumuşaklıkta hazımlı, yakînde imanlı, ilimde halîm, şefkatte akıllı, hakta verici, zenginlikte iktisatçı, fakirlikte vâkur, kudrette ihsan edici, arkadaşlıkta tahammüllü ve şiddette sabırlı olmak müslümanın alâmetlerindendir. Böyle bir müslümana gazap galebe çalmaz. Cahiliyye taassubu kendisini felâkete sürüklemez. Şehvet kendisine galip gelmez. Midesi kendisini rezil etmez. Harislik kendisini hafif düşürmez. Niyeti kendisini geride bırakmaz. Bu bakımdan mazluma yardım eder, zayıfa merhamet gösterir, cimrilik yapmaz. Mübezzirlik ve israfta bulunmaz ve sıkılığa kaçmaz. Kendisine zulmedildiği zaman affeder. Cahilin kusurundan vazgeçer. Nefsi, elinden zahmet çeker. Halk ise kendisinden ferahlık ve genişlik görür´.

Abdullah b. Mübarek´e şöyle denildi: ´Güzel ahlâkı bizlere özetle söyle!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Öfkeyi terketmektir´

Peygamberlerden bir zat, ashâbına dedi ki: ´Öfkelenmeyeceğine dair kim bana söz verir ki benim derecemde olmuş olsun ve benden sonra da halifem olsun?´ Onlardan bir genç ´Ben söz veriyorum´ dedi. Sonra o peygamber, aynı suali ikinci bir defa tekrarladı. Genç ´Ben onu herkesten daha iyi yerine getireceğim´ dedi. O peygamber vefat ettiği zaman, ondan sonra genç onun halifesi oldu. O genç Zülkifl´dir. Kendisine Zülkifl denilmesinin sebebi, öfkesine hâkim olacağına söz verdiğindendir. Bu va´dini de yerine getirmiştir.

Vehb b. Münebbih şöyle dedi: Küfrün dört rüknü vardır:
1.Öfke
2.Şehvet
3.Ahmaklık
4.Tamahkârlık (ve cimrilik)

______________________
1)Buhârî
2)Ebu Yâ´lâ {hasen bir senedle)
3)Taberânî, İbn Abdilberr (hasen bir senedle)
4)Müslim
5)Müslim, Buhârî
6)İbn Ebî Dünya
7)İbn Ebî Dünya, Taberânî
8)Taberânî, Beyhakî
9)Bezzar, İbn Adîy
10)İmam Ahmed
 
Alt 02-03-2009, 18:32   #67
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Öfkenin Hakikati

ALLAH Teâlâ, canlıları birtakım iç ve dış sebeplerle ölüme maruz kalacak şekilde yarattığı zaman, kendisini koruyucu imkânları da kendisine bahşetti. O imkânlar vasıtasıyla kitabında muayyen ecel diye tabir ettiği zamana kadar kendisinden ölümü uzaklaştırır.

Dahilî sebebe gelince, o sebep şudur: ALLAH Teâlâ canlıları hararet ve rutubetten mürekkeb olarak yaratmış, aynı zamanda hararet ve rutubet arasında zıddiyet kılmış, hararet durmadan rutu-beti kurutur, buhar haline getirir. Eğer alınan gıdadan rutubete yardım yetişip hararet vasıtasıyla buharlaşan cüz´lerin yeri yenileriyle doldurulmazsa, hayat sahibi muhakkak ölür. Bu bakımdan ALLAH, canlının bedenine uygun gıda ve canlıda o gıdayı almaya iteleyici şehveti yarattı, Bu yaratılan şehvet tıpkı kırılanı düzeltici,yok olanın yerini doldurucu bir vekil gibidir. ALLAH bu şehveti, onun vasıtasıyla insanı helâktan korusun diye yaratmıştır.

İnsanoğlunda meydana gelen haricî sebeplere gelince, onlar kılıç, mızrak gibi insanoğlunun helâk olmasına sebep olan diğer şeylerdir. Bu hususta insanoğlu, içinden gelen bir hamiyet ve kuvvete muhtaçtır ki onun vasıtasıyla kendisinden helâk edicileri uzaklaştırsın! Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, ateşten öfke tabiatını yarattı ve insanoğlunda o tabiatı yerleştirdi, onun hamuru ile yoğurdu. O halde insanoğlu hedeflerinin birinden menedildiği zaman, öfke ateşi alevlenir. Kalbin kanını kaynayacak şekilde kabartır. O kan, damarlara yayılır. Ateşin yükseldiği gibi, bedenin yukarılarına doğru yükselir. Çanakta kaynayan su gibi bedende kaynar ve bunun içindir ki insanın yüzüne yayılır ve insanın yüzü, gözü kızarır. İnsanın bedeni berrak olduğundan arkasında bulunan kan kırmızılığını dışarıya yansıtır. Nitekim camın, içinde bulunan maddeyi yansıttığı gibi... Kan, insanoğlu kuvvetçe kendisin-den aşağı olan bir kimseye kızdığı zaman dağılır. Eğer kendisinden üstün olan bir kimseye karşı öfkelenirse ve ondan intikam almaktan ümitsiz ise, bu durumda kan, derinin dışından, kalbin içine doğru çekilir ve üzüntüye dönüşür ve bunun içindir ki insanoğlunun rengi sararır. Eğer insanoğlunun kızması, kendisinden üstün olup olmadığı hususunda şüphe ettiği birine karşı olursa, kan bu takdirde toplanma ve yayılma arasında tereddüt eder. Hem kızarır, hem sararır ve hem de titreme meydana getirir. Kısacası öfke kuvvetinin merkezi kalptir. Mânâsı ise intikam talebiyle kalp kanının kaynamasıdır. Ancak bu kuvvet eziyet vericiler oluşmadan önce kabaran ve yönelen bir kuvvettir. Eziyet vericiler oluştuktan sonra intikam ve iç rahatlığı maksadıyla bu kuvvet kabarır ve eziyet vericilere yönelir. İntikam ise, bu kuvvetin gıdası ve şehvetidir. İntikam içinde bu kuvvetin lezzeti vardır ve bu kuvvet ancak intikam ile sükûnet bulur. Sonra bu kuvvet hususunda insanlar, yaratılışın başlangıcında tefrit, ifrat, itidal olmak üzere üç gruba ayrılırlar ve üç derecede bulunurlar.

Tefrife gelince, tefrit, bu kuvvetin yok olmasından veya zayıf düşmesinden doğar. Bu ise dinen kötüdür ve böyle bir kimse hakkında gayreti yoktur denilmiştir. Bu sırra binaen İmam Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: ´Kim kızdırdığı halde kızmazsa o eşektir!´

Bu bakımdan kim temelinden öfke ve gayret kuvvetini kaybederse o gerçekten eksik bir kimsedir. ALLAH Teâlâ, Hz. Peygamber´in ashabını, şiddet ve gayretle nitelendirerek şöyle buyurmuştur:

Muhammed ALLAH´ın Rasûlü´dür. Onunla beraber olan mü´minler, kâfirlere karşı şiddetli ve katıdırlar. Birbirlerine merhametli ve şefkatlidirler...(Feth/29)

Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et, onlara sert davran.(Tahrim/9)

Ayette geçen gılzet ve şiddet, öfkeden ibaret olan gayret kuvvetinin eserlerindendir.

