AK Gençliğin Buluşma Noktası
Genel Tarih Devlet tarihleri ve kültürleri.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 07-11-2008, 18:10   #41
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart "7 Temmuz’un kanlı şifresi... "
Ergenekon Operasyonu kapsamında emekli Orgeneral Şener Eruygur’un evinde yapılan aramalarda ele geçen bir belgeye göre 7 Temmuz 2008 günü Ak Parti’yi devirme harekâtının miladı olacakmış. Gerisini basından biliyorsunuz: Suikastlar, eylemler, mitingler, şu bu derken Türkiye tam bir kaosa sürüklenecekmiş. Tabii ardından gelsin darbeli günler.

Konuya tarihî derinlikten bakınca dikkatimi 7 Temmuz tarihinin seçilmiş olması çelmeledi ister istemez. Neden özellikle 7 Temmuz? Ya da şöyle soralım: 7 Temmuz şifresinin anlamı nerede gizli? Öncelikle söyleyelim ki, 7 Temmuz’un darbeciliğimizin “kanlı miladı” olduğu bilinmedikçe günümüz darbecilerinin eylemlerine başlangıç tarihi olarak neden 7 Temmuz’u seçtiklerini anlayamayız. Onun için şimdi yüz yıl öncesinin o “kanlı” gününe dönelim ve hatırlayalım neler olduğunu. Sultan II. Abdülhamid devrilmedikçe iktidara nüfuz edemeyeceklerini düşünen Masonlar ve yaklaşan büyük dünya kapışmasında Osmanlı’yı saflarına çekmek için fırıldaklar çeviren Avusturya-Alman istihbaratı, Reval’de Rus Çarı ile İngiltere Kralı’nın Osmanlı topraklarını bölüştükleri propagandasında hedefine ulaşmış ve hafiyelerin nefeslerini enselerinde hisseden İttihatçılar isyan için düğmeye basmışlardı.

İttihat ve Terakki Genel Merkezi’yle yazışarak dağa çıkma iznini alan Resneli Niyazi, 3 Temmuz günü diğer subayların cuma namazında olmalarından faydalanarak tabur kasasını soymuş, 200 kadar gönüllü asker ve bir o kadar sivil “vatan fedaisi”yle dağa çıkmıştı. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid, en güvendiği komutanlardan Arnavut Şemsi Paşa’yı Niyazi Bey’i yakalamakla görevlendirdi.

Halkın “Şemo” diye andığı Şemsi Paşa, sertliği, disiplini ve padişaha sadakatiyle tanınıyordu. Yıllarca Balkanlar’da başta Bulgarlar olmak üzere azgın komitacılarla boğuşmuş deneyimli bir askerdi. Hatta Fevzi Çakmak bile onun yanında çetecilerle nasıl mücadele edileceğini öğrenmişti. Bir keresinde tepelerinde vızıldayan kurşunlardan rahatsız olan ve başını kurşun sesinin geldiği tarafa doğru çevirip duran Fevzi Bey’e, “Merak etme delikanlı, sesini duyduğun kurşun sana isabet etmez” esprisini yapan da bu Şemsi Paşa’dır. Şemsi Paşa saraydan emri alınca derhal harekete geçti ve Manastır’a geldi. 7 Temmuz günü (bazı kaynaklarda ise 8 Temmuz diye geçer) Yıldız Sarayı’na gerekenin yapılacağından emin olunması yolunda rahatlatıcı bir telgraf çekti.

Onun gelişiyle isyancılar korkuya kapılmışlardı. Şemsi Paşa gibi yıllarca dağlarda keklik gibi komitacı avlamış bir komutanın Resneli Niyazi’nin çetesini yakalaması işten bile değildi. Eğer bunu başarırsa isyan öldürücü bir yara alacak, belki de arkasından gelecek tutuklamalarla bir daha bellerini doğrultamayacaklardı.

Birinci Ferik Şemsi Paşa (ne var ki, Soner Yalçın’ın “Efendi”de yazdığı gibi ‘Müşir’ (Mareşal) değildi; Birinci Ferik, Korgeneral ile Orgeneral arasında bir rütbedir; Müşir olan, daha sonra yine ihtilalciler tarafından dağa kaldırılacak olan Tatar Osman Paşa’ydı), bir süre önce inme indiği için bir ayağını sürüyerek Manastır Postanesi’nin merdivenlerinden inmekteydi. Tam makam arabasına bineceği sırada seyirciler arasından bir el uzandı ve tabancasını ateşledi. İki el ateşle ihtilal de artık geri dönülemez bir dönemece girmiş oluyordu. Bazıları kurşunların Paşa’nın göğsüne saplandığını ve hemen oracıkta öldüğünü söylüyorsa da, oğlu Müfid Şemsi’nin babası hakkında kaleme aldığı kitapta kurşunlardan birinin omzuna saplandığı ve babasının tekrar postane binasına girdikten sonra iç kanamadan öldüğü yazılıdır ki, herhalde İttihatçıların sözlerine değil, oğlunun sözlerine itibar etmek gerekir.

Ateş eden Teğmen Atıf Bey, bir subayın açtığı ateşle yaralanmışsa da, kargaşalıktan yararlanıp kaçmayı başarmış, önce bir dükkâna girip kepenkleri kapattırmış, daha sonra örgüt tarafından çarşaf giydirilmek suretiyle arkadaşının evine götürülmüş, oradan da yine çarşaflı olarak başka bir eve nakledilerek takipten kurtarılmıştır. O artık bir kahramandır, anlı şanlı hürriyet fedaisi! Nitekim Cumhuriyet döneminde bu kahramanlığı ödüllendirilecek ve başka bir marifeti olmadığı halde iki dönem Çanakkale milletvekilliği yapacaktır.

Düşünün: TBMM’de bir katil milletvekili. Katilden kahraman olur mu? İhtilal başarıya ulaşırsa olur! Ulaşamazsa ne mi olur? Talat Aydemir gibi sehpayı boylar.O halde biz darbeleri başarısına göre mi yargılayacağız? Peki darbe veya ihtilal sırasındaki usulsüzlükleri, hırsızlıkları, adam vurma ve yaralamaları gayeye giden yolda her şey mubahtır, mantığıyla aklayacak mıyız? Ve bu ne zamana kadar devam edip gidecek? Bugün buna nasıl karşı çıkıyorsak, ‘Geçmiş geçmemiş’ olduğuna göre tarihte yapılanlara da aynı şekilde karşı çıkmalı değil miyiz?

Tabur kasasını soyup köylülerden zorla vergi toplayan Resneli Niyazi ‘hürriyet kahramanı’, bizzat kendi komutanını katleden Atıf Bey ‘vatan fedaisi’, eniştesi Nazım Bey’i bile vurdurmaktan çekinmeyen Enver Bey en büyük ‘vatanperver’ sayıldıkça, yani birtakım insanlar kendi kendileri görevlendirerek çeteler kurup başarıya ulaşınca kutsanırsa bu işin sonunu getiremeyiz. Yarın öbür gün bir başkasının sizin düzeninize karşı aynı kanun dışı eyleme girişmesi karşısında diyecek bir şeylerinizin de olması gerekmez mi?

Yasal yollardan iktidara gelmiş olan Sultan Abdülhamid’i anayasayı ihlal etmekle suçlayanlar, bir süre sonra en ağır militer düzeni bal gibi savunmamışlar mıydı? Rahmetli Adnan Menderes de 27 Mayısçılar tarafından 1924 Anayasası’nı ihlal etmekle suçlanmıştı; ne gariptir ki, onu anayasayı ihlalle suçlayan darbeciler aynı anayasayı toptan kaldırıp atmışlardı, yine de yüzleri kızarmadan tozunu bile bırakmadıkları anayasayı ihlal ettiği için Başbakan asabiliyorlardı.

Meşrutiyet ihtilali Türkiye için demokratik bir süreci başlatmıştı. Eyvallah. Lakin İttihatçılar, uğrunda nice kanlar akıtarak ilan ettikleri Meşrutiyet’i çok değil, 2 yılda boğmamışlar mıydı? Ve başlattıkları demokratik sürece tabiatıyla başka aktörler de dahil olmaya kalkınca idamlar, suikastlar, sokak ortasında yargısız infazlar, Babıali baskınları birbirini izlememiş miydi?

İşte 7 Temmuz’u darbelerine milat yapanlar, o günün toplumun yüzüne bulaştırdığı kanın hâlâ temizlenmediğini bir kere daha göstermiş oldular.

MUSTAFA ARMAĞAN
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 07-11-2008, 18:21   #42
Kullanıcı Adı
Meftun
Standart "7 Temmuz’un kanlı şifresi... "
Alıntı:
Düşünün: TBMM’de bir katil milletvekili. Katilden kahraman olur mu? İhtilal başarıya ulaşırsa olur! Ulaşamazsa ne mi olur? Talat Aydemir gibi sehpayı boylar.O halde biz darbeleri başarısına göre mi yargılayacağız? Peki darbe veya ihtilal sırasındaki usulsüzlükleri, hırsızlıkları, adam vurma ve yaralamaları gayeye giden yolda her şey mubahtır, mantığıyla aklayacak mıyız? Ve bu ne zamana kadar devam edip gidecek? Bugün buna nasıl karşı çıkıyorsak, ‘Geçmiş geçmemiş’ olduğuna göre tarihte yapılanlara da aynı şekilde karşı çıkmalı değil miyiz?

Tabur kasasını soyup köylülerden zorla vergi toplayan Resneli Niyazi ‘hürriyet kahramanı’, bizzat kendi komutanını katleden Atıf Bey ‘vatan fedaisi’, eniştesi Nazım Bey’i bile vurdurmaktan çekinmeyen Enver Bey en büyük ‘vatanperver’ sayıldıkça, yani birtakım insanlar kendi kendileri görevlendirerek çeteler kurup başarıya ulaşınca kutsanırsa bu işin sonunu getiremeyiz. Yarın öbür gün bir başkasının sizin düzeninize karşı aynı kanun dışı eyleme girişmesi karşısında diyecek bir şeylerinizin de olması gerekmez mi?
işte bu yüzdendir ki bu dava 'dönüm noktası'

ya döneceğiz ya da virajı alamayıp uçuruma yuvarlanacağız...

teşekkürler ümitli....
Meftun isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 07-11-2008, 18:30   #43
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart "7 Temmuz’un kanlı şifresi... "
Rica ederim ;)
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 07-11-2008, 23:42   #44
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart Akif'in Asım'ı da darbeciliğe soyunmuştu!


Mehmed Akif’in “Safahat”ı, üzerinde uyuduğumuz gerçek bir hazine. Onun kadar farklı okumalara elverişli bir metin bulmak kolay olmasa gerek. Kendi devrindeki olayların bir tür aynası olarak da sökebilirsiniz hecelerini, zamanı bulamaç yaparak getirdiği eleştiriler olarak da.

Bazı bölümleri o devrin malum şahsiyet veya olay kadroları üzerine kurulmuştur ama o devir battığından, olay veya şahıslar da hafızalarımızda giderek silikleştiğinden, karınlarındaki anlamı söküp çıkarmak pek zahmetsiz bir işlem olmuyor tabiatıyla.

Velhasıl, emek gerektirir Akif’i okumak. Tabii fazlasıyla değer. Zahmetinizi ödülsüz bırakmayacak kadar değerli taşlarla döşelidir çünkü “Safahat”ın yolları.

Hele “Âsım”... O bambaşka.

Değerli ağabeyim Beşir Ayvazoğlu Kapı Yayınları’ndan çıkan “1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi” adlı usta işi arkeolojik kazısında bize bir fotoğrafın peşinden giderek yakın tarihimizin edebî ve kültürel enkazı altında gülümseyen resmi uzatıyor. “Âsım”la başlayan hazin bir hikâye bu. Umutların enkazı. Ama aynı zamanda iki devrin birbirinin içine geçmesinden hasıl olan muazzam çatırtının Akif’in neslini nasıl hem tematik, hem de coğrafi ve zamansal bir savrulmaya mahkûm ettiğini öz bir şekilde sunuyor kitap.

1924, bir imparatorluğun bir ulus-devlete dönüşme sürecinin başlangıcı. Evet daha önce TBMM kurulmuş, saltanat kaldırılmış, cumhuriyete geçilmiştir. Ancak toplum şuur ve hayatına yansıyan değişikliklerin başlangıcı neredeyse tamamen 1924 yılına dayanır. Hilafetin ilgası, Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkarılması, medreselerin kapatılması, yeni anayasanın kabulü, muhalefeti temsil etmek üzere kurulan Terakkiperver Fırka’nın kurulmasıyla kapatılması bir olan ömrü, Said Nursi’nin Van’da Erek Dağı’na çekilmesi... Bütün bu hadiseler arasında ferahlatıcı bir haber, Akif’ten beklenen “Âsım” kitabının yayınıdır.

Ancak devrin dağdağası içinde “Âsım”ın biraz zamanını şaşırdığı bile söylenebilir. Tam bir tasfiyenin başladığı yılda eskiyle yeninin buluşacağı ‘bir başka inkılab’ın mümkün olduğunu açıklayan bu ilginç kitabı haklı olarak “Kuğunun son şarkısı” diye nitelendirmişti Süleyman Nazif. Osmanlı’nın batarken semaya bıraktığı en güzel şarkıydı o. Akif bir yanardağa dönen dimağından fışkıran mısraları, çelik kalemiyle milletinin mermerden mamul tarih cephesine kazırken, o kalemden akan mübarek sıvıyla yalnız Türkçenin değil, dünya edebiyatının da en büyük şaheserlerinden birinin yazılmakta olduğunu acaba sezebilmiş midir?

Ne yazık ki, “Âsım”ın talihsizlik yakasını bırakmamış ve hâlâ yeterince anlaşılamamıştır. Aslında, geçmişi değil, geleceği anlatır Akif; Beşir Ayvazoğlu’nun dikkat çektiği gibi, ideal neslin temsilcisi olarak gördüğü Asım’ı anahtar gibi kullanarak bir “gelecek projesi” çizer. Daha doğrusu alternatif bir “kurtuluş reçetesi”.

İyi ama biz daha önce kurtulmamış mıydık? İstiklal Savaşı’nda düşmanı İzmir’den denize dökmemiş, yurdu düşmandan temizlememiş miydik? Yoksa Çanakkale’de süper güçleri durdurarak işgali önlemek yeterli olmamış mıydı? İşte Akif bütün bunların bir son değil, bir başlangıç olduğunu anlatmak için yazmıştı “Âsım”ı. Barut ve kan kokusunun yerini kitap kokusu, şehit ve gazilerin yerini çantası elinde, bilgi pınarından kana kana içmeye hazırlanan yeni bir nesil almalıydı: “Âsım’ın nesli” buydu.

Çanakkale zaferini, İstiklal Savaşı’nı kazanan bu altın nesil, şimdi yeni bir göreve talip olmalıydı. Onlar bilginin, eğitimin, cehaletle ve fakirlikle savaşın Çanakkale’sini başaracaktır şimdi. Ve ancak bu başarılırsa Çanakkale gerçekten ve nihai olarak kazanılmış olacaktır. Genç nesli kırgın gibi biçen Çanakkale’lerin bir daha yaşanmaması için “bu Çanakkale”nin kazanılması şarttır.

Lakin Akif’in ideal neslin timsali saydığı Âsım askerden dönünce bir tuhaf olmuştur. Sokakta gördüğü sarhoşları pataklamakta, mübarek Ramazan günü sigarasının dumanını yüzüne üfleyenleri tokatlamakta, kumarbazları alenen tehdit etmektedir. Hatta hızını alamayıp memleketteki bozuk işlerin düzeltilmesini alıştığı kaba kuvvet mantığıyla çözmeye kararlıdır. Vurarak, kırarak, hatta darbe yaparak işlerin düzeleceğine inanmıştır.

Babası, Âkif’e Âsım’ı şikayet eder. “Senin aptal” der, “daha bir hayli çılgın bularak Bâbıâli’yi basmayı kurmuş.” Bâbıâli’yi, yani Başbakanlığı basarak işi tepeden halletmeye karar vermiştir. Ablası mani olmaya çalışmaktadır ama ne yapacağı hiç belli olmaz bu “deli”nin. Bakarsın hem basar, hem de asar baştakileri! Ona ne yapıp edip mani olunmalıdır. Babanın sözü geçmiyordur. Akif’ten yardım ister. Âsım’ı doğru yola getirmek ona düşmektedir.

Nihayet millî şairimiz, Âsım’ı bir kenara çeker. Dinî ve bilimsel bilgilerin beraber okutulacağı yeni bir medrese kurup “nesli tehzib” ve “i’lâ ile”, yani terbiye edip yükseltmekle meşgul olması gerektiğini söyler. Kendisi de inkılap istemektedir ama hükümeti devirmekle, adam asıp kesmekle yapılacak bir inkılap değildir o. Bilgiyle ahlakı kaynaştıracak, bütünleştirecek uzun vadeli (kendisi “20 yıl ister” diyor) bir inkılaptır. Onun için Âsım, Avrupa’ya gidip fen diyarından sızan sonsuz pınarı hem içecek, hem de yurda getirecektir.

Asım ve nesli, böylece İttihatçıların bu ülkeye en büyük kötülükleri olan darbeci zihniyetten uzaklaşmalı ve ülkenin geleceğini sabun köpükleri üzerine değil, sağlam temeller üzerine kurmanın gönüllü fedaileri olmalıdırlar. (Muhtemelen Âsım, 1916’da bir hükümet darbesine hazırlanan Teşkilat-ı Mahsusa’dan Yakup Cemil ve arkadaşlarının etkisindedir.)

İşte hazırlanmış, Berlin’e, tahsile gitmektedir Çanakkale kahramanı Âsım. Şairimiz şu umut dolu mısralarla yolcular onu:

İnkılabın yolu mademki, bu yoldur yalınız,
“Nerdesin hey gidi Berlin?” diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün evvel gidiniz, bir saat önce dönünüz.
Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size;
O zaman varmanın imkânı olur gâyenize.


Eşref Edip, Akif’in “Âsım”ın devamını yazmayı planladığını ancak gerçekleştiremediğini söyler. Anadolu’da ‘lafın tamamı deliye söylenir’ derler. Bence yazmış yazacağını. O tohumlar bugün bitmekte. Hem yalnız Berlin’de mi?..
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 07-13-2008, 18:58   #45
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart Ergenekon’un fermuarından görünen “Diyarbakır komünü”
Ergenekoncuların bir ayağı Orta Asya’dadır. Yıllar önce Mecidiyeköy’deki bir otelde Ergenekon soruşturmasının bir önceki dalgasında tutuklanan bir emekli paşayı Kazakistan’ın ünlü bir şairiyle baş başa gördüğümde işin bu noktalara varacağını elbette düşünemezdim.

Ergenekon Operasyonu ikinci yaşına bastı, şimdi boyutlarının nerelere varacağı merak konusu. Besbelli kökleri epeyce derinde. Ali Bayramoğlu’nun dediği gibi Ergenekon’un benzeri gizli örgütlerden farkı, mevcut siyasi yapıyı yalnız yıkmak değil, yeni baştan kurmak istemesidir.

Dolayısıyla Ergenekon’un mahiyetini iyi tespit etmek gerekir. Bir yanda “devletin tepesinden iktidarı yıkmak” isteyenler var, öbür yandan ses getirecek eylemler düzenleyen tetikçiler. Üstelik bu hareket, seçim öncesinde gördüğümüz mitingler gibi halkı meydanlara dökerek siyasallaşma eğiliminde.

Burada bir adım daha atarak şunu ileri sürmek durumundayım: Ergenekoncuların bir ayağı Orta Asya’dadır, yani oradaki yönetimlerin de kendi arzularına göre dizayn edilmesi için uğraş vermektedirler. Yıllar önce Mecidiyeköy’deki bir otelde Ergenekon soruşturmasının bir önceki dalgasında tutuklanan bir emekli paşayı Kazakistan’ın ünlü bir şairiyle baş başa gördüğümde işin bu noktalara varacağını elbette düşünemezdim. Ancak o görüşmeden sonra sözünü ettiğim muhalif şairi Kazakistan’ın başına geçirmek için “state behind”ın derin bir mücadele içinde olduğunu öğrendiğimde anladım ki, mesele sadece Haydar Aliyev’den ibaret değilmiş.

Farkındayım, nöbetçi tarihçimiz bugün pusulayı şaşırıp aktüaliteye fazla daldı diyorsunuz içinizden. Ancak biz de insanız, değil mi? Arada bir güncel tarih yazmak bizim de hakkımızdır.

Geçtiğimiz perşembe akşamı 32. Gün programında Gülay Göktürk “Şimdi merak edilen şey, Ergenekon’un Fırat’ın doğusuna uzanıp uzanmayacağıdır.” diyerek derin devletin fermuarını biraz daha açmış oldu. Gerçekten de Güneydoğu, özellikle Diyarbakır boyutu, Ergenekon’un hangi saçaklara tırmandığını göstermesi bakımından önemli olacak.

Bugün biz de Osmanlı tarihine uzanalım ve Diyarbakır merkezli bir direnişin örtüsünü açalım.

Sahi Osmanlı tarihini ne denli kötürüm ettiğimizin farkında mıyız? El birliğiyle ortaya bir Osmanlı karikatürü koyuyor ve işin garibi, yaptığımızı beğenmiyoruz! Osmanlı bu değil, bu olamaz.

Sadece azameti, hoşgörüsü, uzun ömürlülüğü vs. ile açıklamıyorum Osmanlı’yı. Mantık çalıştırılarak da bu engin coğrafyada, bu kadar karmaşık bir halklar yelpazesiyle ve bu kadar uzun ömürlü bir devleti yönetmenin çocuk oyuncağı olmadığı pekala anlaşılabilir. Düşünün ki, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar her on yılda bir adeta yıkılıp yeniden kurulmakta. En son geçen yıl Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsız birer devlete dönüşmesi, Osmanlı’nın tasfiyesinin hâlâ bitmediğinin göstergesi değil de neydi?


Peki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Japonya’da, kendisinden 112 yıl önce, II. Abdülhamid döneminde oralara kadar gitmiş olan yelkenli Osmanlı gemisi hayaletinin karşılamış olmasını neyle izah edeceksiniz? Üstelik Ertuğrul Fırkateyni’nin Oşima (İngilizce yazılışıyla Oshima değil!) kayalıklarında uğradığı feci akıbet, Cumhuriyet döneminin ünlü dolayısıyla şair Can Yücel’in büyük Milli Eğitim Bakanlarından Hasan-Âli Yücel’in dedesi olunca ‘Osmanlı’ isimli bu geminin cesametine şaşmamak elde midir?

Türkiye’de bir zamanlar ‘toplumsal tarih’ yazdıkları iddiasındaki kesim, sosyalistlerdi. Ne var ki, bütün yaptıkları, ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) denilen ve Karl Marx’ın Avrupa semalarından Zeus gibi bakarak üzerimize bir ağ olarak fırlattığı teorik çıtçıtı tarihimize dikme uğraşını şurasından burasından mıncıklamaktı. Kemal Tahir’in bu zehirli çıtçıtı çıkarıp atmak için bir ömür boyu uğraşmak, söküp atmak istediğinde ise ne azim belalarla boğuşmak zorunda kaldığını biliyorsunuzdur. Bu arada haklarını yemeyelim, bir de Nazım Hikmet’in dünyaca meşhur icadı olan Şeyh Bedrettin masalı vardı, malum.

Belge ve bilgiler tepelerinde birer zebani olmadan ortak hafızamızın kanallarına serbestçe aktıkça ayan beyan görmeye başlıyoruz ki, Osmanlı tarihi, cebinden kat kat olmuş mendiller gibi bizden saklamış nice olayları. Kime? Gözü olanlara elbette.

İşte Hollanda (Leiden) ve ABD’de (Boston) yeni çıkan bir kitap bizi Osmanlı tarihi okyanusundaki bakir adalarla tanıştırıyor; daha doğrusu bir zamanlar su altında kalmış olan ama artık işgalci sular (mesela Marksizm) küresel ısınmadan dolayı ortalıktan çekilince gün ışığı gören bakir adalarla.

Kitabın yazarı Ariel Salzmann, bir ABD’li akademisyen. Daha önce “Osmanlı: İnsanlığın Son Adası” adlı kitabımda kendisinden ve ‘Osmanlı’da özelleştirme’ konulu ünlü makalesinden söz etmiştim. Orada Osmanlı Devleti’nin, 17. yüzyıldan itibaren getirdiği iltizam uygulamasıyla bir tür ‘özelleştirme’ye gittiğini ama nedense bu ‘çağdaş’ tercihi dolayısıyla özelleştirmeyi savunanlarca dahi eleştirildiğini söylüyor, bu akıl almaz garabete dikkatimizi çekiyordu. Oysa Salzmann’a göre, tam da serbest piyasa ekonomisi çağında, yani bir devletin sırtında kambur olan KİT’leri özelleştirmesinin iyi bir şey olduğuna sonuna dek inanan bizlerin (istisnalar elbette var) Osmanlı Devleti hem de yüzyıllar önce aynı şeyi yapınca neden onu eleştirdiğini anlayamadığını söylemişti.

Salzmann, son kitabı “Tocqueville in the Ottoman Empire”da (Brill Yayınevi, 2004) hayal gücümüzü biraz daha zorlamamızı istiyor. Eğer diyor, Fransız filozofu Alexis de Tocqueville Amerika Birleşik Devletleri yerine ‘Osmanlı Birleşik Devletleri’nin sistemini incelemiş olsaydı, aynı şekilde erken modern devletin tohumlarının bir kısmının Osmanlı’nın bakir topraklarında yattığı tespitinde bulunabilir miydi?

Kitabında Osmanlı’da federalizm konusunu da işleyen yazar, burada Diyarbakır tarihinin bilinmeyen bir dönemine ışık tutarak aslında bizim solcuların, Şeyh Bedrettin’de boşu boşuna aradıkları, tam da kendilerine lazım olacak müthiş bir argümanı nasıl ıskaladıklarını ustaca ortaya koyuyor. Varsa yoksa “1871 Paris Komünü” diyen ve devlete direnenleri kutsayan solcularımızın, Paris Komünü’nden 50 küsur yıl önce Şeyhzade İbrahim Paşa’nın “Diyarbakır Komünü”nden bihaber ve dolayısıyla suskun kalmaları yeterince garip değil mi? Türkiye’de sol düşüncenin çarpık gelişimi incelenirse garip değil aslında.

Kimdir 19. yüzyıl başlarında Diyarbakır’da 3 ay kadar bağımsız bir yönetim kurmuş olan İbrahim Paşa ve nedir “Diyarbakır komünü”? Bunları gelecek yazımızda ele alacağız.



ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 07-16-2008, 03:39   #46
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart İngiliz Amiral'in göğsünde taşıdığı Ay Yıldız'ın sırrı




Londra’daki Trafalgar Meydanını duymayan yok gibidir. Meydanının adı, tarihimize de bir vesileyle hizmeti geçmiş olan İngilizlerin efsanevî Amirali Horatio Nelson’un (ölümü: 1805) Napolyon’u tarihten silen zaferin hatırasını taşır.

İşte Nelson’un daha önce 1798 yılında kazandığı Aboukir (Ebu Hur) deniz zaferi de, İngiltere’nin dünya denizlerine egemen olduğunu perçinleyen, Avrupa ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birisi olmuştur.



Amiral Nelson’u, Napolyon’a karşı kazandığı, Aboukir (Ebu Hur) deniz savaşından sonra III. Selim’in sorgucu ve sol kolundaki apoletin hemen altında bulunan ay-yıldızlı “murassa nişanı”yla gösteren bir tablo.

Amiral Nelson, 1798 yılında yine Fransızlara karşı yaptığı bir deniz savaşında sağ kolunu kaybetmiş ve İngiltere’de bir süre tedavi görüp iyileştikten sonra tekrar görevinin başına dönmüştü. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Çekilen Fransız donanması şimdi Akdeniz’deydi ve nereye yöneleceği İngilizlerin meçhulüydü. Bir türlü doğru dürüst haber alınamıyordu. Oysa Fransız gemileri, Napolyon Bonapart’ın hiç beklenmedik kararıyla Mısır’a çevirmişti rotalarını.

Akdeniz’de ateşli bir arama ve kovalamaca başlamıştı. Nelson, tam 2 ay boyunca Fransız donanmasının izini aradı Akdeniz’in tuzlu sularında. Geçerken Malta adasını zapt eden Fransız filosunun, Mısır’ın İskenderiye şehrine yöneldiği haberi gelmişti nihayet. Nelson büyüklüğünü burada da gösterdi ve derhal filosuna emir verdi: İskenderiye’ye Napolyon’dan önce varacaklardı. Nitekim filo, düşmanlarından 2 gün önce İskenderiye’ye varmıştı.

İyi ama nerdeydi bu Fransızlar? Acaba istihbaratları yanlış mı çıkmıştı?

Endişeli bekleyiş, sonunda geri dönüp Fransız gemilerini arama emrine yol verdi. Halbuki biraz daha sabredip bekleselerdi, ne Napolyon’un Mısır’a çıkması imkânı vardı, ne de İngilizlerin yenilmez armadasının elinden kurtulması.

Ancak tam bu noktada tarihte nadir görülen bir olay meydana geldi. İskenderiye limanında Fransızları göremeyen Nelson, geriye dönmüş, fakat 60 mil mesafeden limana doğru ilerleyen Fransız donanmasını görememiş, filolar birbirinden habersiz bir şekilde ters yönde geçip gitmişlerdi. İki ezelî rakipten Napolyon İskenderiye’ye yollanırken, Nelson oradan ayrılıyordu. İşte Napolyon’a Mısır’ın kapılarını açan, bu yıldızın parladığı andı.

Şimdi Fransızları ellerinden kaçırmışlardı ve bir daha onlardan haberdar olabilmek, bir aylarını alacaktı.

Dönüp dolaşan ve İskenderiye limanına geri gelen İngiliz filosu, 1 Ağustos 1798’de, gün batımına yakın bir saatte nihayet Fransız gemilerini gördü. Nelson hep yaptığı gibi vakit kaybetmeden hücum emrini verdi. Baskına uğrayan Fransız gemileri büyük bir şaşkınlık içindeydi.

5 Fransız gemisine, 8 İngiliz gemisi ateş açıyordu. Saatler gece yarısını gösterirken, Napolyon’un, sayesinde Mısır’a çıkarma yaptığı filosu darmadağın olmuş, çoğu batmış veya esir alınmıştı. Bu arada Amiral Nelson da başından ağır surette yaralanmıştı. Ancak o sırada Nelson, yaralarına değil de, elinden kaçırdığı 2 Fransız gemisine yanıyordu!

Mısır’a çıkıp Doğu seferini başarıyla gerçekleştiren fakat orada mahsur kalan Napolyon, o moral bozukluğuyla ve can havliyle Akka kalesine saldırmışsa da Cezzar Ahmed Paşa’nın kuvvetleri karşısında yenilmiş, nihayet 1799 yılında bir fırkateyne atlayarak Mısır’dan Fransa’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Ardında bıraktığı Fransız ordusunun İngilizlere teslim olması, sürpriz olmamıştır tabiatıyla.



İşte bu zafer sonrasında Osmanlı Sultanı III. Selim, Amiral Nelson’u, “bilvesile” Osmanlı’ya yardımlarından dolayı tebrik etmiş ve “daima hafifçe titreyip pırıldayan” pırlanta sorgucu ve apoletin püsküllerinin hemen bitişiğindeki ortası beyaz ay-yıldızlı “murassâ nişanı” göndermişti.

Diğer Osmanlı hediyelerinin altın kılıflı bir kılıç, bir altın kaplama zarf ve kahve fincanı takımı olduğunu öğreniyoruz. III. Selim’in bu değerli hediyeleri, halen Londra civarında, İngiliz Deniz Harp Okulu’nun bulunduğu Greenwich’deki İngiliz Deniz Müzesi’nde teşhir edilmektedir.

Zaferiyle Osmanlı Devleti’ne dolaylı olarak yardımda bulunan Nelson, Padişah’tan aldığı pırlantalı sorgucu önemli törenlerde taktığı gibi, murassa nişanı da göğsünden hiç eksik etmemiştir. Hatta 1805 yılında yapılan ünlü Trafalgar savaşında Napolyon’un ipini çektikten sonra, savaşta aldığı yaralardan dolayı sancak gemisinin ambarlarından birinde son nefesini verirken, üniformasındaki 3 nişandan birisi, bu ay-yıldızlı zarif Osmanlı nişanıydı.

Şimdi Greenwich’deki İngiliz Deniz Müzesi’ne gidenler, Nelson’un bir tutam saçıyla birlikte murassa Osmanlı nişanını ve (yanda resmi görülen) “çelenk” adı verilen pırlanta sorgucunu, kılıç ve kahve takımıyla birlikte görerek şu savaşların nelere kadir olduğunu düşüneceklerdir muhtemelen.

Velhasıl Osmanlı Devleti, herkesin çöktü çökecek dediği yaralı bir döneminde dahi yabancı generallerin göğsüne bir nişan taktığı zaman bu, dünya tarihine geçen bir hadise oluyordu. ‘Ya bugün?’ demeye dilim varmıyor...
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 07-23-2008, 00:37   #47
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart 1819 “Diyarbakır Komünü”

III. Selim’le başlayan merkeziyetçi yapılanmanın aktörleri, “Diyarbakır komünü” gibi zorlu örneklerde pişerek Osmanlı Devleti’nin Yunanistan, Cezayir ve Mısır gibi parçalara bölünmesinin önüne nasıl geçileceğini öğrendiler ve Tanzimat reformlarının temelleri böyle atıldı.

Osmanlı Anadolu’yu yalnızca sömürmüş, tek bir çivi çakmamıştır. Anadolu’ya ne yapmışsa Selçuklular yapmıştır!

Kim bilir kaç kez duydunuz bu ‘kızkaçıran’ lafları. İşin garibi, sözde erkeklerimizin de bu fiyakalı laflar karşısında ürküp kaçmaları.

Öyleyse gelin, Diyarbakır’ın camilerine, hamamlarına değil, zamanın ticaret merkezleri olan hanlarına göz atalım ve bakalım Osmanlılar, İstanbul’un fethinden 100 yıl sonra fethettikleri bu Anadolu şehrine kaç altın çivi çakmışlar?

Prof. İbrahim Yılmazçelik’in değerli araştırması “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır”a (Türk Tarih Kurumu Yay., 1995, s. 89-94) göre Diyarbakır’da bugün ayakta kalmış 3 tane han var: Hasan Paşa Hanı, Deliller Hanı ve Çifte Han; üçü de Osmanlı eseri.

İyi de koca şehirde 3 tane han mı yapmış Osmanlılar? diyeceklere cevabımı hemen doğrultuyorum: Bugün ortadan kalkmış bulunan 17 han ile beraber Osmanlılar Diyarbakır gibi nüfusu 20-30 binlerde seyreden bir şehre tam 20 iş merkezi hediye etmişlerdi. Yaklaşık bin kişiye bir han! Nasıl?

Şimdi geçelim asıl konumuza. Önce tabloyu önümüze koyalım:

19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu, iki zıt eğilim arasında gidip geliyordu. 1) Merkezden uzak bölgelerde bağımsızlık ve ayrılıkçılık rüzgârları esiyor, 2) Devlet, merkezî kontrolü yeniden kurmak istiyordu. Böylece biri merkezden uzaklaştırıcı, diğeri merkezîleştirici iki kuvvet çarpışıyor, mücadeleden hangisinin galip çıkacağı bilinmiyordu.

1819 “Diyarbakır komünü” günlerinden kısa bir süre sonra Diyarbakır Ulu Cami'nin avlusundan bir görünüş. Ressam: Jules Laurens, 1847.

Özellikle Rusların Doğu Anadolu’ya inmeleriyle iyice gevşeyen sistemde Kürt emirleri fiilen başlarına buyruk hale gelmiş, giderek İstanbul’u tanımaz olmuşlardı. Nitekim 1802 Ocak’ında tarihlerimize “Diyarbekir İhtilali” diye geçen ciddi bir karışıklık yaşanmış, şehir halkı yeniçerilerle tam 3 gün boyunca cenk etmiştir.

1806-1812 Rus Savaşı’nın hemen ardından harekete geçen Sultan II. Mahmud, bir dizi askerî operasyon düzenleyerek bağımsızlık bayrağını açma eşiğindeki taşrayı yeniden merkeze bağlamayı başaracak, yüzyılın ortalarına gelindiğinde bölgede bağımsız Kürt emirliğinden eser kalmayacaktır.

İşte hikâyemiz bu mayınlı zemin ve zamanda geçer.

1819’da Diyarbakır Eyaleti, Rakka Eyaleti’ne bağlanarak Behram Paşa’nın yönetimine verilmiştir. Behram Paşa, Viranşehir’deki Milli aşiretindendir ve bu aşiretin Diyarbakır ayanından Şeyhzade ailesiyle arası açıktır. Bunun üzerine eski vali Şeyhzade İbrahim Bey’in torunu Mehmed Bey, Müftü Hacı Mesud Efendi, Karacaoğullarından Ömer ve Serdar Beyler ayaklanmanın fitilini ateşlediler. Valinin görevden alınmasını, Diyarbakır’ın yeniden “mütesellimlik” yapılmasını, yani yerel bir yönetici eliyle vekaleten yönetilmesini ve bu görevin de kendilerine verilmesini istiyorlardı. Nihayet bu yazının yazıldığı günden 189 yıl önce, 18 Temmuz 1819’da başlayan isyan 26 Ekim’e kadar tam 101 gün devam etti ve 101 gün boyunca Diyarbakır surları top ve tüfek sesleriyle inledi durdu.

Hatırlatalım: Ramazan ayının 25. gecesi çıkan isyan, vali Behram Paşa’nın, halkı, “Öldüreceğim, keseceğim, evlerinizi yakacağım” diye korkutması üzerine patlak vermişti. Halk, ulema ve eşraf (dikkat: Osmanlı’da bu üçü ittifak etti mi, ciddi bir sorun var demektir) işbirliği yapmış ve korkan vali iç kaleye kapanarak kapıları sımsıkı kapatmıştı. Vali kaçınca yönetim Diyarbakırlıların eline geçmiş ve şehirde renkli sahneler yaşanmıştı.

Mesela vali olduğu zamanlardan beri (1809-1913) şehrin çıkarlarını savunmayı ilke edinen İbrahim Paşa ailesini (Şeyhzadeleri) isyanda başrolde görüyoruz. Gümrük vergisini Diyarbakır esnafının yararına değiştiren, şehrin ticaret yollarını kesen eşkıya ile mücadeleye giren, kişisel servetini şehrin altyapısını düzeltmek uğruna harcayan, hanlar hamamlar yaptıran bir ‘âsi’ portresi vardır karşımızda.

Asıl önemlisi, şehrin, Behram Paşa gelmeden ve isyan sırasında astığım astık... tarzı değil, halkla ve önde gelenlerle istişare edilerek yönetilmiş olmasıydı. Divan, yani danışma kurulu toplanıyor ve kararlarını ortak olarak alıyordu. Ahali, 3 aydan fazla bir süre devletin gönderdiği yardım kuvvetlerini surlardan içeri sokmamış, nihayet bu direniş, merkezî kuvvetlerin ateş üstünlüğü sayesinde çökertilebilmişti.

Gerisini iyi kötü tahmin edersiniz. Elebaşılardan çoğu sürgüne gönderildi. Şeyhzade Mehmed Bey, Karacaoğlu Ömer ve Serdar’ın mallarına el konuldu ve yakalandıklarında idam edilmeleri için ferman çıkarıldı. Ancak bir süre sonra cezaları sürgüne çevrildi, malları ailelerine iade edildi ve 5 yıl sonra evlerine döndüler. Öte yandan isyanı bastıran Behram Paşa ödüllendirileceğine, valilikte ancak 5 ay kalabildi. Sonra görevden alındı. Devletin her şeye rağmen isyancılara müsamahasının altını çiziyorum.

Ariel Salzmann, Diyarbakır olayını Fransa’nın eski rejimin sonlarında yaşadığı ‘bitmemiş devrimler’e benzetir:

III. Selim’le başlayan merkeziyetçi yapılanmanın aktörleri, “Diyarbakır komünü” gibi zorlu örneklerde pişerek Osmanlı Devleti’nin Yunanistan, Cezayir ve Mısır gibi parçalara bölünmesinin önüne nasıl geçileceğini öğrendiler ve Tanzimat reformlarının temelleri böyle atıldı. Devlet adamları, parçalanmaya sürüklenen bölgeleri nasıl toparlayacaklarını bu olaylarda tecrübe ettiler ve taşraya nasıl nüfuz edeceklerinin yolunu yordamını keşfettiler. Böylece Tanzimat dönemindeki arazi kanunları ve idarî düzenlemelerin temelleri bu ‘bitmemiş devrimler’ döneminde atılmış oldu.

Sözün kısası, 1871’in ‘bitmemiş devrim’i olan Paris Komünü’nü Fransa’nın modern devlet yönetimine geçişinde zorunlu bir aşama olarak gören aydınlarımız, nedense Osmanlı’nın ‘bitmemiş devrimi’ olan “Diyarbakır Komünü’nü anlamaya yanaşmadılar ve bunun içindir ki, ne bu topraklara özgü bir tarihin temellerini yakalayabildiler, ne de bu toplumun modernleşme serüvenini anlayabildiler.

Kaybeden kim oldu? Bugün Ergenekon’un ‘fermuar’ından görünen Güneydoğu’yu gözden kaçıracaklar kimlerse onlar elbette.
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi