AK Gençliğin Buluşma Noktası

Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 01-11-2009, 20:42   #11
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kalbin Aklî, Dünyevî ve Uhrevî İlimlerin Kısımlarına Nisbeten Hâli

Kalp, yaratılşıyla -daha önce de geçtiği gibi- mâlumatın hakikatlerini kabul etmeye hazırdır. Fakat kalbe gelen ilimler, aklî ve şer´î olmak üzere iki kısma ayrılır. Aklî ilimler de zarurî ve kesbî ilimler diye iki kısma ayrılır. Kesbî ilimler de uhrevî ve dünyevî diye iki kısma ayrılır.

Aklî ilimlere gelince, aklî ilimlerden gayemiz; aklın tabiatının istediği ilimdir. Taklid ve dinlemekle elde edilemeyen ilimlerdir. Bu ilimler, insanoğlunun tek şahsın aynı anda iki yerde bulunamayacağını ve tek şeyin hem hâdis (sonradan olma), hem kadîm, hem var, hem yok olmayacağını bildiği gibi, nerede ve ne zaman var olduğu bilinmeyen zarurî ilimdir. Bu ilimler ta çocukluk çağından beri insanoğlunun nefsinde bulunmakta ve insanoğlu bu ilimlerle birlikte yaratılmış olmakta ve bu ilim nerede ve ne zaman kendisinde oluştuğunu, yani yakîn sebebini bilmemektedir. Eğer ´Yakîn sebebini bilmemektedir´ dememizin sebebi, kesinlikle insanoğlu kendisini yaratan ve hidayet edenin ALLAH olduğunu bilir. Bir de istidlâl ve öğrenmekle elde edilen kesbî ilimlere bölünmektedir. Bu iki kısım ilme de aklî ilimler denilir. Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:

Aklı iki akıl olarak gördüm, birisi metbû (fıtrî), diğeri mesmû (öğrenmek yoluyla elde edilen)... Fıtrî akıl olmadıkça öğretilmekle elde edilen akıl fayda vermez. Nitekim göz kör olduğu zaman güneşin fayda vermemesi gibi...
Birinci akıl, Hz. Peygamber´in Hz. Ali´ye söylemiş olduğu şu hadîste kastolunmaktadır:

Nezdinde akıldan daha şerefli birşeyi ALLAH yaratmış değildir.20

İkinci akıl, Hz. Peygamberin Hz. Ali´ye söylemiş olduğu şu hadîste kastedilmiştir:


Ya Ali! insanlar ALLAH´a iyiliğin çeşitleriyle (mânen) yaklaştığı zaman, sen de aklınla yaklaş!21

Zira fıtrî şeylerle ve zarurî ilimlerle ALLAH´a yaklaşmak mümkün değildir. Aksine insan çalışma neticesinde elde edilen ilimlerle ALLAH´a yaklaşır. Fakat Hz. Ali gibi kahramanlar ancak aklını kullanıp ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmaya vesile olan ilimleri elde edip ALLAH´a yaklaşmaya muktedir olurlar. Bu bakımdan kalp, göz yerine geçer. Kalpteki akıl denilen nesne ise, gözde görünen kudret yerine geçer. Görme kuvveti ince bir kuvvettir. Kör olan bir kimsede okuma kaybolur. Gözleri sağlam olan bir kimsede ise gözlerini kapatsa veya, kapkaranlık bir gece olsa bile okuma kaybolmaz. Onun vasıtasıyla kalpte hasıl olan ilim, gözdeki görme özelliğinin kuvvet-i idrâkiyesi ve şeylerin bizzat kendilerini görme kuvveti yerine geçer.

Erginlik ve bülûğ çağına kadar çocukluk müddetinde ilmin, aklın bizzat kendisinden geri kalması, tıpkı görünen eşya üzerine feyezan eden ve güneşin pırıl pırıl parlama çağına kadar gözden geri kalan görmeye benzer. Kalp sayfalarının üzerine ALLAH tarafından yazan kalem ise, güneş kursunun yerine geçer. Erginlik çağından önce, çocuğun kalbinde hâsıl olması gereken ilim ancak şundan dolayı hâsıl olmamıştır: Çünkü çocuğun kalbi henüz ilmin bizzat kendisini kabul edecek raddeye gelmemiştir. Kalem, ALLAH Teâlâ´nın yarattığı mahlûklardan sadece bir tanesidir. ALLAH onu ilimlerin beşerin kalbine nakşedilmesine sebep kılmıştır... Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

O kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. (Alâk/4-5)


ALLAH´ın vasfı, mahlûkatının vasfına benzemediği gibi, kalemi de mahlûkatnın kalemine benzemez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kalemi ne kamıştandır, ne de ağaçtandır. Nasıl ki zâtı da ne cevherdir, ne araz... O halde, bâtın basiret ile zâhir görme arasındaki muvazene bu yönlerden doğrudur. Ancak şeref hususunda aralarında münasebet yoktur. Çünkü bâtın basîret, idrâk edici lâtifeden ibaret olan nefsin ta kendisidir. Bâtın basîret süvari gibidir. Beden ise at gibidir. Süvarinin körlüğü süvariye atın körlüğünden daha fazla zarar verir- Hatta bu iki zararın arasında kıyas bile tasavvur edilemez. Bâtın basîret, zâhir basiretle muvazeneli olduğu için ALLAH Teâlâ, bâtın basirete zâhir basiretin ismini vererek şöyle buyurmuştur.

Gördüğünü kalp tekzib etmedi.

(Necm/11).
İşte görüldüğü gibi burada kalbin idrâk ettiğine görme denilmiştir. Böylece ALLAH Teâlâ´nın şu ayeti de te´vil edilmelidir

Biz İbrahim´e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin ve yerin acâipliklerini ve güzelliklerini de gösteriyorduk ki tevhid hususunda yakîn sahibi olsun!(En´am/75)

ALLAH Teâlâ buradaki ´göstermekten´ zâhirî görmeyi irâde etmemiştir. Bu sadece Hz. İbrahim´in özelliği değildir ki bununla ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´e minnet etsin! İşte bunun içindir ki bu görmenin zıddına körlük adı verilmiştir.

Gerçek şudur ki gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46)

Bu dünyada kör olan kimse, âhirette de kördür (dünyada doğru yolu göremeyen, âhirette de kurtuluş yolunu göremeyecektir, hatta o) yol bakımından daha da sapıktır.(İsrâ/72)

İşte buraya kadar aklî ilimlerin açıklaması yapıldı. Dinî ilimlere gelince, bunlar peygamberlerden (s.a) taklid yoluyla alınmıştır. Bu da ALLAH´ın Kitabı´nı okumak, Hz. Peygamber´in sünnetini öğrenmekle meydana gelir, Kitab ve Sünnet´in mânâsını anlamakla elde edilir. Bu ilimle kalbin sıfatı kemâle, erer. Kalp, hastalık ve marazlardan selâmette kalır. Bu bakımdan aklî ilimler tek başına kalbin selâmeti için yeterli değildir. Her ne kadar kalp, bu aklî ilimlere muhtaç ise de... Nitekim beden sıhhatinin devamında sadece aklın yeterli olmadığı gibi... Aksine insanoğlu doktorlardan öğrenmek yoluyla ilâçların özelliklerini, bitkilerin özelliklerini bilmeye muhtaçtır... Sadece akıl buna yetmez... Bunu işittikten sonra anlaması da ancak akılla mümkün olur. Bu nedenle işitmeden akıl ve akıl olmadan da işitmek yeterli olmaz, ikisi birden lâzımdır. O halde aklı tamamen bir kenara iterek katıksız bir taklide çağıran bir kimse câhildir. Sadece akılla Kur´an ve Sünnet´in nûrlarından istifade etmeye kalkışan bir kimse de mağrur ve aldanmıştır. Bu bakımdan bu iki grubun birisinden olmaktan sakın! İki aslı bir arada bulunduranlardan ol! Çünkü aklî ilimler gıda, şer´i ilimler de ilaçlar gibidir. Hasta bir şahıs, ilaçsız gıda aldığı zaman, gıda kendisine zarar verir. İşte böylece kalplerin hastalıklarının tedavisi ancak şeriattan istifade edilen ilaçlarla mümkündür. Bu ilaçlar da kalplerin ıslahı için peygamberler tarafından terkibi yapılan´ ameller ve ibâdetlerin vazifeleridir. O halde, hasta kalbini şer´î ibâdetlerle tedavi etmeyen ve sadece aklî ilimlerle yetinen bir kimseye bu aklî ilimler zarar verirler. Nitekim hasta bir kimsenin gıdadan zarar gördüğü gibi...

Aklî ilimlerin şer´î ilimlere zıt düştüğünü, bu iki ilmin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını zanneden bir kimsenin zannı, bâsiretinin körlüğünden meydana gelen bir zandır. Böyle bir zandan ALLAH´a sığınıyoruz. Hatta böyle diyen bir kimsenin görüşünde şer´î ilimlerin bir kısmını diğer bir kısmıyla çarpışmaktadır ve bu kimse şer´î ilimlerin çeşitli kısımlarını bir arada bulundurmaktan da âcizdir. Bu zavallı zanneder ki bu, dinde -hâşâ- bir tenakuzdur ve böylece şaşkına döner. Dolayısıyla yağdan çekilen kıl gibi, dinden sıyrılıp dinin dışına çıkar! Böyle olması da ancak nefsindeki âcizliğinden, dinde tenakuz olduğunu hayal etmesinden ileri gelir. Oysa ALLAH´ın dininde tenakuz nerede ve ne gezer! Bu zan sahibinin misâli tıpkı bir kavmin evine giren ve ev içinde yerli yerinde bulunan kapkacağa dolaşıp düşen bir körün misâline benzer. Bu kör, ev sahiplerine şöyle haykırır: ´Neden bu kap kacak yolun üzerinde bırakılmış? Neden bu kap kacak yerli yerine konulmuyor?´ Ev sahipleri kendisine derler ki: ´O kap-kacak yerli yerinde yerleştirilmiştir. Fakat sen körlüğünden dolayı yolu görmemekte ve gidip onlara takılmaktasın. Senin durumuna hayret etmek gerekir. Sen düşmeni neden körlüğüne hamletmiyor, bir türlü kusurun kendinde olduğunu kabul etmiyorsun da kusuru başkasında görüyorsun´.

İşte buraya kadar söylediğimiz, dinî ilimlerin aklî ilimlerle olan nisbetidir. Aklî ilimler dünyevî ve uhrevî diye iki kısma ayrılır. Dünyevî ilimler, tıp, matematik, hendese, astronomi ve sair sanat ilimleri gibidir. Uhrevî ilimler de kalplerin halleri, amellerin âfeti, ALLAH´ın sıfatlarının ve fiillerinin ilmi gibidir. Nitekim biz bunlardan İlim Kitabı´nda uzun uzadıya bahsettik. Bu iki ilim, birbirine zıttır. Yani zıddiyetlerinden şunu kastediyoruz; kim inayetini onların birisine sarfeder ve bu iki ilimden birinde derinleşirse, artık basireti çok zaman öbür ilme ulaşmaz. Onu hakkıyla elde edemez ve bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) dünya ve ahiret için üç darb-ı mesel getirerek şöyle demiştir: ´Dünya ve ahiret, terazinin iki kefesi, veya batı ile doğu veya iki kuma gibidir. Ne zaman onlardan birini razı edersen, diğerini küstürürsün´. Bunun için dünya işlerinde, tıp, matematik, hendese ve felsefe de akıllı olanları görürsün ki, âhiret işlerinde câhildirler. Âhiret ilimlerinin inceliklerinde akıllı olan kimseleri görürsün ki dünya ilimlerinin pek çoğunda câhildirler. Çünkü aklın kudreti çoğu zaman iki işi birden yapmaktan âcizdir. Bu bakımdan bu işlerin biri, diğerinin mükemmel olmasına mânidir ve bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Cennet ehlinin çoğu, dünya işlerinden habersiz olan kimselerdir 22)


Hasan Basrî, va´zlarının birinde şöyle demiştir: ´Biz öyle bir kavme yetiştik ki eğer sizler onları görmüş olsaydınız, muhakkak onlara deli derdiniz. Eğer onlar da sizleri görmüş olsaydılar muhakkak size şeytan derlerdi!´
Buna rağmen ne zaman dinî emirlerden garip ve pek yayılmamış bir emri, diğer ilimlerde ilerlemiş bir kimsenin inkâr ettiğini görürsen sakın onların inkârı seni bu emri kabul etmekten alıkoymasın! Çünkü doğudaki yolcunun, batıdaki şeyleri bilmesi muhaldir. İşte böylece dünya ve âhiret işleri devam eder ve bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Öldükten sonra huzurumuzda hesap vermeyeceklerini umup dünya hayatına razı ve onun emniyeti içinde olanlar, bir de delillerimizden gâfil bulunanlar, işte bunların elde ettikleri kötü ameller sebebiyle varacakları yer cehennem ateşidir!(Yunus/7)

Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise tamamen habersizdirler.(Rûm/7)

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir! İşte onların ilimden erebildikleri budur.(Necm/29-30)

Buna rağmen dünya ve din maslahatlarında basîretin kemâline varmak, ancak ALLAH Teâlâ tarafından kullarının dünya ve âhiretini tedbir ve tedvir etmekle kemâle erişen kimseler için müyesser olur. Bunlar da ´Rûh´ul-Kudüs´ ile teyid ve takviye edilen peygamberlerdir. O peygamberler ilâhî bir kuvvetten yardım alırlar. O ilâhî kuvvet ki bütün işleri kabzasına alır ve işlerin çokluğundan yorulmaz. Diğer yaratıkların kalplerine gelince, bunlar dünya işleriyle meşgul oldukları zaman âhiretten yüz çevirirler. Âhirette kemâle varmaktan mahrum kalırlar.

20)Hakîm-i Tirmizî, Nevâdir
21)Ebu Nuaym
22) Bezzar, (Enes´ten zayıf olarak); Kurtubî, Tezkire, (sahih olarak); İbn Adîy´e göre bu ri-münker´dir.
 
Alt 01-11-2009, 20:48   #12
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
İki Makam Arasındaki Farkın Bir Misâl İle Beyanı

Kalbin acaip halleri duyuların idrâklerinin dışına taşmıştır. Çünkü kalp de hissin idrâkinin dışındadır. Duyularla idrâk edilmeyen birşeyi, anlayışlar ancak görünür bir misâl ile kavrayabilir. Biz de bunu zayıf anlayışlara iki misâl ile yakınlaştıracağız.

Birinci Misâl: Bir yerde kazılmış bir havuz düşünürsek, nehirlerden bu havuza su akma ihtimali vardır veya havuzun altından deşilip toprağı atmak sûretiyle suyun merkezine varıncaya kadar kazarsak havuzun altında suyun kaynaması ihtimali de vardır. Bu şekilde elde edilen su daha saf ve daha devamlıdır. Bazen de daha bol olur. İşte kalp havuza benzer, ilim de suya... Beş duyu da nehirlere... Bazen ilimleri, duyular vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Bazen de görünenlerden ibret alma vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Böylece kalp, ilimle dolar. Bu nehirleri halvete ve uzlete çekilmek, gözü kapatmak, temizleyerek kalbin derinleşmesini sağlamak, kalpten perdeleri kaldırmak sûretiyle kapatmak da mümkündür ki kalpte ilmin pınarları içten kaynasın!

Eğer ´İlimden boş olduğu halde, kalpte ilmin kaynaması nasıl mümkün olabilir?´ dersen, bil ki böyle olması, kalp sırlarının acâipliklerindendir. Muamele ilminde bunu açıklamaya ruhsat yok-tur. Açıklaması mümkün olan miktar şudur: Şeylerin hakikatleri levh-i mahfuzda yazılıdır. Hatta mukarreb meleklerin kalplerinde de yazılıdır. Nasıl ki mühendis olan bir zat, birtakım binaları kalbinde tasavvur eder, sonra tasavvur ettiği gibi onu fiiliyata dökerse, aynen onun gibi gökler ve yeri yoktan var eden ALLAH da âlemin plânını başından sonuna kadar levh-i mahfuzda yazmıştır. Sonra ona uygun olan varlık âlemine çıkmıştır. Sûretiyle var olan âlemden diğer bir sûret his ve hayale sirayet eder. Çünkü göğe ve yere bakan bir kimse, sonra gözünü kapatırsa, hayalinde gök ve yerin sûretini görür. Hatta sanki onlara bilfiil bakıyormuş gibi olur. Faraza yer ile gök yok olup, o adam kalsa dahi yine nefsinde yer ile göğün sûretini bulacaktır. Sanki onları müşahede eder, onlara bakar gibi... Sonra onun havalinden bir eser kalbine nüfuz eder. Kalpte, his ve hayale giren şeylerin hakikatleri hâsıl olur. Kalpte hâsıl olan, hayalde hâsıl olan âleme, hayalde hâsıl olan âlem de insan hayalinin ve kalbinin haricinde olan mevcut âleme uygun-dur. Mevcut âlem de levh-i mahfuzda mevcut olan şeye uygundur. Sanki âlemin varlıkta dört derecesi vardır:

1.Levh-i mahfuz´daki varlık. Bu varlık, cismanî varlıktan öncedir.

2.Bu varlığın arkasında, varlığın ikinci derecesi olan hakikî
varlık gelir.

3.Bunu da hayalî varlık takip eder. Hayalî varlıktan gaye;
sûretinin hayaldeki varlığı demektir.

4.Hayalî varlığın peşinden aklî varlık gelir. Aklî varlıktan
maksadım; sûretinin kalpteki varlığıdır. Bu varlıkların bazısı ruhanî, bazısı cismanîdir. Ruhanî varlıkların bazısının ruhanîliği bazısından daha şiddetli ve kuvvetlidir. Bu lûtuf, ilâhî hikmetten gelmektedir. Çünkü ALLAH Teâlâ senin gözbebeğinin küçüklüğüne rağmen onu öyle yaratmıştır ki oracıkta âlemin, göklerin ve yerin bunca genişliğine rağmen sûreti tab´ olunur. Histeki varlığından bir varlık hayale sirayet eder. Hayalden bir varlık kalbe gelir. Çünkü sen, hiçbir zaman sana gelenin dışında birşeyi idrâk etmemektesin. Eğer bütün âlemin bir misâli senin zatında olmamış olsaydı asla zâtına aykırı düşen şeyden senin haberin olmayacaktı. Kalpte ve gözde, bu acaiplikleri tedvîr eden, sonra bunların idrâkinden kalbi ve gözleri kör eden -öyle ki halkın çoğunun kalpleri,kendi nefsini ve nefsindeki acaiplikleri bilmemektedir ALLAH´ın şânı ne yücedir!

Biz maksud olan hedefimize dönelim. Kalpte âlemin hakîkat ve sûretinin hâsıl olması, bazen duyulardan, bazen de levh-i mahfuz-dan ileri gelir. Nasıl ki gözde, güneşin sûreti, bazen güneşe bakmak, bazen de güneşin tam kaşısında bulunup güneşin sûretini yansıtan suya bakmak sûretiyle hâsıl oluyorsa... Bu bakımdan kalp ile levh-i mahfuz arasındaki perde kalktığı zaman, levh-i mahfuzdaki eşyayı görür ve levh-i mahfuzdan kalbe doğru ilim akmaya başlar. Böylece duyuların, iç âlemlerinden ilimleri iktibas etmeye ihtiyacı kalmaz ve böyle olan bir kalp, tıpkı yerin derinliğinden kaynayan suya benzer. Görünenlerden hâsıl olan hayallere yöneldiği zaman kalbin bu yönelişi levh-i mahfuz´u seyretmesine perde olmaktadır. Nitekim su nehirlerde toplandığı zaman, bu toplanışı yerden suyun kaynamasına mâni olduğu gibi veya güneşin sûretini yansıtan suya bakan bir kimsenin güneşin kendisine bakmış olmadığı gibi... Bu bakımdan kalbin iki kapısı vardır:

1.Melekût âlemine açılan kapı. Melekût âlemi, ´levh-i mahfuz´
ve ´melekler âlemi´ demektir.

2.Beş duyuya doğru açılan kapı. O duyular ki mülk ve şehâdet âlemine yapışıktırlar. Şehâdet ve mülk âlemi de bir tür yansıtma ile melekût âlemini aksettirirler. Duyulardan iktibasa doğru kalbin açılan kapısı ise, bunun nasıl olduğu sence gizli değildir.Melekût âlemine ve levh-i mahfuz´un mütalâasına açılan dahilî kapı ise, onu ancak yakînen rüyanın acaipliklerini, kalbin uyku âleminde gelecek zamandaki olaylara muttalî olmasını veya mâ-
zide olan olayları görmesini, duyular cihetinden bunları iktibas ihtimâli olmadığı halde, böyle olmasını güzelce düşünürsen öğrenmiş olursun. Bu kapı, ancak ve ancak ALLAH Teâlâ´nın zikri için tamamen boşalmış bir kimseye açılır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a) şöyle demiştir:

-Müferridler yarışı kazandılar.

-Ya RasûlALLAH! Müferridler de kimlerdir?

-O kimselerdir ki ALLAH´ın zikrine bütün varlıklarıyla
dalmışlardır. O´ndan başkasıyla konuşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir ve onlar bu sayede kıyamete yükleri hafif olduğu halde gelmişlerdir.25

Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Acaba yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi bilir misin veya herhangi bir kimse biliyor mu?
Onlara ilk verdiğim nûru onların kalbine atarım. Buna binâen benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber vermeye başlarlar.26

Bu haberlerin giriş kapısı dahilî kapıdır. Bu bakımdan evliyâ ile enbiyânın ilimleriyle ulema ile hükemânın ilimleri arasındaki fark şudur: Evliyânın ve enbiyânın ilimleri kalbin dahilinden gelir, melekût âlemine açılan kapıdan gelir. Hikmet ilmi ise, duyuların kapılarından gelir. O kapılar ki mülk âlemine açılmışlardır. Kalp âleminin acaiplikleri, kalbin şehâdet ve gayb âlemleri arasındaki tereddüdünü muamele ilminde tamamen sayıp dökmek mümkün değildir. İşte bu, iki âlemin girişlerinin arasındaki farkı sana bildiren bir misâldir.

İkinci Misâl: Sana iki amelin arasındaki farkı bildirir. İki amelden gaye, âlimlerin ve velîlerin amelidir. Zira âlimler, ilimlerin bizzat kendisini öğrenip kalbe celbetmek için çalışırlar. Sûfîlerin velîleri ise, sadece kalbin cilâsı, temizlenmesi, tasfiye ve kalaylanması için çalışırlar. Hikâye ediliyor ki Çinliler ile Romalılar bir padişahın huzurunda sanatlarının güzelliğiyle ve nakış yaptıkları sûretlerin güzellikleriyle karşılıklı olarak övündüler. Neticede padişah onlara büyük bir salon tahsis edip Çinlilerin salonun bir tarafına, Romalıların da öbür tarafına nakışlarını işlemesine, iki grubun arasına perde gerilmesine ve böylece birisinin diğerinin yaptığından haberdar olmamasına, sonunda ikisinin sanatının karşılaştırılmasına karar verdi ve öyle yapıldı. Bunun üzerine Romalılar, hadde hesaba gelmeyecek kadar garip boyalar toplayarak çalışmaya başladılar. Çinliler ise, boyasız girdiler ve paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar da kendi paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar paylarına düşen duvarı bitirdikleri zaman Cinliler de işlerini bitirdiklerini söylediler. Fakat iki grubu kontrol eden padişah, Çinlilerin iddiasına hayret etti. ´Nasıl bunlar boyasız nakışlarını bitirebilir?´ diye şaşkına döndü. Çinlilere ´Siz nasıl olur da duvarınızı boyasız bitirebilirsiniz?´ dedi. Çinliler de ´Sizi ilgilendirmez. Siz perdeyi kaldırınız´ dediler ve böylece perde kaldırıldı. Gördüler ki Çinlilerin duvarında Romalıların sanatlarının acaiplikleri, daha fazla bir parlaklık ve câzibe ile pırıl pırıl parlamaya başlamış! Zira Çinlilerin payına düşen duvar, sikalin çokluğundan cilâlı bir ayna gibi olmuştu. Sikalin çokluğu sebebiyle Çinlilerin tarafı daha fazla güzelleşmişti. İşte kalbin temizlenmesine, cilâsına, tezkiye ve tasfiyesine ihtimam gösteren ve dolayısıyla o kalpte sonsuz bir ışıkla hakkın tecellisini parlatan velîlerin durumu da Çinlilerin yaptığı gibidir. Hükema ve ulemanın çalışma yoluyla ilimleri nakşetmek, o nakışları kalpte tahsil etme ihtimamları Romalıların yaptığı gibidir.

İş nasıl olursa olsun, müslümanlarm kalbi ölmez. Ölüm çağında onun ilmi imhâ edilmez. Kalbinin saflığı bulanmaz. Nitekim Hasan Basrî (r.a) şu sözleriyle buna işaret etmiştir: ´Toprak, imanı yiyemez. Aksine toprak ALLAH´a yaklaşmanın bir vesilesi olur´. Kişinin tahsil ettiği ilim, ilmi kabul etmek için gayretle sarfettiği istidat ve saflık ise, kişi bundan müstağni olamaz ve hiç kimse için, ilim ve mârifet birlikte olmadığı takdirde saadet tasavvur edilemez. Saadetlerin bir kısmı diğer bir kısmından daha şerefli ve üstün olur. Nitekim malsız zenginlik tasavvur edilmediği gibi... Bu bakımdan bir dirhemin sahibi zengin, ağzına kadar dolu hazinelerin sahibi de zengindir. Saidlerin derecelerinin değişikliği mârifet ve iman değişikliğine göredir. Nasıl servetlerinin azlığı ve çokluğu hasebiyle zenginlerin dereceleri değişik oluyorsa, saidlerin dereceleri de öyledir. Bu bakımdan mârifetler nûrlardır. Mü´minler ALLAH´ın mülâkatına ancak nûrlarıyla varabilirler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

O gün mü´min erkekleri mü´min kadınları nûrları önle-rinde ve sağlarında koşuyor görürsün!(Hadid/12)

Nitekim şöyle bir rivayet de nakledilmiştir:

Müzminlerin bir kısmına dağ gibi nûr verilir. Bir kısmına daha küçük nûr verilir. Hatta en son gelen bir kişiye, ayaklarının baş parmağı üzerinde bir nûr verilir. O nûr bazen ışık verir, bazen söner. Işık verdiği zaman iki ayağını ileriye atıp yürür. Söndüğü zaman olduğu yerde kalır. Mü´minlerin köprü üzerindeki geçişleri nûrları nisbetindedir; kimi göz kırpmak kadar çabuk geçer, kimi çakan şimşek gibi, kimi de bulut gibi, kimi kayan yıldız gibi, kimi yarış meydanında şiddetle koşan at gibi geçer. Ayağının baş parmağı üzerinde kendisine nûr verilmiş olan kimse ise yü-züstü sürünür, el ve ayak üstü sürünerek yürür. Bir eli çeker, diğer eli sarkıtır. Onun etrafına ateş isabet eder. Kurtuluncaya kadar bu durumda kalır.27

İşte bu hadîsle ortaya çıkmaktadır ki insanlar imanda çeşitli derecelere sahiptirler. Eğer Ebubekir´in imanı, nebîler ve rasûller hariç, bütün âlemin imanı karşısında tartılsa, mutlaka ağır gelir. Bu hüküm, Hz. Peygamber´in şu sözüne de benzer: ´Eğer güneşin ışığı yeryüzündeki bütün lambaların ışığına karşı tartılsa mutlaka onlara ağır basar´. Bu bakımdan halk tabakasının fertlerinin imanının nûru, lamba ışığı gibidir. Bazılarının nûru mum ışığı gibidir. Sıddîkların imanının nûru ise ay ve yıldızların ışığı gibi-dir. Peygamberlerin imanı ise, güneş gibidir. Nasıl ki güneş ışığında, genişliğine rağmen bütün âfâkın sıfatı belirir, lambanın ışığında ise ancak evin daracık bir zâviyesi görünürse, aynen böyle mârifetler vasıtasıyla kalp inşirahının farklılığı da düşünülebilir. Melekût âleminin genişliği böylece âriflerin kalplerine inkişâf eder.

Kıyamet gününde ´Kalbinde bir miskal, yarım miskal, çeyrek miskal, bir arpa, hatta yarısı veya dörtte biri veya bir şaire veya bir zerre kadar imanı olan bir kimseyi ateşten çıkarın!´ denir.28

Bütün bunlar iman derecelerinin farklı olduğuna işaret etmektedir. İmanın bu kadarının insanı ateşe girmekten alıkoymadığına işarettir. Bu hadîsin mefhumunda şu vardır: İmanı miskalden fazla olan kimse ateşe girmez. Girse de herkesten önce ateşten onun çıkması emredilir. Yine işaret eder ki kalbinde zerre kadar iman olan bir kimse ateşe girse dahi ebediyyen orada kalmaya müstehak değildir.

Mü´min insan hariç, hiçbir şey yoktur ki bin mislinden daha hayırlı olsun!


Bu hadîs-i şerîf de yakîn derecesinde ALLAH´ı bilen ârif kişinin kalbinin faziletine işarettir; zira böyle bir kişinin kalbi, halk tabakasından olan bin kişinin kalbinden daha hayırlıdır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.(Alu İmran/139)

Mü´minleri müslümanlardan daha üstün kılmak yönünden ALLAH Teâlâ böyle ferman buyurmuştur. Buradaki mü´minden gaye taklidçi mü´min değil, ârif mü´mindir.

ALLAH sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.(Mücâdele/1l)

ALLAH Teâlâ bu ayette mü´minlerden ilimsiz olarak ALLAH´ı tasdik edenleri kastetmiştir ve onları ilim sahiplerinden ayırmıştır. ALLAH Teâlâ´nın bu ayırması delâlet eder ki mü´min ismi mukallid bir kimseye de verilir, isterse bu mukallidin tasdiki basîret ve keşiften ileri gelmesin!

İbni Abbas ´Kendilerine ilim verilenler için ise dereceler vardır´ ayet-i celîlesini tefsir ederken şöyle demiştir: ´ALLAH mü´min âlimi, âlim olmayan mü´minden yediyüz derece daha üstün tutmuştur. Bu yediyüz derecenin herbirinin arası yer ile gök arası kadardır´.

Cennet ehlinin çoğu, dünya işinden pek fazla anlamayanlardır. İlliyyûn denilen makam da akıl sahipleri içindir.29

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Âlimin âbidden üstünlüğü, benim, ashabımın derece bakımından en küçüğünden üstünlüğüm gibidir.30

Diğer bir rivayette şöyle gelmiştir: ´Ondörtlük ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir´.

İşte bu delillerle sana açık bir şekilde göründü ki cennet ehlinin dereceleri arasındaki farklılık, kalpleri ve mârifetleri arasındaki farklılığa göredir. Bunun içindir ki kıyâmet günü Tegâbün Günü (zarar ve kâr günü) olmuştur. Zira ALLAH´ın rahmetinden mahrum olan bir kimsenin zararı çok büyüktür.

Mahrum bir kimse derecesinin üstünde çok büyük dereceler görür. Bu bakımdan bu kimsenin o üstün derecelere bakması, tıpkı on dirheme sahip olan bir zenginin şarktan garba sahip olan bir zenginin servetine bakması gibidir. Bunların ikisi de zengindir. Fakat aralarındaki fark pek büyüktür. Bundan nasibini almayanın zararı ne kadar da büyüktür!

25)Müslim (Ebu Hüreyre´den)
26)Müslim ve Hâkim
27) Taberânî
28)Taberânî
29)Daha önce geçmişti.
30)Tirmizî (Ebu Umâme´den)
 
Alt 01-11-2009, 20:51   #13
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Mûtad Yolu Takip Etmeksizin ve Bir Öğrenme Olmaksızın Ehl-i Tasavvufun Marifet´i Elde Etmesinin Sahih Oluşuna Delâlet Eder

İlham yoluyla ve bilmediği bir yönden kalbe gelmek sûretiyle -az da olsa- kendisine birşey keşfolunan bir kimse, tasavvuf ehlinin yolunun doğru olduğunu bilen bir ârif olur. Hiç bir zaman nefsinde bunu idrâk etmeyen bir kimsenin kalben bunu tasdik etmesi uygundur. Çünkü buradaki marifet derecesi cidden pek nadirdir. Bunun hakikatine şer´î deliller, tecrübeler ve hikâyeler şahitlik etmektedirler. Şer´î delillere gelince, onlardan biri şu ayet-i celîledir:

Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz.(Ankebût/69)

Bu nedenle öğrenmeksizin, ibadete devam etmekten ötürü kalpte oluşan her hikmet keşif ve ilham yoluyla olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur

Bildiğiyle amel eden bir kimseye ALLAH Teâlâ bilmediğinin ilmini ihsân eder. Cennete müstehak oluncaya kadar onu çalıştığı sahada muvaffak kılar. Bildiğiyle amel etmeyen bir kimse ise bilmediğinde şaşkına döner ve çalışma sahasında muvaffak olamaz. Dolayısıyla ateşe müstehak olur.31

ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Kim de ALLAH´tan korkarsa, ona (darlıktan) genişliğe bir çıkış yolu ihsân eder.(Talâk/2)

Yani ALLAH Teâlâ müşkilât ve şüphelerden çıkmak için kendisine bir yol ihsân eder, öğrenmeksizin ona bir ilim öğretir, tecrübe olmaksızın kendisini tecrübe sahibi yapar.

Ey müminler! Eğer ALLAH´tan korkarsanız, O size hak ile bâtılı ayırdedecek bir anlayış verir.(Enfal/29)

Bazı müfessirler ´Bu anlayıştan gaye, hak ile bâtılı ayırdedecek bir nûrdur´ demişlerdir. Kişi bu nur vasıtasıyla şüphelerin içinden çıkar ve bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) duasında ALLAH´tan çokça nûr isteyerek şöyle dua etmiştir:

Ey ALLAHım! Bana nûr ver, nûrumu artır. Kalbimde bana bir nûr kıl! Kabrimde bana bir nûr kıl! Kulağımda nûr, gözümde nûr kıl! Hatta devamla şunu da buyurmuştur: Kıllarımda, derimde, etimde, kanımda ve kemiğimde nûr kıl!32

ALLAH´ın İslâm dini için kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o rabbinden bir hidayet üzeredir.(Zümer/22)

Bu ayet-i celîle´de geçen genişlik ´ten gayenin ne olduğu Hz. Peygamber´e sorulduğu zaman, şu cevabı vermiştir:

Nûr bir kalbe atıldığı zaman, göğüs oldukça genişleşir ve inşiraha kavuşur.33

Hz. Peygamber, İbn Abbas için şöyle demiştir:

Ey ALLAHım! Onu dinde anlayışlı kıl ve ona Te´vîl´i öğret!34

Hz. Ali (r.a) der ki: ´Biz ehl-i beyt´in yanında Hz. Peygamberin gizlice bize teslim ettiği herhangi birşey yok! Ancak ALLAH´ın kuluna verdiği anlayış vardır´. Hz. Ali´nin sözünde bahsi geçen kulun anlayışı öğrenmekle değildir.

´Hikmeti dilediğine verir´ (Bakara/229) ayetinin tefsirinde denilmiştir ki:
´Bu hikmetten gaye ALLAH´ın Kitabı´nda anlayış sahibi olmaktır´.

´Biz o meselenin hükmünü Süleyman´a bildirdik´. Hz. Süleyman´a (a.s) keşif yoluyla görünen hakîkat ´fehm´ kelimesiyle tahsis edilmiştir.

Ebu Derdâ şöyle der: ´Mü´min o kimsedir ki incecik bir perdenin arkasından ALLAH´ın nûruyla bakar. ALLAH´a yemin ederim! ALLAH hakîkati onun diliyle söyletir´.

Mü´minin ferâsetinden sakınınız! Çünkü mü´min, ALLAH´ın nûruyla bakar!35

Seleften biri şöyle demiştir: ´Mü´minin zannı kehanettir´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Elbette bunda keskin anlayışlılar için ibret alâmetleri vardır.
(Hicr/75)

Biz kesinlikle inanan bir kavim için ayetleri beyan ettik. (Bakara/118)

Hasan, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder:

İlim iki kısımdır: Bir bâtın ilim vardır ki kalpte saklıdır. İşte en fazla fayda veren ilim odur.36

Bazı âlimlerden ´bâtın ilmin´ ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demişlerdir: ´ALLAH Teâlâ´nın sırlarından bir sırdır. ALLAH Teâlâ o sırrını dostlarının kalbine atar. O sırra ne bir melek, ne de bir insan muttali olabilir´.

Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki benim ümmetimde ilham alanlar, öğretilenler ve kendileriyle konuşulanlar vardır ve muhakkak ki Ömer de bunlardan biridir.37

İbn Abbas ´Senden önce hiçbir peygamber göndermedik´ (Enbiya/25) ayetinin hemen akabinde ´Nebî ve ilham alan da göndermedik´ ibaresini eklemiştir. İbn Abbas ´ilham alanlar´ dan sıddîkları kastetmiştir. Hadîste ve İbn Abbas´ın sözünde geçen ´Muhaddes´ kelimesi ´ilham alan´ mânâsına gelir. İlham alan o kimsedir ki dâhilî cihetten onun kalbinin bâtınında ona hakîkat keşfolunmuştur. Hariçten ve mahsusat cihetinden değil... Kur´an, takvânın hidayet ve keşif anahtarı olduğunu açıkça belirtmektedir.Bu ise öğrenmeksizin elde edilen bir ilimdir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

ALLAH´ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklarda, ALLAH´tan korkan bir kavim için büyük deliller ve ibretler vardır.(Yunus/8)

Görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ, ALLAH´tan korkan muttakîleri bu delil ve ibretlerden anlayan kimseler olarak ilân etmektedir.

Yine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
İşte Kur´an-ı Kerîm´de olan bu kıssalar bütün insanlar için hak sözü açıklamadır ve ALLAH´tan korkanlar için de bir öğüt!(Âli İmran/138)

Ebu Yezid ve bir başka âlim der ki: ´Âlim, kitaptan birşeyler ezberleyen değildir. Çünkü ne zaman ezberlediklerini unutursa câhil kesilir. Aksine âlim o kimsedir ki istediği vakitte ezberlemeksizin ve ders okumaksızın ilmini rabbinden alandır´. İşte rabbânî âlim, bu âlimdir!

Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve katımızdan bir ilim öğretmiştik!(Kehf/65)

Bütün ilimler ALLAH´ın nezdinden gelmesine rağmen ilimlerin bir kısmı insanların öğretmesi vasıtasıyla olduğundan ona ´ledünnî ilim´ denilmez. Bilakis ´ledünnî ilim´ o ilimdir ki hariçten gelen ve bilinen bir sebep olmaksızın kalpte açılıp inkişaf eder. İşte bunlar naklî delillerdir. Eğer bu konuda gelen ayet, haber ve eserlerin tamamı bir araya getirilirse hadde hesaba sığmaz.

Tecrübelerle bunu görmeye gelince, bu da hesaba sığmayacak kadar çoktur. Sahabîler, tâbiîn ve onlardan sonra gelenlerde meydana gelmiştir. Nitekim Ebubekir Sıddîk (r.a) vefat edeceği zaman, kızı ve mü´minlerin vâlidesi Hz. Aişe´ye şöyle demiştir: ´Ancak onlar senin iki kardeşin ve iki kız kardeşindirler´. Ebubekir Sıddîk bu sözü söylediği zaman hanımı hamile idi ve bir müddet sonra bir kız doğurdu. İşte görüldüğü üzere, Ebubekir Sıddîk, hanımının doğumundan önce karnındaki yavrunun kız olacağını bilmiştir.

Hz. Ömer (r.a), hutbesinin ortasında şöyle haykırdı: ´Ey Sâriye! Dağa, dağa koş!´ Çünkü Hz. Ömer´e keşfolundu ki düşman, dağın tepesine çıkmaktadır. Bunu bildiğinden dolayı kumandanı Hz. Sâriye´yi bundan sakındırdı. Hz. Ömer´in sesinin Sâriye´nin kulağına gitmesi büyük kerâmetlerdendir.38

Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Ben yolda giderken bir kadına rastladım ve keskin bakışlarla ona baktım. Kadının güzelliği hakkında düşündüm ve böylece Hz. Osman´ın huzuruna girdim. Osman (r.a) beni görünce şöyle dedi: ´Sizden herhangi biriniz, iki gözünde zinanın eseri açıkça görüldüğü halde huzuruma giriyor! Ey Enes! Sen bilmez misin? Gözlerin zinası, nâmahrem bir kadına bakmaktır. ALLAH´a yemin ederim, ya sen bu günahtan tevbe edeceksin veya seni cezalandıracağını!7

Bu söz üzerine ben şöyle îtirazda bulundum:

-Hz. Peygamber´den sonra vahy var mıdır?
-Hayır! Ondan sonra vahy yoktur. Fakat bâsiret, burhan ve doğru feraset vardır. (Yani ben basiret ve ferâsetimle bunu anladım).

Ebu Said el-Harraz´dan şöyle rivayet ediliyor: Mescid-i Harâm´a girdim, orada sırtında iki hırka olan bir fakir gördüm. İçimden şunları geçirdim: Bu ve benzeri kimseler, halkın sırtından geçiniyorlar, halkın boynunda asalaktırlar! Derhal bana döndü ve dedi ki: ´Ey kişi! ALLAH senin içinden geçeni biliyor! O halde ALLAH´ın kahrından kork!´ Bunun üzerine ALLAH´tan af talep ettim. Tekrar bana haykırdı ve dedi ki: ´Ey kişi! Kulun tevbesini kabul eden O´dur!´ Sonra benim gözümden kayboldu ve kendisini bir daha da görmedim.

Davud´un oğlu Zekeriyya der ki: Mesruk´un oğlu Ebu Abbas, hasta olan ve Haşim soyundan gelen Ebu Fadl´ın yanına gitti. Ebu Fadl denilen bu zat, aynı zamanda çoluk çocuk sahibi idi ve belli bir geliri de yoktu. Ebu Abbas der ki: Ziyaretinden kalkıp çıkmak istediğim zaman içimden şöyle dedim: ´Bu kişi nereden yiyor?´Arkamdan şöyle bağırdı; ´Ya Ebu Abbas! Bu kötü töhmeti kalbinden at! Çünkü ALLAH Teâlâ´nın gizli olan nice lûtufları vardır´,

Ahmed en-Nakib der ki: Ebubekir eş-Şiblî´nin huzuruna girdim. Beni görünce dedi ki: ´Ya Ahmed! Fitnelendik!´ Ben ´Durum nedir?´ diye sorunca dedi ki: "Oturuyordum. Kalbimden ´sen cimrisin´ diye geçti´. Dedim ki: ´Ben cimri değilim´. İkinci bir defa aynı şey hatırımdan geçti: ´Sen cimrisin´. Bunun üzerine kendi kendime dedim ki: ´Bugün bana ne gelirse, ilk rastladığım fakire onu vereceğim´. Şiblî devamla dedi ki: Kalbimden geçen bu söz henüz tamam olur olmaz, baktım ki halifenin hizmetçilerinden Mü´nis´in bir arkadaşı huzuruma girdi. Beraberinde elli dinar vardı. Bana dedi ki: Bunu maslahatına sarfet! Bunun üzerine ben kalktım, o elli dinarı aldım. Dışarı çıktım, baktım ki iki gözünden âma bir fakir bir berberin önünde oturmuş, başını traş ettirmekte... ona yaklaştım ve elli dinarı eline uzattım. Bana dedi ki: ´Bunu berbere ver!´ Dedim ki: ´Onun hakkı şu kadardır!´ Bunun üzerine âma zat bana şöyle dedi: "Biz daha önce sana ´sen cimrisin´ demedik mi?" Bu söz üzerine parayı berbere uzattım. Berber bana ´Bu fakir benim önümde oturduğu zaman aramızda ücret almayacağımıza dair sözleştik´. Şiblî der ki: Bu durum karşısında kalınca parayı Dicle´ye fırlattım ve dedim ki: ´Seni aziz eden bir kimse muhakkak ALLAH tarafından zelîl edilmiştir´.

Abdullah el-Alevî´nin oğlu Hamza diyor ki: Ebu Hayr et-Tinânî´nin39 huzuruna girdim. Ona selâm vermek ve onun evinde birşey yemeden çıkıp gelmek niyetindeydim. Evinden çıktığım zaman baktım ki, arkamdan bir kap yemek yetiştirdi ve dedi ki: ´Ey genç! Sen artık bu saatte o kalbindeki niyetin dışına çıkmış bulunuyorsun! Onun için ye!´ Ebu Hayr et-Tinânî denilen zat, kerametlerle şöhret bulmuştu.

İbrahim er-Rukkî diyor ki: Ebu Hayr et-Tinânî´ye selâm vermek maksadıyla gittim. Akşam namazı oldu, nerede ise doğru dürüst Fâtiha´yı sonuna kadar okuyamayacak bir durumdaydı. İçimden dedim ki: ´Benim´ buraya kadar gelişim boşuna gitti!´ Selâm verdiğim zaman abdeste çıktım. Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti. Ben Ebû Hayr´ın yanına geri döndüm ve kendisine dedim ki: ´Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti´. Bu söz üzerine dışarı çıktı ve o yırtıcı hayvana ´Sana, benim misafirlerime karışma demedim mi?´

Bu söz üzerine arslan geri geri çekildi. Ben de abdest alıp eve dönünce Ebu Hayr şöyle dedi: ´Siz dışınızı düzeltmeye çalışmışsınız! Fakat arslandan korkuyorsunuz. Biz de iç âlemimizi düzeltmeye çalışmışız. Arslan bizden korkuyor´.

Meşâyih-i kirâmın ferâsetinden, halkın inancını okuyuşlarından ve birçok kimsenin kalbinden geçirdikleri niyetleri keşfedişleri hakkında gelen hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Hatta onların Hızır´ı görmeleri, Hızır´dan sormaları, gaybdan gelen sesleri işitmeleri ve kerametlerin diğer türleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat inkâr eden, nefsinde bu durumu müşahede etmedikçe bu hikâyeler kendisine fayda veremez. Aslı inkâr eden bir kimse tafsilâtı da inkâr eder. Kesin delil odur ki hiç kimse tarafından inkâr edilmez, bunlar iki tanedir.

1.Doğru rüyaların acaiplikleridir. Zira doğru rüyalarla gayb âlemi keşfolunur. Madem ki bu uyku halinde caizdir ve oluyor, öyleyse uyanıklık halinde de olması muhal değildir demek olur.Çünkü uyku ancak beş duyunun durmasıyla uyanıklıktan ayrılır.O duyuların görünen şeylerden ilgisini kesmesiyle uyku uyanıklıktan ayrılır. Oysa nice uyanık kimseler vardır ki oldukça dalmış, ne dinler, ne de görür! Çünkü nefsi ile meşguldür.

2.Hz. Peygamber´in gaybdan ve gelecekte olacak şeylerden haber vermesidir. Nitekim Kur´an bu durumu kapsamaktadır. Madem ki peygamberle gaybdan ve gelecekten haber vermek caiz ve mümkündür, öyleyse başkalarının da gaybdan haber vermesi caiz ve mümkün demektir. Çünkü peygamber (a.s) işlerin hakikatine vâkıf ve halkın ıslahıyla meşgul olan bir şahıs demektir. Bu
bakımdan dünyada işlerin hakikatini keşfedip halkın ıslahıyla
meşgul olmayan başka bir şahsın varlığı muhal değildir. Bu ikinci
şahsa ´Peygamber´ denilmez, ´Velî´ denir. Kim peygamberlere
inanır, doğru rüyayı tasdik ederse, şeksiz ve şüphesiz kalbin iki
kapısı olduğuna inanması gerekir. Bu kapılardan biri,duyulardan ibaret olan ve dışa açılan kapıdır. İkincisi kalbin dahilinde melekûta açılır. Bu iç kapı ilham, kalbe üfürme ve vahy kapısıdır. Ne zaman ki kişi bu iki kapıyı tasdik ederse, bu takdirde ilmi sadece öğrenmek ve bilinen sebeplere öğrenmeyi hasretmek onun için mümkün değildir. Hatta mücahede etmenin de ilme varan bir yol olmasını caiz görür. İşte bu hüküm, bizim söylediklerimizin hakikatine dikkati çekmektedir. O söylediklerimiz de şehâdet ve melekût âleminin arasındaki kalbin acaip bir şekilde tereddüdüdür.

İşin rüyâ âleminde tabire muhtaç olan bir misâl şeklinde keşfolunmasının ve böylece peygamberlere ve velîlere çeşitli şekillerde görünmesinin sebeplerine gelince, bunlar da kalp acâipliklerinin esrarındandır. Bunu izah etmek, mükâşefe ilmine dâhildir. Bu bakımdan biz söylediklerimizle kalalım. Çünkü söylediklerimiz, mücâhedeye teşvik ve mücâhede yoluyla keşfi elde etmeye teşvik hususunda yeterlidir.

Keşif erbabından biri dedi ki: ALLAH´ın meleği bana göründü! Melek benden kendisine, tevhidî müşahedemden gelen gizli zikrimden birşeyler okumamı istedi ve devamla melek bana dedi ki:

-Biz senin herhangi bir amelini yazmıyoruz. Oysa biz istiyoruz ki seni ALLAH´a yaklaştırıcı bir amelini ALLAH´ın huzuruna yükseltip götürelim.

-İkiniz farzları yazmıyor musunuz?

-Evet, yazıyoruz!
-O halde bu sizin için kâfidir!

Bu söz işaret eder ki ´Kirâmen kâtibîn´ melekleri kalbin sırlarına muttali olmazlar, ancak zâhirî amellere muttalî olurlar.

Ariflerden biri der ki: Abdalların birinden yakînin müşahedesini sordum. Bu sual üzerine abdal, soluna baktı ve dedi ki: ´ALLAH senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?´ Sonra sağına baktı ve yine ´ALLAH senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?´ dedi. Sonra başını öne eğerek ´ALLAH senden razı olsun! Sen ne dersin?´ diye sordu. Sonra dünyada işittiğim cevapların en garibini verdi ve ben kendisine şöyle sordum: ´Neden önce soluna, sağına sonra önüne bakarak birşeyler sordun?´ Dedi ki: "Mesele hakkında benim kuvvetli bir cevabım yoktu. Önce soldaki melekten sordum. O ´bilmem´ dedi. Sonra sağdaki melekten sordum -ki sol-dakinden daha âlimdir- o da ´bilmem´ dedi. Sonra kalbime baktım; ona sordum. İşte sana vermiş olduğum cevabı kalbim bana haber verdi. Bu bakımdan kalbim iki melekten de daha âlimdir".

Sanki bu olay Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsıdır. ´Muhakkak benim ümmetimden ilham alanlar vardır ve muhakkak Ömer, onlardan biridir´.

Bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: ´Herhangi bir kulun kalbine bakıp, onun kalbinde zikrime yapışma düşüncesini görürsem, o kulumun idaresini yürüten ben olurum. Onun arkadaşı ben, onunla konuşan ben olurum´.

Ebu Süleyman ed-Darânî der ki: ´Kalp, kurulmuş bir çadır mesabesindedir. Onun etrafında kapalı kapılar vardır. Ona hangi kapı açılırsa oradan girer´. Böylece anlaşıldı ki kalbin kapılarından bir kapı, melekût ve mele-i âlâ âleminin tarafına açılır ve o kapı ancak mücahede ve takvâ ile açılır. Dünya şehvetlerinden yüz çevirmek sûretiyle açılır ve bunun için de âdil halîfe Hz. Ömer (r.a), hududlarda çarpışan ordu kumandanlarına şöyle yazdı: ´ALLAH´a itaat eden kullardan dinlediklerinizi ezberleyin! Çünkü ALLAH´a itaat eden kullara birçok doğru şeyler keşfolunur´.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın kudret eli hükemanın ağızları üzerindedir. Bu bakımdan hükema, ancak ALLAH Teâlâ´nın kendilerine hazırladığı hakikati haykırırlar´.

Başka biri de şöyle demiştir: ´Eğer dilersem diyebilirim ki muhakkak ALLAH Teâlâ, kendisinden korkan kullarını birtakım sırlarına muttali kılar´.

31)ilim bölümünde geçmişti.
32)Buhârî, Müslim
33)İlim bölümünde geçmişti.
34)Buhârî, Müslim
35)Tirmizî
36)İlim bölümünde geçmişti.
37)Buhârî
38) Vâkıdî, (Usame b. Zeyd´den, o da Hz. Ömer´den)
39) Tinan, Musul´un köylerindendir. Bu zat aslen Mağriblidir, el-Ekda mahlasıyla tanınmaktadır.
__________________
 
Alt 01-11-2009, 20:58   #14
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Şeytanın Kalbe Vesvese İle Tasallutu, Vesvese´nin Anlamı ve Galebe Çalmasının Sebebi

Söylediğimiz gibi kalp kurulmuş bir çadır gibidir ve birtakım kapıları vardır. Her kapısından kendisine durum ve haller gelir ve yine kalbin misâli hedefe benzer. Ona her taraftan oklar atılır veya kalp, dikilmiş bir aynaya benzer. O aynanın üzerinde çeşitli sûretler geçer. Bir sûretten sonra başka bir sûret görünür. O ayna bu geçen sûretlerden boş değildir veya bir havuzun sularına benzer. Çeşitli nehirlerden o havuza sular akar... Her durumda kalbe akan bu yeni yeni eserlerin giriş noktaları ya beş duyudan veya bâtındandır. Hayâ, şehvet, öfke ve insan mizacından oluşan şeylerdendir. Çünkü insanoğlu beş duyusuyla birşeyi idrâk ettiği zaman, o idrâk edilen şeyden kalpte bir eser oluşur. Böylece fazla yemekten veya mizacdaki bir kuvvetten dolayı şehvet kabardığı zaman onun kalpte bir etkisi olur. Her ne kadar kalp, hissettirmekten engellense de nefiste meydana gelen hayaller devamlı kalırlar. Hayal birşeyden diğer birşeye geçer. Hayalin geçişine göre, kalp de bir halden diğer bir hâle geçer. Maksat şudur; kalbin değişmesi ve etkilenmesi daima bu sebeplerdendir. Kalpte oluşan eserlerin en güzeli hatıralardır. Hatırat´tan gayemiz; kalpte meydana gelen fikir ve zikirlerdir. Bunlardan gayemiz; teceddüd veya tezekkür yoluyla gelen ilimlerdir. İşte bu ilimlere ´hâtırat´ adı verilir. Çünkü bunlar, kalp onlardan gâfil olduktan sonra kalbe gelirler. İradeleri harekete getiren hatırat´tır. Çünkü niyet, azim ve irade ancak niyet edilen mânânın tamamının kalpte meydana gelmesinden sonra oluşur.

Bu bakımdan fiillerin başlangıcını ve rağbeti tahrik eden hatırat´tır. Rağbet de azmi tahrik eder, azim de niyeti tahrik eder. Niyet ise âzayı harekete geçirir. Rağbeti harekete geçiren hatırat) şerre dâvet eden, sonucu zarar veren hâtırat ile hayra dâvet eden ahirette fayda veren hâtırat diye ikiye ayrılır. Bu iki kısım değişik hâtırattır. Bu bakımdan değişik isimlere muhtaçtırlar. Güzel sonuç veren hâtırata ´ilham´, kötü hâtırata (şerre dâvet eden âtırata) ise Vesvese´ adı verilir. Bunu bildikten sonra anlarsın ki bu hâtıratlar, hâdis (sonradan olma)dır. Her sonradan olanın mutlaka ´muhdis´i (icat edicisi) vardır. Havadis ne zaman değişik olursa, onların değişmeleri, sebeplerinin çeşitliliğine delâlet eder. İşte müsebbebleri sebeplere bağlamak tertibindeki ALLAH Teâlâ´nın kanunundan anlaşılan budur! Ne zaman evin duvarları ateşin ışığıyla aydınlanırsa, tavanı ateşten çıkan duman ile kararırsa, bilirsin ki kararmanın sebebi, aydınlanmanın sebebinden ayrıdır.

İşte böylece kalbin nûrları ve zulmeti için de iki değişik sebep vardır. Bu bakımdan hayra davet eden hâtırat sebebine ´melek´ ismi verilir. Şerre dâvet eden hâtıratın sebebine ´şeytan´ ismi verilir. Kalbin, sayesinde hayır ilhamını kabul etmeye hazır olduğu lûtufa ´tevfîk´ ismi verilir. Kalbin, sayesinde şeytanın vesvesesini kabul etmeye hazır olduğu şeye de ´iğvâ´ ve ´hizlân´ ismi verilir. Çünkü çeşitli mânâlar, değişik isimlere muhtaçtırlar. Melek, ALLAH Teâlâ´nın yarattığı ve şanı hayır ile ilmi ifade etmek olan bir mahlûktan ibarettir. Bu mahlûk hakkı keşif, hayrı va´d ve emr-i bi´1-ma´ruf yapar. ALLAH Teâlâ onu yaratmış ve bu vazifelerde kullanmak üzere kendisini musahhar kılarak görevlendirmiştir. Şeytan ise, öyle bir yaratıktan ibarettir ki, meleğin zıddıdır. Yani şerri ve fuhşiyatı emreder, hayrı yapmaya azmettiğin zaman fakirlikle korkutur. Bu bakımdan vesvese ilhamın tam zıddıdır. Şeytan ise, meleğin tam zıddıdır... Tevfik de hizlân´ın zıddıdır ve bu duruma şu ayet-i celîle ile işaret vardır:

Herşeyden iki çift (erkek-dişi) yarattık. (Zâriyât/49)

Çünkü varlıkların tümü çifttirler. Ancak ALLAH Teâlâ bu hükmün dışındadır. Çünkü ALLAH Teâlâ ´tek´dir. O´nun karşılığı yoktur. Bil ki birdir, haktır ve bütün çiftleri yaratandır. Bu bakımdan kalp, şeytan ile melek arasında çekilmektedir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kalbe gelen iki şey vardır. Birisi melekten gelen şeydir ki hayrı vadedip, hakkı tasdik eder. Bu bakımdan kim kalbinde bunu görürse, bilsin ki bu ALLAH´tan gelen bir lütûftur ve bunun için ALLAH Teâlâ´ya hamdetmelidir. Düşmandan gelen ikinci birşey vardır. O da şerri va´d edip hakkı yalanlar ve hayrı yasaklar. Kim kalbinde böyle birşeye rastlarsa kovulmuş şeytanın şerrinden ALLAH´a sığınsın!40

Rasûlullah bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu.
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. ALLAH ise size kendi tarafından bir mağfiret ve bir fazl va´dediyor. ALLAH(ın lütfu) geniştir, herşeyi kemâliyle bilendir.(Bakara/268)

Hasan Basrî diyor ki: Kalpteki bu iki hâdise, kalpte durmadan cevelan eden iki himmettir. Biri ALLAH´tan gelen, biri de şeytandan gelen himmet... O halde, ALLAH o kuldan razı olsun ki ALLAH´tan gelen himmetin hududunda durur ve ALLAH´tan geleni yapar, ALLAH´ın düşmanından gelenle mücadele edip reddeder. Kalp, musallat olan bu iki himmet arasında çekildiğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü´minin kalbi rahman ALLAH´ın kudret parmaklarından iki parmak arasındadır.41


Çünkü damar, kan, kemik ve etten oluşan ´parmak´tan ALLAH Teâlâ münezzehtir. Boğumlara taksim olunan parmaktan ALLAH Teâlâ´nın şânı yücedir. Fakat parmaktan maksat süratle çevirmektir. Hareketlendirme ve bozmaya muktedir olmaktır. Çünkü sen, parmağını parmak olduğundan dolayı değil, evirip çevirmekteki çalışmasından dolayı istersin. Nasıl ki, parmaklarınla fiillerde bulunuyorsan, ALLAH Teâlâ da yaptıklarını, melek ve şeytanı musallat kılmak sûretiyle yapar. Bunların ikisi, ALLAH´ın kudretiyle, kalpleri evirip çevirmekle görevlendirilmişlerdir. Senin parmaklarının cisimleri evirip çevirmekte sana musahhar olduğu gibi...

Kalp -yaradılış itibariyle- melekten gelen eserleri de, şeytandan gelen eserleri de kabul etmeye eşit bir şekilde elverişlidir. Bunların biri diğerine esasında ağır basmamaktadır. Ancak taraflardan birinin ağır basması, nefsin hevasına uymak, şehvetlere düşmek veya şehvet ve hevâ-i nefisten yüz çevirmekle olur. Eğer insanoğlu öfkesinin ve şehvetinin isteğine ayak uydurursa heva-i nefis vasıtasıyla şeytanın kendisine tasallut ettiği anlaşılır. Kalp böylece şeytanın yuvası ve kaynağı olur. Çünkü heva-i nefis, şeytanın merasıdır. Eğer insanoğlu şehvetlerle mücahede edip onları nefse musallat kılmazsa ve meleklerin ahlâkına uyarsa, bu takdirde onun kalbi meleklerin istikrar yeri ve iniş merkezi olur. Hiçbir kalp; şehvet, öfke, hırs, tamahkârlık ve kötü emelden, kısacası hevâ-i nefisten dallanıp budaklanan beşerî sıfatlardan boş olmadığı için şeytanın vesveseyle dolaşmadığı kalp yoktur. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

-Hiç kimse yoktur ki onun bir şeytanı olmasın.

-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Senin de şeytanın var mı?

-Benim de var. Ancak ALLAH Teâlâ bana yardım ederek şeytanı mağlup etti ve böylece benim şeytanım teslim oldu.Bu bakımdan o bana hayırdan başkasını emretmez.42

Hz. Peygamber´in şeytanının böyle olması, şu hikmetten ötürüdür: Şeytan ancak şehvet vasıtasıyla musallat olur. O halde şehvetine karşılık ALLAH´ın yardımına mazhar olan bir kulun şehveti, istediği yerde harekete geçer ve istediği hududlara kadar varır, bu kulun şehveti şerre dâvet etmez. Bu bakımdan şehvetin zırhına bürünmüş şeytan da ancak hayrı emreder.

Ne zaman hevanın istekleriyle dünyanın zevki kalbe hâkim olursa, şüphesiz şeytan, bir imkân bulur ve vesveseye başlar. Ne zaman ki kalp, ALLAH´ın zikrine dönerse, şeytan oradan göçeder ve onun için imkân kapısı oldukça daralır ve böylece melek gelip ilham eder. Kısacası kalbin savaş meydanında meleklerin ordusu ile şeytanların ordusu arasında daimî bir kavga vardır, kalp ikisinden birine teslim oluncaya kadar devam eder. Böylece fetheden geçebilir. Kalplerin çoğu, şeytanların orduları tarafından fethedilerek mülk edinilmiştir. Geçici dünyayı ahirete tercih etmeye, ahireti atmaya dâvet eden vesveselerle dolmuşlardır. Şeytan ordu-arının istilâları şehvetlere ve hevâ-i nefse tâbi olmakla başlar ve bundan sonra kalbin melekler tarafından fethedilmesi şeytanın pisliklerinden, yani hevâ ve şehvetlerden boşaltmak sûretiyle mümkün olur. Meleklerin iz bıraktıkları mekân olan kalbi ALLAH´ın zikriyle tâmir etmek de ancak meleklerce fethedilmesiyle mümkün olur.

Câbir b. Ubeyde el-Adevî şöyle anlatır: el-Ulaye b. Ziyad´a kalbimdeki vesveseden şikayet ettim. Bana dedi ki: ´Bunun misali, içinden hırsızların geçtiği bir evin misaline benzer. Eğer o evde birşeyler varsa hırsızlar sağa sola başvurur, evi arayıp tararlar. Eğer birşey yoksa evi bırakıp geçip giderler´.

Yani hevâ-i nefisten boş olan bir kalbe şeytan girmez ve bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:


Benim (gerçek) kullarım(a gelince) senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. Rabbin ise, vekil olarak yeter!(İsrâ/65)

Bu bakımdan hevâ-i nefsine tâbi olan herkes ALLAH´ın değil, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de ALLAH Teâlâ kendisine şeytanı musallat kılarak şöyle buyurmuştur: ´(Ey Rasûlüm)! Şimdi o kimseyi gördün ya! (Hidayeti bırakıp keyfine taparcasına) zevkini kendisine ilâh edinmiş´ (Câsiye/23). Bu ayet işaret eder ki hevâ-i nefsini kendisine ilah edinen bir kimse ALLAH´ın kulu değildir, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Amr b. As Hz. Peygamber´e şöyle sorar:

-Ya Rasûlullah! Şeytan benimle namazımın ve okuyuşumun arasına girdi!

- O bir şeytandır ki kendisine hanzeb denir. Seninle ibadetlerinin arasına girdiğini hissettiğin zaman onun şerrinden ALLAH´a sığın ve üç defa sol tarafına tükür.43

Amr der ki: ´Ben Hz. Peygamberin dediğini yaptım ve bu sayede ALLAH Teâlâ o şeytanı benden uzaklaştırdı´.

Muhakkak ki abdestin ´Velhan´ adlı bir şeytanı vardır. Onun şerrinden ALLAH Teâlâ´ya sığının!44

Şeytanın vesvesesini ancak vesvese veren şeyden başkasını düşünmek siler. Çünkü herhangi birşeyin hatırlanması kalpte meydana gelirse, ondan önce kalpte bulunan şey yok olur. Fakat herşey ALLAH Teâlâ´nın gayrisidir ve herşey ALLAH ve ALLAH ile irtibatlı olanın gayrisidir. O, vesveseye vesile olup şeytanın at oynatma meydanı olabilir. Bu bakımdan veseveseyi silip artık bir daha şeytana cevelân etme imkânını vermeyen tek şey, ALLAH´ın zikridir ve bilinir ki ALLAH´ın zikrinde şeytanın mecali yoktur ve hiçbir şey zıddından başkasıyla tedavi olunamaz. Şeytanî vesvesenin tamamının zıddı ise, istiaze etmek vasıtasıyla ALLAH´ı anmaktır. Kuvvet ve kudretinden tamamen uzaklaşıp ALLAH´a iltica etmektir. Böyle yapman senin eûzü billâhi min´eş-şeytân´ir-racîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi´l-aliyyıl-azîm demenin mânâsıdır. Böyle bir durumu meydana getirmek ancak muttakîlerin işidir. O muttakîler ki ALLAH´ın zikri onlarda galiptir. Şeytan ise ancak gaflet anlarında onları ziyaret eder.

ALLAH´tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman ALLAH´ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile...(A´raf/201)

Meşhur müfessir Mücâhid, Nas suresinin 4. ayetini şöyle tefsir etmiştir: ´Şeytan kalbe yayılır. Ne zaman insan, ALLAH´ı anarsa, geri çekilip kalıbına döner. İnsanoğlu gâfil olduğu zaman yeniden kalbi istilâya başlar!´ Bu bakımdan ALLAH´ın zikriyle şeytanın vesvesesi arasında zulmet ile nûrun, gece ile gündüzün arasında olduğu gibi, kovalamaca vardır. Biri diğerinin zıddı olduğu için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Şeytan onları kuşatmış onlara ALLAH´ı anmayı unutturmuştur.(Mücâdele/19)
Enes, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder:

Muhakkak ki şeytan hortumunu Ademoğlunun kalbine sarkıtır. Eğer Ademoğlu ALLAH´ı zikrederse, şeytan gerisin geriye çekilir. Eğer ALLAH´ı unutursa şeytan onun kalbini yutar.45

İbn Veddah´ın naklettiği bir hadîs ise şöyledir:

Kişi, kırk yaşına gelip de tevbe etmezse, şeytan onun yüzünü eliyle sıvazlar ve kendisine ´Babam felâha kavuşmamış bir kimsenin yüzüne kurban olsun!´ der.
Nasıl ki şehvetler, Ademoğlunun et ve kanına karışmışsa, şeytanın tasallutu da öylece etine, kanına karışmış ve her taraftan kalbini kuşatmıştır.

Muhakkak ki şeytan, insanoğlunun damarlarında dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaştığı yolları, aç kalmak (oruç tutmak) sûretiyle daraltınız.46

Neden şeytanın yolları acıkmak sûretiyle daralır? Çünkü acıkma, şehveti kırar. Şeytanın yolu ise şehvetlerdir. Şehvetler her taraftan kalbi kuşattığı için ALLAH Teâlâ İblis´ten hikâye ederek şöyle buyurur:

Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım, vesvese verip pusu kuracağım. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.

Şeytan, Ademoğlunu kandırmak için yollarda oturmuştur, Ademoğlu´nun İslâm yoluna şeytan oturdu ve Ademoğluna şöyle sordu: ´Sen müslüman mı oluyorsun? Sen dinini ve ecdadının dinini mi terkediyorsun?´ Şeytanın bütün ısrarına rağmen Ademoğlu kendisine isyan ederek müslüman oldu. Sonra şeytan, Ademoğlunu kandırmak için hicret yoluna oturup ona şöyle dedi: ´Sen öz memleketinden hicret mi ediyorsun?´ Yine Ademoğlu şeytana isyan edip hicret etti. Sonra şeytan onu aldatmak için cihad yoluna oturdu ve dedi ki: ´Sen cihada mı gidiyorsun? Oysa cihad, nefsin ve malın telef edilmesidir. Savaşıp öldürüleceksin. Karıların başkası tarafından nikâh edilecektir ve malın vârislere taksim edilecektir´. Ademoğlu, şeytanın bu iğvasına rağmen, ona isyan edip cihada devam etti. Kim böyle yapıp ölürse, onu cennete göndermek ALLAH Teâlâ´ya hak olur.47

İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber vesvesenin mânâsına zikretti. Vesvese, mücahid bir kimsenin kalbine ´Sen öleceksin! Kadınların kocaya gidecekler´ gibi sözler söyleyerek insanoğlunu cihaddan caydırır. Bunlar malûm ve herkesce bilinmektedir. Bu bakımdan vesveseler de müşâhede ile malûmdurlar. Kalbe gelen herşeyin bir sebebi vardır ve o sebep, bilinmesi için bir isme muhtaçtır. Bu bakımdan vesvesenin sebebinin ismi şeytandır ve insanoğulları şeytana isyan etmek veya ona tâbî olmak sûretiyle değişik durumda bulunurlar ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Hiçbir kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın!48

Böylece basiretin bu çeşidiyle vesvese, ilham, melek, şeytan ve hizlân´ın mânâları açığa kavuşmuş oldu. Bu hakikatten sonra, şeytanın zâtını düşünüp, acaba lâtif bir cisim midir veya cisim değil midir? Acaba cisim değilse, cisim olan insanın bedenine nasıl girer? Bu tür düşünceye muamele ilminde hiçbir ihtiyaç yoktur. Şeytanı bu yönden tedkik eden bir kimsenin misâli, tıpkı elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimsenin misâline benzer. Elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimse, herşeyden önce, yılanı çıkarıp atmaya ve zararını kendisinden uzaklaştırmaya muhtaçtır. Oysa adam yılanı çıkarıp atmıyor da onun şeklini, rengini, uzunluğunu tedkik etmekle meşgul oluyor. Bu ise, cehâletin ta kendisidir. Bu bakımdan insanoğlunu şerre iteleyici hatıratın bir sebepten doğduğu anlaşıldı ve şüphesiz düşman da anlaşıldı. Bu bakımdan düşman ile mücadele etmekle meşgul olması uygundur. ALLAH Teâlâ da şeytanın düşmanlığını Kur´an´ın birçok ayetinde tarif etmiştir ki ehl-i iman bu tarif sayesinde şeytanın şerrinden emin olup sakınsın!

Hakîkaten şeytan (öteden beri) size düşmandır. Siz de onu düşman edinin! Çünkü o, avanesini cehennemlik olmaya çağırır.(Fâtır/6)

´Şeytana itâat etmeyin. O size açık bir düşmandır´ diye size öğüt vermedim mi ey Ademoğulları?(Yâsin/60)

Bu bakımdan kulun, düşmanı kendisinden uzaklaştırmakla meşgul olması gerekir. Düşmanın soyunu sopunu, yerini yurdunu sormakla meşgul olması gerekmez. Evet! Düşmanın silahını bilmesi gerekir ki onu nefsinden uzaklaştırsın. Şeytanın silahı ise, hevâ-i nefis ve şehvetlerdir ve bunu bilmek âlimlere kâfidir. Şeytanın zatını, sıfat ve hakikatlerini ve meleklerin hakikatini bilmeye gelince, bu ancak mükâşefe ilmine dalmış ârif kişilerin işidir. Muamele ilminde bunu bilmeye insanoğlu muhtaç olmaz. Evet, hatıratın şu kısımlara ayrıldığını herkes bilmelidir:

A)Kesinlikle şerre dâvet eden bir kısmı vardır ve bu kısmın vesvese olduğu da gizli değildir.

B)Kesinlikle hayra dâvet ettiği bilinen hâtırattır. Bunun ilham olduğunda şek ve şüphe yoktur.

C)Hangi kısım olduğunda tereddüt ve şüphe olandır. Bunun, meleği yaklaştıran hasletten mi geldiğini, yoksa şeytanı yaklaştıran hasletten mi geldiğini bilmek kolay değildir. Çünkü şerri, hayır şeklinde göstermek şeytanın hilelerindendir.

Acaba bu hayır mıdır yoksa şeytanın hilesiyle ´hayır´ şeklinde gösterilen ´şer´ midir diye ayırmak çok zordur. Âbidlerin çoğu bu üçüncü kısımla helâk olmuşlardır. Çünkü şeytan onları doğrudan doğruya açık şerre dâvet etmeye muktedir değildir. Bu bakımdan onları aldatmak için ´şerr´i hayır sûretinde göstererek tasvir eder. Nitekim âlim kişiye va´z ve nasihat yoluyla der ki: ´Sen halka bakmaz mısın? Onlar cehaletten ölüdürler, gafletten helâk olmuşlar, ateşe yaklaşmışlardır. ALLAH´ın kullarına hiç merhametin yok mudur? Nasihat ve va´zınla onları tehlikelerden neden kurtarmıyorsun? Oysa ALLAH sana gören bir kalp, ateşli bir dil, halk tarafından kabul edilen bir konuşma ihsan etmiştir. Bu bakımdan sen nasıl ALLAH´ın nimetini inkâr eder, dolayısıyla ALLAH´ın kahrına kendini maruz bırakırsın? Hakîkati haykırmaktan nasıl susarsın? Halkı dosdoğru yola davet etmekten nasıl geri kalırsın?!!´ Evet böylece şeytan, âlimin kalbinde bunu yerleştirmeye çalışır. Onu ince hilelerle durmadan çeker, ta ki o halka va´z ve nasihat yapmakla meşgul oluncaya kadar. Meşgul olduktan sonra onu halka süslü görünmeye, lâfızları güzelce telâffuz etmeye, hayrı açıkça söylemek sûretiyle riyâkârlık yapmaya dâvet eder ve âlime der ki: ´Eğer sen böyle yapmazsan senin konuşmanın tesiri cemaatin kalbinden düşer ve cemaat doğru yolu bulamaz´.

Böylece âlimin kalbinde bunu daimî bir şekilde işler ve böylece âlimin kalbinde riyânın kokularını yerleştirir. Halk tarafından kabul edilsin zihniyetini, dünyada rütbe sahibi olmanın lezzetini, yardımcılarının ve kendisinden ilim alanların çokluğuyla aziz olma fikrini, halka hakaret gözüyle bakmayı yerleştirir. Dolayısıyla miskin âlim, va´z ve nasihatinden ötürü helâke doğru sürüklenir gider. Hayrı kasdettiğini zannederek konuşur. Oysa maksadı post kapmak ve halk tarafından kabul görmektir ve bundan dolayı da helâk olur! ALLAH nezdinde bir kıymeti olduğu zannına kapılır. Oysa kendisi Hz. Peygamber´in şu sözlerinin mefhumuna dâhil olanlardan olur.

Muhakkak ki ALLAH bu dini, ahlâksız bir kavimle de takviye ve te´kid eder.49

Muhakkak ki ALLAH bu dini fâcir ve fâsık kişiyle de takviye eder.50

Bu sırra binaen rivayet edilir ki İblis, Hz. İsa´ya misâl âleminde görünür ve der ki: ´Lâ ilâhe illâllah de!´ Buna karşılık olarak Hz, İsa (a.s) şöyle der: ´Lâ ilâhe illâllah hak bir kelimedir. Fakat senin sözünle bu kelimeyi söylemem!´

Hz. İsa´nın (a.s) böyle söylemesinin hikmeti şudur: İblis´in hayra çağırmasında da birtakım karıştırmalar vardır. Şeytanın bu tür karıştırmaları sayılamayacak kadar çoktur ve bu tür karıştırmalarından ötürü birçok âlim, âbid, zâhid, fakir, zengin ve şerrin zâhirinden nefret eden, açık günahlara girmeyi nefislerine uygun görmeyen halk sınıfları helâk olmuşlardır.

Biz bu bölümün sonunda gelen Gurur Kitabı´nda şeytanın hilelerinden bir kısmını zikredeceğiz. Eğer zaman mühlet verirse, biz özel olarak bu hususta bir kitap telif edeceğiz ve telif edeceğimiz kitaba ´Telbîsu İblis´ (İblis´in Kandırmaları) adını vereceğiz. Çünkü zamanımızda îblis´in aldatması memleketler ve kullar arasında oldukça yayılmıştır. Hele mezhep ve inançlar sahasında daha da fazla yaygındır. Hatta hayırlardan sadece resimler ve görünür tarafları kalmıştır. Bütün bunlar, İblisin kandırma ve hilelerine kurban olmaktan kaynaklanmıştır. Bu bakımdan kul´a, kalbine gelen her fikrin yanında durup süzmek gerekir ki bu fikrin melekten mi, yoksa şeytandan mı geldiğini bilsin ve basiret gözüyle derin derin düşünsün ve tabiattan gelen hevâ-i nefisle hareket etmesin! Kişi böyle bir hakikate ancak takva, basiret nûru ve ilmin çokluğu ile vâkıf olabilir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, ALLAH´ı ve azabını düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile....(A´raf/201)

Yani ilmin nûruna dönmüşlerdir ve böylece onlara müşkil meseleler, hakikî yönüyle görünür ve keşfolunur.


Nefsini takva ile bezemeyen bir kimseye gelince, bu kimse tabi-atça hevâ-i nefsine tâbi olduğundan ötürü şeytanın hilesine meyleder ve böylece şeytanın kandırması bu kimsede çoğalır ve bilmediği halde acelece şeytanın helak edici vesveselerine kurban gider. Böyle kimseler hakkında ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Artık zannetmedikleri bir azap ALLAH tarafından onlar için meydana çıkmıştır.(Zümer/47)


Denildi ki: ´Onlar için meydana çıkan azap´, hayır zannettiği ve hakîkaten günah olan amelleridir. Muamele ilminin çeşitlerinin en çözülmez olanı, nefsin hilelerine ve şeytanın desiselerine vâkıf olmaktır. Oysa bunlara vâkıf olmak, her kul için farz-ı ayınıdır. Ama halk bunu ihmâl etmiştir. Kendilerini vesveseye çeken ilimlerle meşgul olmuşlardır. Şeytan onlara musallat olmuş, düşmanlığını onlara unutturmuştur. Şeytanın düşmanlığından sakınma yolu onlara unutturulmuştur. İnsanı ancak vesveselerin kapılarını kapatmak kurtarır. Hatıratın kapıları ise, beş duyudur. Bu kapılar şehvetlerden ve dünya ilgilerinden ötürü kalbe açılır. Karanlık bir evde oturmak, duyuların kapısını kapatır. Aile efradından ve maldan uzak durmak, vesveselerin kalbe girişlerini azaltır. Fakat bununla beraber kalpte cereyan eden hayallerde bulunan bâtınî menfezler kalır. Bu menfezleri kapatmak da ancak kalbi ALLAH´ın zikriyle meşgul etmekle mümkün olur. Sonra şeytan durmadan böyle bir kalbi çeker, onunla çekişir ve onu ALLAH´ın zikrinden gâfil etmeye çalışır. Bu bakımdan şeytanla daima mücahede etmek gerekir. Bu mücahede ise, ancak ölümle sonuçlanır. Zira hiç kimse hayatta oldukça şeytandan kurtulamaz.

Evet! İnsanoğlu bazen şeytana itaat etmeyecek derecede kuvvet kazanır. Mücahede sayesinde şeytanın şerrini nefsinden uzaklaştırır. Fakat kan bedende dolaştıkça, bu kişi cihad etmek ve şeytana karşı müdafaada bulunmaktan kurtulamaz. Çünkü kişi, sağ oldukça şeytanın kapıları onun kalbinde açık bulunur ve kilit-lenmez. O kapılar da şehvet, öfke, hased, tamahkârlık, oburluk ve benzerleridir. Nitekim bunların beyanı ileride gelecektir. Kapı açık bulundukça, düşman da gâfil olmadıkça, düşmanın şerri ancak nöbet beklemek ve mücahede etmek sûretiyle defedilir.

Bir kişi, Hasan Basrî´ye şöyle sorar: ´Ey Ebu Said! Şeytan uyur mu?´ Hasan Basrî (r.a) tebessüm ederek şöyle cevap verir: ´Eğer şeytan uyusaydı, biz istirahat ederdik. Hiçbir zaman ehl-i iman şeytandan kurtulamaz´.

Evet! Her müslümanın şeytanı defetmek ve kuvvetini zayıf düşürmek için bir yolu vardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:


Muhakkak ki mü´min kimse, herhangi birinizin sefer hâlinde devesini zayıflattığı gibi şeytanını zayıflatır.51

İbn Mes´ud şöyle der: ´Mü´minin şeytani, zayıf ve bi´tabdır´.

Kays b. Haccac şöyle demiştir: "Benim şeytanım bana dedi ki: ´Ben senin bedenine girdiğim zaman kocaman bir deve gibiydim. Şimdi ise bir kuş gibi oldum!´ Ben ona ´Neden böyle oldu?´ diye sorunca, bana ´Sen beni ALLAH´ın zikriyle eritiyorsun!´ diye cevap verdi".
Bu bakımdan takvâ ehli için şeytanın kapılarını kapatmak zor gelmez. Nöbet beklerse şerrinden sakınmak güç gelmez. Kapılardan zâhir kapıları ve açık günahlara götüren apaçık yolları kastediyorum. Takva sahibi zatlar, ancak şeytanın çözülemez veya çözülmesi zor olan yollarında kayarlar. Çünkü onlar bu dolambaçlı yolları bilmezler ki onlardan sakınsınlar. Nitekim biz buna âlimler ve vâizlerin aldanışı bahsinde işaret etmiştik.

Müşkil olan mesele şudur: Şeytanın kalbe açılan kapıları pek çoktur. Meleklerinki ise bir tek kapıdır. Kaldı ki bu tek kapı, şeytanın o çok olan kapılarıyla karışmaktadır. Bu bakımdan bu kapılarda kul, yolları çok olan ve hangi yolun nereye gideceği pek kestirilmeyen bir çölde, kapkaranlık bir gecede şaşıp kalan bir yolcuya benzer. Bu yolcu ancak gideceği yolu, basiret gözüyle seçebilecek duruma düşer veya pırıl pırıl parlayan güneşin doğuşuna muhtaç olur.

Burada ki göz ise, takvâ ile temizlenmiş kalptir. Pırıl pırıl parlayan güneş ise, ALLAH´ın Kitabı´ndan ve Hz. Peygamber´in sünnetinden öğrenilen ilimdir. İnsanı, seçilmesi güç olan yollara hidayet eden ilim... Eğer böyle bir durum mevcut değilse, yollar çok ve karışıktır. Çıkması pek zordur. Abdullah bin Mes´ud (r.a) şöyle rvayet eder:

Hz. Peygamber (s.a) birgün bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: ´İşte bu çizgi ALLAH´ın yoludur´. Sonra o çizginin sağına ve soluna birçok çizgiler çizdi ve şöyle dedi: ´Bunlar çeşitli yollardır. Bu yolların herbirinin üzerinde bir şeytan durmakta ve insanları bu yola davet etmektedir´. Sonra şu ayeti okudu: ´Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara (ve dinlere) uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar´. (En´âm/53)

İşte ayette geçen ´başka yollar´ bu çizgilerdir. Böylece Hz. Peygamber (s.a) yolların çokluğunu anlatmış oldu.52

Biz, bâtıl yollardan ayırdedilmesi pek güç olan hak yol için bir misal zikrettik. O yol ki âlimler ve şehvetlerine sahip olan âbidler, zâhirî kötülüklerden nefislerini meneden kullar onunla aldanırlar. Bu bakımdan biz âdemoğlunun yürümeye mecbur olduğu yola bir misal verelim. Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilmektedir:

İsrâiloğulları´ndan bir rahip vardı. Onun zamanında şeytan bir kız çocuğunun gırtlağına sarılıp onu boğdu. Yani onu sara hastalığı gibi boğmacaya benzer bir hastalığa müptela etti. Sonra o kızın ailesinin kalbine ´bunun tedavisi ancak rahibin yanında mümkündür´ diye ilka etti. Bu bakımdan aile efradı, kız çocuğunu rahibe getirdiler. Rahip ise, onu yanına alıp tedavi etmekten kaçındı. Onlar kızı rahibe kabul ettirinceye kadar yalvardılar. Kız tedavi için rahibin yanında bulunduğu sırada şeytan, rahibe geliverdi. Kıza yaklaşıp cinsî ilişki kurmasını rahibin kalbine vesvese yoluyla ilka etti ve rahip, kızla cinsî münasebette bulununcaya kadar şeytan bu vesvesesine devam etti ve kız, rahipten gebe kaldı. Bu sefer şeytan, rahibe şu vesveseyi verdi: "Ey rahip! Ne yapıyorsun? Şimdi rezil olacaksın! Kızın ailesi sana gelecektir. O halde kızı öldür. Çünkü senin için bundan başka çıkar yol yok! Eğer onlar senden kızın ne olduğunu sorarlarsa, kızın vefat ettiğini söyle". Bunun üzerine rahip, kızı öldürüp gömdü. Sonra şeytan, kızın aile efradına gitti. Onlara vesvese verdi. Kalplerine ´Rahip, kızı gebe bıraktıktan sonra öldürdü ve gömdü´ diye ilka etti. Bunun üzerine kızın aile efradı rahibe geldi. Kızın durumunu sordu. Rahip kızın öldüğünü söyledi. Onlar rahibi tutup kızın yerine öldürmek istediler. Bunun üzerine şeytan, rahibe gelip dedi ki: ´Kızı sara illetine müptela eden ve sonra aile efradının kalbine ´rahibe götürün o tedavi eder´ fikrini atan benim. Bu bakımdan bana itaat edersen, seni onlardan kurtarırım´. Rahip ´Nasıl ve ne ile sana itaat edeyim?´ dedi. Şeytan ´Bana iki defa secde et!´ dedi. Bunun üzerine rahip, şeytana iki secde yaptı! Şeytan, rahibe şöyle dedi: ´Ben sen-den beri ve uzağım´.