İfrat´a gelince, bu niteliğin akıl, din ve itaatin siyasetinden çıkması demektir. Öyle ki kişinin basireti, düşüncesi ve mefkûresi kalmaz. İradesi tamamen elinden çıkar. Hatta mecburen hareket eden robot durumuna düşer. Bu sıfatın galebe çalmasının sebebi, birtakım tabii ve âdet edinilmiş şeylerdir. Çok insan vardır ki fıtraten ve yaradılışça çabuk öfkelenmeye hazırdır. Öyle ki sanki yaradılışta onun sureti, öfkelenmenin sureti şeklinde ya-ratılmıştır. Kalp mizacının harareti de buna yardımcı olur. Çünkü öfke ateştendir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Ancak mizacın serinliği onu söndürür ve şiddetini kırar.11

Adî sebeplere gelince, öfkelerini dindirmemekle böbürlenen, öfkelerine itaat etmekle iftihar eden, buna erkeklik ve kahramanlık adı veren bir grupla kişinin karışmasıdır. O gruptan biri der ki: ´Ben o kimseyim ki hile ve kurnazlığa karşı sabretmem, hiç kim-seden bir zorluğu kabul etmem!´ Bu sözünün mânâsı şu demektir: ´Bende akıl ve hilm diye birşey yoktur!´ Sonra bu söylediğini cehaletiyle iftihar etmek sadedinde söylemektedir. Bu bakımdan kendi-sini dinleyen bir kimsenin kalbinde öfkenin güzel olduğu ve onlara benzeme arzusu yerleşir. Dolayısıyla bununla öfkesi kuvvet bulur. Öfke, ateşi şiddetlendiği, alevleri kuvvet bulduğu zaman sahibini kör eder. Onu va´z ve nasihata sağır eder. Ona va´z edildiği zaman dinlemez. Hatta va´z ve nasihat onu daha da azıtır. Akıl nûruyla ışığa kavuştuğu ve nefsine müracaat ettiği zaman buna gücü yetmez; zira derhal öfke dumanı kendisini sarar, aklın nûrunu söndürür hatta dipten siler götürür. Çünkü düşüncenin kaynağı dimağdır. Öfkenin şiddetli anında kalp kanının kaynamasından kapkaranlık bir duman dimağa yükselir, fikir kaynaklarının tümünü kapsar. Fikir kaynaklarını kapladığı gibi, his kaynaklarına da sirayet eder. Bu bakımdan kişinin gözü kararır. Öyle ki görmez olur. Dünya tamamıyla kendisine kapkaranlık kesilir. Dimağı, içinde ateş yakılan bir mağara misaline benzer. Onun havası kapkaranlık kesilmiş, merkezi kızmış, her tarafı dumanla dolmuştur. Orada zayıf bir çıra vardır. O da sönmüş veya ışığı görünmez olmuştur. Bu bakımdan orada ayak durmaz, söz dinlenilmez. Herhangi bir suret görülmez. Ne içten, ne dıştan onu söndürmeye de artık güç yetmez. Yanmaya elverişli olan herşey yanıp kül oluncaya kadar sabretmek uygundur. İşte gazab da kalbe ve dimağa aynı şeyi yapar. O zaman gazabın ateşi kuvvetlenir. Kalp, hayatının kıvamı olan rutubeti yok eder. Sahibi öfkesinden ölür. Nitekim mağarada ateş kuvvetlenir, mağarayı çatlatır, altını üstüne getirir. Bu durum, mağaranın etrafındaki tutucu kuvvetin ateşle iptal olunmasından meydana gelir. O kuvvet ki parçaları bir araya getirmiştir, işte öfke anında kalbin durumu da böyledir. Gemi, denizin ortasında dalgalar arasında, kopan fırtınalarda sallandığı halde, durum bakımından öfkeli kalpten daha güzel ve selâmet bakımından daha ümitlidir; zira sallanan gemide gereken tedbirin alınması için çare arayan, gemiye bakıp kumanda eden bir kimse vardır. Kalbin ise kaptanı kendisidir. Öfke onu kör ve sağır ettiğinden bütün imkânlar onun elinden çıkmıştır! Zâhirde rengin bozulması, âzaların şiddetle titremesi, fiil ve hareketlerin tertib ve nizamdan çıkması, sallantılı olması, abur cubur konuşması, dudaklarda köpüğün belirmesi, gözlerin çanaklarından fırlayıp kızarması, burun deliklerinin kabarıp değişik hâl alması ve ahlâkın geçimsiz bir hâl alması, öfkenin görünen eser ve etkileridir. Eğer öfkelenen kişi, öfke halinde şeklinin çirkinliğini görmüş olsaydı, o çirkinlikten utanarak öfkesi derhal söner ve ahlâkı da değişirdi. Öfkenin iç çirkinliği ise, zâhirî çirkinliğinden kat be kat üstün ve felâketlidir. Çünkü görünen taraf, iç aleminin nişanesi ve tezahürüdür. Fakat iç suret çirkinleştiği için onun çir-kinliği ikinci derecede dışa yansımıştır. Bu bakımdan zâhirin bozulması, iç âleminin bozulmasının ürünüdür. Durum bu iken meyveyi, meyve veren ağaca kıyaslayabilirsin. İşte bu, öfkenin bedendeki tesiridir.

Dildeki tesirine gelince, dili fâhiş konuşmak ve sövmekle serbest bırakmaktır. Öyle ki öfkesi geçtiği zaman, sarfettiği sözlerden akıllı bir kimsenin utandığı gibi, söyleyen de bu fâhiş konuşmasından utanır. Bu da ibarenin zikzaklı olmasıyla belli olur.

Âzalar üzerindeki eserine gelince, vurmak, hücum etmek, yırtmak, öldürmek, imkân anında çekinmeden yaralamaktır. Eğer kendisine öfkelenilen kaçar veya başka bir sebepten dolayı öfkelenenin elinden kurtulur veya öfkelenen ondan intikam almak suretiyle gönlünü rahatlatamazsa bu sefer öfke, sahibine döner. Kendi elbiselerini yırtar, kendisini yumruklar. Bazen de elini yere vurur. Sarhoş şaşkın bir kimsenin koştuğu gibi sağa sola koşar. Bazen de baygın olarak yere serilir. Ne koşmayı ve ne de -şiddetli öfke sebebiyle- kalkmayı becerir. Kriz geçirme gibi durumlara girer. Bazen cansızlara ve hayvanlara vurur. Mesela önündeki yemek tabağını yere çarpar. Yemek masasında öfkelendiği zaman, masayı kırar. Delilerin yaptığını yapar, hayvanlara ve cansızlara küfreder. Onlarla konuşur ve der ki: ´Ey filan filan! Ne zamana kadar senden bunu çekeceğim?!´ Sanki akıllı bir kimseye hitap ediyormuş gibi davranır. Hatta bazı kere hayvan kendisine çifte attığında o da hayvana çifte atarak mukabelede bulunur.

Öfkenin, kendisinden öfkelenilenle beraber kalpteki eser ve etkisine gelince, o eser ve etki, kin tutmak, hased etmek, kötülük düşünmek, öfkelendiği kişinin kötü taraflarını yaymak, onun sevilmesine üzülmek, onun sırrını ifşa etmeye azmetmek, onun örtüsünü, maskesini yırtmak, kendisiyle istihza etmek ve bunlardan başka daha nice çirkinlikleri yapmaktır. İşte bu saydıklarımız, ifrat derecesindeki öfkenin ürünleridir.
Zayıf olan kıskançlığın semeresine gelince, o semere tiksinilmesi gereken şeyden az tiksinmektir. Mahremlerine, eşine ve cariyesine yapılan taarruzdan ve zelil kimselerden gelen zillet, nefsi küçültmek ve düşürmekten rahatsız olmayıp bu hareketleri kabullenmektir. Bu da kötüdür. Çünkü mahremine karşı kıskançlık duymamak, bunun meyvelerindendir. Bu ise kadınımsı bir harekettir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki Sa´d kıskançtır. Fakat ben ondan daha kıskancım. ALLAH da benden daha kıskançtır.12

Gayret, neseblerin korunması için yaratılmıştır ve halk gayret hususunda gevşeklik gösterirse nesebler karışır. İşte bu sırra binaen şöyle denilmiştir. ´Hangi kavmin erkeklerinde kıskançlık varsa o kavmin nesebi sağlam olur´.

Münker olan işleri gördüğü halde susmak ve korkmak, öfkenin azlığındandır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Benim ümmetimin hayırlıları dinde hiddetli ve sert olanlarıdır.13

Zina eden erkek ve kadına ALLAH Teâlâ´nın emri üzere merhamet ve şefkat etmeyerek yüz değnek vurun!(Nûr/2)

Öfkenin tamamen kaybedilmesi, nefsi terbiye etmekten aciz olmaya yol açar; zira nefsi terbiye etmek ancak öfkeyi şehvete musallat kılmak suretiyle mümkün olur ki nefsi, hasis şehvetlere meylettiği zaman nefsine öfkelensin! Bu bakımdan öfkeyi tamamen kaybetmek kötüdür. Ancak övülen öfke o öfkedir ki aklın ve dinin işaretini bekler. Gayretin gerektiği yerde kabarır, hilmin güzel olduğu yerde söner. Öfkeyi normal sınırda tutmak ve korumak, ALLAH Teâlâ´nın kullarını mükellef kıldığı istikametin ta kendisidir. Bu durum, Hz. Peygamber´in hakkında şöyle dediği durumdur:

İşlerin en hayırlısı orta olanlarıdır!14

Bu bakımdan nefsinde gayretin zayıflığını, gerekmediği halde zulüm ve zilleti kabullendiğini hissedercesine öfkesi gevşekliğe kayan bir kimseye, öfkesi kuvvet buluncaya kadar nefsini tedavi etmesi uygundur. Kimin öfkesi ifrata doğru kayar, kendisini tehevvür ve çirkin şeyleri pervasızca yapmaya sevkederse, böyle bir kimseye de en uygun olanı, öfkesinin gücünü kırmak için nefsini tedavi etmek ve öfkeyi ifrat ile tefrit arasında hak olan orta noktada durdurmaktır. Çünkü sırat-ı müstakim (doğru yol) budur ve bu yol kıldan daha ince ve kılıçtan daha keskindir. Eğer bundan aciz olursa, kişi buna en yakın olan yolu seçmelidir.

Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam) adalet yapamazsınız. Öyle ise (birine) tamamen yönelip ötekini askıda (kocasızmış) gibi bırakmayın.(Nisâ/129)

Bu bakımdan, hayrın tamamını yapmaktan aciz olan kimse için şerrin tamamını yapmak uygun değildir. Şerrin bir kısmı, diğer bir kısmından daha ehvendir. Hayrın bir kısmı da diğer bir kısmından daha yücedir.

İşte öfkenin hakikati ve dereceleri bunlardır. ALLAH´tan kendisini razı eden hareketlere bizi sevkeden güzel tevfikini talep ediyoruz. Çünkü ALLAH dilediğine kâdirdir.


_____________
l1) Tirmizî
12)Müslim, (Ebu Hüreyre´den)
13)Taberânî, Beyhâkî
 
Alt 02-03-2009, 18:33   #68
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Öfkenin Riyazet Yoluyla Giderilmesinin İmkânı

Bazıları öfkenin tamamen silinmesinin mümkün olduğunu sanarak demişlerdir ki: ´Riyazet, öfkenin silinmesine doğru götü-rür, riyazetin hedef ve maksadı da budur!´ Başkaları da öfkenin te-davi kabul etmez bir asıl olduğunu sanmışlardır ve bu son fikir huyun yaratılış gibi olduğunu ve ikisinin de değişme kabul et-mediğini sanan bir kimsenin fikridir. Bu iki fikir de zayıftır. Bu hususta hakîkat bizim söyleyeceğimizdir. Şöyle ki, insanoğlunda bir şeyi sevmek, başka bir şeyden nefret etmek hasletinden bir eser kaldıkça insanoğlu gayz ve öfkeden yakasını kurtaramaz. Kendisine birşey uygun, başka birşey de zıd düşerse mutlaka kendisine uygun olanı sever, muhalif düşeni de hor görür. Öfke de buna tâbi olur. Çünkü kişiden sevdiği alındığı zaman şüphesiz öfkelenir. Sevmediği ile karşılaştığı zaman da şüphesiz öfkelenir. Ancak insanoğlunun sevdiği üç kısma taksim olunur:

Birinci Kısım

Herkes için zarurî olan gıda, mesken, giyecek ve beden sıhhati gibi şeylerdir. Kendisine vurulmak istenen kimse elbette öfkelenecektir. Kişi kendisinden avretini örten elbisesi alınmak, evinden çıkarılmak veya susuzluğunu gideren suyu dökülmek istendiği zaman öfkelenir. Bunlar yok olmalarından ötürü insanoğlunun rahatsız olduğu ve bunlara hücum edene karşı öfkelendiği zarurî şeylerdir.

İkinci Kısım

Rütbe, çok mal, çok hizmetçi ve çok hayvanlar gibi insanların hiçbirine zarurî olmayan şeylerdir. Çünkü bunlar, âdet ve işlerin hedeflerini bilmemekten ötürü güzel ve sevilen şeyler olarak kabul edilmişlerdir! Her ne kadar gıda olarak onları kullanmıyorsa da altın ve gümüşün maddeleri bile güzel görünür ki insanoğlu onları depo eder ve onları çalana kızar. İşte bu tür maddelerden dolayı olan öfkenin sebeplerinden uzaklaşması insanoğlunun ayrılması tasavvur edilebilir. Bu bakımdan insanın fazla bir evi olsa ve bir zâlim o evi yıksa, insan evini yıktığı için zâlime kızmayabilir; zira ev sahibinin dünya işleri hususunda basiret sahibi bir kimse olması, dünyalık hususunda ihtiyacından fazla zâhidlik göstermesi ve onu alana öfkelenmemesi mümkündür. Çünkü basiret sahibi olan bir kimse fazla mal varlığını sevmez. Eğer onun varlığını sevmiş olsaydı zarurî olarak onun alınmasından dolayı öfkelenecekti. İnsanoğlunun öfkesinin çoğu zarurî olmayan şeylerden dolayıdır: dünya mertebesi, nam, şöhret, meclislerde en üste oturmak, ilimle böbürlenmek gibi... Bu bakımdan bu sevgi kime galebe çalarsa, şek ve şüphe yoktur ki, meclislerde en başta oturmak hususunda kendisiyle yarışan bir kimseye yarışmaya girdiğinde öfkelenir. Şöhreti sevmeyen bir kimse ise, böyle şeylere perva etmez, isterse ayakkabıların yanında otursun. Başkası onun üstünde oturduğu zaman öfkelenmez. Bu çirkin âdetlerdir ki insanoğlunun sevgisini veya nefretini çoğaltmış, dolayısıyla öfkesi de çoğalmıştır, irade ve şehvetler çok oldukça, sahibi rütbece daha düşük ve daha eksik olur. Çünkü ihtiyaç, eksik bir niteliktir. Ne zaman çoğalırsa eksiklik de çoğalır. Cahil bir kimsenin ise daimî bir şekilde çalışması ihtiyaç ve şehvetlerini artırmak hususundadır. Bilmez ki, bunları artırmak suretiyle gam ve üzüntü sebeplerini çoğaltıyor! Hatta birtakım cahiller kötü âdetler ve kötü arkadaşlardan dolayı kendisine ´Sen kuşlarla güzel oynayamazsın, güzel satranç oynayamazsın. Fazla içki içmeyi, fazla yemek yemeyi beceremezsin!´ gibi sözler veya bunlara benzer rezaletler söylenildiği zaman ona bile kızarlar. Bu bakımdan bu kısım için kızmak zarurî değildir. Çünkü onun sevgisi zaruri değildir.

Üçüncü Kısım

Bir kısım insanlar hakkında zarurî olup, diğer bir kısım hakkında zarurî olmayan şeylerdir. Mesela âlim kişi için kitap zarurîdir. Çünkü âlim kişi kitaba muhtaçtır ve onu sever. Kitabı yakan, suya atan bir kimseye öfkelenir. Sanat aletleri de çalışan kimseler için böyledir. O kimseler nafakalarını ancak o aletlerle temin edebilirler; zira zarurî ihtiyacın vesilesi olan şeyler sevimli olur. Bu ise şahıslara göre değişir.
Zarurî sevgi ancak Hz. Peygamber´in buyurduğu şu sevgidir:

Kim nefsinde veya sanatında emin, bedeninde sıhhatli ve afiyetli olarak -o günün gıdası da olduğu halde- sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıklarıyla o insana tahsis edilmiştir.15
İşlerin hakikatlerini basiretiyle (kalp gözüyle) bilen bir kimsenin, bu üç kısımdan selâmet kaldığı takdirde bunlardan başkası için öfkelenmemesi düşünülebilir. İşte bunlar üç kısımdır. Bu kısımların herbirinin riyazet, gaye ve hedefini belirtmeye çalışalım:

Buradaki rizayet, kalbin öfkesinin tamamen yok olması için değildir. Fakat kalbini öfkeye itaat etmeyecek duruma getirmek içindir. Onu zahirde dinen müstehab olan bir hududda, aklen de benimsenen bir noktada çalıştırabilmek içindir. Kalbi bu duruma getirmek mücâhede ve bir müddet zorluklara katlanmak, hilm ve sabır sıfatlarını zoraki bir şekilde nefsinde meydana getirmekle mümkündür ki hilm ve zorluklara karşı sabretmek bünyesinde tabiileşen bir nitelik olsun!

Öfkeyi tamamen kalpten söküp atmaya gelince, bu tabiatın normal olarak istediği birşey olmadığı gibi mümkün de değildir. Evet! Heyecanın kabarmasını kırmak, hafifletmek, öfkenin iç âlemde şiddetli bir şekilde boralar koparmasını önlemek mümkündür. Onu zayıf düşürmesi, yüzdeki etki ve eseri görülmeyecek dereceye kadar olabilir. Fakat bunu becermek gerçekten zor birşeydir. Bu hüküm aynı zamanda üçüncü kısmın da hükmüdür; zira bir şahsın hakkında zarurî olan bir şeye başkasının muhtaç olmaması onu öfkelenmekten alıkoymaz. Bu bakımdan bu hususta riyazet, bununla amel etmeye mâni olur, içteki heyecanını kırar ki buna karşılık sabır göstermek suretiyle elemi şiddetlenmesin!

İki

Riyazet suretiyle o kısımdan dolayı öfkelenmekten kurtulmak mümkündür; zira onun sevgisi kalpten çıkarılabilir. Şöyle ki insan kabrin vatanı ve son karar kılacağı yer olduğunu, dünyanın ise üzerinden geçmeye değer bir köprü olduğunu ve bu dünyadan ancak zaruret miktarı azıklanmak gerektiğini, bundan fazlasının ise insanın esas vatanı olan kabir ve istikrar yeri olan ahirette vebal olduğunu bilir. Dolayısıyla dünyadan kaçınmak suretiyle zâhid olur. Dünyanın sevgisi kalbinden silinir. Eğer insanoğlunun bir köpeği varsa onu sevmiyorsa, başkası o köpeği dövdüğü zaman öfkelenmez. Bu bakımdan öfkelenmek sevgiye tâbidir. O halde bu hususta yapılan riyazet insanı öfkenin esasını silmeye doğru götürür. Fakat bu gerçekten az görünen bir durumdur. Bazen de riyazet, insanı öfkeyi kullanmaktan menedecek bir raddeye vardırır ve öfkenin gereğine göre amel etmekten insanı alıkoyar. Bu derece birincisinden daha kolaydır.

İtiraz: Birinci kısmın zarurî olanı, muhtaç olduğu şeyin elden kaçmasıyla öfkelenmek değildir, elem duymaktır. Mesela, bir kimsenin gıdası olan bir koyunu olsa ve koyun ölse, o koyunun ölümünden dolayı hiç kimseye öfkelenmez. Her ne kadar koyunun ölümü onda bir acı meydana getirirse de her acının gereği ille öfke değildir; zira insanoğlu kan aldırmak veya hacamat yaptırmak suretiyle de acı duyar. Fakat kan alana veya hacamat yapana hiç de öfkelenmez. Bu bakımdan tevhid onun üzerine bütün eşyanın ALLAH´ın kudret elinde ve ALLAH´tan olduğuna inanacak bir şekilde galip gelmiştir. O kimse ALLAH´ın hiçbir yarattığına kızmaz; zira onları kudretin kabzasında âlet olarak görür. Tıpkı kalemin, kâti-bin elinde âlet olması gibi!... Bu bakımdan, padişah boynunun vurulmasını yazarsa, o kimse kaleme kızmaz. Tıpkı koyunun ölümüne kızmadığı gibi, ölmek üzere olan koyununu kesen kimseye de kızmaz; zira hem kesmeyi, hem de ölümü ALLAH´tan bilir. Bu bakımdan tevhidin galebe çalmasıyla öfke bertaraf edilir ve yine ALLAH hakkında hüsn-i zan ile de öfke bertaraf edilir. Şöyle ki, kişi herşeyi ALLAH´tan bilir ve ALLAH Teâlâ´nın kendisine ancak yapılmasında hayır olan bir şeyi takdir ettiğini görür. Çoğu zaman hasta düşmesinde, aç kalmasında yaralanmasında, öldürülmesinde hayır olduğunu düşünür. Bu bakımdan kan alan ve hacamat yapan bir kimsenin yaptıklarında hayır gördüğünden dolayı onlara kızmadığı gibi, bunlara da kızmaz.

Ey ALLAHım! Ben beşerim, beşerin kızdığı gibi kızarım. Bu bakımdan hangi müslümana kızmış veya lanet okumuş

Cevap: Bu yönde, bu gelişme muhal değildir. Fakat tevhidin bu raddeye kadar galebe çalması, ancak şimşek gibi gelip geçicidir. Ansızın çakan hallerde galebe çalar ve devam etmez. Halk derhal vasıtalara bakar. Bu kalbin tabiî bir dönüşüdür. Asla kalpten uzaklaştırılamaz. Eğer daimî bir şekilde tevhid galebesinin bu raddeye vardığı, herhangi bir beşer için tasavvur edilseydi muhakkak Hz. Peygamber için tasavvur edilmesi gerekirdi. Oysa Hz. Peygamber (s.a) bazen yüzü ve yanakları kızaracak kadar öfkelenirdi. Hatta bir duasında şöyle buyurmuştur:
veya vurmuşsam, benim o yaptığımı kıyamet gününde o müslüman için namaz, zekât ve o müslümanı sana yaklaştırıcı bir amel olarak kıl!16

Abdullah b. Amr b. Âs (r.a) dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben senin mübarek ağzından gerek öfkeli anında, gerekse öfkesiz anında çıkan her şeyi yazıp kaydediyorum´. Hz. Peygamber şöyle dedi:

Yaz! Beni hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim ki benden ancak hak çıkar.17
´Benden´ sözüyle diline işaret etmiş ve ´Ben öfkelenmem´ dememiştir. Sadece ´Öfkelenmek beni hakikatten dışarıya çıkarmaz´ demiştir.

Hz. Âişe kendisinden şöyle sordu: ´Senin de şeytanın yok mu?´ Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

Evet! Benim de şeytanım var. Fakat ben ALLAH´a yalvardım. Ona karşı bana yardımcı oldu. Bu bakımdan o teslim oldu, bana hayırdan başkasını emretmez.
Dikkat edilirse, Hz. Peygamber ´Benim şeytanım yoktur´ dememiştir ve şeytandan gayesi öfke şeytanıdır. Fakat şöyle buyurmuştur: ´Benim şeytanım beni şerre itelemez´.

Hz. Ali şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber dünya için öfkelenmezdi. Bir haktan ötürü öfkelendiği zaman, hiç kimse kendisini tanımaz ve öfkelendiği için hiçbir şey kıpırdamazdı. Ta ki o hak yerine gelinceye kadar...´18

Bu bakımdan o, haktan dolayı öfkeleniyordu. ALLAH için öfkelenmesi demek vasıtalara iltifat edip bakması demektir. Hatta zarurî nafakasını ve dini hakkında kendisine gerekli olan ihtiyacını elinden alana karşı öfkelenen bir kimse, ancak ALLAH için öfkeleniyor demektir ve ALLAH için öfkelenmekten böyle bir kimsenin ayrılması mümkün değildir. Evet, zarurî olan hakkında bazen gerekli olan öfkenin esası kaybolur. Bu da ancak kalp, o zarurîden daha mühim olan başka bir zarurî şey ile meşgul olduğu zaman mümkün olur. Bu bakımdan kalp, daha mühim ve zarurî olan için öfkelenmekle meşgul olduğundan ikinci bir öfkeye kalpte yer kalmaz; zira kalbin bir kısım önemli şeylerle meşgul olması onların dışındaki şeyleri hissetmekten onu meneder. Bu tıpkı Selman-ı Fârisî´ye küfredildiği zaman söylediği şu söz gibidir: ´Eğer benim terazim hafif gelirse ben senin dediğinden daha şerir ve daha çirkinimdir. Eğer terazimin sevap kefesi ağır basarsa, senin söylediğin bana hiçbir zarar vermez´.

İşte dikkat edildiği zaman görülür ki, Selman´ın himmeti ahirete yönelik olduğundan dolayı kalbi başkasının küfrüyle etkilenip müteessir olmamıştır. Rabia b. Hayseme´ye de küfredildiğinde küfredene şunları söylemiştir: ´Ey kişi! ALLAH senin konuşmanı dinledi. Kesinlikle cennetin yolunda engebeler ve gedikler vardır. Eğer ben onları geçersem senin söylediklerin bana zarar vermez. Eğer onları geçmezsem ben senin söylediklerinden daha düşük ve şeririmdir!´

Bir kişi Hz. Ebubekir Sıddîk´ a sövdü. Sıddîk (r.a) ona cevap olarak dedi ki: ´ALLAH´ın örttüğü kabahatlerim senin bildiğinden daha çoktur!´

Ebubekir Sıddîk nefsi için, ALLAH´tan korktuğu için kendi kusurlarına bakmakla meşguldü. ALLAH´ı gereği gibi tanımak hususundaki kusurunu dikkate almakla meşguldü ve bundan dolayı başkasının onu eksikliğe nisbet etmesine öfkelenmedi; zira kendi nefsine, kendisi eksik gözüyle bakıyordu. Bu ise onun kıymetinin büyüklüğünden kaynaklanır.

Bir kadın, Mâlik b. Dinar´a ´Ey riyakar! Mâlik!´ dedi. Cevap olarak ´Yemin ederim, senden başkası beni tanımış değildir!´ dedi. Sanki Mâlik, nefsinden riya âfetini uzaklaştırmak ve şeytanın nef-sine vesvese olarak telkin ettiklerini sökmekle meşguldü. Bu bakımdan kendisine nisbet edilene öfkelenmedi.

Bir kişi Şa´bî´ye sövdü. Şa´bî cevap olarak dedi ki: ´Eğer sen doğru isen ALLAH beni affetsin! Eğer yalancı isen ALLAH seni affetsin!´
İşte bunlar zâhirde selefin kalpleri dinlerinin mühim meseleleriyle meşgul olduğundan dolayı öfkelenmediklerine delâlet eden sözlerdir. İhtimal ki bu sözler, onların kalbine tesir etmiştir. Fakat onunla meşgul olmamışlar, önemsememişlerdir. Aksine kalplerine daha galip olanla meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan kalbin bir kısım mühimlerle meşguliyeti, birtakım sevilenlerin elden çıktığında kabarması gereken öfkenin kabarmasına mâni olması uzak bir ihtimal değildir. O halde, gayzın yok olması tasavvur edilebilir. Bu yok oluş; ya kalbin mühim birşeyle meşgul olmasıyla olur veya tevhid düşüncesinin galebe çalmasıyla veya üçüncü bir sebeple olur.

Bu üçüncü sebep de ALLAH Teâlâ´nın öfkelenmemeyi sevdiğini bilmesidir. Bu bakımdan ALLAH´a karşı olan sevgisinin şiddeti Öfkesini söndürür. Bu da pek nadir durumlarda olmakla beraber tahakkuk etmesi muhal olmayan bir durumdur. Artık anlaşılmıştır ki öfke ateşinden kurtulmanın yolu dünya sevgisini kalpten silmektir. Bu ise dünya âfetlerini ve açacağı belâları bilmekle mümkün olur. Nitekim dünyayı zemmeden bahiste bu durum gelecektir. Kim, kalbinden meziyetlerin sevgisini çıkarırsa, öfkenin birçok sebeplerinden kurtulmuş olur. Silinmesi mümkün olmayanın ise hiddetini kırmak, zayıf düşürmek mümkündür. Dolayısıyla öfke zayıf düşer ve öfkeyi defetmek kolaylaşır.

ALLAH Teâlâ´dan lûtuf ve keremi sayesinde, hüsnü tevfikini dileriz. Çünkü O herşeye kâdirdir. Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur!


__________________________

15) Tirmizî, İbn Mâce
16)Müslim, Buhârî
17)Ebu Dâvud
18)Tirmizî
 
Alt 02-03-2009, 18:35   #69
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Öfkeye Yol Açan Sebepler

Anlaşıldı ki her illetin ilâcı, onun maddesini ve sebeplerini ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan öfkenin sebeplerini tanımak gerekir.
Hz. Yahya, Hz. İsa´ya şöyle dedi:

- Hangi şey daha şiddetlidir?
-ALLAH´ın öfkesi ve gazabı...
-İnsanı ALLAH´ın öfkesine yaklaştıran nedir?
-Senin öfkelenmendir.
-Öfkeyi açığa çıkaran ve bitiren nedir?
-Kibir, böbürlenmek, kendini büyük görmek ve körü körüne taassub!

Öfkeyi kabartan sebepler, büyüklük taslamak, ucub, mizah yapmak, müstehcen konuşmak, başkasıyla alay etmek, başkasını ayıplamak, mücadele etmek, düşmanlık gütmek, hainlik, fazla mal ve mertebeye şiddetle harislik göstererek düşkün olmaktır. Bunların tümü, düşük ve dinen kötü sıfatlardır. Bu sebepler insanoğlunda kaldıkça öfkeden kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan herşeyden önce bu sebepleri, zıtları ile bertaraf etmelidir. O halde, tevazu göstermek suretiyle gururu öldürmelisin, nefsini tanımak suretiyle ucubu öldürmelisin. Nitekim bunun bahsi Kibir ve Ucub bölümünde gelecektir. Mağrur olmayı, senin de kölenin cinsinden olduğunu bilmekle silebilirsin. Çünkü insanlar bir babadan gelmişlerdir. Ancak fazilette değişik mertebelere ayrılmışlardır. Bu bakımdan Ademoğulları bir cinstir. Ancak faziletlerle iftihar edilir. İftihar etmek, ucub gütmek ve kibre kapılmak rezaletlerin en büyüklerindendir. Bunlar, rezaletlerin aslı ve başıdırlar. Sen bunlardan boşalmadıkça başkasından hiçbir üstünlüğün olmayacaktır. Kölenin cinsinden olduğun halde böbürlenmeye hakkın yoktur! Çünkü bünye, neseb, dış ve iç organlar bakımından kölenle aynı cinstensin.

Mizaha gelince, mizahı ancak insan ömrünün tamamını kapsayan dinî vazifelerle meşgul olmak suretiyle sökebilir. Bunu bildiğin zaman artık mizahtan uzaklaşırsın.
Müstehcen konuşmaya gelince, faziletlerin araştırılmasında, güzel ahlâkın ve seni ahiret saadetine ulaştıracak dinî ilimlerin araştırılmasında ciddiyet göstermek suretiyle onu bertaraf edebilirsin.

Başkasıyla istihza etmeye gelince, bunu insanları üzmekten kaçınmak ve nefsini istihza edilmekten korumak suretiyle silebilirsin.

Ayıplamaya gelince, çirkin sözlerden kaçınmak ve acı cevabı vermekten nefsini korumak suretiyle bu illetten kurtulabilirsin. Maişetin fazlalıklarına karşı gösterilen şiddetli kanaatsizlik olan harisliğe gelince, o da zaruret miktarıyla kanaat etmek suretiyle bertaraf edilebilir. Onu da muhtaç olmamanın azizliğini istemek ve ihtiyaç zilletinden kaçınmak için yapmalısın. Bu ahlâkların ve bu sıfatların tedavisinde insanoğlu riyazet yapmaya ve meşakkatleri yüklenmeye muhtaçtır. Bu riyazetin sonucu; tehlikelerini tanımaya dönüşür. Nefsin kendisinden uzaklaşması ve çirkinliğinden nefret etmesi için tehlikelerini tanımak gerekir. Bundan sonra uzun bir müddet, bilfiil bu çirkin ahlâkların zıdlarına devam edip nefse kolay ve alışkanlık hâline gelinceye kadar bu işe devam ettiğin takdirde nefisten onlar silinir. Nefisten silindiği takdirde de nefis gelişir ve bu rezaletlerden ayrılır. Bu rezaletlerden doğan öfkeden de kurtulmuş olursun. Cahillerin çoğunu öfkeye sevkeden sebeplerin en şiddetlilerinden biri öfkeye kahramanlık, erkeklik, izzet-i nefis ve himmetin büyüklüğü ismini vermeleridir. Öfkeyi cehalet ve hamakatlarından dolayı övülen sıfatlarla sıfatlandırmalarıdır ki nefisleri öfkeye meyletsin, öfkeyi güzel görsün ve iyi kabul etsin. Büyük insanlardan öfkenin şiddetini erkekliğin simgesi gibi hikâye etmekle bu durum kalpte daha da yerleşir. Nefisler de kendilerini büyüklere benzetmeye meyyaldirler. Dolayısıyla kalpte öfke kabarır. Bu şekilde öfkeye izzet-i nefis ve erkeklik ismini vermek katıksız bir cehalettir. Aksine bu, manevî kalp hastalığı ve akıl eksikliğidir. Bu nefsin zayıflığından ve eksikliğinden doğar. Bunun, nefsin zayıflığından doğduğunun belirtisi şudur: Hasta bir kimse sağlam bir kimseden, kadın erkekten, çocuk büyük insandan, zayıf ve yaşlı zayıf olmayan bir yaşlıdan, kötü ahlâk sahibi faziletler sahibinden daha çabuk öfkelenir. Bu bakımdan rezil bir kimse, lokması elinden kaçtığı zaman şehvetinden dolayı, parası elinden düştüğü zaman cimriliğinden dolayı öfkelenir. Hatta bu durumda aile efradına, çocuğuna ve arkadaşlarına bile öfkelenir. Kuvvetli o kimsedir ki öfkelendiği anda nefsine hâkim olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şiddetli ve kahraman, başkasının sırtını güreşte yere getiren kimse değildir. Pehlivan ancak o kimsedir ki, öfkelendiği anda nefsine hâkim olur.19

Bu cahil kimseleri, hâlim ve affedici kimselerin hikâyelerini okumak ve onların öfkelerini nasıl yuttuklarını anlatmak suretiyle tedavi etmek daha uygundur. Çünkü böyle yapmak, peygamberler, velîler, hükemâ ve âlimlerden nakledilmiştir. Faziletli padişahların büyüklerinden de nakledilmiştir. Bunun zıddı ise, Kürt ve Türk´ün zâlimlerinden, câhil,fazilet ve akıldan yoksun olan ahmaklardan nakledilmiştir.
 
Alt 02-03-2009, 18:36   #70
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Öfkeyi Yenmenin Çâresi

Bizim bu söylediklerimiz, öfkenin sebeplerini yok etmek ve kabarmasını önlemek içindir. Bu bakımdan öfke kabardığı zaman teenni ile hareket etmek farz olur ki öfkenin sahibi, kötü bir şekilde onu icra etmeye mecbur olmasın. Öfke kabardığı anda, ancak ilim ve amel macunu ile tedavi edilir. İlim ise altı kısımdır.

1. Bizim bundan sonra, öfkeyi yutmak, affetmek, hilm göstermek, eziyet ve meşakkatlere göğüs germek hakkında zikredeceğimiz sözleri düşünmektir. Dolayısıyla onun sevabını elde etmeye teşvik edilmiş olur. Bu bakımdan öfkeyi yutmaktan elde edilen sevaba karşı isteği olan kendisini intikam almak suretiyle gönlünü rahat ettirmekten meneder ve dolayısıyla kabaran öfkesini söndürür.

Mâlik b. Evse b. Hadsan20 şöyle anlatıyor: "Hz. Ömer (r.a) bir kişiye kızdı ve onun dövülmesini emretti. Bu kişi Hz. Ömer´den ´Affet! İyiyi emret ve cahillerden yüzçevir!´ (A´raf/199) ayetini okumasını istedi. Bu isteğine karşılık Hz. Ömer (r.a) ayeti okudu, ayet hakkında derin derin düşündü. Çünkü Hz. Ömer, kendisine ALLAH´ın Kitabı okunduğu zaman kıpırdamadan dururdu. ALLAH´ın Kitabı hakkında çok düşünürdü. Bu bakımdan Hz. Ömer, bu ayet hakkında da düşündü ve adamı serbest bıraktı".

Ömer b. Abdüiaziz bir adamın dövülmesini emretti. Sonra o adam ´Öfkelerini yutarlar´ (Alu İmran/134) ayetini okudu. Bunun üzerine Ömer, hizmetkârına ´onu serbest bırak´ diye emretti.

2.Nefsini ALLAH´ın azabıyla korkutmaktır. Şöyle ki: ´ALLAH´ın bana karşı olan kuvvet ve kudreti benim bu insana karşı olan kuvvet ve gücümden daha büyüktür. Eğer ben bu insana öfkemin icabını tatbik edersem, ALLAH Teâlâ´nın da kıyamet günü affedilmeye en muhtaç olduğum bir anda, öfkesini benim hakkımda tatbik etmeyeceğinden emin değilim´ demelidir.

ALLAH Teâlâ, kadîmkitaplarından birinde şöyle buyurmuştur:
Ey Âdemoğlu! Öfkelendiğin zaman beni hatırla ki ben de öfkelendiğim zaman seni hatırlayayım ve yok edilecekler arasında seni yok etmeyeyim.
Hz. Peygamber (s.a) Vâsı´ı bir iş için gönderdi. Vâsı´ gecikti, geldiğinde Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi:

Eğer kısas olmasaydı, kesinlikle senin canını yakardım. Burada ´Kıyamet´teki kısas olmasaydı´ denilmek istenmiştir.

Denildi ki, "İsrailoğulları´nda yanında bir hakîm bulunmayan hiçbir padişah yoktu. Padişah öfkelendiği zaman o hakîm, padişahın eline bir sahife tutuştururdu. O sahifede şunlar yazılıydı: Fakire acı! Ölümden kork! Âhireti an! Padişah, öfkesi dininceye kadar o sahifeyi okurdu".

3.Nefsini, düşmanlık ve intikamın akibetinden, düşmanın,mukabele etmek için çalışmasından ve hedeflerini yıkmak için gayret göstermesinden, musibetleriyle sevinmesinden korkutmaktır. Oysa kendisi hiçbir zaman musibetlerden kurtulmaz. Bu
bakımdan nefsini öfkenin dünyadaki kötü neticelerinden -eğer nefis ahiretteki neticelerinden korkmasa bile- korkutmalıdır. Bu ise şehveti öfkeye saldırtmaya ve musallat kılmaya dönüşür. Bu, ahiret amellerinden değildir ve bundan dolayı sevabı da yoktur.
Çünkü kişi, geçici zevk ve safâlarının bir kısmını diğer bir kısmına tercih etmek suretiyle zevk ve safâsına koşmaktadır. Ancak kaçındığı hususlar ilim ve ameline engel olacak şeyler olup aradıkları ameline yardım edecek şeyler ise, bu takdirde sevabdar olur.

Şöyle ki, öfke anında başkasının yüzünü hatırlamak ve kendi öfkesinin çirkinliğini düşünmek ve öfke sahibinin saldırgan bir köpeğe ve adi bir yırtıcı hayvana benzerliğini düşünmek; halîm, sakin, öfkeyi terkeden bir kimsenin de peygamberlere, velî kullara, âlimler
ve hükemâya benzediğini düşünmekdir. Bunları düşündükten sonra nefsini serbest bırakmalıdır. İsterse nefis kendisini köpeklere, yırtıcı hayvanlara ve insanların düşüklerine benzetsin, isterse âlimler ve peygamberlere benzetsin. Eğer zerre kadar aklı
varsa, nefsi bunlara uymanın sevgisine meyleder.

5.Kendisini intikam almaya çağıran sebep hakkında düşünmektir. Öfkesini yutmasına mâni olan illeti süzmektir; zira her öfkenin mutlaka bir sebebi vardır ve olmalıdır. Mesela şeytan kendisine ´Sen öfkeni yutarsan senin âcizliğine, nefsinin küçüklüğüne, zilletine ve hakirliğine yorumlanır. Halkın gözünde hakir düşersin´ der. Bu bakımdan şeytanın bu sözüne karşı, öfkelenen kişi nefsine şöyle söylemeli: ´Sen ne acaip mahluksun! Şimdi eziyetten kaçmıyorsun da kıyamet gününün rezalet ve sefaletinden kaçınmıyorsun! O gün karşındaki adam senin elinden tutar ve senden intikam alır. İnsanların gözünde küçük düşmekten sakınıyorsun da ALLAH nezdinde, melek ve peygamberler katında
küçük düşmekten kaçınmıyorsun!´ Bu bakımdan kişi, ne zaman öfkesini yutarsa, öfkesini sadece ALLAH rızası için yutması uygundur. Bu niyetle öfkesini yutarsa ALLAH nezdinde alabildiğine kıymetli olur. Bu durumda insanların yanında kıymetli olmanın ne önemi kalır! Dünyada kendisine kötülük edenin kıyamet günü uğrayacağı zillet, daha şiddetli olur. Acaba kişi kıyamet gününde ´ALLAH katında ecri olan ayağa kalksın!´ diye çağırıldığı zaman
ayağa kalkanın kendisi olmasını istemez mi! Zira bu çağrıya ancak, dünyada affedenler icabet ederek ayağa kalkar. Bu ve bunun benzerleri imanın mârifetlerindendir. Bunları kalpte yerleştirmek gerekir.

6.Öfkesinin ALLAH´ın isteğine göre cereyan eden birşeye şaşıp hayret ederek geldiğini bilmelidir. Evet, bu şey kendi isteğine göre cereyan etmediğinden dolayı öfkelenir! Acaba ´Benim isteğim ALLAH´ın isteğinden daha evlâdır´ demesi nasıl olur? Oysa ALLAH´ın
kendisine kızması, kendisinin kızmasından -tehlike bakımdan- daha büyüktür. Amele gelince, senin dilinle eûzübillâhi min´eşşeytan ir-racîm demendir; zira Hz. Peygamber, öfke anında böyle söylemeyi emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a) zevcesi Âişe validemiz öfkelendiği zaman ağzını eliyle kapatır ve şöyle derdi:

Ey Ayşecik! De ki:.´Ey ALLAHım! Ey Muhammed´in Rabbi! Benim günahımı affet! Kalbimin öfkesini gider. Fitnelerin saptırmasından beni koru!´21

Bu bakımdan senin de bu duayı okuman müstehabdır. Eğer öfken bu duayı okumakla da gitmezse ayakta isen otur, oturuyorsan uzan. Kendisinden yaratılmış olduğun toprağa yaklaş ki nefsinin zilletini bilmiş olasın. Oturmak ve uzanmakla sükûnete kavuşmaya çalış! Çünkü öfkenin sebebi hararettir, harareti oluşturan harekettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Muhakkak öfke, kalpte parlayan bir ateş közüdür. Siz öfkelenen kişinin avurtlarının şiştiğini, gözlerinin kızardığını görmez misiniz? Bu nedenle bazılarınız böyle bir şeyi hissettiği zaman eğer ayakta ise derhal otursun, eğer oturuyor ise derhal uzansın.22
Eğer bununla da öfke geçmezse o zaman soğuk su ile abdest alsın veya gusletsin. Çünkü ateşi ancak su söndürür. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biriniz kızdığı zaman su ile abdest alsın; çünkü kızgınlık ateştendir.23

Başka bir rivayette ´Muhakkak öfke şeytandandır. Muhakkak şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. O halde biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın!´ demiştir.

İbn Abbas, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Öfkelendiğin zaman sus!24

Ebu Hüreyre der ki: ´Hz. Peygamber öfkelendiği zaman, ayakta ise otururdu. Oturduğu halde öfkelendiği zaman uzanırdı ve öfkesi geçerdi´.25

Ebu Said el-Hudrî, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder:
İyi bilin ki öfke, Ademoğlu´nun kalbinde bir parça ateştir. Siz onun gözlerinin kızardığına, boyun damarlarının gerildiğine bakmaz mısınız? Bu bakımdan kim böyle birşey hissederse, yanağını yere yapıştırsın.26

Hz. Peygamber ´Yanağını yere yapıştırsın´ sözü ile secdeye işaret etmiştir. Bu, azaların en azizini, yerlerin en zelili olan toprağa değdirmeye işarettir. Böylece nefsi zilletini hissetmiş olsun, nefsin gururu ve öfkenin sebebi olan bencilliği ortadan kalksın.

Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer birgün öfkelendi. Derhal su isteyip burnuna su çekti ve şöyle dedi: ´Öfke şeytandandır. Su ise öfkeyi giderir!´

Urve b. Muhammed şöyle diyor: Yemen´e vali olarak tayin edildiğim zaman babam bana ´Vali mi oldun?´ diye sordu. Ben ´evet´ cevabını verince şöyle dedi: ´Öfkelendiğin zaman üstündeki göklere ve altındaki yere bak. Sonra onları yoktan varedeni yücelt (ve hatırla..)´
Rivayet ediliyor ki, Ebu Zer Gıfârî bir kişiye aralarında geçen bir olay nedeniyle ´Ey kızılcığın oğlu!´ diye hakaret etti. Bu söz Hz. Peygamber´in kulağına gitti. Hz. Peygamber Ebu Zer´e şöyle hitap etti:

Ey Ebu Zer! Kulağıma geldiğine göre, sen bugün (din) kardeşini annesinden dolayı ayıplamışsın!

Ebu Zer ´Evet! Doğru!´ dedikten sonra arkadaşını razı etmek için hemen faaliyete geçti. Fakat o kişi, Ebu Zer kendisini görmeden önce Hz. Peygamber´in huzuruna vardı ve Ebu Zer´in yaptığı hakaretleri Hz, Peygamber´e söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ebu Zer´e şöyle hitab etti.

Ebu Zer! Başını kaldır da bak! Sonra bil ki sen bu kainatta bulunan ne bir kırmızıdan ve ne de bir siyahtan üstünsün. Meğer ki amelinle kendisinden üstün olasın. Öfkelendiğin zaman ayakta isen otur! Oturuyorsan yaslan! Yaslanmış vaziyette isen uzan..27

Mu´temer b. Süleyman28 şöyle anlatıyor: Sizden önce geçmiş milletlerin arasında bir kişi vardı. Öfkelenir ve öfkesi şiddetli olurdu. Bu kişi üç kağıda birşey yazarak her sayfayı bir kişiye verdi. Birinci sayfayı verdiği kişiye dedi ki: ´Ben öfkelendiğim zaman bana bu sayfayı ver!´ ikincisine ´Öfkem biraz dindiği zaman benim elime bu sayfayı sıkıştır´ dedi. Üçüncüsüne de ´Öfkem tamamen geçtikten sonra bu sayfayı elime ver´ dedi. Bir müddet sonra öfkesi alabildiğine kabardı. Kendisine birinci sayfa verildi. Sayfayı açınca sayfada şöyle yazılı olduğunu gördü: ´Sen nerede bu öfke nerede! Sen ilah değilsin, beşersin. Senin bir kısmını diğer kısmının yeme ihtimali vardır´. Bu yazıları okuduktan sonra öfkesinin bir kısmı dindi. Bunun üzerine kendisine ikinci sayfa verildi. Baktı ki ikinci sayfada şunlar yazılıdır: ´Yeryüzünde olanlara şefkatli ve merhametli ol ki göklerde hükmü olan ALLAH da sana merhamet etsin!´ Bunun akabinde kendisine üçüncü sayfa verildi. Baktı ki üçüncü sayfada şunlar yazılıdır: ´İnsanları ancak

ALLAH´ın hakkını zayi ettiğinden dolayı muâhaze et. Çünkü onları ancak bu ıslah eder.´
Mehdî b. Muhammed b. Abdullah el-Abbâsî, bir kişiye kızdı (ve intikam almak istedi). Şebih ona dedi ki: "ALLAH Teâlâ için ALLAH Teâlâ´dan daha fazla kızma!´


_____________________________________
20)H. 93 senesinde vefat etmiştir.
21)Müslim, Buhârî
22)Tirmizî
23)Ebu Dâvud
24)İmam Ahmed, İbn Ebî Dünya, Taberânî
25)İbn Ebî Dünya
26)Tirmizî
27)İbn Ebî Dünya
28)Tarhan Teymî´nin torunu olan bu zatın künyesi Ebu Muhammed´dir,
Basralıdır. Güvenilir olan bu zat, H. 87 senesinde vefat etmiştir.
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi