![]() |
#21 |
![]() Türkiye, Başbakan Erdoğan’ın gündeme getirdiği Zübeyde ve Latife hanımların başlarının kapalı mı yoksa açık mı olduğunu konuşadursun, biz bir başka First Lady’nin hayatına eğilerek başörtülü Cumhuriyet liderlerinin eşlerinin başlarını nasıl açtıklarını Mevhibe İnönü örneği üzerinden göreceğiz. Bu ilginç bir nokta, çünkü Mevhibe Hanım genellikle gözlerden uzak kalmayı tercih eden bir lider eşi olarak bilinir. Bu yüzden hayatındaki ayrıntılar, torunu Gülsün Bilgehan’ın çalışmasına kadar (Mevhibe, Ankara 1994, Bilgi Yayınevi) büyük ölçüde gözlerden saklanmıştır. İlk defadır ki, bu çalışmayla İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe Hanımın hayatı, bilinmeyen yönleriyle kamuoyunun önüne açılmış oldu. Ne diyelim, darısı Latife Hanım’ın başına! Yazıyı okumaya başlamadan dikkatinizi çekmek istediğim husus, Mevhibe Hanım’ın başını 1927 gibi nispeten geç bir tarihe kadar açmamış olmasıdır. Yani Başbakanın hanımı başörtülü olabiliyordu Cumhuriyet’in 4. yılına kadar. Nitekim Latife Hanım’ın da başı, Cumhurbaşkanının 1925’teki boşanma kararına kadar kapalıydı. Aynı durum aşağı yukarı Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun tamamı için geçerlidir. Kitaptan günümüzdeki tartışmalarla ilgili kimi parçaları aşağıya alarak, herkesin Latife Hanım’ı konuştuğu bir zamanda Mevhibe Hanım’ın kendisi ve Atatürk’le ilgili hatıra, gözlem ve bilgilerine yer vereceğiz. Bakalım Mevhibe Hanım ilk olarak başörtüsünü nasıl çıkarmış, aynı akşam Atatürk, İngiliz Elçisinin hanımına nasıl öpme teklifinde bulunmuş ve yine muhtemelen bir Arap elçisinin hanımıyla başörtüsü üzerine nasıl tartışmış? (Alıntılar, kitabın 195-198. sayfalarındandır.) Mevhibe Hanım başını nasıl açtı? 1927 yılı son dönemin sıkıntılarını unutturan büyük bir balo ile başladı. Gazi Paşa hem kendisinin, hem başkentlilerin bunalımdan çıkıp Cumhuriyetin ilk yıllarının gayretli havasına yeniden dönmesini arzu ediyordu. Ankara’daki sosyal hayat gün geçtikçe gelişiyordu. Sıra Ankara’ya tek tük gelmeye başlamış yabancı elçilerle devlet ileri gelenlerini büyük bir eğlencede bir araya getirmedeydi… Gazi, bekâr olmasını engelleyici [bir unsur] gibi kabul ederek, ilk Cumhuriyet balosunu Başbakanın köşkünde vermek istedi. İsmet Paşa arkadaşının arzusunu emir olarak nitelendirip derhal hazırlıklara girişti… Mevhibe’ye ev sahibesi sıfatıyla önemli görev düşüyordu. (…) Balo akşamı nefis bir mehtap vardı. Ankara kar içerisindeydi, bembeyaz boş tepeler ay ışığı altında bir masal dekorunu andırıyordu… Pembe Köşk’ün saçaklarının altına yerleştirilen ampuller yakılmıştı, karla yüklü çam ağaçlarının ortasında ev de sanki sihirli bir şatoya benziyordu. Şiddetli kış yolları kapadığından, konuk otomobilleri Çankaya yokuşunu zorlukla tırmanabiliyorlardı. (…) Mevhibe, bu özel gecede giyeceği elbiseyi Brüksel Sefiresi Lütfiye Hanım’a rica ederek, Belçika’dan ısmarlamıştı. Yakası sivri, “V” şeklinde açık, kolları mendil biçiminde, mor lame bir balo kıyafetiydi… Genç kadın Mustafa Kemal ile kocasının bu ilk cumhuriyet balosuna verdikleri önemi bildiğinden birkaç gündür uzun düşüncelere dalmış, nihayet bir karara varmıştı. O gece konuklarının önüne saçları açık olarak çıkacaktı. Ankara’nın tek kadın kuaförü olan Beyaz Rus’un dükkânına gitmiş, kumral saçlarını hafifçe kabartarak, arkasında gevşek bir topuz halinde toplamıştı. (…) -“Gazi Paşa geliyorlar!” Pembe Köşk’ün sahipleri, haberi duyar duymaz, büyük misafirlerini karşılamaya çıktılar. Cumhurbaşkanlığı otomobili durdu, içinden Mustafa Kemal çevik bir hareketle atlayarak çiftin önünde belirdi. Etraftakiler paltosunu çıkarmak için yardımına koşuyorlardı ki, Gazi bir işaretle onları durdurdu. Gözleri genç kadının üzerindeydi. Belli belirsiz bir hayranlıkla arkadaşının eşini süzdü. Mevhibe jaketatay giymiş, çok şık, dimdik duran eşi İsmet Paşa’nın yanında zarif, mahcup ve çok güzel görünüyordu. Gazi, ev sahibesinin karşısında hafif tebessüm ederek eğildi, sonra genç kadının çekinerek uzattığı elini dudaklarına hafifçe dokundurdu. Mevhibe’nin yanakları heyecandan kıpkırmızı olmuştu. Cumhurbaşkanı ilk defa elini öpüyordu. Yumuşak bakışları Mustafa Kemal’in sert, mavi gözleri ile karşılaştı ve onlarda teşekkür ve saygı okudu. Gazi, Başbakanın eşine kalabalığın önüne başı açık olarak çıkma cesaretini gösterdiğinden dolayı nazik bir şekilde teşekkür ediyordu. Sonra, İsmet Paşa ile selamlaştılar ve içeri girdiler… Gazi İngiliz Elçisinin hanımını nasıl öpmüştü? İngiliz Elçisi Sir George Clerk’in karısı da boylu boslu, gösterişli bir hanımdı. Çevresinde zekâsı ve şakaları ile ün yapmıştı. Elinde içki bardağı ile konuklarla sohbet eden Cumhurbaşkanının en çok onun yanında oyalandığı dikkati çekmişti. Fransızca konuşuyorlardı ve kadın sürekli bir şeyler anlatarak, Gazi’yi bol bol güldürüyordu. Bir ara sefire, salonun ta öteki ucunda duran eşine yüksek sesle seslendi: “Şekerim, bak reisicumhur hazretleri bana iltifat ediyorlar! Beni öpmek için izin istiyorlar, ben de sana sorayım dedim…” Bir an sessizlik oldu, öbür davetliler hayretle başlarını çifte çevirdiler. Gazi de şaşırmıştı. Yapılan şaka sinirlerini bozmuştu. İngiliz leydinin alnına acele bir buse kondurarak derhal yanından uzaklaştı. Neyse ki durumu Mevhibe kurtardı. Yemek salonuna kurulan büfe açılmıştı; misafirleri yemeğe davet etti… Atatürk bir yabancı kadınla başörtüsünü tartışıyor! Mevhibe, bir ara kocasının kalabalığın ortasında genç bir kadınla konuştuğunu gördü; tanımıyordu. Ufak tefek bir hanımdı, yabancı sefirelerden biri olabileceğini düşündü. Aynı anda dikkati yine Gazi’ye çevrildi. Mustafa Kemal başını sıkı sıkıya örtmüş, hatta yüzünü yarıya kadar saklamış bir bayanla tartışıyordu. Bütün uğraşlarına rağmen, kadını ikna edemediği anlaşılıyordu. Üstelemedi; hanımların kendi iradeleriyle çağdaş hayata ayak uydurmaları taraftarıydı… MUSTAFA ARMAĞAN |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#22 |
![]() Mustafa Armağan, insanda dalga geçme isteği uyandıran bir kitaptan alıntı yapmış...
Teşekkürler paylaşım için...(+) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#23 |
![]() Sanki İngiliz Kraliyet ailesini ve bir davetini okudum. Hiç de bu kadar utanmamıştım. ;) (+)
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#24 |
![]() Onun hakkında, “Parti arkadaşları arasında, hali, tavrı, giyinişi, konuşuşu. “R” harflerini telâffuz edemeyişi, kimseyi takmayışı, kırıcı davranışları ile sanki uzaydan gelmiş bir yaratık gibiydi” diyordu diplomat arkadaşı Semih Günver ve ekliyordu: “Takatinin hududu yoktu, mücessem faaliyet idi.” Sunday Times’a bakılırsa o, muhtemelen Türkiye’nin yetiştirdiği en yetenekli Dışişleri Bakanıydı. The Times ise bu tespite “en zeki” sıfatını da ekliyordu. Peki kimdi tam da 46 yıl önce bugün İmralı’da idam edilen bu ‘aykırı’, ‘yetenekli’ ve ‘zeki’ dışişleri bakanı? Herhalde elimizdeki tanımlara ‘idam sehpasına tekme vurarak ölümden korkmadığını gösteren merhum siyasetçimiz’ açıklamasını eklersek çoğunuz tanıyacaksınızdır onu. O, kemikleri artık İstanbul Topkapı’da Adnan Menderes ve Hasan Polatkan ile beraber dinlenmeye çekilen Fatin Rüştü Zorlu’dan başkası değildir. Peki kimdir Fatin Rüştü Zorlu? 1910’da anne ve baba tarafından paşa torunu ve İbrahim Rüştü Paşa’nın oğludur. Galatasaray’dan mezun olduktan sonra Cenevre’de hukuk okur. Ardından ver elini dişişleri bakanlığı. Artık Zorlu’nun kaderi uzun yıllar boyunca Türkiye’nin kaderiyle birlikte bu renkli kulvarda şekillenecektir. “Hariciye” deyip geçmeyin, cazip görünür dışarıdan ama iç yapısı, kendisi de bir hariciyeci olan Büyükelçi Semih Günver’in deyişiyle, bir ormana (jungle) benzer. Sürekli rekabet, dişişleri mensuplarının içini yer bitirir. Dostluklar aldatıcıdır. Büyük balık küçük balığı yutar orada. Alçak gönüllülüğe yer yoktur. Kimse kimseyi gerçekten sevmez. Böylesine kıyıcı bir rekabet ortamında mücadeleye başlayan Zorlu’nun avantajları yok değildir. Paşa çocuğu ve torunu olmaktan başka, bir de göreve başladığı yıllarda Atatürk’ün değişmez dışişleri bakanı postuna ısınmış olan Tevfik Rüştü Aras’ın kızı Emel Hanımla evlenir, üstelik nişan yüzüklerin bizzat Atatürk takar. Rüzgârı arkasına almıştır ve artık çalışma vaktidir. Zorlu hakikaten çalışır. İlk büyük deneyimini Montrö Antlaşması görüşmelerinde yaşar (1936), ikincisini Hatay müzakerelerinde (1937). Bakandan takdirnamelerle ödüllendirilir. Ancak Atatürk’ün ölümü ve İnönü döneminde kayınpederinin bakanlığı bırakması üzerine hamilerini kaybeder ve zor günleri başlar. Şifre Müdürlüğünü, Ticaret Dairesini yönetir. Görevse yapılacaktır. Bir makine gibi çalıştığı söylenir. “Makine gibi yorulmaz, makine gibi insafsız”dır. İş yüzünden etrafını kırıp döktüğü olur. Ama kişisel mesele olmaz hiçbir zaman. Takvimin yaprakları 1950’yi gösterdiğinde Türkiye’de iktidar değişir ve Adnan Menderes fırtınasıdır başlar siyasette. Türkiye’nin NATO’ya girişinde onun ciddi katkısı görülür. Şu tesadüfe bakın ki, Adnan Menderes de hanımı tarafından uzaktan akrabası olmaktadır. Siyasete girmesi için asıl baskı, bir sonraki seçimlerde, yani 2 Mayıs 1954’de gelir. Ailesi ve yakın çevresi onu siyasette görmek istemektedir. Girer. Devlet Bakanıdır artık ve Kıbrıs’ın ateş topu gibi olduğu devirlerden birindeyizdir. Kıbrıs politikasında başarılı ilk adımları atar atmasına ama, bu kendini dış politikaya adamış adama ilk darbe, bizzat Demokrat Parti grubundan gelir. Altı ay süren ilk Bakanlığı, 9 Aralık 1955’de DP Grubu’nun meşhur isyanı sırasında sona erer. Bir sonraki bakanlığı için artık 2 Kasım 1957’yi beklemesi gerekecektir. Bakanlığı sırasındaki en büyük başarısı, Lozan’da muallakta bırakılan Kıbrıs meselesini yine Lozan’ın 30. maddesine dayanarak Türkiye’nin garantörlüğüne bağlamaktır. Müthiş bir müzakere maratonu içerisinde kendisine Lawrence Durrell’in Acı Limonlar adlı romanını delil gösteren Yunanlı meslektaşına Shakespeare’in Othello’sundan cevap yetiştirecek kadar birikimlidir, akıllıdır. Hatta Yunan tarafına en büyük darbeyi nerede indirmiştir, bilir misiniz? Yunan Parlamentosunun Kıbrıs zabıtlarını buldurup çevirterek ve orada, Yunanlıların gizledikleri ENOSİS, yani adanın Yunanistan’a ilhakı tezinin nasıl savunulduğunu İngilizler ve Amerikalıların gözüne soktuğu anda. İşte bu atak üzerine rakibi Averof, “Davayı kaybettik. Zorlu kazandı” demiştir. Zorlu gerçekten de kazanmış mıdır? Bilinmez. Bilinen bir şey var ki, o da Kıbrıs’ı yeniden Misak-ı Millî sınırlarına katamasa bile, en azından Türkiye’nin garantörlük haklarını dünyaya kabul ettiren bu başarılı antlaşmadan yaklaşık bir yıl sonra, 27 Mayıs 1960 darbesiyle Zorlu’nun kendisini hücrede ve bundan yaklaşık 15 ay sonra da idam sehpasında bulduğudur. Ondan geriye, “Kıbrıs’ı sattı” diye kendisine demediğini bırakmayan İsmet İnönü’nün son başbakanlığında Kıbrıs’a garantör devlet olarak müdahale etmeye kalkması (ne gariptir ki, İnönü’nün CHP’si mecliste bu Türkiye’nin yüz akı antlaşmaya red oyu vermiştir), daha da ilginci, Kıbrıs’ı sattığı için kendisine küs olan Bülent Ecevit’in 1974’de Başbakanken Zorlu’nun eseri olan garantörlük hakkımıza dayanarak adaya müdahalede bulunmuş olmasıydı. Yani onu uçuracak “Karaoğlan” unvanının arkasında 13 yıl önce ipe korkmadan uzanan başın teri yatıyordu. Zavallı Fatin Rüştü, Yassıada’dakilere bir türlü laf anlatamayınca Atatürk zamanında aldığı takdirnamelerden medet ummuştu. İşe yaramış görünüyor mu sizce? [email protected] -------------------------------------------------------------------------------- Son mektubu Fatin Rüştü Zorlu İmralı’da abdest alarak idam sehpasına çıkan tek mahkûm oldu. Mektup yazmak için izin istedi, verdiler. Kelepçeli elleriyle yazmaya çalıştı, bir türlü beceremedi. Sonunda insafa gelip kelepçeyi çıkardılar. Her satır onu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu. Mektupta şunlar yazılıydı: Sevgili Anneciğim, Emelciğim, Sevinciğim ve Abiciğim, Şimdi, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkıyorum. Sakinim, huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin de sakin ve huzur içinde yaşamanız beni daima müsterih edecektir. Bir ve beraber olun. Allahın takdiratı böyleymiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim. Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin. Hepinizi Allaha emanet eder, tekrar üzülmenizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica ederim. Allah memleketi korusun. MUSTAFA ARMAĞAN |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#25 |
![]() Kahraman..
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#26 |
![]() Her dönemde , bütün aykırılıkların başını neden CHP çekiyor ? ... Acaba ? .... >
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#27 | |
![]() Alıntı:
Ben adanmış bir ruh diye buna derim. Hakk için savunmuş, hizmet etmiş ve canı pahasına devam etmiş. Biz model olarak bunları seçiyoruz. İsmet ve İsmetçileri değil. Teşekkürler.(+) |
||
![]() |
![]() |
![]() |
#28 |
![]() ˙·٠٠•● İsmeti model seçenlere duyurulur ismeti model seçmek lenini stalini karl marxı seçmektir ismetçilere duyurulur duyan varsa˙·٠٠•●••٠·˙
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#29 |
![]() Okuma nezaketinde bulunduğunuz için ben teşekkür ederim .
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#30 |
![]() Hep diyordum da inanmıyorlardı: “Abdülhamid bilmecesi” adım adım çözülüyor. François Georgeon’un “Abdülhamid’i anlamak bugünkü Türkiye’yi anlamak olacaktır.” sözündeki isabeti, demiryollarımızın tarihinden de rahatlıkla görmek mümkün. Bunun için tarihe soru sorma tarzımızı değiştirmemiz yeterli olacak. Mesela ‘II. Abdülhamid neden denizciliğe değil de demiryolculuğa önem vermişti?’ diye sormuyoruz da, ‘Abdülhamid denizciliğe neden düşmandı?’ sorusunun üzerine sinekler gibi üşüşüyoruz. Gözlerimizdeki büyü öylesine kalın bir perde oluşturmuş ki, bunun stratejik bir öncelik sorunu olduğunu, Abdülhamid’in, amcası Abdülaziz gibi 15-20 yıl sonra tonla para akıtmayınca ıskartaya çıkacak dev gemiler yaptırmak yerine, ülkenin bekası sorununu demiryollarında gördüğünü, yani meseleyi daha uzun vadeli değerlendirdiğini nedense göremiyoruz. 1912 yılında yayımlanan Erkân-ı Harbiye kaymakamlarından, yani Genelkurmaydaki yarbaylardan M. Süreyya Bey bunu doğru soruyu sormuş oysa. “Donanma mı? Şimendifer mi?” adlı kitabında, savunma için elimizdeki mali kaynak sınırlı, diyor. Bu sınırlı kaynağı her yere birden yetiştiremeyeceğimiz için en öncelikli olarak nereye aktaracağımızı iyi düşünüp taşınmamız gerekir. Yarbay M. Süreyya Bey’in kitabının, Enver Paşa’nın iktidara el koyduğu 1912 yılında yayınlandığını da unutmayın. Yani İttihatçıların Abdülhamid aleyhine beyin yıkama kampanyalarının dorukta olduğu bir zamanda Genelkurmay’dan bir subay çıkıp Abdülhamid’in demiryolu üzerine kurulu savunma projesinin haklılığı üzerine rahatça kalem oynatabiliyor. Tezi şu: Biz Abdülhamid’in denizciliği ihmal ettiğine inandığımız için saf saf yeni bir donanma oluşturmaya giriştik. İyi de, onca gayrete rağmen 800 bin lira yardım toplanabildi. Oysa bu parayla yarım dretnot bile almak kabil değildir. Hadi bir iki dretnot aldık diyelim, şimdiki Bahriye bütçesiyle onları yılda bir defa bile boyatamayız! Manevra ve talim masraflarını ise aklınızdan dahi geçirmeyin. Oysa aynı parayla hiç değilse birkaç yüz kilometrelik bir hat inşa edebilirdik ve bu hat ufak tefek masraflarla ilanihaye elimizde kalırdı. Öyleyse, diyor Süreyya Bey, bize en gerekli olan ulaşım aracı tren mi, gemi mi? Kendisi ülkenin geleceğini demiryollarında görüyor ve Abdülhamid’in adını anmadan -anabilmesi de pek mümkün değildi zaten- onun tercihinde haklı olduğunu savunuyor. Nitekim Süreyya Bey, yine adını vermeden Abdülhamid’in denizciliğe değil de, demiryoluna ağırlık vermesindeki sırrı da açıklıyor: “Anadolu’da Suriye, Irak ve Kürdistan’da inşa edilecek şimendifer hatlarının evvela X darb [çarpı] işareti teşkil etmeleri taraftarıyım. Bu darb işaretinin bir ucuna İstanbul, mukabil ucuna Bağdat, diğer ucuna Erzincan, mukabiline de Şam diye vaziyet-i coğrafîlerine [coğrafi konumlarına] göre yazınız. Şu vecihle bir ana hattı inşa edilse Kürdistan, Irak, Suriye, Anadolu hep birbirine bağlanmış olmaz mı? Birisine olacak sevkiyatta diğer kıtadan asker sevki pek kolaylaşmayacak mıdır? Medine’den San’a’ya [Yemen], Suriye’den Mısır’a acaba şimendifer hatları inşa edilemez mi? Hicaz şimendifer hattına vaktiyle herkes gülüyordu. Şimdi varidat [gelir] bile temin etmeye başladı. Hicaz’ı Suriye’ye bağladı... Acaba [elde edilen] hasılatla hat San’a’ya kadar temdid olunamaz [uzatılamaz] mı?” Bir İttihatçı subayın bu çarpıcı tespit ve teklifleri, Osmanlı’nın da, Türkiye’nin de ortak sorununu isabetle ortaya koyuyor. Velhasıl, Abdülhamid’in Osmanlı yurdunu demir ağlarla örme projesi Atatürk döneminde ‘ana yurdu’, Anadolu’yu “dört yandan” demir çember içine alma teşebbüsüyle sahiplenilmiştir. Yani Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimleri arasında demiryolculuk bakımından herhangi bir kesinti mevcut değildir. Hicaz Demiryolu gibi muhteşem bir proje, yalnız raylarının uzunlukları ve viyadükleriyle değil, organizasyonundaki başarıyla da ele alınmalı değil midir? Sadece Müslüman parasıyla, Müslüman emeğiyle ve Müslüman beyniyle gerçekleştirilen bu proje, açıklandığı 1 Mayıs 1900 günü, Hartmann’ın ifadesiyle emperyalist dünyayı, “şaşkınlığa düşürmüştü”. Bu ‘kutsal hat’, modern dünyada Müslümanların ölmediklerini, dimdik ayakta olduklarını haykıracaktı dosta düşmana. Kaldı ki, imtiyazı Almanlara verilen Bağdat Demiryolu’yla birlikte düşünüldüğünde Abdülhamid’in projesinin kapsamı berraklaşır. Bağdat Demiryolu projesinin ilk halinde hattın Ankara-Kayseri-Diyarbakır-Musul güzergâhını izlemesi öngörülmüştü. Hatta Erzurum’a kadar uzatılacak bir ara hattın Arpaçay-Sarıkamış arasında daha önce yapılmış hatta bağlanması ve böylece Kafkaslara da açılması, öte yandan İran’a bağlanacak olan bir başka hatla bu sefer de Hazar Denizi’nin ötesine, yani Afganistan’a ve Hindistan’a erişilmesi planlanmıştı. Ancak hattın Erzurum ve Diyarbakır’a uzatılmasına Ruslar, İran ve Afganistan’a ulaşmasına ise İngilizler tehditle karşı koydular. Böylece Bağdat Demiryolu Konya-Adana-Halep-Musul güzergâhını izlemek zorunda kaldı. Ancak Ruslara karşı da söyleyecekleri vardı Abdülhamid’in. Hamleye karşı hamle yapmış ve gelin, Kuzey ve Doğu Anadolu’ya yapılacak demiryolunun imtiyazlarını size vereyim, demişti. 1900 yılında imzalanan Karadeniz Anlaşması’nın amacı da buydu; ancak Ruslar yanaşmadılar buna. Yani kim yaparsa yapsın, yeter ki bu ülkeye bir çivi çakılsındı Abdülhamid’in derdi. Prof. Jastrow’un dediği gibi, “Bağdat Demiryolu 20. yüzyılın hayaleti” olmuştu. İlahi profesör: Abdülhamid’in kendisi hâlâ Ortadoğu’nun üzerinde gezinen bir hayalet değil mi? MUSTAFA ARMAĞAN |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|