İşte bu rahip hakkında ALLAH Teâlâ, Haşr sûresinin onaltıncı ayetinde şöyle buyurmuştur:
(Yahudileri savaşa teşvik etme hususunda münafıkların hâli) şeytanın hâli gibidir. Hâni insana ´kâfir ol!´ demişti de o insan kâfir olunca ´Ben senden beriyim. Çünkü ben âlemlerin rabbi ALLAH´tan korkarım´ dedi.53

Şimdi şeytanın hilelerine, rahibi nasıl bu büyük günahları işlemeye mecbur ettiğine dikkatle bak! Bütün bunlar bir sebepten doğmuştur. O da rahibin şeytana itaat edip cariyeyi tedavi etmek için yanına kabul etmesidir. Bu ´kabul ediş´ kolay görünür. Hatta bunu kabul eden, çoğu zaman bunu hayır ve hasene olarak görür ve şeytan gizli bir heva ile kendisine bunu güzel gösterir ve o da bunu hayır işleyen bir kimse gibi yapar. Ondan sonra iş kendisinin ihtiyarından çıkar ve bir kısmı diğer bir kısmını çekip davet eder. Öyle ki artık kurtuluş yolunu bir türlü bulamaz. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarını zâyi etmekten ALLAH´a sığınırız! Buna Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle işaret buyurmuştur:

Kim korunun etrafında dolaşırsa, oraya girmesi pek yaklaşır!54

40)Tirmizî, Nesâî
41)Daha önce geçmişti
42)Müslim, (İbn Mes´ud´dan)
43)Müslim
44)Tirmizî
45)İbn Ebî Dünya, Ebu Yâ´lâ, İbn Adîy
47)Nesâî.
48)Daha önce geçmişti
49)Nesâî
50)Buhârî, Müslim
51)Ahmed
52)Nesâî
53)İbn Ebî Dünya, İbn Merduveyh, {mürsel olarak)
 
Alt 01-11-2009, 21:02   #15
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kulun,KalbinVesveselerinden,Himmet ve Hatıratından ve Maksudunun Hangi Kısımlarından Muâhaze Edilip-Edilemeyeceğinin İzahı

Bu konu, çözülmesi çok zor bir iştir. Bu hususta birtakım âyetler ve (zahirde) biri diğeriyle çarpışan haberler gelmiştir. Bu haberleri telif etmek ancak âlimlerin zekî ve ilimde râsih olanlarına kolaydır. Çünkü Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilir:

Ümmetimden, konuşmadıkları veya yapmadıkları takdirde, sadece düşündükleri kötülükler affedilmiştir.72

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

ALLAH Teâlâ, koruyucu meleklere ´Benim kulum herhangi bir günahı işlemeye kast ve teşebbüs ederse, onu yazmayın. Eğer onu bilfiil işlerse, o zaman bir günah olarak yazın. Eğer kulum bir sevabı işlemeyi kast ve teşebbüs ettiği halde bilfiil işlememişse, onu bir hasene (bir sevap) olarak yazın. Eğer bilfiil işlerse, o vakit on sevap yazın´ buyurur.73

Bu hadîs, kalp amelinin ve günahı işleme teşebbüs ve kasdinin bağışlandığına delildir. Başka bir lâfızda şöyle gelmiştir:

Kim herhangi bir sevabı işlemeyi kastederse, fakat buna rağmen işlemezse, ona bir sevap yazılır, kim herhangi bir sevabı işlemeyi kastederse ve bilfiil işlerse, ona yediyüz katına kadar sevap yazılır, kim bir günah işlemeyi kastederse ve bilfiil işlerse, ona yediyüz katına kadar günah yazılır, kim bir günah işlemeyi kasteder ve bilfiil yapmazsa o günah defterine yazılmaz. Eğer işlerse o zaman yazılır.74

Başka bir lâfızda da şöyle vârid olmuştur:
Kulum herhangi bir günahı işlemeyi tasarlarsa, onu işlemedikçe ben onu affederim.
İşte bütün bunlar, affa delâlet etmektedirler. Muâhazeye delâlet eden deliller ise şunlardır:
Siz içinizde olan şeyi açıklasanız da saklasanız da ALLAH Teâlâ sizi onunla hesaba çeker. Nihayet dilediğini bağışlar ve dilediğine de azap eder. ALLAH herşeye kâdirdir.
(Bakara/284)

Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardından gitme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.(İsra/36)

İşte bu âyet işaret eder ki, kalbin ameli, kulak ve gözün ameli gibi bağışlanmaz.

Şahidliği gizlemeyin kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günah içindedir. ALLAH ne yaparsanız hakkıyla bilendir.
(Bakara/283)

ALLAH sehven ve kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar.
(Mâide/89)

Bizim kanâatimize göre insan bu meseledeki hakîkate, başlangıcından meydana çıkıncaya kadar olan kalp amellerini tafsilâtıyla ihâta etmedikçe vâkıf olamaz.

1.Kalbe ilk gelen şey ´Hâtır´dır. Nitekim kişiye yolda giderken arkasında yürüyen, geri baktığında görebileceği bir kadının sûretinin tahattur etmesi gibi...

2.Bakmaya olan rağbetin heyecanıdır. Bu, tabiatta bulunan şehvetin hareketi demektir. Bu hareket ´birinci hâtır´dan doğar.Biz buna ´tabiatın meyli´ adını veriyoruz. Birincisine ´nefsin hâdisi´ dediğimiz gibi...

3.Kalbin ´şunu yapmak uygundur´; yani o kadına bakmak uygundur hükmüdür. Zira tabiat meylettiği zaman, engeller bertaraf edilmedikçe himmet ve niyet harekete geçmez. Çünkü bazen hayâ veya bakmaktan gelen korku engel olur. Bu engellerin yokluğu
çoğu zaman düşünce ile elde edilir. Bu hüküm her durumda akıldan gelen bir hükümdür ve buna ´îtikad´ adı verilir. Bu hüküm ´hâtır´ ile ´meyl´e tâbidir.

4.Dönüp kadına bakmak azmini ve bu azimdeki niyetini sadeleştirmektir. İşte biz buna ´bilfiil himmet, niyet ve kasıt´ adını veriyoruz. Bu himmet, bazen zayıf bir başlangıçla olur. Fakat kalp, birinci hâtıra kulak verdiği zaman nefsi cezbetmesi uzadığı takdirde, bu himmet kuvvet kazanır. Sonunda kesin bir iradeye dönüşür. İrâde kesinlik kazandığı zaman, insanoğlu bu kesinlikten sonra bazen pişman olur, o fiili terkeder. Çoğu zaman da bir ârızdan ötürü gaflete dalar, onu ne işler, ne de iltifat eder. Bazen
de herhangi bir engel onu geciktirir ve böylece onu işlemesi zorlaşır. Bu bakımdan burada âza ile işlemezden önce kalbin dört hâl ve durumu vardır:

1.Hâtır (Buna nefsin hadisi adı verilir).
2.Meyl
3.İtikad
4.Himmet

Hâtır´a gelince, ALLAH Teâlâ ondan dolayı kişiyi muahaze etmez. Çünkü bu, kişinin ihtiyarına bağlı değildir.

Meyl ve Şehvet´in heyecanı da böyledir. Çünkü bunlar da ihtiyar altına girmezler.
Hz. Peygamber (s.a): ´Ümmetimden düşündükleri kötülükler bağışlanmıştır´ hadîs-i şerîfleriyle meyl ve şehvetin heyecanını kastetmiştir. Bu bakımdan nefsin hâdisi nefiste hâsıl olan hâtırattan ibarettir. Bunda işlemek azmi yoktur.
Himmet ile Azm´e gelince, bunlara ´nefsin hâdisi´ denilmez. Nefsin hâdisi, Osman b. Maz´un´dan rivayet edildiği gibidir.
Zira Osman, Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle der:

-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Benim nefsim, eşim Havle´yi boşamamı söylüyor!

Yavaş ol! Muhakkak nikâh benim sünnetimdendir.

-Nefsim bana, kendimi hadım etmemi söylüyor.

Yavaş ol! Benim ümmetimin hadımlaştırılması, oruca devam etmektir.

- Nefsim bana rahiplik etmemi, yani insanlardan uzaklaşıp ibâdete sarılmamı söylüyor.

Yavaş ol! Ümmetimin ruhbanlığı cihad etmek ve hacca gitmektir.

- Nefsim bana et yemeyi terketmemi söylüyor.

Yavaş ol! Muhakkak ben eti severim Eğer onu bulursam yerim. Eğer isteseydim ALLAH Teâlâ mutlaka bana et yedirirdi.75

İşte bunlar yapılmasına azim olmaksızın nefiste meydana gelen hâtırattır ve nefis hâdisi dediğimiz budur. Bu sırra binaen Osman b. Maz´un Hz. Peygamber ile bunları yapıp yapmaması hususunda istişare etmiştir. Çünkü bu hâtıratla beraber azim ve yapma himmeti yoktur.

Üçüncüsü, yapılmasının uygun olduğuna inanmak ve kalben hükmetmektir. Bu hüküm, ihtiyar ile ıztırar arasında gezmektedir. Yani bazen ihtiyarî, bazen de ıztırarî olur. Buradaki durumlar değişiktir. Bu işin ihtiyarî kısmından insan sorumludur. Iztırarî ve mecburî kısmından sorumlu değildir.

Dördüncüsüne gelince, bilfiil himmet edip kasdetmektir. İnsanoğlu bundan sorumludur. Ancak bilfiil yapmadığı takdirde düşünülür. Eğer ALLAH korkusundan bırakmış ve bu himmetinden dolayı pişmanlık duymuşsa, bu himmeti kedisine bir hasene olarak yazılır. Çünkü bunu kasdetmek günah, o günahı işlemekten imtina edip bu hususta nefsiyle mücahede etmek ise sevaptır. Tabiatın muvafakatına binaen kasdetmek insanoğlunun ALLAH´tan tamamen gafil olduğuna delalet eder. Tabiatın hilafına mücahede edip de o işi yapmaktan imtina etmek ise büyük bir kuvvete muhtaçtır. Bu bakımdan tabiata muhalefetindeki çalışma ve gayreti ALLAH için amel etmektir. ALLAH için amel etmekse tabiata mutabık ve uygun bir şekilde şeytana uymaktan daha şiddetlidir. Bu bakımdan kişiye bir hasene yazılır. Çünkü kişinin o günahı işlememekteki gayret ve himmeti, bilfiil onu yapmak hususundaki himmetine galip gelmiştir. Eğer işlemesi, herhangi bir sebepten veya ALLAH´tan korkarak değil de herhangi bir özürden ileri geliyorsa bu takdirde defterine bir günah yazılır. Çünkü himmeti ve kasdı, kalpten gelen ihtiyarî bir fiildir. Bu tafsilâtın delili Sahîh-i Müslim´de mufassalan rivayet edilen hakîkattir. Hz.

Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur

Melekler dediler ki: ´Yârab! O senin kulun yok mu? O bir günâhı işlemeyi irade ediyor´, ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: ´Onu gözetleyin! Eğer o, o gün kasdettiği günâhı işlerse, işlediği günâhın bir mislini onun defterine yazın. Eğer terkederse, terkettiği o günâhı kendisi için bir hasene olarak kaydedin. Çünkü o günâhı benim hatırım için terketmiştir.´76

ALLAH Teâlâ ´Eğer o günâhı işlemezse´ sözüyle, ´Onu ALLAH için terkettiğini murad etmiştir. Ama fâhiş bir fiili işlemeye kesinlikle azmeder, sonra o fâhiş fiili işlemek bir sebep veya gafletten ötürü kendisine zorlaşırsa, bu takdirde kendisine nasıl bir hasene yazılabilir.

Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

İnsanlar ancak niyetleri üzerine haşrolunurlar.

Oysa biz biliriz ki, geceleyin bir müslümanı öldürmeye veya bir kadınla zina etmeye azmeden bir kimse, o gece ölürse günâhı üzerine ısrar ettiği halde ölmüş olur ve niyeti üzerine haşredilir. Oysa bu kişi, bir günâhı işlemeyi kasdetmişse de bilfiil işlememiştir. Bu husustaki kesin delil, Hz. Peygamberden rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir:

İki müslüman kılıçlarıyla çarpıştıkları zaman, ölen de öldürülen de ateştedir.
Bu söz üzerine denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü!! Öldüreni anladık! Fakat öldürülenin suçu ne?´ Cevap olarak şöyle bu-yurmuştur: ´Çünkü öldürülen de arkadaşını öldürmeyi kasdetmiştir´.

İşte bu, mücerred irade ile kişinin ateş ehlinden olduğuna delâlet eden bir nasstır. Oysa kişi, mazlum olarak öldürülmüştür. Durum bu iken acaba ALLAH Teâlâ´nın niyet ve kasıttan ötürü insanları muâhaze etmeyeceği nasıl düşünülebilir? Aksine kulun ihtiyarı dahilinde olan her kastından kul muâhaze edilir. Ancak onu bir sevap ile sildirmişse, hüküm değişir. Azmi pişmanlıkla kırmak sevaptır ve bunun için de böyle yapan bir kimseye bir sevap yazılır. Maksadın herhangi bir sebeple yerine getirilmesi ise sevap değildir
Kalbin hâtıratı, nefsin hâdisi, rağbetin heyecanı ise, bunlar insanoğlunun ihtiyarı dahilinde değildirler. Bunlardan ötürü insanoğlunu muâhaze etmek teklîf-i mala yutak (insanın güç yetiremediği ile insanı mükellef kılıp zorlamak) olur.

Siz içinizde olan şeyi açıklasanız da saklasanız da ALLAH Teâlâ sizi onunla hesaba çeker.(Bakara/ 284)

Bu ayet indiği zaman, ashâb-ı kirâmdan bir grup Hz. Peygamber´e gelip şöyle dediler:

Biz gücümüz ve tâkâtimizin dışında olan bir emirle mükellef kılındık. Muhakkak hepimizin nefsi kalbin istemediği ve sevmediği şeyleri kendisine söylemektedir. Sonra ALLAH tarafından bundan dolayı hesaba çekilirse (durumumuz ne olur?)

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Zannederim siz, yahudilerin dediği gibi diyorsunuz: ´Biz dinledik ve isyan ettik´. Sakın böyle demeyin, aksine şöyle deyin: ´Biz dinledik ve itaat ettik´.77

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm ´Biz dinledik ve itaat ettik´ dediler. O zaman ALLAH Teâlâ bir sene sonra kurtuluş ve sevgiyi şu ayet-i celîlesiyle indiriverdi:

ALLAH, kimseye gücünün üstünde birşey teklif etmez! (Bakara/286)

Bu ayetle açıklandı ki kalp amellerinden insanoğlunun ihtiyarı dahiline girmeyen her şeyden insanoğlu sorumlu tutulmaz. İşte şüphenin yüzünden perdeyi kaldırmak budur. Herhangi bir kimse kalpte cereyan eden herşeye nefis hadisi adı verilir zannederse ve bu üç kısım arasında ayrım yapmazsa, elbette bu kimsenin yanıldığına hükmetmelidir.

İnsanoğlu hased, nifak, riyâ, ucub ve kibir gibi kalbin amellerinden ve kalp amellerinin diğer kötülüklerinden nasıl muâhaze edilemez? Aksine kulak, göz, kalp ve bütün bunlardan insanoğlu sorumludur. Eğer kişinin gözü -ihti-yarı olmaksızın- namahrem bir kadına takılırsa, ondan muâhaze edilmez. Eğer ikinci bir defa kendi ihtiyarıyla bakarsa, bu defa sorumludur. Çünkü ikinci bir bakışta muhtardır. Kalbin hâtıratı da böylece bu mecrada seyreder. Hatta kalp muâhaze edilmeye daha uygundur. Çünkü kalp, bütün azaların esasını teşkil eder. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bunu söylerken Hz. Peygamber mübarek kalbine işaret etmiştir.

Onların ne etleri, ne de kanları ALLAH´a erişmez. Fakat takvânız O´na ulaşır.(Hac/37))

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Günah odur ki kalplere tesir eder.79)

Sevap o şeydir ki kalp onunla mutmaindir, sana aksine fetva verseler de, sana aksine fetva verseler de...80

Hatta ben derim ki kalp, bir şeyin farziyyetine hükmederse ve esasında kalp de burada yanılmışsa, kişi yine bundan dolayı sevap kazanır. Hatta temizlendiğini zanneden bir kimsenin namaz kılması gerekir. Eğer namazı kılıp sonra abdest almadığını hatırlarsa, kılmış olduğu namazdan dolayı sevabı vardır. Eğer hatırlar sonra bırakırsa, o zaman bundan dolayı cezalandırılır. Yatağında bir kadın olsa ve o kadının kendi eşi olduğunu zannetse, onunla yatmaktan dolayı günahkâr olmaz, yabancı bir kadın olsa bile.. Eğer o kadının yabancı olduğunu zanneder, sonra onunla yatarsa, bu fiilinden dolayı günahkâr olur, o kadın kendi eşi olsa bile... Bütün bunlar âzâlara değil, kalbe bakılarak verilen hükümlerdir.

72)Buhârî, Müslim
73)Buhârî, Müslim
74)Buhârî, Müslim
75) Hakim-i Tirmizî, Nevâdir´ul-Usûl
76) Müslim
77)Müslim
78)Müslim
79)İlim bölümünde geçmişti.
80)Taberânî, (Ebu Sa´lebe´den)
 
Alt 01-11-2009, 21:04   #16
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Zikir Anında Vesveselerin Tamamen Yok Olup-Olmayacağı Meselesi

Kalpleri murakabe eden âlimler, kalbin sıfat ve acaipliklerine bakan müdekkikler bu meselede beş gruba ayrılmışlardır:

1.Bir grup şöyle dedi: Vesvese ALLAH´ın zikriyle kesilir. Çünkü

Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur.

ALLAH anıldığı zaman şeytan tahannüs eder.81 Tahannüs susmak demektir. Sanki şeytan susar!

2.Diğer bir grup ´Vesvese tamamen yok olmaz. Ancak kalpte tesiri olmaksızın cereyan eder. Çünkü kalp ALLAH´ın zikriyle kaplandığı zaman, vesvese ile müteessir olup etkilenmekten perdelenir. Tıpkı kendi himmet ve maksadıyla meşgul olan bir kimse
gibi... Zira bu kimse bazen konuşur, fakat ne konuştuğu anlaşılmaz. Her ne kadar onun kulağından bir ses geçiyorsa da´ demişlerdir.

3.Başka bir grup dedi ki: ´Vesvese yok olmaz. Eseri de ortadan kalkmaz. Fakat kalbe galebe çalması mümkün olmaz. Sanki uzaktan ve zayıf bir şekilde kalbe vesvese gelir´.

4.Diğer bir grup dedi ki: ´Vesvese, zikir anında bir anda yok olur. Diğer bir anda zikir yok olur, vesvese ile zikrin yok oluşları yakın aralıklarla birbirlerini takip edişleri yakın olduğu için âdeta yarışma halinde oldukları zannedilir. Bu tıpkı yüzeyinde çeşitli noktalar olan bir küre gibidir. Sen o küreyi süratle çevirdiğin zaman o noktaları süratle gezer görürsün ki onlar hareketten ötürü birbirlerine bitişmişlerdir´. Bu grup şeytanın zikir anında sustuğunu bildiren hadîsle istidlal etmişlerdir. Oysa biz, zikirle beraber vesveseyi aynı zamanda müşahede ederiz. Bu bakımdan bunun çıkar tarafı bundan başkası değildir.

5. Diğer bir grup dedi ki: ´Vesvese ile zikir, daimi bir şekilde,kalpte sonu gelmeyen bir yarışma halindedirler. Nasıl insanoğlu bazen aynı halde iki gözü ile iki şeyi görüyorsa, öylece kalbi de aynı

halde iki şeyin cereyan merkezi olur´. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her kulun dört gözü vardır ikisi başındadır. Onlarla dünyasının işlerini görür. İki gözü de kalbindedir. Onlarla dininin işlerini görür.82

Hâris el-Muhâsibî de bu görüşü tercih etmiştir. Bize göre sıhhatli fetva şudur: Bu görüşlerin hepsi de doğrudur. Fakat vesvesenin bütün sınıflarını kapsamaktan uzaktırlar. Bu görüş sa-hiplerinin her biri vesvesenin bir sınıfına bakıp ondan haber vermiştir. Oysa vesvese birkaç sınıftan ibarettir:

Bir

Birincisi, vesvesenin, hak sûretinde gelmesidir. Zira şeytan bazen hak sûretinde gelerek insanoğluna der ki: ´Lezzetlerle nimetlenmeyi terkediyorsun, oysa hayat uzundur. Hayat boyunca lezzetleri terketmek büyük bir elemdir´. İşte bu vesvese ânında insanoğlu ALLAH´ın büyük hakkını, büyük sevap ve cezasını hatırladığı ve nefsine ´şehvetleri bırakmak zordur ama ateşe sabretmek bundan daha zordur ve bunlardan muhakkak birisini yapmak lâzımdır´ dediği zaman şeytanın vesvesesi yok olur. Yine kul, ALLAH´ın va´dini ve vaîdini hatırladığı, imanını ve yakînini yenilediği zaman, şeytan susar ve geri kaçar. Zira şeytan ona ´günahları işlemek hususunda sabretmekten ateş daha kolaydır´ ve ´Günah insanı ateşe götürmez´ diyemez. Çünkü kişinin ALLAH´ın kitabına iman etmesi, şeytanın böyle söylemesine kulak vermemeyi gerektirir. Böylece vesvese ortadan kalkar. Yine şeytan kişinin amellerini beğenmekle de kişiye vesvese vererek der ki: ´Senin ALLAH´ı tanıdığın gibi hangi kul ALLAH´ı tanır? O´na ibâdet ettiğin gibi hangi kul ibâdet eder? Bu bakımdan ALLAH nezdindeki makamın çok büyüktür!´ Böyle bir vesvese ânında kul, marifetinin, kalbinin ve amellerinde kullandığı âzâlarının ve ilminin ALLAH Teâlâ´nın yarattığı şeyler olduğunu hatırlar, bunu hatırladığı zaman artık bunlarla mağrur olması düşünülemez. Böylece şeytan susar. Çünkü şeytanın ona ´Bunlar ALLAH´tan değildir´ deme imkânı yoktur. Çünkü böyle dediği takdirde, kulun marifet ve imanı onu şiddetle reddeder, işte bu da vesvesenin diğer bir çeşididir. Mârifet ve iman nûruyla gören ariflerden bu vesvese tamamen ke-silir.

İki
İkincisi, vesvesenin heyecan ve şehvetin tahrikinden gelmesi-dir. Bu tür vesvese kulun yakînen günah olduğunu bildiği ve zann-ı galib ile günah olduğunu zannettiği kısımlara ayrılır. Eğer yakî-nen günah olduğunu biliyorsa, şeytan şehvetin tahrikine tesir eden heyecanı veremez. Fakat heyecan vermekten tamamen uzaklaşmaz. Eğer günah olduğunu zan ile biliyorsa, bu takdirde bazen müessir olarak kalır, öyle ki onu defetmekte mücâhede et-meye insanoğlu mecbur kalır. Bu bakımdan vesvese mevcuttur. Fakat galebe çalacak vaziyete gelmeden defedilir.

Üç

Üçüncüsü, vesvesenin mücerred hâtırat ve insanoğlunda galip olan hallerin hatırlanmasından olmasıdır. Mesela; namazda namazın dışında birşey düşünmekten gelmesidir. Bu bakımdan kişi zikre yöneldiği zaman bu vesvesenin bir an gidip, başka bir an geri gelmesi, yine gidip yine gelmesi tasavvur edilebilir. Böylece zikir ile vesvese birbirini takip eder ve ikisinin yarışmaları da düşünülebilir. Hatta insanın anlayışı okunanın mânâsını anlamasıyla o hâtıratı birden kapsaması sanki bunların herbiri kalbin başka bir yerinde imiş gibi düşünülebilir. Kalbe gelmeksizin tamamen bu vesvesenin kaldırılması cidden uzak bir ihtimaldir. Fakat muhal değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur.

Kim iki rek´at namaz kılıp, o iki rek´at namaz esnasında kalbine dünyanın hiçbir işi gelmez ve vesvese yapmazsa, o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.83

Eğer vesvesenin tamamının ortadan kaldırılması düşünülmeseydi, Hz. Peygamber böyle dermiydi? Ancak vesvesenin tamamen ortadan kalkması, ALLAH´ın sevgisinin galip gelip aklını kaybetmiş bir kimse gibi olan insan hakkında düşünülebilir. Zira biz kalbi bir düşman ile meşgul olan kimseleri görüyoruz ki düşmanıyla nasıl mücadele edeceği hususunda uzun bir tefekküre dalmaktadır. Öyle ki düşmamyla yapacağı mücadeleden başka onun kalbine birşey gelmemektedir. Muhabbete dalan bir kimse de böyledir. Bazen kalbiyle mahbubunun muhaveresine dalar. Onun düşüncesiyle gark olur. Öyle ki sevdiğiyle konuşmaktan başka onun kalbine birşey gelmez. Eğer başkası kendisiyle konuşursa dinlemez, önünden başkası geçerse sanki onu görmez. Bir düşmanın korkusu bu derece düşündürürse, mal ve rütbeye karşı harislik ânında böyle bir dalış muhal değil ise, acaba ateş korkusundan, cennete olan iştiyaktan ötürü böyle bir derece neden düşünülmesin? Fakat bu derece, ALLAH´a ve son güne iman etmek (çoğu insanlarda) zayıf olduğu için pek nadir görülen bir derecedir.
Sen bu kısımları ve vesvesenin bu sınıflarını güzelce düşündüğün zaman bileceksin ki, daha önce beyan ettiğimiz mezhep ve meşreplerin herbirinin bir yönü vardır. Fakat bu hususî bir yere aittir. Kısacası bir anda veya. bir saatte şeytandan kurtulmak uzak bir ihtimal değildir. Fakat ömür boyu şeytandan kurtulmak cidden uzak bir ihtimaldir ve varlık âleminde muhaldir. Eğer herhangi bir şahıs hâtırat ve rağbeti tahrik etmekten ötürü meydana gelen şeytanın vesveselerinden kurtulmuş olsaydı mutlaka Hz. Peygamber (s.a) kurtulurdu. Oysa rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber namazın içinde sırtındaki elbisenin nişanlarına baktı. Selâm verdiği zaman, o elbiseyi sırtından çıkarıp attı ve şöyle dedi: ´Bu elbise beni namazda meşgul etti´ ve devamla şunları söyledi:

Bunu Ebu Cehm´e götürün. Bana Ebu Cehm´in enbicaniye´sini (bir nevi elbise) getirin´. 84

Yine Hz. Peygamber´in parmağında bir altın yüzük bulunuyordu. Minberde hutbe okurken o altın yüzüğe baktı. Sonra onu çıkarıp attı ve dedi ki: ´Bir ona, bir de size bakıyorum´. Hz. Peygamber´in böyle yapması, şeytanın vesvesesinden ileri geliyordu. Şeytan bakışın lezzetini altın yüzüğe ve elbisenin nişanına tahrik etmek sûretiyle bu vesveseyi yaptırıyordu. Bu hâdise, altın haram edilmezden önce olmuştur ve bunun içinde Hz. Peygamber, önce yüzüğü parmağına takmış, sonra da çıkarıp atmıştır. Bu bakımdan dünya malından gelen vesvese, ancak onu atmakla, ondan ayrılmakla sona erer. Kişi ihtiyacından fazla bir şeyi mülk edindikçe -velev ki bir dinar olsun- şeytan onu namazında o dinar hakkında düşünmeye sevkederek vesveseden boş bırakmaz. ´O dinarı nasıl harcayacağı, kimse onu görmesin diye onu nasıl gizleyeceği veya onu gösterip de başkasına karşı onunla nasıl övü-neceği´ gibi vesveseler onun yakasını bırakmaz! Bu bakımdan tırnağını dünyaya batıran ve bununla beraber şeytanın hilelerinden kurtulmak isteyen bir kimse, âdeta tepeden tırnağına kadar bala dalmış, sonra sivrisineklerin gelip bedenine konmayacağını sanmış bir kimse gibi olur, bu ise muhaldir. O halde dünya şeytanın vesvesesi için büyük bir kapıdır ve vesvesenin bir tek kapısı yoktur, aksine birçok kapısı vardır.

Hükemadan birisi şöyle demiştir: ´Şeytan günahlar yönünden Âdemoğlu´na başvurur. Eğer Ademoğlu bu yönden kendisine itaat etmezse, nasihat yönünden ona gelir, onu bir bid´ate götürünceye kadar devam eder. Eğer burada da âdemoğlu şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine sakınma ve takva yönünden şiddete başvurmayı emreder. Öyle ki insanoğlu haram olmayan şeyleri bile haram bilir, eğer burada da şeytana itaat etmezse şeytan onu abdest ve namazından şüpheye düşürür. Öyle ki, vesveseli kimse ilmin dairesinden çıkar, eğer burada da şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine iyi amellerini hafif gösterir. Hatta insanlar onu sabırlı ve iffetli olarak görürler. Kalpleri ona meyleder. Bu sefer o da nefsine mağrur olur ve böylece helak olup gider! Bu durum meydana geldiği zaman ihtiyaç oldukça katılaşır. Çünkü bu, derecelerin sonudur ve şeytan bilir ki eğer bu kul bu dereceyi de geçerse, yakasını kendisinin elinden kurtarıp cennete varacaktır´.

81) İbn Ebî Dünya, İbn Adîy
82) Deylemî
83)Namaz bölümünde geçmişti.
84)Daha önce geçmişti
 
Alt 01-11-2009, 21:08   #17
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Riyazül nefs ve Tehzibil Ahlak ve Mualeceti Emrazil Kalb Konusuna Giriş

Tedbiriyle işleri evirip çeviren, herşeyi yerli yerine koyan, herşeyin sûretini en güzel şekilde yapan, insanın sûretini en güzel şekilde süsleyen, şekil ve miktarında eksiklik ve fazlalıktan onu koruyan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki, ahlâkların güzelleştirilmesini kulun ictihad ve çalışmasına havale etmiştir. Kulu korkutmak ve sakındırmak sûretiyle ahlâkın güzelleştirilmesine teşvik etmiştir. O ALLAH ki, tevfîkiyle iyi kullarına ahlâkın temizlenmesini kolaylaştırmıştır. Zor ve çetin işleri kolaylaştırmakla onlara minnet etmiştir. Salât ve selâm ALLAH´ın kulu, peygamberi, habîbi, safîsi, müjdecisi ve uyarıcısı olan Hz. Peygamber´in üzerine olsun! O Peygamber ki, peygamberliğin nûrları onun alnının kıvrımları arasından pırıl pırıl parlardı. Hakkın hakîkati onun hayâlinden ve zâhirinden görünürdü. Salât ve se-lâm onun âline ve ashâbına olsun! O âl ü ashâb ki, İslâm´ın yüzünü küfrün zulmet ve karanlıklarından tertemiz etmişler, bâtılın maddesini kökünden kazımışlardır. Bâtılın ne azı, ne de çoğuyla kirlenmemişlerdir.

Bunlardan sonra bil ki, güzel ahlâk, peygamberlerin efendisinin sıfatıdır. Sıddîkların amelinin en faziletlisidir. Güzel ahlâk, imanın yarısıdır, muttakîlerin mücahedesinin meyvesidir. Âbidlerin riyâzetidir. Kötü ahlâk ise öldürücü zehirdir. Beyin dağıtıcı felâketler, mahvedici rezâletler, rabb´ul âlemîn´in komşuluğundan uzaklaştırıcı habâsetler ve sahibini şeytanların eline teslim eden dalâletlerdir. ALLAH´ın tutuşturulmuş ateşine -ki onun acısı kalplere işler- açılan kapılardır, güzel ahlâkın, kalpten nimet cennetlerine, ALLAH´ın komşuluğuna açılan kapılar olduğu gibi... Kötü ahlâk nefsin hastalığı ve kalbin marazıdır. Ancak maddî hastalıkla arasında şu fark vardır. Kötü ahlâk ebedî hayatı öldüren hastalıktır! Bu bakımdan sadece bedeni yok eden hastalıkla bu korkunç hastalığın arasındaki nisbet kıyas edilmeyecek kadar büyüktür. Bedenlerin hastalığında fâni hayatın elden çıkmasından başka bir zarar olmadığı halde, tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almak için doktorların hummalı çalışmaları devamlı bir şekilde olmuştur ve oluyor. O halde kalp hastalıklarının tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almaya inayet göstermek daha evlâ değil midir? Çünkü kalplerin hastalığında ebedî hayatın mahvolması sözkonusudur. Doktorluğun bu çeşidi her akıllı insan için öğrenilmesi farz olan birşeydir. Zira, maraz ve hastalıklardan kurtulmuş olan hiçbir kalp yoktur. Bu bakımdan eğer ihmal edilirlerse hastalıklar birikir, illetler yekdiğerini takip eder ve biri diğerine yardımcı olur, böylece katmerleşir. Bu takdirde kul onların teşhisinde sebeplerinin bilinmesinde engin bir sezişe muhtaç olur. Sonra onları tedavi ve ıslah etmek için çalışmaya ve didinmeye mecbur kalır.

Bu bakımdan onların tedavisi ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesiyle murad edilmiştir.

Nefsini yücelten iflah olmuştur. (Şems/9)

Bu tedaviyi ihmal etmek ise, ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîle-siyle kastolunmuştur:

Onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/10)

Biz bu kitapta kalp hastalıklarının birçok kısımlarına işaret edeceğiz. Kısa olarak onların tedavisi hakkındaki sözün keyfiyetine, hastalıkların hususi ilacının tafsilatına girmeksizin değineceğiz. Çünkü bu tafsilat, Mühlikât kısmının başka bölümlerinde gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz; ahlâkı güzelleştirmeye genel bir bakış ve yolunu hazırlamaktır. Biz burada bunu anlatacak ve daha iyi anlaşılması için de beden tedavisini örnek alacağız. Bunu da güzel ahlâkın fâziletini anlatmakla açığa kavuşturacak ve sonra güzel ahlâkın hakikatini beyan edecek, sonra güzel ahlâka götüren sebepleri anlatacak, sonra ahlâkın güzelleştirilmesine yarayan yolları ayrıntılı olarak anlatacağız. Sonra nefislerin riyâzetini, sonra kalp hastalığının bilinmesinin alâmetlerinin beyanını, sonra insanoğlunun nefsinin ayıplarını bilmesinde vesile olan yolların açıklamasını, sonra kalplerin tedavi yolunun ancak şehvetleri bırakmaya bağlı olduğu hakîkatinin naklî delillerinin açıklamasını, sonra güzel ahlâkın alâmetlerinin açıklamasını, sonra gelişmelerinin başlangıcında çocukların riyazetindeki yolun açıklamasını, sonra iradenin ve mücahedenin başlangıçlarının açıklamasını yapacağız. Bunlar bu kitabın maksad ve hedeflerini toplayan onbir kısımdan ibarettir.
 
Alt 01-11-2009, 21:13   #18
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Güzel Ahlâk ile Kötü Ahlâk´ın Hakikati

İnsanlar güzel ahlâkın hakikati hakkında ve ne olduğu hususunda oldukça fazla konuşmuşlardır. Buna rağmen onun hakikatini şerhetmeye bir türlü yanaşmamışlar, ancak onun ürünlerinden ve faydalarından bahsetmişlerdir. Sonra faydalarının da tamamını zikretmemişlerdir. Her biri güzel ahlâkın meyvelerinden kalbine geleni, zihninde hazır bulunanı zikretmiştir. Güzel ahlâkın tarifini zikretmeye bir türlü önem verip de açıklamaya yönelmemişlerdir. Güzel ahlâkın bütün meyvelerini kapsayıcı hakikatini, ayrıntılı, derli toplu bir şekilde anlatmamışlardır. Buna misâl olarak, Hasan Basrî´nin şu sözü gösterilebilir:
´Güzel ahlâk; güler yüzlülük, cömertlik ve insanları ezmemek demektir´.

Vâsıtî de şöyle demiştir:
´Güzel ahlâk hiç kimse ile çekişmemek ve hiç kimseyi çekiştirmemektir. Bu da ALLAH Teâlâ´yı iyi bilmekten ileri gelir´.

Şâh b. Şucca el-Kirmânî de şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, eziyet vermemek ve meşakkatleri yüklenmektir´.

Başkası da ´Güzel ahlâk, kişinin insanlara yakın olmasına rağmen onların arasında yabancı gibi olmasıdır´ der.

Vâsıtî bir defasında da şöyle demiştir:
´Güzel ahlâk, genişlik ve darlıkta halkı razı etmeye çalışmaktır´.

Ebu Osman el-Mağribî şöyle demiştir:
´Güzel ahlâk, ALLAH´tan razı olmaktır´.

Sehl et-Tüsterî´den güzel ahlâkın ne olduğu soruldu. Cevap olarak dedi ki: ´Güzel ahlâkın en küçük derecesi meşakkatlere göğüs germek, karşılık beklememek, zâlime merhamet etmek, onun için af dilemek ve bütün insanlara (veya zâlime) karşı şefkatli olmaktır´.

Başka bir zaman da şöyle dedi: ´Güzel ahlâk rızık konusunda kaygılanmamak ve ALLAH´a güvenmektir. ALLAH Teâlâ´nın kuluna kefil olduğuna ve vereceğine inanmak, ALLAH´a itaat edip kendi-siyle ALLAH arasında ve insanlarla olan münasebetlerinde ALLAH´a isyan etmemektir´.

Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:
´ Güzel ahlâk üç haslettedir: Haramlardan sakınmak, helâli aramak, çoluk çocuğuna kısmadan normal nafakasını vermektir´.

Hallac-ı Mansur şöyle demiştir:
´Güzel ahlâk, hakkı araştırdıktan sonra halkın eziyetinin tesir etmemesidir´.

Ebu Said el-Harraz şöyle demiştir:
´Güzel ahlâk, senin ALLAH´tan başka bir maksadının olmamasıdır´.

Bu ve benzeri sözler pek çoktur. Bütün bunlar, güzel ahlâkın kendisini değil de meyvelerini anlatmak, semerelerini beyan etmektir. Sonra bu sözler bütün meyveleri de kapsamamaktadır. O halde güzel ahlâkın hakikatinden perdeyi kaldırmak, çeşitli sözleri nakletmekten daha evlâdır.

Halk (yaradılış ve sûret) ve hulk (ahlâk) beraberce kullanılan iki ibaredir. ´Filân adamın halk´ı ve hulk´u güzeldir´ denir. Yani ´bâtın ve zâhiri güzeldir´ demektir. Bu nedenle halk´tan zâhirî, hulk´tan da bâtınî sûret kastedilir. Bunun sebebi şudur: İnsan, gözle görülen bir beden ve basiretle görülen nefis ve ruhtan ibarettir. Bunların herbirinin bir heyet ve sûreti vardır. Bu heyet ve sûret, çirkin veya güzeldir. Bu bakımdan basiretle idrâk edilen nefis ve ruh, gözle idrâk edilen bedenden, kıymet bakımından daha büyüktür ve bunun içindir ki ALLAH Teâlâ, onu kendisine izâfe ederek değerini büyütmüştür. Zira ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti:
Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaradılışını tamamlayıp da ta-rafımdan ruh verdiğim zaman hemen ona secdeye kapanın!
(Sad/71-72)

Böylece ALLAH Teâlâ, bedenin çamura mensup olduğuna, ruhun da âlemlerin rabbine mensup olduğuna dikkati çekmiştir. Burada ruh ve nefis´ten kasdedilen mânâ aynı şeydir. Bu bakımdan hulk, nefiste kararlaştırılmış bir heyetten ibarettir ki in-sanların fiilleri kolaylıkla o heyetten çıkar. Düşünce ve tefekküre ihtiyaç olmaksızın oradan neşet eder. Eğer o heyet, kendisinden şer´an ve aklen güzel fiiller çıkacak şekilde ise, ona güzel ahlâk ismi verilir. Eğer o heyetten çıkan fiiller çirkin ise, çıkış noktası olan o heyete kötü ahlâk adı verilir. Biz neden ´Ancak o nefiste ka-rarlaştırılmış bir heyettir´ dedik? Çünkü ârızî bir sebepten dolayı arada sırada cömertlik yapan bir kimse için bu ahlâk, onun nefsinde karar kılmadıkça ´onun ahlâkı cömertliktir´ denilmez! O cömert sayılmaz. Biz, fiillerin -düşünmeksizin- kolayca oradan çıkışını şart koştuk. Çünkü zoraki bir şekilde cömertlik yapan veya öfkelendiği anda zoraki bir şekilde düşünerek nefsini zapt u rapt altına alan bir kimse için ´Ruhunun ahlâkı cömertlik ve halîmliktir´ denilmez.

Bu bakımdan burada dört şey vardır:

1.Çirkinin ve güzelin fiili
2.Bunlara muktedir olması
3.Bunları bilmesi
4.Nefsin bir heyetidir ki nefsi onun vasıtasıyla iki taraftan birisine meyleder ve onun vasıtasıyla iki taraftan birisine -güzellik veya çirkinliğe- müsait olur.

Hulk fiilden ibaret değildir. Çünkü nice şahıs vardır ki onun ahlâkı cömertliktir, fakat veremez. Ya malı yoktur veya herhangi bir engel mevcuttur ve bazen de ahlâkı cimrilik olur, buna rağmen verir. Bu verme ya riyadan dolayıdır veya herhangi bir iteleyici sebeptendir. Hulk kuvvetten de ibaret değildir. Çünkü kuvvetin vermeye ve vermemeye de nisbeti aynıdır. Her insan fıtraten, vermek ve vermemek üzere kudretli olduğu halde yaratılmıştır. Böyle yaratılması, ne cimrilik ahlâkını, ne de cömertlik ahlâkını gerektir-mez. Hulk aynı zamanda mârifetten de ibaret değildir. Çünkü mârifet hem güzele, hem de çirkine bir yön üzerine taallûk eder. Hulk dördüncü mânâdan ibarettir. O mânâ da nefisten vermeyi veya vermemeyi çıkartan heyet demektir. Bu bakımdan hulk, nefsin heyetinden ve onun bâtınî sûretinden ibarettir. Nasıl ki zâhirî sûretin güzelliği, mutlak mânâda burun, ağız ve yanak olmaksızın, sadece iki gözün güzelliğiyle tamamlanmıyorsa, zâhirin güzelliğinin tamamlanması için bütün bunların güzelliği gerekiyorsa, tıpkı bunun gibi iç âlemde de dört rükûn vardır. Ahlâk güzelliğinin tamamlanması için, bütün o rükûnların da güzel olması gerekir. Bu dört rükûn eşit olup mutedil ve birbirine uygun oldukları zaman, güzel ahlâk tamamlanmış olur. O rükünler de hilmin, gazabın, şehvetin ve bu üç kuvvet arasında adaletin kuvvetidir.

İlim kuvvetine gelince, onun güzellik ve elverişliliği; onunla sözlerde doğruluk ile yalanın, inançta hak ile bâtılın ve fiillerde güzel ile çirkinin arasını kolayca farketmek raddesine gelmesi demektir, Bu kuvvet elverişli olduğu zaman, ondan hikmet meyvesi elde edilir. Hikmet ise, güzel ahlâkın başıdır. Bu hikmet hakkında ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur;

Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiş demektir. (Bakara/229)

Gazap kuvvetine gelince, onun güzelliği demek, inkıbazı (tutulması) ve inbisatı (kabarması), Hikmet´in istediği çizgide gelişmesi demektir. Şehvet de böyledir. Onun güzellik ve elverişliliği hikmetin işaretinin doğrultusunda olmasıdır. Hikmet işaretinden, aklın ve ilâhî nizamın işaretini kastediyoruz.

Adalet kuvvetine gelince, aklın ve ilahî nizamın işareti altında şehvet ile gazabı zaptetmek demektir. Bu bakımdan aklın misâli, nasihatçi bir müsteşarın misâline benzer. Adl´in kuvveti, kudretin ta kendisidir. Onun misâli ise, aklın işaretine uyarak yürüyüp in-faz edenin misalidir.

Kendisinde infaz işaret edilen ise gazap´tır. Gazab´ın misâli av köpeğinin misâlidir. Av köpeği işarete göre koşacak veya duracak derecede kendisini eğiten birisine muhtaçtır. Nefsin, şehvetinin heyecanıyla hareket etmemesi için, böyle bir eğiticinin varlığı gereklidir. Şehvetin misâli ise, av peşinde koşturmak için binilen atın misâlidir. Bu at bazen talimli ve terbiyeli olur. Bazen de serkeş olur. Bu bakımdan bu hasletler kimde eşit ve normalse o mutlak mânada güzel ahlâklıdır, Bu hasletlerin bir kısmının normal, bir kısmının normal olmadığı kimse sadece o normal hasletlere göre güzel ahlâklı sayılır. Tıpkı fizikî yönden yüzünün bir kısmı güzel, bir kısmı güzel olmayan bir kimse gibi... Gazap´tan gelen kuvvetin güzellik ve itidali şecâat diye isimlendirilir. Eğer gazap kudreti, îtidal sınırını geçer ifrata meylederse, onun ismine tehevvür denilir. Eğer zâfiyet ve noksanlığı (tefrite) meylederse, onun ismine korkaklık denir. Eğer şehvet kuvveti fazlalık tarafına kayarsa, adı oburluk olur. Eksiklik tarafına kaydığı takdirde adı donukluk´tur. Dinen övülen kısmı ise bu iki derecenin ortasıdır. Fazilet de bu orta derecededir.

İfrat ve tefrit tarafları ise hem rezil, hem de kötüdür. Adalet yok olduğu zaman onun ne fazla, ne de eksik tarafları yoktur. Aksine onun zıddı ve tam karşıtı vardır ki o da zulümdür. Hikmet ise, kötü gayelerde kullanıldığı zaman onun ifrat derecesine habâset ve cerbeze adı verilir. Tefrit tarafına da ahmaklık denir. Bu iki tarafın arasındaki orta ve normal yön ise, hikmet ismiyle özellik kazanmıştır. Durum bu iken, ahlâkın esası dörttür:

1.Hikmet
2.Şecâat
3.iffet
4.Adalet

Hikmet´ten bizim gayemiz; nefsin bir durumudur ki nefis onun vasıtasıyla bütün ihtiyarî fiillerde doğruyu yanlıştan ayırır.

Adalet´ten gayemiz; nefsin bir durumu ve kuvvetidir ki, nefis onunla gazap ve şehvet kuvvetlerini idare edip onları hikmetin istediği istikamete sevkeder. Hikmetin işaretine göre, onları kışkırtır veya frenler.

Şecaat´ten gayemiz; gazap kuvvetini göndermekte ve durdurmakta akla itâat etmesidir.
İffet´ten gayemiz; aklın, şehvet kuvvetini ilahî nizamın edebiyle edeblendirmesidir. Bu bakımdan bu dört esasın mûtedil ve normal oluşundan bütün güzel ahlâklar doğup meydana gelmektedir.. Zira akıl kuvvetinin normal oluşundan ´güzel tedbir´, ´çalışan zihin´, ´kavrayıcı rey´, ´isabetli zan´, ´amellerin inceliklerine ve nefsin âfetlerinin gizliliklerine karşı uyanık bulunmak´ durumları doğup meydana gelir.

Onun ifratından cerbeze, hile, kandırma ve dâhilik doğup meydana gelir, tefritinden ahmaklık, gammare (bönlük), saflık ve delilik çıkar. Gammare´den gayem; hayâlin selâmetiyle beraber, işlerde tecrübenin azlığı demektir. Zira insanoğlu birşeyde tecrübesiz, başka bir şeyde tecrübeli olabilir. Hamâkat ile delilik arasındaki fark ise şudur: Ahmak bir kimsenin hedefi doğrudur, fakat yürüdüğü yol yanlıştır. Bu bakımdan onun hedefe götüren yolda yürümesinde sahih bir düşüncesi yoktur. Mecnun bir kimse ise, o seçilmesi uygun olmayan bir şeyi seçer. Bu bakımdan onun seçişinin temeli bozuktur.

Şecâat ahlâkına gelince, ondan cömertlik, yardım, şehamet, nefsi kırmak, eziyetlere göğüs germek, hilm, sabırlı olmak, öfkeyi yutmak, vekar, sevgi ve benzerleri doğup meydana gelir. Bütün bunlar güzel ahlâklardır. Onun ifratı ise tehevvürdür. Tehevvür´den kibir, gurur, acele kızmak, ucub meydana gelir. Tefritine gelince, ondan rezalet, zillet, üzüntü, hasislik, nefsin küçüklüğü, farz olan hakkı yerine getirmekten kaçınmak gibi rezil ahlâklar meydana gelmektedir. İffetin ahlâkına gelince, iffetten cömertlik, hayâ, sabır, müsamaha, kanâat, verâ, letâfet (incelik), yardım, zariflik ve az tamahkârlık meydana gelmektedir.

Onun ifrat veya tefrite meyletmesine gelince, bundan harislik, oburluk, hayâsızlık, habaset, mubezzirlik, kusurluluk, riyâkârlık, mecnunluk, fuzulî meşguliyet, yağcılık, hased, başkasına isabet eden mu-sibetle sevinmek veya küfürbazlık, zenginlere yağcılık, fakirleri hakir görmek ve benzeri rezil ahlâklar doğup meydana gelir. Bu bakımdan, güzel ahlâkın temelleri bu dört fazilettir: Onlar da hikmet, şecâat, iffet ve adalettir. Diğerleri ise bunların dallarıdır.

Bu dört haslette kemâl derecesine, Hz. Peygamber´den başkası erişememiştir. Hz. Peygamber´den sonra insanlar bu hususta yakınlık ve uzaklıkta çeşitli derecelere ayrılırlar. Bu bakımdan bu ahlâkta Hz. Peygamber´e yaklaşan herkes ALLAH´a yakındır. Bu yakınlığı da Hz. Peygamber´e olan yakınlığı nisbetindedir. Kim bu ahlâkları kemâl derecesinde nefsinde toplamış olursa, halk arasında emrine itaat edilen ve bütün insanların müracaat kaynağı olan bir padişah olmaya hak kazanır. Herkes bütün fiille-rinde ona uyar ve uymalıdır. Bu ahlâkların tamamından uzaklaşan ve zıdlarıyla sıfatlanan bir kimseye gelince, o kimse memleketten ve insanlar arasından sürgün edilip çıkarılmaya müstehak olur. Çünkü böyle bir kimse ALLAH´ın rahmetinden uzaklaştırılmış ve kovulmuş şeytana pek yaklaşmıştır. Bu bakımdan onu uzaklaştırmak uygun olur. Nitekim birincisinin ALLAH Teâlâ´ya mukarreb meleğe yakın olduğu gibi... Bu bakımdan birincisine uymak gereklidir ve ona yaklaşmak uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) ancak güzel ahlâkı tamamlamak için nübüv-vet ile vazifelendirilmiştir. Nitekim kendilerinin de buyurdukları gibi...

Kur´an, mü´minlerin sıfatlarını sayarken bu ahlâklara işaret ederek şöyle buyurmuştur:


Mü´minler ancak o kimselerdir ki, ALLAH´a ve peygamberine iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler ve ALLAH yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler sâdıkların ta kendileridir.
(Hucurât/15)

Bu bakımdan şeksiz ve şüphesiz ALLAH´a ve Hz. Peygamber´e iman, yakînin kuvveti, aklın meyvesi ve hikmetin zirvesidir. Malla mücâhede etmek, şehvet kuvvetini zapt u rapt altına almaya dönüşen cömertliktir. Nefisle mücâhede etmek, gazap kuvvetini normal sınırda ve aklın gereğine göre kullanmaya dönüşen şecaattir. ALLAH Teâlâ, ashâb ı kirâmı vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Kâfirlere karşı şiddetlidirler, aralarında merhametlidirler. (Feth/29)


Bu ilâhî hüküm, şiddet için bir yerin olduğuna, rahmet için de başka bir yerin olduğuna işarettir, Bu bakımdan her durumda şiddette kemâl olmadığı gibi, rahmette de kemâl yoktur. Aksine herbirinin yeri ayrı ayrıdır. İşte bu, ahlâkın güzelliğinin ve çirkinliğinin beyanıdır. Rükûnların, meyve ve dallarının bahsidir.
_______________
___
 
Alt 01-11-2009, 21:55   #19
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Riyazet Yoluyla Ahlâk´ın Değişmeyi Kabul Etmesi

Tembel bir kimseye mücahede etmek, nefsi riyazete çekmek, nefsini temizlemek ve ahlâkını güzelleştirmek ağır gelir. Nefsin bu hâlinin kusurluluğundan, eksikliğinden ve kötü müdahelesinden ileri geldiğini bir türlü kabul etmek istemez. Bu bakımdan bu kişi, ahlâkın değişmesinin düşünülemeyeceğini, tabiatların değişmez olduğunu iddia ederek iki delil ile bu iddiasını isbata kalkışır.

1. Ahlak bâtının sûretidir. Nitekim şeklin, zâhirin sûreti olduğu gibi,... O halde kişi, zahirî hilkati değiştirmeye güç yetiremez. Kısa boylu bir kimse kendisini uzun boylu yapamaz. Uzun boylu bir kimse de boyunu kısaltamaz. Çirkin bir kimse sûretini güzelleştirmeye muktedir değildir. Bâtınî çirkinlik de aynen öyledir.

2. Ulemâ ´Güzel ahlâk ancak şehvet ve öfkenin silinmesiyle mümkündür´ demişlerdir. Oysa biz, uzun mücahede yapmak sûretiyle bunu denedik ve bildik ki bu, mizaç ve tabiatın isteğindendir. Hiçbir zaman insanoğlundan şehvet ve öfke ayrılmaz. Bu bakımdan insanoğlunun şehveti, nefsinden ayırmak için çalışması, faydasız bir şekilde vaktini boşa harcamaktır. Çünkü amaç, kalbin geçici zevk ve sefâlara dalmasını önlemektir. Bu ise, varlığı muhal bir şeydir.

Bu bakımdan cevap olarak deriz ki, ahlâklar değişmeyi kabul etmeseydi, nasihatlar, va´zlar ve edeblendirmeler bâtıl olup faydasız kalırdı! Hz. Peygamber (s.a) ´Ahlâkınızı güzelleştiriniz´36 buyurmazdı. Ahlâkın değişmemesi, Ademoğlu hakkında nasıl düşünülebilir? Oysa hayvanların huylarının bile değişmesi mümkündür. Zira doğan kuşu vahşetten yakınlaşmaya dönebilmektedir, Köpek, oburluğunu frenleyip avı sahibine bırakmaya alışmaktadır. At, serkeşlikten uysallık ve itaata geçmektedir. Bütün bunlar ahlâkların değiştirilmesidir. Bu konunun yüzünden perdeyi kaldıracak söz şudur:

Varlıklar, aslında ve tafsilinde insanların hiçbir dahli ve ihtiyarı olmayan kısımlara; gök, yıldızlar, bedenin iç ve dış ve âzâları, hayvanların diğer parçaları ve sonuç olarak kâmil bir şekilde var olanın, varlığından ve kemâlinden tamamen ayrılan şeyler ve eksik bir şekilde var olup şartı mevcut olduktan sonra kemâlin kabulü için kendisinde bir kabiliyet yaratılan kısımlara ayrılmaktadır. Bu ikinci kısmın şartı bazen kulun ihtiyarına bağlıdır.

Şöyle ki, hurma çekirdeği, bilfiil ne elma ve ne de hurmadır. Ancak insan müdahele edip, terbiye verdiği zaman, hurma olabilmesi mümkün olacak şekilde yaratılmıştır. Bu hurma çekirdeği terbiye edilse bile elma olmaz. Madem ki hurma çekirdeği, insanın müdahelesinden etkilenir, bazı durumları değil de bazılarını kabul eder, o halde öfke ve şehvet de böyledir. Biz onların silinmesini ve tamamen ortadan kaldırılmasını istediğimiz zaman, onları etkisiz bırakmak azminde olduğumuz an, buna asla bizim gücümüz yetmez ve yetmemiştir. Eğer onların uysallaştırılmasını, riyazet ve mücâhede sûretiyle itaat edecek şekle sokulmasını istesek, buna gücümüz yeter. Zaten biz bununla emrolunduk ve böyle yapmak bizim kurtuluşumuzun ve ALLAH´a varışımızın sebebi olur. Evet! Tabiatlar çeşitlidir, bazıları çabuk

terbiye kabul eder. Bazıları da geç kabul ederler. Tabiatların çeşitli oluşunun iki sebebi vardır.

I. Fıtratta bulunan kuvvet ve bu kuvvet var oldukça devam etmesidir. Zira şehvet, öfke, gururun kuvveti insanoğlunda mevcuttur. Fakat bunların en zor ve en geç terbiye olanı şehvet kuvvetidir.

Zira şehvet kuvveti, bütün kuvvetlerden daha önce varolan bir kuvvettir. Zira çocuğun yaratılışının başlangıcında şehvet yaratılır,sonra yedi yaşından itibaren de öfke kendisi için yaratılır. Bundan sonra temyiz ve ayırdetmek kuvveti kendisinde yaratılır.

II. İnsan kendisinde bulunan bir huyunu beğenir ve ona uygun davranışlarda bulunur ve bunlara devam ederse, o huy kendisinde iyice yerleşir ve onu söküp atmak zor olur. İnsanlar bu hususta dört mertebeye ayrılır:

Birinci Mertebe: Gaflette olan insandır ki hak ile bâtılı, güzel ile çirkini farketmez. Hatta yaratıldığı gibi kalmış, bütün inançlardan boş, lezzetlere tâbi olup şehveti de tamamlanmamıştır. Böyle bir kimse tedaviyi çabuk kabul eder. Bu sadece bir muallime, mürşide ve nefsinden onu hayra iteleyici bir kuvvete muhtaçtır ki onu mücahedeye sevketsin, böylece en yakın ve en kısa zamanda ahlâkı güzelleşsin!

İkinci Mertebe: Çirkini bilir, fakat sâlih amel yapmayı âdet edinmemiştir. Hatta kötü ameli kendisine süslü gösterilmiştir. Onu alışkanlık haline getirmiştir. Bütün bunlar şehvetlerine itaat edip, bildiği doğrudan yüz çevirdiği için olmuştur! Bu da şehvetin kendisine galebe çalmasından ileri gelmiştir. Fakat amelinde kusurlu olduğunu bilir. Bu kimsenin durumu, birincisinin durumundan daha zordur. Zira bunun vazifesi daha fazladır. Buna gereken vazife, önce nefsinde yerleşen fesadı söküp atmaktır. Sonra nefsinde salâh ve takvâ sıfatını yerleştirmektir. Fakat bu kimsenin her durumunda riyazete tâbi tutulmaya kabiliyeti vardır. Eğer ciddiyet ve samimiyetle yanaşmak istiyorsa, terbiyeye elverişlidir.

Üçüncü Mertebe: Çirkin ahlâkı hakkında, o ahlâklarla ahlâklanmanın vâcib ve güzel olduğuna inanmak, o ahlâkları hak ve güzel görmek ve onlar üzerinde ilerlemektir. Böyle bir kimse, tedavisi neredeyse mümkün olmayacak bir kimsedir. Bu kimsenin salâh ve takvâya yanaşma ihtimali çok zayıftır. Bunun sebebi ise, dalâlet ve sapıklığın sebeplerinin bu adamda birikmesidir.

Dördüncü Mertebe: Fazileti, bozuk düşüncenin temeli üze-rinde gelişmekle ve onunla amel etmeye alıştırılmakla beraber oburluğun çokluğunda ve nefisleri helâk etmesinde görmez. Böbürlenmesinin ve böyle yapmasının kıymetini artırdığını zanneder. Bu mertebe daha önce bahsi geçen mertebelerin hepsinden daha çetindir ve bunun hakkında şöyle denilmiştir:

İhtiyarı riyazete tâbi tutmak zahmet çekmektir. Kurdu terbiye etmeye çalışmak da azap vermektir!´ Bu sınıflardan birincisi sadece câhildir. İkincisi câhil ve sapıktır. Üçüncüsü, câhil, sapık ve fâsıktır. Dördüncüsü, câhil, sapık, fâsık ve şerirdir. Onların delil olarak ileri sürdükleri diğer hayâle gelince, o hayal onların şu sözüdür: Âdemoğlu hayatta oldukça onun şehvet ve öfkesi kesilmez. Dünya sevgisi ve diğer sıfatları ortadan kalkmaz. Bu görüş, bir grubun yanılmasıdır. Bu grup zannetmiştir ki, mücahededen gaye bu sıfatları tamamen ortadan kaldırıp silmektir. Oysa bu sıfatların tamamen kaldırılması uzak bir ihtimaldir. Çünkü şehvet esasında bir fayda için yaratılmıştır. İnsanın yaratılışında şehvetin olması zarurîdir. Eğer yemek şehveti kesilirse, insanoğlu helak olur. Eğer cinsî ilişkinin şehveti kesilirse nesil son bulur. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, insan kendi nefsini helâk eden birşeye karşı koymaz ve helâk olur! Madeni ki şehvetin aslı kalıcıdır, o halde insanoğlunu şehvete götüren mal sevgisi de kalıcıdır. Öyle ki bu sevgi, onu mal edinmeye sevkeder. Oysa mücahededen gaye; bu sıfatları tamamen ortadan kaldırmak değildir. Aksine, bu sıfatları normale dönüştürmektir. İfrat ve tefritin ortasını bulmaktır. Öfke sıfatından gaye, korunmaktır. Kısacası kişinin kuvvetli olması, kuvvetiyle beraber aklına itaat etmesidir. Bunun için de ALLAH Teâlâ Feth sûresinin 29. ayetinde

Kâfirlere karşı şiddetli ve aralarında merhametlidirler´ buyurmuştur. Dikkat edilirse, ALLAH Teâlâ müslümanları şiddetle vasıflandırmıştır. Oysa şiddet ancak öfkeden doğup meydana gelir. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, cihad, da kalkar. Acaba şehvet ve öfkenin tamamen ortadan kaldırılması nasıl kastedilebilir? Oysa peygamberler bile şehvet ve öfkeden tamamen sıyrılmamışlardır. Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Ben sadece bir beşerim. Beşerin öfkelendiği gibi öfkelenirim.37

Hz. Peygamber´in huzurunda hoşuna gitmeyen birşey konuşulduğu zaman, mübarek yanakları kıpkırmızı kesilecek derecede öfkelenirdi. Fakat hakikatten başkasını söylemezdi. Hz. Peygamber´in öfkesi, onu hakikatin çerçevesinden çıkarmazdı ve nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını bağışlıyanlar... (Âlu İmran/134)

Dikkat edilirse, ALLAH Teâlâ ´Öfkelerini kaybedenler´ dememiştir. Bu bakımdan öfke ve şehveti normal sınırda tutmak, akla galip gelmeyecek şekilde onları terbiye etmek, hatta onları aklın himayesi altına almak, aklı onlara hâkim kılmak mümkündür. İşte ahlâkın değiştirilmesinden gaye budur. Çünkü çoğu zaman şehvet, insanoğlunu tahakküm altına alır. Öyle bir hâle getirir ki insanın aklı o şehvetin fuhşiyata dönüşmesini önleyemez. Fakat riyazet yapmak sûretiyle şehvet normal sınıra çekilebilir ve görülüyor ki böyle olmak mümkündür. Tecrübe ve müşahede buna delâlet etmektedir. Ahlâkta ifrat ve tefrit değil de normalin matlûb olduğuna delâlet eden delil şudur: Cömertlik, şer´an ve dinen övülen bir ahlâktır. Kaldı ki cömertlik, israf ile cimrilik arasında bir ahlâktır. ALLAH Teâlâ cömerti medh u sena ederek şöyle buyurmuştur:

Ve harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur.(Furkan/67)

Elini boynuna bağlama, büsbütün de onu açıp israf etme ki sonra kınanmış olursun ve eli boş, açıkta kalırsın!(İsrâ/29)

Böylece yemek şehvetinde de gaye, donukluk ve oburluk değil, normal hareket etmektir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Ey Ademoğulları! Her namazınızda süslü elbisenizi giyin. Yeyin, için, israf etmeyin; çünkü ALLAH israf edenleri sevmez!(A´raf/31)

Onun beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.(Feth/29) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

İşlerin en hayırlısı orta (mutedil) olanlarıdır.38

Bunun bir sırrı ve tahkiki vardır; kişinin saadeti, kalbinin dünya âleminin ârızlarından selâmet bulmasına bağlıdır.

Ancak selîm kalple ALLAH´a gelen müstesnadır. (Şuara/89)

Cimrilik dünya ârızlarındandır. İsraf da onun gibi dünya ârızlarındandır. Kalbin şartı, bunların ikisinden selim kalmasıdır. Yani mala iltifat edip onun dağıtılmasına veya tutulmasına haris olmamasıdır. Çünkü infak etmekte haris olan bir kimsenin kalbi infaka, malı tutmakta haris olan bir kimsenin kalbi de malı tutmaya meyleder. Bu bakımdan kalbin kemâli, bu iki vasıftan da uzaklaşmasıdır. Eğer bu mümkün olmazsa, her iki vasfın da bulunması gerekir. O da orta derecedir. Zira ılık su, ne sıcak ve ne de soğuktur, bunların arasında bir derecedir. Sanki sıcaklık vasfından da soğukluk vasfından da uzaktır. Böylece cömertlik de israf ile cimrilik arasındadır. Şecâat, korkaklık ile tehevvür arasındadır. İffet, oburluk ile donukluk arasındadır. Diğer ahlâklar da böyledir. Bu bakımdan işlerin ifrat ve tefrit tarafları kötüdür. İşte güzel olan da budur ve bu da mümkündür. Evet! İrşad edici şeyhe, müridine, öfkeyi tamamen çirkin göstermek, cimriliği kötülemek vâcib olur. Bu hususta ona ruhsat vermemesi lâzımdır. Çünkü mürşid, müridine burada en küçük bir ruhsat verdi mi,mürid onu kendisi için özür kabul ederek cimriliğini ve öfkesini devam ettirmekte kendisini mâzur görecektir. Kişi bunun esasını sökmesini kastedip bu hususta mübalağa gösterdiği zaman, onun hiddetinin kırılması mümkün olur. Normal şekle dönse bile, mürşid buna râzı olmamalı, tamamının yok olmasına çalışmalıdır ki istenilen sonuca varılabilsin! Bu bakımdan bu sır, mürid için keşfolunmaz. Çünkü bu yer, ahmak insanların böbürlenme yeridir. Zira ahmak kimse, nefsi hakkında zanneder ki öfkelenmesi haklıdır, mal tutması haktır

36) Ebu Bekir b. Lâl
37) Müslim
38) Beyhakî
 
Alt 01-11-2009, 21:58   #20
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Güzel Ahlâk´a Ulaştıran Sebepler

Anlaşıldı ki güzel ahlâk, akıl kuvvetinin îtidal ve normal derecesine, hikmet´in kemâline, öfke ve şehvet kuvvetinin normal olup akla ve şeriate itaat etmesine bağlıdır. Bu normallik, iki yönden meydana gelir.

1.İlâhî bir cömertlikle, fıtrî bir kemâlle hâsıl olur. Öyle ki insan, kâmil bir akıl ile doğar. Güzel ahlâklı olarak dünyaya gelir.Hatta şehvet ve gazabı da korunmuştur! Onun şehvet ve öfkesi,akla ve ilâhî nizama itaat edecek ve normal bir şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan bu kimse öğrenmeksizin âlim olur.
Öğrenmeden terbiyeli olur. Örneğin Hz. İsa (a.s), Hz. Yahya (a.s) ve bütün peygamberler böyledir. Tabiat ve yaratılışta gayret sûretiyle elde edilen bir şeyin bulunması uzak bir
ihtimal değildir. Nice çocuklar vardır ki doğru lehçeli, cömert, cesaretli olduğu halde yaratılmıştır ve bazen de bunun aksi olur. Arıcak bu vasıflar
alıştırma yoluyla ve güzel ahlâkla ahlâklanmış kimselerle oturup-kalkmak sûretiyle elde edilir.

2.Bu ahlâkları mücahede ve riyazet yoluyla elde etmektir. Bundan gayem, nefsi güzel ahlâkın istediği hareket ve fiillere zorlamaktır. Mesela cömertlik ahlâkını elde etmek isteyen bir kimse için yol cömertlik fiilini âdet haline getirmek için nefsini zorlayarak alıştırmaktır. Bu da malın verilmesi demektir. Daimî bir şekilde mal vererek bunu zoraki bir şekilde nefsine kabul ettirmeli ve bu hususta nefsiyle mücahede etmelidir. Ta ki bu, nefsi için tabiîleşip kolay hale gelinceye kadar... Böylece nefis, cömert olur.
Böylece nefsine tevazu ahlâkını kazandırmak isteyen bir kimse,nefsine kibir ve gurur galip geldiği halde şu yolda onu elde edebilir: Uzun bir müddet mütevazi kimselerin fiillerine devam etmeli ve bu devamlılık müddetince nefsiyle mücahede edip zoraki bir şekilde onu bu yöne sevketmelidir. Bu ahlâk, nefsin ahlâkı olup, onda tabiî bir şekil alıp, kolayca onda yerleşinceye kadar devam etmelidir. Şer´an ve dinen güzel ahlâkların tamamı bu yol ile elde edilir. Kişinin gayesi, kendisinden çıkan fiillerden zevk alması olmalıdır. Bu bakımdan verdiğinden dolayı, vermiş olduğu maldan zevk alan bir kimse cömert bir kimsedir. İstemeyerek veren bir kimse ise, cömert sayılmaz. Mütevâzi kimse ise, tevâzudan lezzet duyar. Dinî ahlâklar ancak nefis, güzel âdetlerin tamamını îtiyad haline getirince ve kötü fiillerin tamamını terkedince yerleşir. Güzel fiillere aşık olan ve onlardan zevk duyan bir kimsenin devam etmesi gibi bunlara devam etmedikçe ve aynı zamanda çirkin fiilleri kerih görüp onlardan elem duymadıkça, güzel ahlâk onun kalbinde yerleşmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Benim gözümün nûru, namazda kılındı.39

İbâdetlerin yapılması ve mahzurların terkedilmesi kerahet ve ağırlıkla beraber olursa, bu eksikliktir. Kul bununla saadetin kemâline erişemez. Mücâhede ile bunlara devam etmek hayırlıdır. Fakat hayırlı olması, terketmesine nisbetendir. İsteyerek yapmasına nisbeten değil... Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bir de sabır ve namazla ALLAH´tan yardım isteyin. Gerçi bu ağır gelir. Fakat saygılı kimselere değil....39) Nesaî(Bakara/45) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Rıza halinde ALLAH´a ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa istemediğin birşeye sabretmekte çok hayır vardır.40

Güzel ahlâktan ötürü va´dedilen saadete ermek için bazen ibadetten lezzet almak, mâsiyeti hor görmek, bazen de tam aksini hissetmek yeterli değildir. Aksine daimî ve hayat boyunca böyle olmalıdır ki güzel ahlâktan ötürü va´dedilen saadete hakkıyla erilsin! Hayat uzadıkça fazilet daha yerleşir ve daha kemâle erer ve bu sırra binaendir ki Hz. Peygamber´e saadet sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur:

Saadet, ALLAH´a ibadette uzun ömürlü olmaktır.41

Bunun için de peygamberler ve velîler ölümü hoş görmemişlerdir. Çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır. Hayatın uzamasıyla ibâdetler fazlalaşır, o nisbette de sevap çoğalır, nefsi de daha temiz olur. Ahlâk daha kuvvetlenir ve daha yerleşir, ibâdetlerin hedefi, kalbe tesir etmeleridir. Kalbe tesir etmeleri ise, ancak ibâdetlere devam etmekle mümkün olur. Bunlardan gaye, nefisten dünya sevgisini kesmek, ALLAH sevgisini yerleştirmektir. İnsanı öyle bir raddeye getirmektir ki ALLAH ile mülâki olmaktan, onun nezdinde, daha sevimli birşey olmamalıdır ve elindeki bütün imkânları kendisini ALLAH´a götüren yolda kullanmalıdır. İnsanın öfkesi ve şehveti insanın hizmetine verilen şeylerdendir. Bunların güzel kullanılması da ancak ilâhî nizam ve aklın terazisiyle ölçülmesine bağlıdır. Sonra onunla sevinmeli ve ondan lezzet almalıdır. Namazın gözün nuru olacak bir raddeye gelmesini, ibâdetin lezzet verici bir duruma ulaşmasını uzak sanmak uygun değildir. Çünkü âdet, nefiste bunlardan daha garip acaiplikleri istemektedir. Zira biz görürüz ki padişahlar ve servet sahipleri daimî üzüntüler içerisindedirler. Kumarcıyı görürüz
azen kumarından ve içinde kıvrandığı çirkin fiilinden ötürü öyle bir ferahlık ve lezzet duyar ki halkın kumarsız sevinmesi bunun yanında az sayılır. Oysa kumar, çoğu zaman kişinin malını tamamen giderir, evini yıkar, kendisini müflis bırakır. Bununla beraber kişi kumarı sever ve ondan lezzet alır. Oysa bu, uzun zamandan beri kumara olan alışkanlığmdandır.

Güvercin ve kuşlarla oynayan da böyledir. Bazen bütün gün ayakta, güneşin hararetinde bekler. Oysa kuşlara, hareketlerine, uçuşlarına, gökte halka olmalarına karşı duyduğu sevgiden ötürü o zahmetin elemini hissetmez. Hatta biz, aldatıcı fâsığı görürüz ki kendisi her türlü eza ve cefaya karşı sabır göstermekle iftihar eder. Bu hareketinden dolayı asılmaya bile sabır göstermekle böbürlenir. Bütün bunlarla beraber o nefsiyle mağrurdur. Bunlara karşı sabırlı olmasıyla iftihar eder. Hatta bunu nefsine böbürlenme vesilesi yapar. İçlerinden bazılarını yaptığını veya başkasının yaptığını ikrar ve itiraf etmek için azaları parça parça kesildiği halde inkârcılıkta ısrar ettiğini, kendisine tatbik edilen eziyetlere perva etmediğini görürsün. Mükemmellik, erkeklik ve kahramanlık kabul ettiği bu metânetinden dolayı sevinir. İçindeki azaba rağmen durumları kendisi için göz aydınlığı ve böbürlenmesinin sebebi olmuş olur. Hatta kadınlara benzetmek için tüylerini yolmak, yüzünü süslemek ve kadınlarla karışmakta muhannes bir kimsenin halinden daha kötü ve daha çirkin bir hâl olmadığı halde, buna rağmen görürsün ki muhannes kişi, bu halinden ötürü bir sevinç içindedir. Muhanneslikte mâhir olduğundan dolayı böbürlenmekte, muhanneslikteki bu durumu ile iftihar etmektedir. Hatta padişah ve âlimler arasında birbirlerine karşı iftihar yarışması yapıldığı gibi, hacamatçılar ve süpürgecilerin arasında da sanatlarından dolayı iftihar yarışmasının yapıldığını görürsün. Bütün bunlar, daimî bir şekilde bir tarza devam etmenin ve bunu âdet edinmenin sonuçlarındandır. Uzun bir müddet devam etmek, oturup-kalktığı ve tanıdığı kimselerde bunu görmek, böyle yapmasına yol açar. Bu bakımdan madem ki nefis, âdetten ötürü bâtıldan lezzet alıp ona ve çirkin şeylere meylediyor, o halde bir müddet hakka döndürüldüğü takdirde ve hakka devam etmesi sağlandığı müddetçe nasıl haktan lezzet almayabilir? Nefsin o kötü işlere meyletmesi tabiatı gereğidir. Çamurun yenmesine meyletmeye benzer. Zira çamur yemek, âdetin neticesi olarak bazı insanlarda galip gelir. Fakat nefsin hikmete, ALLAH sevgisine ve ALLAH marifetine meyletmesi ise tıpkı yemeye ve içmeye meyletmesi gibidir. Bu ise kalp tabiatının gereğidir. Çünkü bu rabbânî bir emirdir. Nefsin şehvet isteklerine meyletmesi aslında garip ve tabiatına sonradan gelmiştir. Kalbin gıdası hikmet, mârifet ve ALLAH sevgisidir. Fakat nefis, kendisinde vâki olan bir hastalıktan dolayı, tabiatının isteğinden uzaklaşmıştır. Nitekim insan midesinde hastalık olur ve bundan dolayı mide, yemek ve içmeyi istemez. Oysa bunların ikisi de midenin yaşamasının sebepleridir. Bu bakımdan ALLAH´tan başka herhangi birşeyin sevgisine meyleden her kalp, meyletmesi nisbetinde hastadır. Ancak o şey ALLAH sevgisinde ona yardımcı olduğu için seviyorsa, bu takdirde durum değişir. ALLAH´ın dininin sevgisinde kendisine yardımcı olan birşeyi sevmek, kalpte bir hastalığın varlığına delâlet etmez.

O halde kesinlikle anlaşıldı ki, bu güzel ahlâkları riyazet yoluyla kazanmak mümkündür. Riyazet demek, kendisinden çıkan fiilleri başlangıçta zoraki bir şekilde, sonra da kendisine tâbi olsun diye işlemek demektir. Bu ise kalp ile âzâlar arasındaki ilginin şaşılacak hallerindendir. Bundan gayem nefis ve bedendir. Zira kalpte beliren her sıfat, eserini âzâlar üzerinde gösterir. Hatta âzâlar, ancak o sıfata uygun olarak hareket ederler. Âzâların yaptığı her fiilden bir eser kalbe yükselir. Oradaki iş, devir ve teselsüldür. Bu ise bir misâl ile bilinir. Yazmakta usta olmak isteyen bir kimse için, kâtib (hattat) olabilmek için nefsî bir sıfat vardır. El ile bir kâtibin yaptığını yapmaktan ve uzun bir müddet buna devam etmek-ten başka kendisinin bir yolu yoktur. Bu ise güzel yazıyı hikâye etmektir. Çünkü kâtibin yaptığı güzel yazıdır. Bu bakımdan kendisini zorlamak sûretiyle kendisini kâtibe benzetmeye çalışmalıdır. Sonra durmadan buna devam etmelidir ki bu, nefsinde sâbitleşmiş bir sıfat olsun! Bu bakımdan sonunda güzel yazı, tabiî olarak bundan ortaya çıkacaktır. Tıpkı başlangıçta zoraki bir şekilde kendisinden ortaya çıktığı gibi.,. O halde yazısını güzelleştiren kendisidir. Fakat başlangıçta bu iş zorlukla oldu. Ancak bu zorluktan kalbe bir eser yükseldi. Sonra o eser kalpten âzâya (ele) indi. İşte böylece kişi, tabiî olarak, güzel yazı yazmaya başladı. Böylece fakîh olmayı isteyen bir kimse için fakîhlerin yaptıklarını yapmaktan başka yol yoktur. Onların fiilleri ise, durmadan fıkhı tekrar etmek, bunun tekrarlanmasından kalbine fıkıh sıfatı yükselinceye kadar buna devam etmektir, böylece fakîh olur. Böylece, cömert, namuslu, halîm ve mütevazi olmak isteyen bir kimsenin de, bu karakterde bulunan kimselerin fiillerini zorlaya zorlaya yapması gerekir. Bu fiiller kendisi için tabiîleşinceye kadar buna devam etmelidir. Bu bakımdan bunun ilâcı ancak böyle yapmaktır. Nasıl ki fakîh olmayı isteyen bir kimse, bir gece de fakih olamadığı için ümitsiz olmuyorsa ve bir gece çalışıp tekrar etmekle bu mertebeye varamıyorsa, aynen bunun gibi nefsin tezkiyesine, mükemmel olmasına ve güzel amellerle süslenmesine talip olan bir kimse de bir günün ibâdetiyle bu hedefe varamaz ve bir günün isyanıyla da bundan mahrum olmaz.

Bu söylediklerimiz şu sözün mânâsıdır: Bir tek büyük günah, ebedî cezayı gerektirmez. Fakat tekrar etmeyi bir gün terketmek insanı benzerine çağırır, sonra azar azar bu çağırma devam eder. Öyle ki nefis, tembelliğe alışır, sonunda tahsili kökten terkeder ve böylece fıkhın fazileti elinden kaçar. Küçük günahlar da böyledir. Onların bir kısmı insanı başka kısınma çeker, sonunda saadetin temelini, ve imanın esasını yıkmak sûretiyle, elden kaçırıncaya kadar devam eder! Nasıl bir gece yapılan tekrarın tesiri, nefsin fıkhında hissedilmiyorsa, nefsin fıkhı tedric yoluyla bedenin gelişmesi, kâmetin uzaması gibi yavaş yavaş beliriyorsa, bir taatin tesiri de nefsin tezkiyesinde ve temizlenmesinde derhal tesirini göstermez. Fakat az bir taatı hakir görmek de uygun değildir. Çünkü taatin çoğu tesir eder. Taatin çoğu ise, azlarından meydana gelmiştir. Bu bakımdan her azın tesiri vardır. Hiçbir taat yoktur ki, gizli de olsa onun bir tesiri bulunmasın. Bu bakımdan kesinlikle onun sevabı vardır. Sevap ise tesir karşılığıdır. Günah da böyledir. Nice fakîh vardır ki, bir gün ve bir gecenin boş geçirilmesini pek önemsemezler ve böylece gün be gün nefsini daimî bir şekilde geciktirirler. Sonunda tabiatı, fıkhı kabul etmekten çıkar. Küçük günahları önemsemeyen, daimî bir şekilde nefsini tevbeden alıkoyan, ölümün ansızın gelip gırtlağına yapışmasına kadar veya günahların karanlığı kalbinin üzerinde birikip tevbe etmesi zorlaşıncaya kadar bekleyen bir kimsenin hükmü de böyledir. Zira az, insanı çoğa davet eder. Böylece kalp, şehvetlerin zincirleriyle bağlanmış olur. Bir daha da kalbi, şehvetlerin pençesinden kurtarmak mümkün olmaz. Tevbe kapısının kapanmasının mânâsı bu demektir. ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesiyle bu kasdedilmiştir:

Biz onların önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık; artık görmezler.(Yâsîn/9) Bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:

İman, kalpte beyaz bir nokta olarak görünür. İman arttıkça bu beyazlık da artar. Ne zaman ki kul, imanın kemâline varırsa, o zaman kalbin tamamı beyazlaşır. Münafıklık, kalpte siyah bir nokta olarak görünür. Münafıklık arttıkça o siyahlık da artar. Kul, tam bir münafık olduğu zaman kalbin tamamı kararır!

Bu bakımdan anlaşıldı ki güzel ahlâklar, bazen tabiat veya fıtratla, bazen de güzel fiillerin alışkanlık hâline getirilmesiyle ve bazen de güzel fiil sahiplerinin tanınması ve onlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Çünkü o güzel fiil sahipleri güzelliğin, salâh ve takvânın arkadaşlarıdır. Zira tabiat tabiattan hem şerri, hem de hayrı alır. Bu nedenle hakkında bu üç durumun gerçekleştiği -öğrenmek, âdet ve tabiat yönünden fazilet sahibi olan- bir kimsenin fazileti, faziletin zirvesi demektir. Rezil olan ve kötü arkadaşları bulunan, onlardan kötülüğü öğrenen, âdet edinilecek kadar şer sebeplerini kendisinde toplayan bir kimse ise, son derece ALLAH´tan uzaktır. Bu iki derece arasında bulunan bir kimse ise, bahsi geçen bu durumlardan bazılarının bulunduğu bir kimsedir. Bunların herbirinin yakınlık ve uzaklıkta, kişinin sıfat ve durumunun isteğine göre bir derecesi vardır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8)

ALLAH onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.(Nahl/33)

39) Nesaî
40)Taberânî
41)Deylemî
ki, b
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




çarşamba çilingir webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım